Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Politico: Erdoğan’ın başarısı AB içinde bazılarını rahatlattı

Yayınlanma

14 Mayıs’taki ilk turda bitmeyen Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turundan önce batı medyasında gelecek projeksiyonları yapılmaya devam ediyor.

İkinci turda Recep Tayyip Erdoğan’ın kazanmasının beklendiğini ileri süren Politico yazarı Mujtaba Rahman, bu sonuçla birlikte Avrupa Birliği’ndeki bazı ülkelerin ‘rahat bir nefes alacağını’ yazıyor.

Hem Brüksel’de hem de diğer AB başkentlerinde, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde Türkiye’nin AB ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya ve niteliksel olarak ilerletmeye çalışacağına dair endişelerin arttığını belirten Politico yazarı, yeniden tanımlamanın sadece Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ve vize serbestisi konusunda bir anlaşma arayışını değil, aynı zamanda muhtemelen uzun süredir donmuş olan AB’ye katılım müzakerelerinin yeniden başlatılmasını da içereceğini vurguluyor.

‘Kılıçdaroğlu’nun kazanması AB’yi garip bir duruma sokacak’

Kılıçdaroğlu’nun kazanması ve yeniden başlama teklifinin zamanlamasının AB için ‘son derece garip’ olacağını savunan Rahman, bu garipliğin Ukrayna’nın AB’ye katılımının yaratacağı etkilerin tartışılmaya başlanmasından kaynaklandığını yazıyor.

Aralık ayındaki zirvede Brüksel’in Kiev ile katılım müzakerelerini resmen başlatmasının muhtemel olduğunu hatırlatan Politico yazarı, “Üst düzey AB yetkilileri arasındaki endişe, Kılıçdaroğlu’nun AB-Türkiye katılım müzakerelerini yeniden canlandırmak istemesinin, Kiev’in katılım konusunda Ankara’dan çok daha geniş bir siyasi desteğe sahip olmasına rağmen, genişleme ve Ukrayna konusundaki çok hassas tartışmaları karmaşıklaştırabileceği yönünde,” diyor.

Rahman’a göre Brüksel’de ve birçok AB başkentinde, Batı Balkanlar’ın yanı sıra Ukrayna’yı da AB’ye kabul etmenin bedelinin, Türkiye’nin asla üye olmayacağının açıklığa kavuşturulması olabileceği görüşü hakim.

Üst düzey bir yetkili, “Bir noktada, Ukrayna ve Batı Balkanların son genişleme olduğunu açıkça ifade etmemiz gerekecek. AB’nin hem Türkiye’yi hem de Ukrayna’yı içine alabileceği düşünülemez. Piyasa bunu kaldırmaz,” diyor.

Ukrayna’nın ‘jeopolitik’ önceliği

Savaşın ardından Ukrayna’nın bloğa kabulünün artık jeopolitik bir gereklilik olarak görüldüğü vurgulanıyor. Üst düzey bir AB yetkilisi Türkiye söz konusu olduğunda “Ukrayna oyunu değiştirir,” diyor.

Politico yazarına göre, AB liderleri, kazanması halinde Kılıçdaroğlu’nun başkanlığını memnuniyetle karşılayacak ve onun ‘reform gündemini’ destekleyerek daha yapıcı bir şekilde çalışma arzusunun sinyallerini verecekler.

Ne var ki Ukrayna savaşı Türkiye’yi birlik için daha düşük bir öncelik haline getirmiş durumda. Uzun süredir devam eden AB çekinceleri ve önyargılarının yanına şimdi Ukrayna’dan kaynaklı ‘jeopolitik zorunluluklar’ da Ankara’nın üyeliğinin gündemden düşmesine neden oldu.

Muhalefet kazansa da Brüksel’in ‘katılım’ tutumu değişmeyecek

Bu nedenle, Politico’ya göre, 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun kazanması halinde, üye ülkelerin bir strateji belirlemek üzere Haziran ayındaki zirvede Türkiye’yi gündeme getirmeleri muhtemel.

Fakat yazara göre bu tartışmanın sonucu şimdiden belli: AB, ‘yapıcı belirsizliğe’ sığınacaktır. Bunun anlamı, muhalefetin kazanması durumunda katılım müzakerelerinin muhtemelen yeniden başlatılacağı fakat ucunun açık kalacağının bilineceğidir.

AB, bu durumda Kılıçdaroğlu’nun ‘ilerlemelerini’ açıkça reddetmek yerine, daha dar, kısa vadeli bir ‘pozitif gündeme’ odaklanacak.

Bir başka üst düzey AB yetkilisi, “Zaten ölü olan bir süreci öldürmek için neden siyasi itibar kaybedelim?” diye soruyor. Rahman, Türkiye’nin AB üyeliğine kişisel olarak karşı çıkan fakat sürecin belirsiz kalmasını kabul eden eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in yaklaşımının da esasında bu olduğunu hatırlatıyor.

