GÖRÜŞ
Post-Sovyet coğrafyasında milli mesele – 1: Giriş ve Rusya
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınGiriş
Okuru tanıdığım için (çünkü ben de bir okurum) ve siyasi atmosferi yeterince yakından bildiğim için (çünkü ben de aynı atmosferi soluyorum) baştan belirtmem gerek: bu, evrensellik iddiasındaki bir “siyasi perspektif” yazısı değil. Bu, milli devletlere (yazı boyunca “ulus devlet” yerine milli devlet demeyi tercih edeceğim) kategorik bir karşı çıkış da değil. Tersine, tıpkı Benedict Anderson gibi ben de, milletlerin ve milli devletlerin şu kısacık tarihi boyunca (insanlık tarihiyle karşılaştırıldığında 300 yıl nedir ki!) pek çok muazzam sıçramanın kaldıracı olduğunu düşünüyorum.
B. Anderson, küçük hacimli ama dahice kitabında (“Hayali Cemaatler”) milletin, bu “hayali cemaatin”, yani aslında ömrü birkaç yüzyılı geçmeyen bu son derece yeni görüngünün içkin dinamizmine açıkça hayranlık besliyordu. Ben de aynı fikirdeyim: milliyetçi olmamak, bütün milliyetçiliklerin kategorik reddinden yahut her tür milliyetçiliğin düşman ilan edilmesinden önce bu dinamizmin incelenmesini ve hangi milliyetçilikle uğraştığını bilmeyi gerektirir.
Ancak bu yazı, milli devletlere kategorik bir karşı çıkış olmadığı gibi, diğer yandan, milli devletlerin kategorik bir savunusuna girişmenin de nasıl felaketler yarattığını ve başka nasıl felaketlere gebe olduğunu bir dizi post-Sovyet ülkesi üzerinde göstermeyi amaçlıyor.
Yazının bir diğer dolaylı amacı da, sözkonusu örneklerde milliyetçiliklerin emperyalist ideallerin ve emperyalizmin küresel ihtiyaçlarının özellikle yeniden yapılanma dönemlerinde kundakçı vasıtası haline geldiğini de göstermek.
Daha önce gerek kitapta (“Rusya…”) gerekse de birçok yazımda yazdığımı tekrar ederek başlayacağım: Sovyetler Birliği’nin sonunu getiren “baş çelişki” sosyalizmin daha 1970’lerde olgunlaşmaya başlayan krizinin çözülememiş olmasıdır ama bu baş çelişki, yıkımın arifesinde bir “temel çelişkiyi”: milli meseleyi üretmiş ve siyasi yıkımı tam da bu milli mesele tetiklemiştir.
Dahası bu, milli çatışmaların başlamasıyla eş zamanlı olarak, en yapılmayacak şeyin yapılmasıyla: doğrudan doğruya hukuk alanında normatif düzenlemelerle meşru kılınmıştır. Bunların en önemlisi, SBKP MK 1989 Eylül Plenumu’nda kabul edilen “Partinin Günümüz Şartlarında Milli Siyaseti” başlıklı karardır:
“… partinin bu kararı çıkaracak kadar şirazeyi dağıtmış olması … Sovyetler Birliği’ni boğazlaşmalara sürükleyen ve sonunu getiren süreçte köklü, neredeyse tayin edici bir rol oynamıştır.” (Bak. “Bir yanlış bütün doğruları götürebilir”.)
Karardaki en önemli cümle şudur (2021 temmuzundaki, Ukrayna çatışmasının geleceğini aslında muazzam bir öngörüyle tespit etmiş olan Putin de alıntılamıştı bunu; bak. “Rusların ve Ukraynalıların tarihi birliği üzerine”):
“Birlik cumhuriyetlerinin en yüksek temsil organları, kendi topraklarında, birlik [SSCB] hükümetinin kararname ve talimatlarının uygulanmasını protesto edebilir ve durdurabilirler.” (A.b.ç.)
Bu, sadece bir hükümetin değil (öyle olsa bir noktaya kadar gene de anlaşılabilirdi) ama bir devletin kendi varlığını anlamsız ilan etmesinin benzeri görülmemiş bir örneğidir. Oysa kapitalizm olgunlaştığından beri devletler parçalanma değil birleşme eğilimi gösterirler; parçalamaya yönelik dış tazyik ve iç milli çatışmalar da bu eğilimi genellikle güçlendirir. Kapitalist restorasyon döneminde SBKP’nin Gorbaçov liderliği ise bu tazyikler karşısında (hatta belki denebilir ki bu tazyikleri doğrudan teşvik ederek) direnmeksizin teslim olmuş ve Sovyet milletini parçalamıştır.
Sovyet milleti kavramını bilinçli olarak kullanıyorum. “Rusya…”da şöyle yazmıştım:
“Sovyetler Birliği döneminde bir ‘Sovyet’ halkının ulusal inşası temel görevlerden biri olarak benimsenmişti. Bu gerçekte … şunu ifade ediyordu: çok etnisiteli, çokuluslu, çok inançlı Sovyet halkı, Sovyet vatanının yurttaşlarıdır. Bu, bütünüyle yeni ve kapsayıcı bir vatandı; … ona gerçek muhtevasını veren [ise] yalnızca sosyalizm değildi. Ortak mücadele, ortak idealler, ortak inşa, ortak vatan – yeni ulus bunlar üzerinde yükseliyordu.”[1]
E. J. Hobsbawm, en azından Anderson’un bu alandaki kült eseri kadar önemli çalışmasında (“Milletler ve Milliyetçilik”) şöyle der:
“Sık sık gözlemlendiği üzere, milletler devletin temelini oluşturmaktan daha çok, bir devletin kurulmasının sonucu olarak ortaya çıkarlar.” (A.b.ç.)
Sovyet devleti ve Sovyet milleti arasındaki ilişki bunun en gözle görülür örneklerinden biridir: Sovyet milleti, Sovyet devleti sayesinde ortaya çıkmıştır. Devletin kendini yıkıma mahkûm etmesi ise milletin de sonunu getirmiştir.
Bununla birlikte yeni devlet, Rusya devleti, bu kurucu anlayışı kaçınılmaz olarak devam ettirmek zorundaydı. Sovyet idari yapısının, Sovyet milletler sisteminin Rusya gibi çokuluslu bir ülkede milli meselenin çözümünün biricik yolu olduğu o kadar açıktı (ve açıktır) ki, kapitalist restorasyondan sonra da Sovyetler Birliği’nin asli kurucu unsuru ve hukuki devamcısı Rusya Federasyonu’nda üstelik muazzam yıkım, haydutluk, soygun ve adeta lokalize iç savaşlara rağmen son derece zekice bir çözümü dayatmıştır: bu, Rus değil Rusyalı milleti inşasıdır.
