Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 3: Tehditler ve karşı tedbirler

Yayınlanma

Rusya’nın yeni dış siyaset konseptini incelemeye kaldığımız yerden devam edelim. Belgenin üçüncü bölümünün sıradaki altbaşlığı: “Uluslararası barış ve güvenliğin güçlendirilmesi” (uluslararası güvenliğin bölünmezliği ilkesine vurgu; bu, 2021 aralık ayından Ukrayna harekâtının başladığı 24 Şubat 2022’ye kadar diplomasi masalarının başlıca konusuydu ve batılı ülkelerin altında imzası bulunan uluslararası sözleşmelere rağmen ilkeyi reddetmesi, diplomasi masasını devirmişti). Burada, demin değindiğim Yalta meselesiyle doğrudan ilişkisi hemen görülen şu ifadeyi özellikle belirtmek gerek: Rusya’nın öncelikli dikkat göstereceği şeyler arasında “herhangi bir veya birkaç devletin ve devletlerarası birliğin askeri alanda küresel hâkimiyete erişmek, kuvvetlerini sorumluluk alanının dışına taşımak, uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında öncelikli sorumluluk üstlenmek, bölücü çizgiler çekmek ve bazı devletlerin güvenliğini başka ülkelerin meşru menfaatlerine zarar vererek temin etmek girişimlerinin etkisizleştirilmesi amacıyla geniş bir işbirliğinin tesisi”. Öncelikle ABD’nin kastedildiği çok açık. “Sorumluluk alanı” kavramının doğrudan doğruya Yalta’nın “nüfuz alanı” kavramıyla örtüşmesi ise önemli.

Ama Yalta’yı aşıyor. Bu, renkli “devrimler” (aslında karşı-devrimler demek gerek) tecrübesinden kaynaklanıyor. Bu nedenle Rusya’nın, “egemen devletlerin iç işlerine müdahalelere, bilhassa da iç siyasi durumu karmaşıklaştırmaya, anayasa dışı iktidar değişikliğine veya devletin toprak bütünlüğünün ihlaline karşı koymak için siyasi-diplomatik tedbirler almaya” da özel bir dikkat göstereceği vurgulanıyor.

Aynı alt başlıkta 25’inci madde, silahlı kuvvetlerin kullanılmasının şartlarını tespit ediyor: “Rusya silahlı kuvvetlerinin kullanılması bilhassa, Rusya’ya ve (veya) müttefiklerine yönelik silahlı bir saldırının püskürtülmesi ve önlenmesi, krizlerin çözülmesi, BM Güvenlik Konseyi’nin, Rusya’nın da katıldığı kendi sorumluluk alanındaki diğer kolektif güvenlik yapılarının kararına uygun olarak barışın desteklenmesi (yeniden tesisi), yurtdışında bulunan yurttaşlarının korunmasının sağlanması, uluslararası terörizm ve korsanlıkla mücadele ödevlerinin yerine getirilmesine yönelik olabilir.” Yurtdışındaki Rusya vatandaşlarına yönelik tehditlerin silahlı kuvvetlerin kullanılmasına yol açabileceği vurgusuna özellikle dikkat edelim.

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi – 1 : “Varolma hakkını her tür vasıtayla savunacağız”

“Rusya Federasyonu’nun egemenlik ve toprak bütünlüğüne tehdit teşkil eden, bu kapsamda siyasi veya ekonomik karakterde sınırlayıcı tedbirlerin (yaptırımların) uygulanmasıyla yahut modern enformasyon-komünikasyon teknolojisinin kullanılmasıyla ilişkili dostça olmayan eylemlerle” karşılaştığı takdirde Rusya, “bu tür dostça olmayan eylemlerin önlenmesi için, keza bunların gelecekte tekrarlanmasının engellenmesi için zaruri, meşru simetrik ve asimetrik tedbirler alabilir”. Dikkat çekici; siyasi ve iktisadi yaptırımlara ve enformasyon alanı da dahil saldırılara ille de aynı çerçevede cevap verilmeyeceğinin altını çiziyor.

27’inci madde, nükleer ve diğer kitle imha silahlarının kullanılacağı küresel bir savaşın önlenmesi için Rusya’nın hangi konulara öncelikli dikkat göstereceğini belirliyor. Gerilimin önlenmesi, anlaşmalar sistemi, silah kontrolü, silahlanma yarışının engellenmesi, ülkelerin nükleer silah potansiyelinin aşamalı olarak azaltılması, vb. bu kapsamda. Belgenin bu bölümü de, başka birçok bölümünde olduğu gibi, 1960-70’li yıllar üzerine çalışan bir tarihçinin önüne konulsa hiç yadırgamayacağı kadar üslup ve çerçeve benzerliği gösteriyor.

28’inci madde bölgesel güvenliğin sağlanması ve yerel ve bölgesel savaşların önlenmesi için, 29’uncu madde “biyolojik tehditlerin önlenmesi ve Rusya Federasyonu’nun biyolojik güvenliğinin sağlanması” için, 30’uncu madde enformasyon güvenliğinin sağlanması için nelere öncelikli dikkat gösterileceğini belirtiyor. Bu sonuncusu nispeten yeni bir alan olmasından başka şu ifadeyle de dikkat çekiyor: (Rusya’nın özel öncelikli dikkat göstereceği noktalardan biri) “dost olmayan ülkelerin küresel enformasyon alanını militarize etmeye, enformasyon-komünikasyon teknolojisini devletlerin iç işlerine karışmak için ve askeri amaçlarla kullanmasına, keza başka devletlerin gelişmiş enformasyon-komünikasyon teknolojisine erişiminin sınırlandırılmasına ve onların teknolojik bağımlılığının güçlendirilmesi siyasetine karşı koymaya yönelik siyasi-diplomatik ve başka türlü tedbirler alınması.” Burada “başka türlü” ifadesinin özellikle konulduğu ve bunun belki de siber savaşlara karşı koymak için hacker tugayını ve/veya troykaya teknolojik olarak bağımlı ülkelere teknoloji transferini de kapsadığı düşünülebilir.