Yani bu durumda, ilişkiyi ‘reset atmaya’ yönelik sert ve iddialı vaatler pek gerçekçi görünmüyor.

Mülteci anlaşması ve ‘alışverişe dayalı’ ilişkiler sürecek

Rahman, “Erdoğan’ın kazanması halinde, bloğun genişleme politikasına ilişkin diğer zorlu tartışmalardan kaçınılacağı ve ilişkilerin bir kez daha her iki tarafın da bildiği ve anladığı dostane, alışverişe dayalı ve düşmanca politikaların tanıdık modeline yerleşeceği doğru olsa da, Erdoğan’ın devam eden başkanlığı altında birçok zorluk devam edecek ve muhtemelen büyüyecektir,” tespitini yapıyor.

Rahman’a göre, çok kısa vadede ilişkiler muhtemelen sakinleşecektir. Brüksel, Türkiye’nin Şubat ayındaki depremlerin ardından toparlanmasına yardımcı olmak için 7 milyar dolarlık mali yardım sağlamaya öncelik verirken, Ankara da Rusya’nın yaptırımları delmesini engellemek için AB’den ve ABD’den gelen baskılara muhtemelen daha açık olacaktır.

Tahıl koridoru anlaşmasının uzatılmasının da Brüksel tarafından memnuniyetle karşılanacağını kaydeden Politico yazarı, Ankara’nın 3,5 milyon Suriyeli mülteciye milyarlarca avroluk yardım finansmanı sağlamak için Brüksel ile birlikte çalışmaya devam edeceğine de dikkat çekiyor.

Rahman yazısını, “‘Bildiğin şeytan daha iyidir’ sözünün yerini hiçbir şey tutamaz,” diye bitiriyor.

‘Erdoğan ile yaşamayı öğrenmeliyiz’

Nathalie Tocci imzalı bir başka Politico yazısının başlığı ise şöyle: ‘Batı, Erdoğan ile yaşamayı öğrenmek zorunda kalabilir.’

Türkiye’nin ‘liberal bir demokrasi’ olmasa da Türkiye toplumunun ‘demokratik bir direnç’ kaydettiğini savunan Tocci, daha önce Politico’da çıkan bir yazıya işaret ederek AB için Erdoğan’ın neden daha iyi sayıldığına değiniyor. Buna göre Brüksel, üzerinde hiçbir etkisi olmamasına rağmen Ankara’nın ‘otoriterliğinden’ ve kendi değerlerinden dem vururken bir yandan da Erdoğan ile ‘alışverişe dayalı bir ilişkinin alaycı yürüyüşünü sürdürebiliyor.’

Buna örnek olarak 2016 göç anlaşmasının devam etmesini gösteren yazar, ‘Türk toplumunun mültecilere karşı artan sabırsızlığı göz önüne alındığında … kesin olan şey Kılıçdaroğlu’nun bu tür bir alışveriş ilişkisinden uzaklaşacağı’ iddiasında bulunuyor.

Tocci, “Dolayısıyla muhalefetin zaferi AB’yi aynaya bakmaya zorlayacak ve birçok çelişkisini ortaya çıkaracaktır. Ve Türkiye söz konusu olduğunda bu yansıma hiç de hoş olmayacaktır,” diye yazıyor.

‘Türkiye toplumunun Erdoğan’dan ibaret olmadığının’ ortaya çıktığını da savunan yazar, AB’nin Erdoğan vasıtasıyla Türkiye ile kurduğu ‘alışverişe dayalı’ ilişkinin ötesinde toplumla ilişki kurması gerektiğini söylüyor.

Türkiye’deki seçimlerin ‘otoriter popülizmin, seçimle işbaşına gelen otokrasilerin, Avrupa ve Batı ile aynı görüşte olmayan demokratik ve otoriter ülkelerin’ dayanıklılığı hakkında da bir şeyler söylediğini belirten yazar, “AB’nin bu ülkelerle birlikte yaşamayı öğrenmesi, yapabilecekleri ve yapamayacakları üzerine düşünmesi gerekiyor,” diyor.

DÜNYA BASINI

Birbiri ardına yaşanan uçak kazaları: Neler oldu?

Yayınlanma

29 Aralık’ta Güney Kore ve Kanada’da iki farklı uçak kazası yaşandı. Güney Kore’de Jeju Air’e ait bir Boeing 737-800 uçağı düştü ve 179 kişi hayatını kaybetti. Kanada’da ise Pal Airlines Air Canada Express uçağının iniş sırasında bir kısmı yandı, ancak can kaybı yaşanmadı. Bu olaylar, hafta boyunca dünya genelinde yaşanan diğer havacılık kazalarına eklendi.