Rusya
Rusya ve Belarus’la diğer post-Sovyet cumhuriyetleri arasında bu meyandaki temel fark şudur: diğerlerinde yeni devlete adını veren millet dışındaki millet ve milli topluluklara mecburen anayasal güvence verildi, zira bu anayasal güvenceler, devlete adını veren milletin (yani bu şimdi yeni baştan kurulması planlanan yeni bir “hayali cemaatin”) çerçevesinde yeni milli devlet inşasının meşruiyeti açısından şarttı. Oysa Rusya’da ve Belarus’ta milli toplulukların ülkenin asli unsurları mı oldukları tartışmasına hiç girişilmedi, zira bu, dünyanın güneşin etrafında döndüğü kadar tartışma götürmez bir şeydi. Bir başka deyişle, ayrılık yeni devlete adını veren etnik kimliğe dayanan milli devletlerin inşasını peşinen varsayıyordu; ancak bu devletlerin hukuki meşruiyeti için onların diğer milli toplulukları tanıması da şarttı. Oysa Rusya’da bunun aksi zaten düşünülemezdi; Rusya’da yeni bir milli devlet inşası söz konusu değildi, şimdi daha dar bir ölçekte (sosyalizm tınılarından soyutlanmış) Sovyet milletinin adının “Rusyalı” diye değiştirilmesiyle yetinildi.
Üstelik bunun, daha Sovyet döneminde meydana getirilmiş önşartları hazırdı. Sovyet milli marşında “Rus”tan söz edildiği bilinir; bu, Türkçedeki etnik sıfat değil, muğlak tarihi bir coğrafyadır, ama aynı zamanda Rus etnik kimliğinin de ortaya çıktığı yerdir. Büyük Anavatan Savaşı yıllarında ve sonrasında Rusların devlet-kurucu niteliği daha da öne çıkmıştır ve bunun başka türlü olması da düşünülemezdi, çünkü faşist saldırganlığın hedefi Slavlıktı ve saldırganlığa karşı direnişin en büyük yükünü Rus halkı çekmişti. O yüzden, Stalin zaferden birkaç hafta sonra, Kremlin’deki davette şöyle demişti:
“Kadehimi Sovyet halkımızın ve her şeyden önce de Rus halkının sağlığına kaldırmak isterim. Rus halkının sağlığına kaldırıyorum, çünkü o, Sovyetler Birliği bünyesine giren bütün uluslar arasında en seçkin olan ulustur. Kadehimi Rus halkının sağlığına kaldırıyorum, çünkü o, ülkemizin bütün halkları arasında Sovyetler Birliği’mizin yönetici gücü olarak bu unvanı bu savaşta ve daha önce hak etmişti.”
Halen yürürlükteki Rusya anayasasının girişi şu ifadeyle başlar:
“Biz, Rusya Federasyonu’nun çokuluslu halkı, kendi toprağımızda ortak kaderin birleştirdikleri, … evrensel kabul görmüş halkların hak eşitliği ve kendi kaderini tayin ilkelerinden yola çıkarak …”
Anayasada bir etnik kimlik olarak “Rus” sadece tek bir yerde geçer: 68/1’de, “devleti meydana getiren halkın dili olarak” Rusçayı federasyonun “devlet dili” şeklinde tanımlar. Burada “devleti meydana getiren halk” ifadesi 2020 anayasa değişikliğiyle konulmuştur. 68/2, cumhuriyetlerin kendi devlet dillerini tesis etme hakkına işaret etmekle kalmaz, “devlet iktidarı organlarında, yerel idare organlarında, devlet kuruluşlarında” bu dillerin federasyonun “devlet diliyle” birlikte kullanılabileceğini vurgular. 68/3: “Rusya Federasyonu bütün halklarının anadillerini koruma, onu kullanma ve geliştirmesi için şartları oluşturma hakkını garanti eder.”
Kamçatka’dan Yakutiya’ya, Komi’den Tuva’ya kadar etnik kimliklerin daha baskın olduğu federal cumhuriyetlerde Ukrayna harekâtına siyasi desteğin belki de Avrupa Rusya’sındaki Rus etnisitesinin verdiği siyasi desteğin de ötesine geçmekte oluşu, ancak, Sovyet milletinin devamı olan bu yeni milli kimlikle açıklanabilir.
Herhangi bir ülkede milli meselenin çeşitli biçimleriyle bir daha asla doğmayacağı ileri sürülemez; ama Rusya’da milli mesele ilkesel olarak çözülmüştür.
[1] Terminolojik, ama kavranması yapısal farklılığı kavramak açısından büyük önem taşıyan bir noktayı da not etmekte fayda var: “Rusya’da … ulus, bir ulusal [etnik değil] devlete gönderme yapar, halk ise bu devletin uyrukluğu anlamına gelir.” (“Rusya…”, s. 75.)
İlginizi Çekebilir
-
ABD ve Ermenistan arasında stratejik ortaklık anlaşması ne anlama geliyor?
-
Maden Bakanı: Trump’ın açıklamaları Grönland yatırımcılarını ürkütme riski taşıyor
-
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 2
-
Bloomberg: Çin, ABD’nin yaptırımlarının ardından acil petrol alımlarına başladı
-
NATO, Baltık Denizinde savunmasını güçlendirecek
-
İran, Kırım’ı Rusya’nın parçası olarak tanımayı reddetti
GÖRÜŞ
Yazı dizisi: Rusya ekonomisinin dönüşümü – 2
Yayınlanma
22 saat önce15/01/2025
Yazar
Hazal YalınRusya: ekonomi, sorunlar, istikrar halkaları, çözüm arayışları – 1
Kredi sıkıntısı
2023 ortasından bu yana bankalar tarafından kredi başvurularının karşılanmasında muazzam bir düşüş var: geçen yılın son çeyreğinde sadece 2022 başındaki ilk şok döneminden değil 2008-2009 krizi sırasında olduğundan bile daha az kredi başvurusu kabul edilmiş.