29 Aralık’ta dünya genelinde iki farklı uçak kazası yaşandı. Güney Kore’de, Jeju Air’e ait bir uçağın Muan Uluslararası Havalimanı’na inişi sırasında düşmesi sonucu 179 kişi hayatını kaybetti.

Kanada’da ise Pal Airlines Air Canada Express uçağının Halifax Havalimanı’na inişi sırasında bir kısmı yandı, ancak bu olayda can kaybı yaşanmadı.

Güney Kore’de, Boeing 737-800 tipi yolcu uçağı, iniş takımları açılmadan iniş yaptı ve yüksek hızla pistten çıkarak bir bariyere çarptıktan sonra alev aldı.

Yetkililer, kazanın nedeni olarak kuş çarpması sonucu iniş takımlarının arızalanmış olabileceğini belirtti. Uçak, Bangkok’tan geliyordu ve 175 yolcu ile 6 mürettebat üyesi bulunuyordu. Yolcuların neredeyse tamamı Güney Kore vatandaşıydı, ancak aralarında iki Tayland vatandaşı da vardı.

Yonhap ajansının haberine göre kazadan sonra yalnızca iki mürettebat üyesinin hayatta kaldığı bildirildi ve resmi ölü sayısı 179 olarak açıklandı.

Kazanın ardından Muan Havalimanı’na tüm uçuşlar iptal edildi. Güney Kore’nin geçici devlet başkanı Choi Sang Mok, ülkede bir haftalık ulusal yas ilan etti ve kazada hayatını kaybedenlerin ailelerine taziyelerini ileterek onlara her türlü desteği sağlayacağını söyledi.

Yas, 29 Aralık ile 5 Ocak tarihleri arasında sürecek. Tayland Başbakanı Paetongtarn Shinawatra da hayatını kaybedenlerin ailelerine başsağlığı diledi.

Kanada’da ise Halifax Havalimanı, 29 Aralık’ta Pal Airlines Air Canada Express uçağıyla yaşanan bir olay nedeniyle geçici olarak kapatıldı. Olay, 28 Aralık’ta yerel saatle 21.30 civarında (TSİ 04.30) meydana geldi.

Havalimanının basın ofisi, X (eski adıyla Twitter) üzerinden yaptığı açıklamada, uçağın tam olarak ne yaşadığına dair detay vermedi, ancak tüm yolcuların ve mürettebatın tahliye edildiğini belirtti.

29 Aralık’ta yerel saatle 10:00’da (TSİ 18.00) yapılan açıklamada, havalimanının iki pistinden birinin olay nedeniyle kapalı kalması sebebiyle uçuş gecikmeleri yaşanabileceği uyarısında bulunuldu.

CBS News kanalı, uçağın iniş sırasında pist üzerinde kaydıktan sonra bir kısmının alev aldığını bildirdi. Uçaktaki bir yolcu, iniş sırasında iniş takımlarından birinin açılmadığını ve uçağın yaklaşık 20 derece sol yana yatarak iniş yaptığını söyledi. Yolcu, uçağın kanadının asfalta sürtündüğünü ve inişten sonra sol tarafta yangın çıktığını ifade etti.

Air Canada sözcüsü Peter Fitzpatrick, La Presse gazetesine yaptığı açıklamada, uçağın iniş sırasında iniş takımlarında sorun yaşadığının düşünüldüğünü söyledi. Uçakta 73 yolcu bulunuyordu. Tahliye edilen yolcular ve mürettebat, sağlık ekipleri tarafından muayene edildi ve hafif yaralanmaların olduğu belirtildi.

Bu olaylar, hafta boyunca dünya genelinde yaşanan diğer uçak kazalarına eklendi. 25 Aralık’ta, Azerbaijan Airlines’a ait bir Embraer E190 uçağı, Bakü’den Grozni’ye giderken Aktau yakınlarında düştü.

Uçakta 62 yolcu ve 5 mürettebat bulunuyordu ve 38 kişi hayatını kaybetti. Rusya Soruşturma Komitesi, hava taşımacılığı güvenlik kurallarının ihlali nedeniyle soruşturma başlattı. Azerbaycan ve Kazakistan’da da benzer davalar başlatıldı.

28 Aralık’ta ise Norveç merkezli KLM’e ait bir yolcu uçağı, Amsterdam’a gitmesi gerekirken Norveç’te acil iniş yaptı. Havayolu şirketinin basın ofisi, uçağın Oslo’dan kalktıktan sonra yolcuların yüksek bir ses duyduğunu ve bu nedenle acil iniş kararı alındığını açıkladı. Fakat iniş sırasında uçak pistten çıkarak çim alana indi.