Dahası, MB’nın ekonominin fazla ısındığı ve kapasite kullanımının sınırlarına ulaşıldığı iddiasına rağmen şirketlerin üretim azalmasına neyin etki ettiği sorusuna verdiği cevaplar temel rolü hiç de kapasite kullanımının değil, ama kredi zorluğunun oynadığını gösteriyor. Bunların şirketlerin tamamen sübjektif görüşlerini yansıttıkları için objektif durumdan ciddi şekilde sapabileceğini göz önünde bulundurmak kaydıyla işletmeler arasında yapılan, üretim artışını sınırlayan temel faktörlerin ne olduğuna dair anketlere bakılırsa gerçekten de teçhizatın eskimesi veya bulunmaması yüzünden üretim kısıtına gidenlerin oranında ciddi bir artış var (2021 martında yüzde 19’dan 2025 eylülünde yüzde 25’e yükselmiş). Ama bu, sayılan diğer faktörlerle karşılaştırıldığında neredeyse önemsiz. Üretimin azalmasında nitelikli işgücü eksiğini öne çıkaranların oranı aynı dönemde yüzde 21’den 42’ye çıkmış; yüksek kredi faizleri için ise bu oranlar yüzde 20’den 44’e, mali kaynak yetersizliği için de yüzde 33’ten 47’ye yükselmiş. Dikkat edin, en paragöz olması beklenen sanayi işletmeleri bile üretim artışına engel olan faktörler arasında işçi ücretlerini saymamışlar; temel etken olarak mali kaynak ve kredi yetersizliği gösterilmiş, bu oranlar da MB’nın kredi faizlerini neredeyse geometrik bir artışla yükseltmeye başladığı geçen yılın ortalarından itibaren fırlamış.
Grafik 2 durumun vardığı kritik noktayı gösteriyor: Rusya’da döner sermaye verimliliği bu yılın ortasından beri faiz oranının altında (öz sermaye verimliliği ise politika faiziyle aşağı yukarı aynı seviyede). Şu, herkesin sadece aklıselimle, özel bir iktisat bilgisi gerektirmeyecek kadar akıl edebileceği bir şeydir: eğer sermaye yatırımı genel faiz oranının altında bir verimlilik getirirse yatırımlar durur ve kaynaklar bankaya (veya aşağı yukarı aynı anlama gelmek üzere değerli kâğıtlara — federal kredi tahvilleri, OFZ, yıllık getirisi yüzde 18-21 dolayında) akar. Demek ki, mevcut risksiz getiri seviyesinde (5 yıl vadeli OFZ’ler için yıllık yüzde 20 kabul edersek), ortalama geri ödeme süresinde yatırım projeleri maliyeti karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda başlangıçta yatırılan fonların en az yüzde 150’si kadar toplam net kâr getirmelidir ki verimli kabul edilsin.
Kapitalist Rusya’nın tarihinde ilk defa böyle bir durumla karşılaşılıyor. Şu anda döner sermaye verimliliği OFZ getirisinin üzerinde olan sektörler (yüzde 23-46 arasında) sırasıyla petrol ve doğalgaz üretimi, maden cevheri üretimi, tütün ürünleri, kimyasallar (ilaç dışında), nakliye ve depolama, poligrafi ve selüloz. Geri kalan bütün sektörler bu bandın aşağısında ve bunlar arasında gıda, giyim, su temini ve geri dönüşüm gibi kamunun ihtiyaçları açısından en temel olanlardan başka kalkınmanın motoru saymak gereken elektronik, motorlu araç ve inşaat gibi sektörler de var.
Grafik 3 muhtelif sektörlerde OFZ getirisinin üzerindeki veya altındaki oranlara göre sermaye verimliliğini gösteriyor. Petrol-doğalgaz dışında, metalurji, kimya sanayisi gibi her zaman faizden çok daha yüksek verimlilikte olan sektörler bile öyle anlaşılıyor ki OFZ ile rekabet etmekte güçlük çekiyorlar. En tehlikelisi, makine ve ulaştırma araçları imalatında verimlilik OFZ getirisinin çok altında.
Durumun vahametini gösteren Grafik 4, vergi ve kredi ödemeleri öncesi kredi ödemelerinin net kâra oranını gösteriyor. Grafikten bu yılın ortasında rekor orana ulaşıldığı anlaşılıyor. Ulaştırma araçları imalat sektöründe net yükümlülüklerin faiz, vergi ve amortisman ödemelerinden önceki gayrisafi kâra (EBITBA) oranı yüzde 1700’ü buluyor; inşaat sektöründe yüzde 506, ticari hizmetlerde yüzde 476, otelcilikte yüzde 372, vb. En düşük oranlar, yüzde 40 ile farmakoloji ve 28 ile poligrafide.
Bu durum henüz stagflasyon anlamına gelmiyorsa bile eğilimin devam etmesi durumunda kaçınılmaz olarak stagflasyona yol açar ve stagflasyon da çoğu zaman iflasların tetiklenmesi anlamına gelebilir.
Sermaye kontrolleri
Eğer kontrol sağlanırsa sermaye gene de yatırıma yönlendirilebilir. Bunun için devlet zoru gerekli.
Bu zor giderek zayıflamakla birlikte işletiliyor.
Başlıca zor vasıtası, “dost olmayan ülkelerin” yerleşiklerinin sermaye çıkışına engel olmak için getirilen “C” tipi hesaplar uygulaması. Bu, “milli kapitalizm” vazeden dönemin ruhuna da uygun. Bu hesaplarda birkaç yüz milyar doları bulan muazzam bir sermaye birikimi olduğunu ileri sürenler var ve bu hiç de abartılı olmayabilir, zira uygulamanın bir diğer anlamı, tıpkı Rusya’nın varlıklarının dondurulduğu gibi, Rusya içinde yatırım yapmaktan imtina eden yabancı yerleşiklerin Rusya’daki kâr ve gelirlerinin dondurulması ve Rusya’nın varlıklarının tamamen gaspı durumunda bu varlıklara el konulmasıydı. Dolayısıyla “C” tipi hesaplardaki toplam miktarın olası bir mütakabiliyet durumunda el konulacak diğer varlıklarla birlikte Rusya’nın dondurulan varlıklarına (yaklaşık 300 milyar dolar) yakın bir meblağda olduğu kabul edilebilir.
İkinci bir zor vasıtası yakıt ve enerji alanında faaliyet gösteren 43 şirketler grubuna döviz gelirinin mecburi satışı dayatması. Uygulama ilkin, ilgili şirketlerin döviz gelirlerinin yüzde 80’ini Rusya’daki hesaplara yatırmasını, bunun yüzde 90’ını da (ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 50’sinden az olmamak kaydıyla) satmasını gerektiriyordu. Haziranda bu uygulama yumuşatıldı; döviz gelirlerinin yüzde 60’ını Rusya bankalarına yatırma, bunun da yüzde 80’ini satma şartı getirildi. Ertesi ay eşik yüzde 40’a düşürüldü. Ekim ayında hükümet kararnamesiyle eşikler değişmemekle birlikte ihracat sözleşmelerinden gelen paranın yüzde 25’inden az olmamak kaydı düşüldü.
Özetle şu: mecburi döviz satışı kararnamesi döviz kurunun düşmesinde gerçekten de etkili oldu; ancak MB büyük sermayeye böyle zorlamalardan hiç hoşlanmıyor. Bu da MB ile hükümet arasındaki gerilimlerden birini oluşturdu. MB başkanı Nabiullina birkaç defa, mecburi satış uygulamasının sadece geçici bir tedbir olduğunun altını çizdi (“bana kalsa hemen kaldırırım,” havasında söylenmiş ifadelerle); hükümet ise ısrarla, uygulamanın iç piyasada etkisini göstermekte olduğunu, iç döviz piyasasının istikrarında önem taşıdığını ve döviz likiditesinde yeterli bir seviyenin bu sayede yakalandığını vurguladı.
Üçüncüsü bir zor değil ama teşvik vasıtası: Çin’deki Hong Kong ve Şanghay örnek alınarak açılan iç offshore bölgeleri. Bunlar ülkenin iki ucunda, Kaliningrad’da Oktyabrskiy ve Vladivostok’ta Russkiy adaları. Bu süreç devam ediyor, ancak sermaye çıkışına etkisi üzerine herhangi bir çalışmaya rastlamadım.
Faizle yarışan problem: sermaye çıkışı
Demek ki temel sorun sermaye hareketlerinin sınırlandırılması, en önemlisi de sermaye çıkışının engellenmesi.
Bunun üzerinde durmak gerek.
Sermaye çıkışı Rusya kapitalizminin asalak niteliğini gösteren en özgül kategorilerden biridir, zira bu çıkışın büyük bölümü offshore hesaplarına akan istiftir.
Grafik 5 bu muazzam servet aktarımını gösteriyor. (2024 son çeyrek verileri henüz yayınlanmadı; ancak benim sermaye çıkışı tahminimle radikal bir farklılık olacağını sanmıyorum.) Grafikte 1990’lı yılların bir önemi yok; bu yıllarda hesap-kitap olmadığı gibi sermaye çıkışı adı altında soygun halkın servetinin yok pahasına satılmasından ve mülk edinilmesinden ibaretti. Ama 2000’lerin başından 2008 krizine kadar sermaye çıkışının sınırlandığı görülüyor. Verilere bakılırsa, küçük bir hesapla, sadece şimdiki MB başkanı Nabiullina’nın görev döneminde toplam 897 milyar özel sermaye çıktığı anlaşılıyor.
Bununla birlikte 2022’deki durum bir istisna. 2022’de toplam 243 milyar dolar sermaye çıkışı oldu. Bu, GSYH’nın yüzde 10’dan fazlasına denk düşüyordu. Çıkış başlıca dört kanaldan gerçekleşmişti: avans ve ticaret kredileri (66 milyar dolar) — bu büyük ölçüde, yaptırımlar sonrası meydana gelen uluslararası ticaret şartlarının sonucuydu; banka vb. borç-kredi ödemeleri (62 milyar dolar); yabancı bankalardaki mevduat (33 milyar dolar); nakit döviz (14 milyar dolar); doğrudan yabancı yatırımların geri çekilmesi (40 milyar dolar) — bu da kısmen yaptırımlar sonrası başka yargı bölgelerinde sıkışan Rusya’ya ait varlıkların geri alınması için kaynak aktarılmasından kaynaklanıyordu.
İstikrar halkaları: dış ticaret
İhracat ve ithalat rakamlarında belli bir istikrar yakalanmış görünüyor. Grafik 6, petrol ve doğalgaz ihracatındaki düşüşün dibine varıldığı şeklinde de yorumlanabilir; aylık toplam ihracat rakamları (ortalama 35-36 milyar dolar) 2023 ortalarından beri pek az değişik gösteriyor. Demek ki ihracat ortalaması 2019 miktarına erişti ve az çok sabitlendi. Benzer bir durum ithalatta da var; burada 2023 boyunca özellikle Çin bankalarında ödeme güçlüğünün etkisi gözlenebiliyor, ama aşağı yukarı bahardan bu yana istikrar yakalandığı anlaşılıyor. Bu da ödeme probleminin çözüldüğüne yorulabilir. Aynı şekilde dış ticaret fazlası da sabitlenmiş durumda.
Grafik 7’de resmedilen tablo, petrol fiyatlarında yakalanan belli bir istikrar ve Ural petrolüne getirilen 60 dolar tavan fiyatı uygulamasının kesinkes işlememesinden başka Ural ve Brent petrolleri arasındaki makasın kapanması da (bu durum, Ural petrolünde uygulanan indirim miktarının azalması, yani gelirin artması demek) döviz gelirlerinde olası bir istikrara tanıklık ediyor.
Geleceği belirsizleştiren başlıca faktör Trump yönetiminde İran’a yaptırımların ağırlaştırılması ve Çin’le gümrük savaşlarının kızışması; her iki durum da petrol talebi üzerinde beklenmedik etkiler yaratabilir. Bundan başka bir faktör daha var. Eğer Beyaz Saray yönetiminin giderayak getirdiği yaptırımlar Trump döneminde korunursa petrol ihracatını etkileyecektir. Bunların en önemlileri Gazprom Neft ve Surguneftegaz’a, ayrıca Rusya’nın petrol ve sıvılaştırılmış doğalgaz ihracatının önemli bölümünü yaptığı “gölge filonun” 180 tankerine getirildi. Bu ikincisiyle bağlantılı olarak Baltık’a provokasyon beklenebilir.
GÖRÜŞ
Trump neden dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti?
Yayınlanma
2 gün önce14/01/2025
Yazar
Ma XiaolinYeni yılın başında, Beyaz Saray’a ikinci kez girmeye hazırlanan Amerika’nın seçilmiş Cumhuriyetçi Başkanı Donald Trump, sık sık çılgınca açıklamalar yaparak dört ülkenin toprak ve egemenliğine göz dikti. “Amerika’nın topraklarını ve egemenliğini büyütmek” gibi bir tavır sergileyerek komşu ülkeleri huzursuz etti ve geniş çapta şikayetlere yol açtı. Trump, ilk dönemine kıyasla daha pervasız ve keyfi bir zorbalık tavrı sergiledi. Bu davranışı sadece Kanada, Meksika, Panama ve Danimarka gibi müttefikleri ve ortakları şok edip rahatsız etmekle kalmadı, aynı zamanda görev süresinin sonuna yaklaşan Demokrat Parti hükümetini de utandırdı ve çeşitli kanallar aracılığıyla onun absürt açıklamalarını ve eylemlerini düzeltmek zorunda bıraktı.
Trump’ın büyük bir güç liderine yakışmayan ve uluslararası ilişkiler normlarını ihlal eden bir dizi davranışı, aşırı bencil bir “Amerikan istisnacılığı” ve “önce Amerika” hegemonyacı duruşunu yansıtıyor. Bu davranışlar, “Trump 2.0” döneminde dünya düzenini, uluslararası ilişkileri daha da bozacağını ve büyük güçler arasındaki rekabeti ve çatışmaları artıracağını, ABD’nin izolasyonunu hızlandıracağını ve küresel “anti-Amerikancılığı” körükleyeceğini gösteriyor.