176 yolcu ve 6 mürettebat yara almadan kurtuldu ve bir otele yerleştirildi. KLM, yolcuları Amsterdam’a götürmek için yedek bir uçak gönderdi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: İsrail, Lübnan’ın kültürel mirasını da bombaladı

Yayınlanma

Lübnan antik kent

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırı ve işgalinin Lübnan’ın tarihi hafızasına nasıl zarar verdiğine odaklanıyor:

***

Lübnan’ın paha biçilmez miras alanları İsrail bombardımanıyla yok edildi

Chloe Cornish ve Malaika Kanaaneh Tapper

Roma, Haçlı ve Osmanlı eserlerinin yakınlarına yapılan saldırılar bazılarını dümdüz ederken bazılarında da ‘görünmez’ hasarlar bıraktı.

Uzmanlara göre, İsrail’in Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaş sırasında düzenlediği hava saldırıları, Lübnan’daki paha biçilemez miras alanlarında onarılamaz zararlara yol açtı.

Lübnanlı kültürel mirası koruma organizasyonu Biladi, Hizbullah’la bir yıldır süren savaşın tırmandığı Eylül ayından Kasım ayındaki ateşkese kadar geçen sürede İsrail saldırıları nedeniyle en az dokuz tarihi eserin tamamen yok olduğunu, 15’inin de ağır ya da kısmen hasar gördüğünü açıkladı.

Ayrıca arkeoloji uzmanları, Baalbek kentindeki Roma kalıntıları ve Sur’daki geniş bir Roma kompleksi de dahil önemli alanların yakınında patlayan bombaların, antik taşların bozulmasını hızlandıran ve yapılarını zayıflatan “görünmez hasara” neden olabileceğini de söylüyor.

Lübnan’ın bu hazineleri, IŞİD’in Suriye’nin Palmira kentindeki tapınakları kasıtlı olarak tahrip etmesinden Yemen’in eski kenti Sana’nın iç savaş sırasında zarar görmesine kadar, bu yüzyılda Orta Doğu’da çatışmaların tehdidi altında olan en son miras alanları oldu.

Biladi’nin yok edilmiş ya da hasar görmüş olarak değerlendirdiği miras alanları arasında üç cami, bir türbe, tarihi açıdan önemli üç ev, bir pazar yeri ve bir Roma duvarı bulunuyor.

Unesco’nun Beyrut’taki bölge ofisi, bir hava saldırısının, Roma kalıntıları ve büyüleyici tarihi sokaklarıyla ünlü güney sahil kenti olan Sur’daki dünya mirası alanının sınırları içinde “modern bir binayı” tahrip ettiğini söyledi.

Uzaktan algılama yöntemiyle Baalbek’teki dünya mirası alanında henüz gözle görülür bir hasar tespit edilmemiş olsa da Fransız mandası ve Osmanlı dönemi binaları da dahil yakınlardaki birkaç yapının vurulduğunu ekledi.

Durham Üniversitesi’nde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da Tehlike Altındaki Arkeoloji projesini yürüten Graham Philip ne Hizbullah’ın ne de İsrail ordusunun “IŞİD’in yaptığı gibi mirası kasıtlı olarak yok etmeyi” amaçladığına inanmadığını söyledi.

Ancak yine de zararın meydana gelebileceği konusunda uyardı çünkü “atılan bombaların hacmi çok daha büyüktü.”

Bristol’daki West of England Üniversitesi’nde jeomorfoloji ve çatışma alanları mirası profesörü olan Lisa Mol, görünmez hasarın da büyük bir risk olduğunu, çünkü patlama basıncının herhangi bir şeyi yok etmiş gibi görünmese bile taşın erozyonunu hızlandırdığını söyledi.

Mol, Libya ve Yemen’de çatışmalardan etkilenen arkeolojik alanlar üzerindeki çalışmalarına dayanarak, “Yakın temaslarda, bir on yıl içinde daha fazla yapısal çöküş gördüğümüz oluyor” dedi.

İsrail ordusu sorulara cevaben yaptığı açıklamada “sivil altyapıya aşırı zarar vermeyi amaçlamadıklarını ve sadece askeri gereklilik nedeniyle saldırdıklarını” ve “hassas yapılara” yakın saldırılar için bir onay süreci olduğunu söyledi.

İsrail ordusu Hizbullah’ı sivil nüfus içine yerleşmekle ve “hatta kültürel miras alanlarının yakınına” konuşlanmakla suçladı, ancak bu iddiayı destekleyecek kanıt ya da spesifik örnekler sunmadı.

Lübnan’ın kültürel mirası, önce 1975’te başlayan ve 15 yıl süren iç savaş, ardından da 2020’deki yıkıcı Beyrut limanı patlaması nedeniyle daha önce de tehdit altında kalmıştı.