8 Ocak’ta (Doğu Zaman Dilimi), Trump, dünya çapındaki eleştirilere ve derin endişelere aldırmadan, kendi sosyal medya platformunda sözde “yeni bir harita” yayımladı. Bu harita, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Danimarka’ya bağlı Grönland ve hatta Meksika ile Orta Amerika’nın bazı bölümlerini tek bir varlık haline getirerek, sarı renkle işaretlenmiş ve ulusal sınırları ortadan kaldırmıştı. Meksika Körfezi, bu süper sarı haritanın bir iç denizi gibi görünüyordu. Trump her ne kadar herhangi bir açıklama yapmasa da, bu haritanın Trump’ın zihnindeki yeni kıta ve yeni dünya haritası olduğu, onun sık sık dillendirdiği “Yeni Amerikan İdari Haritası” olduğu açıktı.
7 Ocak’ta Trump, Amerika ve Kanada’yı birleştiren sarı bir Kuzey Amerika haritası yayımlamıştı. Bu harita, neredeyse tüm Kuzey Amerika kıtasını kaplayan “UNITED STATES” (Birleşik Devletler) yazısını barındırıyordu. Aynı gün Trump, gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Panama Kanalı ve Grönland üzerindeki kontrolü “askeri veya ekonomik zorlamalar” yoluyla elde etmeyi dışlamayacağını açıkça ifade etti. Amerika ile Meksika arasındaki Meksika Körfezi’nin adını “Amerika Körfezi” olarak değiştirme önerisinde bulundu ve “Bu isim kulağa çok güzel geliyor” dedi.
Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı’nı Amerikan kontrolü altına alma fikri yeni değil; bu, ilk dönemine veya daha öncesine kadar uzanıyor. Bu, “Amerika’yı yeniden büyük yapmak” amacıyla tüm uluslararası su yollarını kontrol etmeye yönelik geleneksel hegemonyacı düşünceyi ve stratejik güvenlik eksikliğini yansıtıyor. Gerekçesi ise bu iki stratejik öneme sahip denizcilik boğazının Çin veya Rusya’nın eline geçmesinden duyduğu endişe ve Grönland’ın sahip olduğu nadir toprak kaynaklarına duyduğu arzudur. Bu esasen, “azalan hegemonya sendromu” ve “Çin tehdidi teorisi”nin yükseltilmiş bir versiyonuna dayanıyor ve Çin, Rusya ve ilgili ülkeler arasındaki ilişkileri daha da germeyi hedefliyor.
Trump’ın Grönland’a duyduğu tutku uzun zamandır biliniyor ve bu tutkunun Amerikan hegemonyası mı yoksa kendi ailesinin serveti için mi olduğu ayırt etmek zor. Bu aynı zamanda küresel ısınmayı inkar eden ve karbon emisyonu kontrolüne karşı çıkan görüşlerinin ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor. Bu durum, karbon emisyonlarının aşırı salınımının dünya sıcaklıklarının artmasına, Kuzey Kutbu buzullarının erimesine ve dünya denizcilik yollarının düzeninin değişmesine neden olacağı gerçeğini bildiğini gösteriyor.
Batı medyası, Trump’ın uzun süredir Grönland’ı satın alma planları yaptığını ortaya koydu. 2019’da Trump, Amerika’nın Grönland’ı nasıl satın alabileceğini araştırmaları için yardımcılarını sürekli teşvik ettiğini doğrulamış ve bu anlaşmayı “temelde büyük bir emlak anlaşması” olarak nitelendirmişti. 2020’de Trump yönetimi, Grönland’da Amerikan konsolosluğunu yeniden açarak, Amerika ile Grönland ve onun sakinleri arasındaki bağları güçlendirmeyi ve nüfuzunu artırmayı hedefledi. Özetle, Grönland, Amerika için en az üç stratejik değere sahiptir: kaliteli maden kaynakları için mücadele, askeri üstünlük noktalarını kontrol etme ve Kuzey Kutbu ile Kuzey Kutbu deniz yolları üzerindeki hakimiyet.
Kuzey Amerika’nın kuzeydoğusunda ve Kuzey Kutup Dairesi’nde bulunan Grönland, yalnızca 75.000 nüfusa sahip olan dünyanın en büyük adasıdır. 1814 yılından bu yana Danimarka’nın özerk bir bölgesi olan Grönland, zengin maden, doğal gaz ve petrol kaynaklarına sahiptir. Avrupa Komisyonu tarafından Avrupa’nın geleceği için kritik kabul edilen 34 “önemli ham madde”den 25’i Grönland’da bulunmaktadır. Bunlar arasında pil, rüzgar türbinleri ve elektrikli araç üretiminde kullanılan lityum ve grafit gibi ham maddeler yer almakta ve bu kaynakların gelecekte Çin tarafından tekelleştirilebileceği öngörülmektedir. Günümüzde, küresel lityum üretimi Avustralya, Şili ve Çin’de yoğunlaşmış durumdayken, grafit üretiminin %65’i Çin’in kontrolü altındadır. Batılı uzmanlar, ABD’nin Grönland’ın nadir toprak kaynaklarını kontrol etmesi durumunda Çin’i Batı’nın teknoloji ve sanayi dünyasından tamamen izole edebileceğini savunmaktadır.
Geleneksel yakıtlı araçların gerileme dönemine girdiği ve yeni enerji araçlarının rekabetinin arttığı bu dönemde, Trump ve arkasındaki Amerikan sermaye grubu, Grönland’a bir köpekbalığının kan kokusunu alması gibi aç bir şekilde yaklaşmaktadır. Grönland’ı hemen ilhak edip, ABD’nin Avrupa ve Çin’e karşı pil ve elektrikli araç üretimindeki rekabet avantajını güçlendirme arzusundadır. Bu tutku, Trump’ın iş dünyasından gelen bir politikacı olarak içgüdülerini ve sermaye genişlemesinin temel dürtüsünü yansıtmaktadır.
Grönland, ABD’nin en kuzeyindeki Thule Hava Üssü’ne ev sahipliği yapmaktadır. Bu üs, kalıcı olarak Amerikan birlikleri ve balistik füze uyarı sistemlerini barındırmaktadır. 1951 yılında ABD ile Danimarka arasında imzalanan “Grönland Savunma Anlaşması” kapsamında, ABD geniş çaplı savunma işbirliği ve ada üzerinde üs kurma, kullanma hakları elde etmiştir. Bugün, ABD askeri gücünü küresel ölçekte azaltırken ve büyük güç rekabeti giderek artarken, özellikle Avrupa bağımsızlık bilinci kazanıp transatlantik bağlarını gevşetirken, Grönland’ı sıkı bir şekilde kontrol altında tutmak, ABD’nin coğrafi avantajlara sahip olan Rusya’yı ve stratejik özerklik, diplomatik bağımsızlık ve askeri güç arayışındaki Avrupa’yı daha iyi dizginlemesine olanak tanımaktadır.