Son savaş, Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki saldırısının ardından Hizbullah’ın İsrail’e roket atmaya başlamasıyla başladı ve İsrail’in Eylül ayında hava harekâtını hızlandırıp kara harekâtı başlatmasıyla tırmanan sınır ötesi çatışmaya yol açtı. Lübnan Sağlık Bakanlığı’na göre, bu çatışmalarda Lübnan’da 4.000’den fazla kişi ve İsrail’de 140’tan fazla kişi hayatını kaybetti.

Beyrut Amerikan Üniversitesi Arkeoloji Müzesi küratörü Nadine Panayot, 2020’deki liman patlamasında önemli parçalarını kaybettikten sonra, koleksiyondaki eserleri korumak için son savaştan sonra bir sığınak oluşturdu.

Dresden ve Coventry’den Hiroşima’ya kadar pek çok şehri yerle bir eden İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kültürel mirasa saygı gösterme sorumluluğu savaş kurallarına eklendi.

BM’nin kültürel miras ajansı UNESCO, son çatışmalar sırasında Lübnan’daki 34 eserde yaptığı gibi, alanların “geliştirilmiş koruma”ya alındığını ilan edebilir.

Ancak eski bir üst düzey UNESCO yetkilisi olan Francesco Bandarin, kuralları ihlal edenleri sorumlu tutmanın çok zor olduğunu söyledi, “Elinizde araçlar var ama bu araçlar zayıf ve sınırlı” dedi.

Lübnan Kültür Bakanlığı Eski Eserler Genel Müdürü Sarkis Khoury için en acı kayıplar, Lübnan’ın güneyinde İsrail ordusu tarafından tamamen yıkılan ve birçoğunun tarihi binlerce yıl öncesine dayanan yaklaşık 40 köy oldu. Ateşkesin yürürlüğe girmesinden bu yana geçen haftalarda İsrail ordusu Lübnan’ın güneyindeki evleri vurmaya devam etti.

Khoury, “Bu köylerin tarihi hafızasının tamamen ve sistematik olarak yok edilmesi en çok zarar veren şey. Zeytin [ağaçları] ve antik kalıntıları olan bir köy gördüğünüzde, bu Lübnan’ın ruhudur. Yok edilen şey de bu” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Birleşik Krallık’ın HTŞ’nin güçlendirilmesindeki rolü

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: İngiliz gazeteci Kit Klarenberg’in aşağıda çevirisini verdiğimiz makalesi, ABD ve Britanya’nın, ama özellikle de İngilizlerin El Kaide’den “koptuğu” öne sürülen Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) önce İdlib’de, sonra da Suriye’de nasıl iktidar olduğuna ışık tutuyor. ABD ve Birleşik Krallık, HTŞ’nin El Kaide’den “koptuğu” 2016 yılı ile HTŞ’nin kurulduğu 2017’den itibaren, uluslararası alanda “terör örgütü” kabul edilmesine rağmen bu örgütü parlatmak için elinden geleni yaptı. Londra’nın yeni hakimi İşçi Partili Başbakan Keir Starmer’ın, Beşar Esad devrildikten sonra ülkesinin “Batı Asya’da daha belirgin ve kalıcı bir rol” oynayacağını müjdelemesi de, sürecin sağlaması.


İsyancıları imal etmek: Birleşik Krallık ve ABD, HTŞ’yi nasıl güçlendirdi?

Kit Klarenberg
The Cradle
26 Aralık 2024

18 Aralık’ta The Telegraph gazetesi , Birleşik Krallık ve ABD’nin haftalar önce Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı deviren kitlesel saldırıda Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) ile işbirliği yapan “isyancı” bir güç olan Devrimci Komando Ordusu (DMO) savaşçılarını nasıl eğitip “hazırladığına” dair sıra dışı bir soruşturma yayınladı.

Daha önce benzeri görülmemiş bir ifşaatta bulunan yayın organı, Washington’un sadece saldırıyı çok önceden “bilmekle” kalmadığını, aynı zamanda “ölçeği hakkında kesin istihbarata” sahip olduğunu da ortaya koydu. Washington’un HTŞ ile şimdi teyit edilen “etkili ittifakı”, on buçuk yıldır süren vekalet savaşından ortaya çıkan “birçok ironiden biri” olarak tanımlandı.

Telegraph bu işbirliğinin istem dışı olduğunu, Suriye’nin uzun süren iç savaşının “çoğu yabancı güçler tarafından desteklenen şaşırtıcı bir dizi milis ve ittifak” doğurmasının bir belirtisi olduğunu öne sürdü.

HTŞ’ye ABD desteği: ‘Gerekli’ bir ittifak

İttifaklar değişkendi; gruplar sık sık parçalanıyor, birleşiyor ve bağlılıklarını değiştiriyordu. Savaşçılar kendilerini sık sık taraf değiştirirken buldular ve gruplar arasındaki çizgiler bulanıklaştı. Yine de çok sayıda kanıt, Birleşik Krallık ve ABD’nin HTŞ’nin egemen isyancılarıyla bilerek ve uzun süredir devam eden bağlarını sürdürdüğünü gösteriyor.

Örneğin Mart 2021’de, seçilmiş Başkan Donald Trump’ın eski Suriye baş temsilcisi James Jeffrey, PBS’e verdiği açıklayıcı bir röportajda Washington’un HTŞ’ye yardım etmek için dönemin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo’dan özel bir “muafiyet” aldığını açıkladı.

Bu muafiyet, BM/ABD tarafından belirlenmiş terör örgütüne doğrudan finansman sağlanmasına ya da silahlandırılmasına izin vermese de, ABD tarafından sağlanan kaynakların “bir şekilde” HTŞ’ye gitmesi halinde batılı aktörlerin “suçlanamayacağını” garanti altına alıyordu.

Suriye savaş alanında silahların değiştirilebilirliği Washington’un çok güvendiği bir şeydi. CENTCOM sözcüsü Yarbay Kyle Raines’e, 2015 yılında verdiği bir mülakatta Pentagon tarafından onaylanmış savaşçıların silahlarının neden Nusra Cephesi’nin (HTŞ’nin öncülü) elinde görüldüğü sorulmuştu. Raines şu yanıtı vermişti: “Biz bu güçlere ‘komuta ve kontrol’ etmiyoruz; sadece onları ‘eğitiyor ve etkinleştiriyoruz.’ Kiminle ittifak yaptıklarını söylüyorlarsa, bu onların bileceği iş.”

Bu yasal boşluk Washington’un HTŞ’yi “dolaylı” olarak desteklemesini sağladı ve grubun terör örgütü (bu statü, şu anda gerçek adı Ahmad eş-Şara olan lider Ebu Mohammad el-Colani’nin başına konan şimdi kaldırılmış 10 milyon dolarlık ödül ile tamamlandı) olarak tanımlanmasını sürdürürken çökmemesini sağladı.

Jeffrey bu stratejiyi, HTŞ’nin “bölgede ABD tarafından yönetilen bir güvenlik sistemini” korumak için “en az kötü seçenek” olduğunu ve bu nedenle “kendi hallerine bırakılmaya” değer olduğunu söyleyerek rasyonalize ediyordu. HTŞ’nin hakimiyeti ise Türkiye’ye İdlib’de faaliyet göstermesi için bir platform sağladı. Bu arada HTŞ ABD’li hamilerine açık mesajlar göndererek yalvardı:

“Dostunuz olmak istiyoruz. Biz terörist değiliz. Biz sadece Esad’la savaşıyoruz.”

‘Güvenli sığınak’

Esad’ın devrilmesinden bu yana Londra’daki yetkililer, HTŞ liderliğindeki geçici yönetimi Suriye’nin yeni hükümeti olarak meşrulaştırma konusunda belirgin bir şekilde başı çekti. Grup 2017 yılında Birleşik Krallık’ın yasaklı terör örgütleri listesine eklendi ve listenin girişinde HTŞ’nin uzun süredir yasaklı olan El Kaide’ye “alternatif isimler” arasında değerlendirilmesi gerektiği belirtildi.

Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer grubun listeden çıkarılması için “çok erken” olduğunu belirtirken, İngiliz yetkililer 16 Aralık’ta HTŞ temsilcileriyle bir araya geldi – bu tür toplantıların yasadışı olmasına rağmen.

Bu durum muhtemelen HTŞ’nin Batı tarafından son derece siyasileştirilmiş bir şekilde rehabilite edileceğinin sinyallerini veriyor. Suriye’deki kirli savaş boyunca İngiliz istihbaratı “ılımlı isyancıları” desteklemek için kapsamlı psikolojik operasyonlar yürüttü, vahşet propagandası ve insani hikayeler hazırladı.

Bu çabalar görünürde HTŞ, IŞİD ve El Kaide gibi grupların altını oymayı amaçlıyordu. Ne var ki Birleşik Krallık istihbaratından sızdırılan belgeler, HTŞ’nin 2016 sonrasında El Kaide ile nasıl iç içe kaldığını ortaya koyarak medya söylemleriyle doğrudan çelişiyor.

Başka bir deyişle, on buçuk yıl süren kriz boyunca HTŞ resmi olarak ülkedeki en köktendinci, soykırımcı unsurlarla aynı seviyede görülmüştür.