Grönland ayrıca ABD için Avrupa’ya geçiş sağlayan bir “kuzey orta durağı”dır. İklim değişikliği, Kuzey Kutbu’ndaki buz tabakalarını ve buzulları hızla eritmeye devam ederken, Kuzey Kutbu deniz yollarının yıl boyunca kesintisiz geçişe uygun hale gelmesi beklenmektedir. Bu rotalar, Amerika ve Batı Pasifik limanlarından Avrupa’ya daha kısa bir güzergah sağlayarak, ekonomik, askeri ve stratejik olarak büyük bir değer taşımaktadır. “Soğuk Su Süveyş Kanalı” olarak adlandırılan bu rotalar, Amerika için kaçırılmaz bir fırsattır. Son yıllarda Rusya, Kuzey Kutbu deniz yollarının geliştirilmesine ve bu yollar üzerindeki liman inşaatlarına ağırlık verirken, Çin ise 2018 yılında “Buz İpek Yolu” önerisini sunmuş ve Rusya ile işbirliğini güçlendirmiştir. Bu gelişmeler, ABD’nin stratejik kaygılarını artırmış ve Trump yönetiminin Grönland’a olan ilgisini daha da yoğunlaştırmıştır.
Trump, Avrupa’daki Amerikan ortaklarını korkutmak için Çin ve Rusya’yı birer “korkuluk” olarak kullanmış ve şu ifadeleri dile getirmiştir: “Ulusal güvenlik nedenleriyle Grönland’a ihtiyacımız var. Özgür dünyayı korumaktan bahsediyorum… Her yerde Çin gemileri, her yerde Rus gemileri var. Bunun olmasına izin vermeyeceğiz.” Trump, Grönland ile ilgili tehditkâr açıklamasını yapmadan saatler önce, oğlunu bu adayı ziyaret etmeye göndermiş ve bu durum onun ne kadar aceleci olduğunu göstermiştir.
Trump, başkanlığına geri döndükten sonra ABD’nin Panama Kanalı’nı kontrol etmesi gerektiğini öne sürerek, Grönland üzerindeki emellerine benzer şekilde, ABD çıkarlarını güvence altına almayı amaçladığını açıkça ortaya koymuştur. Bu, doğrudan Çin’i hedef alan ve ABD’nin Çin’in gelişimini engellemeye yönelik ulusal stratejisine hizmet eden bir harekettir. Trump, “Panama Kanalı ABD için çok önemli ama şu anda Çin tarafından işletiliyor” demiş ve Panama’nın “Amerika’nın geri verdiği bu hediyeyi kötüye kullandığını” iddia ederek, ikili anlaşmaları ihlal ettiğini ve Amerikan gemilerinden “diğer ülkelerin gemilerinden daha yüksek” geçiş ücretleri talep ettiğini öne sürmüştür. Panama hükümeti, Trump’ın bu tür suçlamalarını kesin bir şekilde reddetmiştir.
Karayip Denizi ile Pasifik Okyanusu’nu birbirine bağlayan Panama Kanalı, 1904-1914 yılları arasında ABD tarafından inşa edilmiştir ve Asya’dan Amerika’nın doğu kıyısındaki limanlara giden rotayı büyük ölçüde kısaltmıştır. 1970’lerde, ABD ve Panama, kanalın sürekli tarafsız kalmasını sağlamak için bir anlaşma imzalamıştır. 1979 yılında ABD, kanalın kontrolünü Panama’ya devretmiştir. 1999 yılında ise iki ülke arasındaki iş birliği sona ermiştir ve şu anda Panama Kanalı, Hong Kong merkezli bir şirket tarafından işletilmektedir. Trump’ın Çin şirketini kanalın işletimi üzerinden eleştirmesi, ticari işbirliğini siyasi bir araç haline getirme ve jeopolitik baskı uygulama çabasıdır. Bu durum, Çin ve Panama arasındaki ilişkileri bozmayı amaçlamakta ve her iki ülkeye yönelik ticari ve jeopolitik şantaj olarak görülmektedir.
Trump’ın son dönemde sergilediği genişleme arzusu ve ABD’nin “yeni haritasını” yayımlaması yaygın bir paniğe neden oldu. Batı kamuoyu, askeri fetihlerle dünya toprak alanı bakımından dördüncü sıraya yükselen ABD’nin, yeniden topçu gemisi diplomasisi çağına dönmeye çalıştığı ve zorla veya yağma yoluyla topraklarını genişletme peşinde olduğu endişesini taşıyor. Bu, dünyanın coğrafi, jeopolitik ve siyasi haritasını yeniden yazabilir. Özellikle Grönland, özerk bir bölge olarak teorik ve yasal olarak bağımsızlık ve egemenlik seçimini referandum yoluyla yapma özgürlüğüne sahiptir. Ancak merkezi hükümetle uzun süredir yaşadığı gerilim, Danimarka hükümetinin Trump’ın sözlerinden dolayı özel bir endişe duymasına yol açtı.
2009 yılında Danimarka ve Grönland’ın özerk hükümeti bir anlaşmaya vardı ve Grönland’ın yalnızca bir halk oylaması düzenledikten sonra bağımsızlık ilan edebileceğini kararlaştırdı. Grönland Başbakanı Múte Bourup Egede, bu yılki Yeni Yıl konuşmasında, “Ülkemizin bir sonraki adımı atma zamanı geldi,” diyerek, Grönland’ın sömürge dönemi zincirlerinden kurtulması ve uluslararası arenada kendini temsil etmesi gerektiğini belirtti. Danimarka Başbakanı Frederiksen, ABD’nin Grönland’ı askeri güç kullanarak kontrol altına almasına karşı olduğunu açıkça ifade ederken, “Her şey Grönland halkına saygı çerçevesinde ilerlemelidir” şeklinde konuştu. Analistler, bu açıklamaların Grönland’ın coğrafi ve ekonomik olarak Danimarka ile sıkı bir bağ içinde olmasına rağmen, ABD’nin süper güç statüsünü kullanarak Grönland’ı bağımsızlığa zorlaması veya hatta ABD’nin bir federal eyaleti haline getirmesi ihtimalini dışlamadığını gösterdiğini belirtiyor.