İngiliz belgeleri HTŞ’nin 2016’da El Kaide ile tüm bağlarını kopardığı yönündeki yaygın söylemle de tamamen alay ediyor. 2020 tarihli bir dosya, El Kaide’nin işgal altındaki Suriye topraklarında HTŞ ile nasıl “birlikte var olduğunu” ve burayı ulus ötesi saldırılar için bir fırlatma rampası olarak kullandığını anlatıyor.

Belgede HTŞ’nin hakimiyetinin, El Kaide’nin istikrarsızlıktan beslenerek eğitim alması ve genişlemesi için “güvenli bir sığınak” yarattığı uyarısında bulunuluyordu. İngilizlerin HTŞ’ye karşı yürüttüğü psikolojik harekat yıllarca sürdü ama sonuçta başarısız oldu. Bunun yerine, sızdırılan dosyalar HTŞ’nin artan etkisinden, toprak kazanımlarından ve alternatif bir hükümet olarak yeniden isim yapmasından yakınıyor.

“[El Kaide] amaçları ve hedefleri Suriye sınırları dışına taşan, açıkça Selefi-Cihatçı ulusötesi bir grup olmaya devam etmektedir. [El Kaide’nin] önceliği, Suriye’de istikrarsızlıkla beslenen güvenli bir sığınak sağlamaktır; bu sığınaktan eğitim alabilmekte ve gelecekteki yayılma için hazırlık yapabilmektedirler. HTŞ’nin kuzeybatı Suriye’deki hakimiyeti [El Kaide] bağlantılı grup ve bireylere varlık alanı sağlıyor.”

İngiliz destekli propaganda HTŞ’ye yarıyor

İngiliz istihbaratının HTŞ’yi engellemeye yönelik psikolojik operasyonları örgütün kuruluşundan yakın zamana kadar devam etmiştir. Yine de hiçbir şey başaramamış gibi görünüyorlar. The Cradle tarafından incelenen çok sayıda sızdırılmış dosya, HTŞ’nin “etkisinin ve bölgesel kontrolünün” yıllar içinde nasıl “dramatik bir şekilde arttığından” yakınıyor.

Elde ettiği başarılar radikal grubun “konumunu sağlamlaştırmasına, rakiplerini etkisiz hale getirmesine ve kendisini Suriye’nin kuzeyinde kilit bir aktör olarak konumlandırmasına” olanak sağladı. Fakat HTŞ’nin “hakimiyeti” kısmen grubun kendisini alternatif bir hükümet olarak yeniden adlandırmasıyla sağlandı.

HTŞ’nin işgal ettiği topraklar hastaneler, kolluk kuvvetleri, okullar ve mahkemeler de dahil olmak üzere çeşitli paralel hizmet sağlayıcılara ve kurumlara ev sahipliği yapıyordu. Grubun yerel ve uluslararası propagandası bu kaynakları tüm ülkeye yayılmayı bekleyen “alternatif” Suriye’nin bir göstergesi olarak özellikle tanıttı.

İronik bir şekilde, bu yapı ve örgütlerin birçoğu –IŞİD tarafından yönetilen bölgelerde de faaliyet gösteren kötü şöhretli Beyaz Miğferler gibi– doğrudan İngiliz istihbaratının ürünleriydi ve rejim değişikliği propagandası amacıyla oluşturulmuşlardı. Dahası, Londra tarafından muazzam masraflarla agresif bir şekilde desteklenmişlerdi.

Sızdırılan Birleşik Krallık istihbarat belgelerinde “ılımlı muhalif hizmetlere ilişkin farkındalık yaratmanın” ve yerel ve uluslararası kitlelere “[Esad] rejimine karşı inandırıcı bir alternatifin ikna edici anlatılarını ve gösterilerini” sunmanın önemine defalarca atıfta bulunuluyor. Dosyalarda bu çabaların HTŞ’nin kendisini Esad’a karşı “inandırıcı bir alternatif” olarak sunma çabalarına büyük ölçüde yardımcı olabileceğine dair herhangi bir değerlendirme bulunmuyor.

Bununla birlikte, işgal altındaki topraklarda yaşayan Suriyelilerin HTŞ’ye “özellikle de HTŞ’den hizmet alıyorlarsa” uyum sağlayacakları kabul ediliyor. Daha da vahimi, belgelerde “HTŞ ve diğer aşırılık yanlısı silahlı grupların Birleşik Krallık hükümetinin Çatışma, İstikrar ve Güvenlik Fonundan (CSSF) destek alan muhalif oluşumlara saldırma ihtimalinin çok daha düşük olduğu” belirtiliyor.