Trump’ın Grönland üzerindeki kararlı ve tehditkâr tavrı ile Grönland’ın İnuit yerlilerinin sömürge yönetiminden kurtularak bağımsız olma potansiyeli göz önüne alındığında, Danimarka son günlerde en kötü senaryoların gerçekleşmesini önlemek için bir dizi önlem aldı. Danimarka Savunma Bakanlığı, Grönland’ın askeri savunmasını ve altyapısını güçlendireceğini duyurarak, Arktik topraklarını ve egemenliğini koruma konusundaki kararlılığını gösterdi. Danimarka Kralı X. Frederick, 1972’den bu yana ilk kez Danimarka ulusal armasını değiştirerek Grönland ve diğer bölgelerin egemenlik sembollerini vurguladı ve güçlendirdi.
ABD’nin Avrupa’daki ortakları, Trump’ın Grönland üzerindeki toprak hırslarını neredeyse oybirliğiyle eleştirdi. Trump’ın Grönland’ı ekonomik ve askeri yollarla zorla ilhak etmesinden endişe ediyorlar. Daha da kötüsü, ABD’nin askeri güç kullanarak adayı ele geçirmesi durumunda NATO’nun kolektif savunma mekanizmasını tetiklemesi ve diğer NATO üyelerinin başka üye devletlere saldırmasının önünü açması ihtimali. Bu durum, diğer 30 üye devleti Danimarka’yı savunmaya zorlayarak, ABD ile felaket niteliğinde bir “NATO iç savaşı”na yol açabilir.
Trump’ın tehlikeli söylemleri, görevden ayrılmaya hazırlanan Biden yönetimi için de bir diplomatik krize neden oldu. Bu durum, Demokrat Parti’nin korumaya çalıştığı transatlantik ilişkileri ve ittifak sistemini büyük bir sarsıntıya uğrattı. ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Trump’ın önerilerinin gerçekçi olmadığını ve uygulanmayacağını belirterek, Biden yönetiminin müttefiklerle yakın iş birliği içinde olmanın daha iyi sonuçlar getireceğine inandığını, müttefikleri uzaklaştırabilecek davranışlardan kaçınması gerektiğini vurguladı. ABD’nin Danimarka Büyükelçiliği, 9 Ocak’ta Grönland’daki Amerikan askeri varlığını artırma planı olmadığını açıkladı. ABD Savunma Bakanlığı ise 8 Ocak’ta Grönland’a “istila” planları hakkında herhangi bir bilgiye sahip olmadığını vurguladı ve bu gibi senaryoların bir sonraki yönetimin tartışacağı konular olduğunu belirtti.
Trump’ın genişleme hezeyanları, Kanada ve Meksika’ya da büyük sıkıntılar yaşattı ve “tilki bile evine en yakın yerde avlanır” gibi, siyasi ve diplomatik normlara tamamen aykırı bir davranışı ortaya koydu. Trump, defalarca Kanada’nın ABD’nin “51. eyaleti” olması gerektiğini iddia etti. Hatta diplomatik protokolü hiçe sayarak, Kanada Başbakanı Trudeau ile yaptığı yüz yüze görüşmede bu talebini doğrudan dile getirerek onu oldukça utandırdı ve Kanada’da hem iktidar hem muhalefet kanadında geniş çaplı öfkeye neden oldu. Trump’ın Meksika Körfezi’ni “Amerikan Körfezi” olarak yeniden adlandırma provokasyonuna gelince, Meksika Devlet Başkanı Sheinbaum, “Neden Amerika Birleşik Devletleri’ne ‘Meksika Amerika’sı’ diyemiyoruz?” şeklinde sert bir şekilde yanıt verdi. Sheinbaum, medyaya 17. yüzyıla ait bir dünya haritası gösterdi. Haritada yalnızca Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmiş bir coğrafi isim olan “Meksika Körfezi” açıkça işaretlenmekle kalmıyor, aynı zamanda ABD’nin mevcut toprakları da “Meksika Amerika’sı” olarak tanımlanıyordu.
Gözlemciler, Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerinde kontrol sağlama arzusunun gerçekçi olduğunu düşünürken, Kanada’nın egemenliği ve Meksika Körfezi üzerindeki hırslarının daha çok yüksek baskı taktiği olduğunu belirtiyor. Bu, iki ülkeyi ticaret tarifelerinde daha fazla taviz vermeye zorlayan “Trump tarzı” bir strateji olarak değerlendiriliyor. Daha geniş bir açıdan bakıldığında ise Trump’ın Grönland ve Panama Kanalı üzerindeki kontrol tehditleri, Avrupa, Çin ve hatta Rusya’ya yönelik stratejik bir şantaj niteliği taşıyor. Bu tehditler, AB’yi ABD’ye ticaret ve sanayi rekabeti konusunda daha fazla imtiyaz vermeye; NATO’nun Avrupa’daki ortaklarını, savunma bütçelerini GSYH’nin %2’sinden %5’e çıkarmaya ve böylece ABD’nin yükünü hafifletmeye; ve Çin ile Rusya’yı büyük güçler arasındaki rekabet alanında ABD’ye boyun eğmeye zorlamayı amaçlıyor.
Trump’ın yakın müttefiki Elon Musk’ın son dönemde Avrupa iç siyasetine sık sık açık müdahalelerde bulunmasıyla bağlantılı olarak, “Trump 2.0” yönetim tarzının ilk dönemine kıyasla daha zorba bir tutum sergileyeceği açıkça görülüyor. Bu yaklaşım, uluslararası normları, diplomatik nezaket kurallarını ve küresel düzen düzenlemelerini tamamen göz ardı ediyor. Bu da Trump’ın önümüzdeki dört yıl boyunca dünyaya sonsuz sıkıntılar yaşatacağını ve küresel çapta belirsizlik ve sürekli bir korku dönemine yol açacağını gösteriyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) seçilmiş başkanı Donald Trump, ikinci dönemini endişeyle bekleyen dünya için eteklerinde bolca sürprizle gelecek gibi gözüküyor. Zira, Panama, Grönland ve hatta Kanada konusundaki çıkışlarını sadece Trump’ın patavatsızlığı olarak değerlendirmemek gerekir. Israrla bu konuları gündemde tutmasına bakılırsa ABD yeni dönemde alıştığımızın dışında bir strateji izleme yolunda.
ABD’nin emperyalist yaklaşımı, tarihsel olarak Avrupa tarzı emperyalizmden farklı bir çizgide ilerledi. Batı Avrupa ülkeleri, sınırlı topraklara ve kaynaklara sahip oldukları için, sömürgecilik döneminde ekonomik kazanç elde etmek amacıyla genişlemeye yöneldi. Başta İngiltere ve Fransa gibi ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerinde toprak işgal ederek ekonomik değer merkezlerini kontrol altına almayı hedefledi.
ABD’nin geniş kıtasal toprakları ve zengin doğal kaynakları, bu tür bir motivasyonu büyük ölçüde gereksiz kıldı. ABD, kendi sınırları içinde endüstriyel devrimini gerçekleştirdiğinde hala devasa ve zengin kaynaklarla dolu bir kıtayı işliyordu. Bugün ise dünyanın en üretken hizmet ekonomilerinden birine sahip olan ABD için, ekonomik kazanç amacıyla toprak işgal etmek çoğu zaman en mantıklı strateji değil.
Bu yüzden Amerikan tarzı emperyalizm ekonomik değil, güvenlik odaklıdır. ABD için önemli olan büyük topraklar üzerinde hakimiyet kurmak değil ama (özellikle deniz) ticaret yollarına hükmetmek ve başta enerji olmak üzere olası rakiplerinin kritik kaynaklara ulaşımını sınırlandırmaktır.
Dolayısıyla ABD, büyük toprak parçalarını işgal etmek yerine, stratejik öneme sahip küçük ve savunması kolay bölgelerle ilgilenir. Bu bölgelerin düşük nüfuslu olması, güvenlik riski yaratmaması ve ABD’nin rakiplerinin stratejik fırsatlarını sınırlaması esastır. Bu yaklaşım, ülkenin güvenlik çıkarlarını maksimize ederken idari yükü minimize etmeyi amaçlar. Bu perspektiften bakıldığında, ABD’nin ilgisini çekebilecek bölgelerin sayısı sınırlıdır.
ABD’nin Stratejik Öncelikleri
Amerika Birleşik Devletleri, Pasifik’te stratejik önem taşıyan birçok bölgeyi hâlihazırda kontrol etmekte. Kuzey Mariana Adaları, Guam ve Amerikan Samoası gibi bölgeler, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında ve 1800’lerin emperyalizm çağında kazandığı topraklar. Bu alanlar, ABD’nin hem kendi güvenliğini sağlaması hem de Asya-Pasifik bölgesindeki askeri üsler ve deniz rotaları açısından kritik öneme sahip.
Eğer ABD, güvenlik çıkarlarını Afrika’ya genişletmek isterse, Sao Tome ve Principe gibi küçük ada devletleri, ABD’nin ilgisini çekebilecek stratejik noktalar. Afrika’da Sao Tome, 200.000 kişilik nüfusu ve stratejik konumu ile stratejik olarak Batı Afrika’nın tamamına erişim imkânı sunuyor. Bu bölge, Güney Afrika’dan Senegal’e kadar geniş bir coğrafyada ABD’ye askeri üstünlük sağlayabilir.
Benzer şekilde, Sokotra gibi Yemen’e ait adalar da dikkat çekici. Sokotra, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Afrika’nın doğu kıyısına erişim sağlamak açısından stratejik bir konuma sahip. Ancak bu adaların ele geçirilmesi, ABD’nin Afrika’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir taahhütte bulunmasını gerektirir ki bu şimdiye kadar herhangi bir Amerikan hükümetinin benimsemediği bir stratejidir.
Yeni Ticaret Rotaları
Trump’ın başkanlık koltuğuna oturmadan önce gündeme getirdiği Panama ve Grönland gibi bölgeler ise ABD’ye ciddi yönetim ve altyapı yükü getirebilir.
Örneğin, Panama Kanalı stratejik bir öneme sahip olsa da, Panama’nın büyük nüfusu ve sosyal sorunları, ABD için yönetimsel bir yük oluşturabilir. 4 milyonu aşkın nüfusu ve uyuşturucu kaçakçılığı sorunları, ABD’nin bu bölgeyi doğrudan kontrol etmesini zorlaştırır. Zaten mevcut durumda ABD’nin, Panama Kanalı üzerinde tam geçiş hakkına ve askeri önceliğe sahip olması doğrudan işgali gereksiz kılıyor.
Grönland ise Kuzey Kutbunun yükselen stratejik önemi nedeniyle daha ön planda. Özellikle buzulların erimesiyle ortaya çıkan yeni ticaret yollarında söz sahibi olmak burada varlık göstermeyi gerektiriyor. Düşük nüfusuna rağmen devasa bir toprak parçasına sahip olduğu ve zorlu yaşam koşulları nedeniyle Grönland’ın tam kontrolü yüksek bir maliyet gerektiriyor. Ayrıca, Grönland’ın mevcut yöneticisi olan Danimarka, ABD ile güçlü bir müttefiklik ilişkisi sürdürüyor ve ABD’nin Grönland üzerindeki güvenlik taleplerini karşılıyor. Grönland’ın ABD’ye bağlanması, Danimarka ile yakın ilişkilerine zarar verebilir ve Amerikan politikasında gereksiz bir yük oluşturabilir, ittifaklarını sorgulanabilir hale getirebilir. Fakat ilginçtir ki, Trump işbirliği yerine Grönland’i ABD hakimiyetinde görmek istiyor ve bunu ekonomik gerekçelere dayandırıyor.
Amerikan Stratejisinin Geleceği
ABD’nin mevcut güvenlik stratejisi, dolaylı kontrol mekanizmalarına dayanıyor. Doğrudan toprak kontrolü yerine, müttefik ülkelerle iş birliği yaparak stratejik bölgelerde etkisini sürdürerek hem maliyetleri düşürüyor hem de yerel halkların tepkisini minimize etmeye çalışıyor. ABD’nin toprak işgaline dayalı bir genişleme stratejisi benimsemesi birçok riski beraber getirecektir. Umuyoruz, Trump ile cesur yeni bir dünya için kemerleri bağlamış ve ülkemiz için oluşacak risk ve fırsatları belirlemişizdir.
Alman ekonomisi üst üste ikinci yıl küçüldü
AB, Amerikan teknoloji şirketlerine yönelik soruşturmalarını yeniden değerlendiriyor
Endonezya beklenmedik şekilde faiz oranlarını düşürdü
Trump’ın Pentagon tercihi Hegseth: İsrail Hamas’ın her bir üyesini öldürmeli
Merz, Almanya’da ‘ekonomiyi iklimin önüne koyma’ sözü verdi
Çok Okunanlar
-
AMERİKA6 gün önce
Kaliforniya yangınları: San Francisco büyüklüğünde bir alan yok oldu
-
AMERİKA6 gün önce
Kaliforniya’daki yangınların yol açtığı zarar 150 milyar dolara ulaştı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Bölgede değişen dinamikler ve PKK sorunu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Kara para, kara bayraklar
-
DİPLOMASİ7 gün önce
Trump, Sachs’ın Netanyahu’ya küfür ettiği videoyu paylaştı
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
CIA ve MI6, IŞİD’i nasıl yarattı?
-
SÖYLEŞİ2 hafta önce
‘Avrupa, Küresel Güney ile ABD arasında köprü olabilir’
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Belarus’ta seçimler yaklaşırken Batı yanlısı muhalefet ne diyor?