Bu fon, Birleşik Krallık’ın Suriye propaganda savaşının ve Beyaz Miğferler ve aşırılık yanlısı Özgür Suriye Polisi gibi örgütlerin finanse edildiği mekanizmaydı.

Birleşik Krallık tarafından yönetilen ve HTŞ’yi “zayıflatmayı” amaçladığı iddia edilen bu yönetim yapıları ve muhalif unsurlar, işgal altındaki topraklarda yaşayanlara “kanıtlanabilir bir şekilde kilit hizmetler sağladıkları” için, yabancı finansmanlı çalışmaları nedeniyle şiddetli misillemelerden korunarak grup tarafından kontrol edilen bölgelerde faaliyet gösterdiler.

Daha karanlık bir ihtimal de HTŞ’nin bu “muhalif oluşumların” İngiliz istihbaratı tarafından finanse edildiğini çok iyi biliyor olması ve bu temelde onlara dokunulmamış olmasıdır.

Koordineli saldırı

The Telegraph’ın haberine göre, Washington’un HTŞ’nin saldırısı hakkında “önceden bilgi sahibi olduğuna dair ilk işaret”, RCA vekillerine üç hafta önce ABD’li yöneticileri tarafından moral verici bir konuşma yapılmasıydı.

Ürdün ve Irak sınırlarına yakın, ABD kontrolündeki El Tanf hava üssünde yapılan gizli bir toplantıda militanlara güçlerini artırmaları ve Esad’ın “sonunu getirebilecek” bir saldırıya “hazır olmaları” söylendi. Alıntılanan bir RCA yüzbaşısı yayın organına şunları söyledi:

“Bize bunun nasıl olacağını söylemediler. Bize sadece ‘Her şey değişmek üzere. Bu sizin anınız. Ya Esad düşecek ya da siz düşeceksiniz.’ Ama ne zaman ya da nerede olacağını söylemediler, sadece hazır olmamızı söylediler.”

Bunun ardından üsse gelen ABD’li subaylar, RCA’yı Birleşik Krallık/ABD tarafından eğitilen, finanse edilen ve yönetilen diğer Sünni çöl birlikleri ve El Tanf’ta ortak komuta altında faaliyet gösteren isyancı birliklerle birleştirerek saflarını genişletti.

The Telegraph’a göre, “RCA ve HTŞ savaşçıları … işbirliği yapıyordu ve iki güç arasındaki iletişim Amerikalılar tarafından koordine ediliyordu.” Bu işbirliğinin “yıldırım taarruzunda” yıkıcı bir etkisi olduğu kanıtlandı ve RCA, ABD’nin açık emirleri üzerine ülke genelinde kilit bölgeleri hızla ele geçirdi.

Hatta RCA güneydeki Deraa kentinde HTŞ’den önce Şam’a ulaşan bir başka isyancı grupla güçlerini birleştirdi. RCA şu anda ülkenin yaklaşık beşte birini, Şam’daki bazı bölgeleri ve antik Palmira kentini işgal etmiş durumda.

Şimdiye kadar Rusya ve Hizbullah tarafından “yoğun bir şekilde savunulan” Moskova’nın yerel üssü şimdi RCA tarafından ele geçirildi. “Kuvvetin tüm üyeleri ABD tarafından silahlandırılmaya devam etti” ve Suriye Arap Ordusu (SAA) askerlerine ödenen maaşın yaklaşık 12 katı olan aylık 400 dolar maaş aldılar.

Esad hükümetini deviren RCA ve diğer aşırılık yanlısı milislerin bu şekilde doğrudan finanse edilmesinin bugün de devam edip etmediği belirsiz. Fakat açık olan bir şey varsa o da Birleşik Krallık ve ABD’nin “dolaylı yoldan” da olsa HTŞ’yi kuruluşundan itibaren desteklediğidir. Bu örtülü destek, HTŞ’nin Şam’a “yıldırım” gibi saldırması ve bugün yönetimi ele geçirmesi için mali, jeopolitik, maddi ve askeri olarak konumlanmasında çok önemli bir rol oynadı.

Esad’ın devrilmesinin ardından, Londra ve Washington’un hedefinin başından beri bu olduğu yorumunu güçlendiren Starmer, bunun sonucunda Birleşik Krallık’ın Batı Asya’da “daha belirgin ve kalıcı bir rol oynayacağını” açıkladı.

Batılı ve bazı bölgesel başkentler, onlarca yıllık Baasçılığı yıkmak için cömertçe finanse edilen, kana bulanmış kampanyalarının görünürdeki başarısını kutlayabilirken, İngiliz istihbaratı uzun zamandır bu sonucun El Kaide’ye “gelecekteki genişlemesi” için daha da büyük bir “istikrarsızlıkla beslenen güvenli sığınak” sağlayacağı konusunda uyarıda bulunuyordu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English