“… ve başka türlü tedbirler” ifadesi, uluslararası terörizmin köklerinin kurutulmasına yönelik bir sonraki maddede de dikkat çekiyor: “terörist ve ektremist örgütlerin dış ve iç siyaset enstrümanı olarak devletler tarafından kullanılmasına karşı koymayı hedefleyen siyasi-diplomatik ve başka türlü tedbirler alınması”. Aynı maddede internette terörizm ve ekstremizm (“neonazizm ve radikal milliyetçilik dahil”) ideolojisinin yaygınlaştırılmasıyla mücadele vurgusu da yapılıyor.

Narkotik ve ulusötesi suç örgütleri ve yolsuzlukla mücadele konularını ele alan 32 ve 33’üncü maddeler üzerinde durmaya gerek yok; bunlar tahmin edilebilir şeyler. Doğal afetler ve teknolojik kazalarla mücadele üzerine olan 34’üncü madde de öyle; ancak konseptin bu kadar ayrıntıya girmesinin altını çizmek için konuları belirtmek gerek.

35’inci madde yasadışı göçle mücadele konusunda; ancak çerçevesi sadece BDT ülkeleriyle çizilmiş.

36-38’inci maddeler “dünya denizlerinde, uzayda ve havada Rusya Federasyonu’nun menfaatlerinin temin edilmesi” altbaşlığını taşıyor. Burada Rusya’nın dünya denizlerine serbest ve güvenli erişiminin sağlanması, denizaltı borularının ve bilimsel araştırmaların geliştirilmesi ve güvenliği ele alınıyor. Bu bağlamda en önemli nokta olan kıta sahanlığı meselesi ise sadece zikredilmekle kalmış: “Rusya Federasyonu’nun dış kıta sahanlığı sınırlarının uluslararası hukuka uygun olarak belirlenmesi, kıta sahanlığındaki egemenlik haklarının korunması.” Uzay ve havacılık çalışmalarında işbirliğinin “coğrafi çeşitlendirilmesi” de öngörülüyor. Havacılık konusu, 24 Şubat’tan sonraki ilk yaptırım furyası hava sahalarının kapatılmasıyla sonuçlandığı için daha pratik bir önem taşıyor; burada Rusya’nın uluslararası hava sahalarına erişiminin garanti edilmesi hedefi konuluyor.

Rusya’nın yeni dış siyaset belgesi-2: Küreselleşmeye karşı küreselleşme

39-40’ıncı maddeler “Uluslararası iktisadi işbirliği ve uluslararası kalkınmaya katkı” başlığını taşıyor. Belge boyunca en önemli altbaşlıklardan biri. Hedefler şöyle sıralanmış: “iktisadi güvenliğin, iktisadi egemenliğin, sürdürülebilir bir ekonomik büyümenin, yapısal ve teknolojik yenilenmenin sağlanması, uluslararası rekabet kabiliyetinin yükseltilmesi, Rusya’nın dünya ekonomisindeki önde gelen yerinin korunması, dünya ekonomisinde ve uluslararası ilişkilerde derin değişikliklerle ilişkili olarak, keza yabancı devletlerin ve bunların birliklerinin dostça olmayan eylemleriyle ilişkili olarak risklerin azaltılması ve imkânların kullanılması”. Burada bir kez daha, “iktisadi küreselleşmenin krizinden” söz ediliyor ve “dünya ticaret ve mali-para sistemlerinin çokkutuplu dünyanın gerçeklerine uyumlu hale getirilmesi”, keza “dost olmayan devletlerin dünya ekonomisinin kimi alanlarındaki tekel yahut hâkim pozisyonlarını kötüye kullanma imkânlarının azaltılması” Rusya’nın öncelikleri arasında sayılıyor. Rusya ekonomisinin “dost olmayan devletlerin eylemlerine bağımlılığı” kabul ediliyor (önemli bir itiraf bu) ve bunun “azaltılması” hedefleniyor; bu da öncelikle “depolitize edilmiş, güvenli, dost olmayan devletlerden bağımsız bir uluslararası ödeme altyapısının geliştirilmesi ve müttefik ve ortaklarla hesaplamalarda milli paraların kullanılması uygulamasının genişletilmesi aracılığıyla” mümkün olabilir. Rusya’nın dünya pazarındaki varlığının güçlendirilmesinden başka, en önemlisi, “hammadde ve enerji dışındaki ihracatın artırılması” hedefi de konuluyor. Başka deyişle, petrol ve doğalgaz ekonomisinden çıkma ihtiyacı öylesine yakıcı bir şekilde hissediliyor ki, dış siyaset belgesine olduğu gibi giriyor. Aynı yerde oryantasyonun Rusya’ya karşı “yapıcı ve tarafsız bir siyaset güden devletlere” kaydırılacağı da belirtiliyor. Rusya teşkilat, yatırım ve mamullerinin dünya pazarlarına girme şartlarının iyileştirilmesi, “yabancı devletlerin dost olmayan eylemlerine karşı Rusya ekonomisinin ve uluslararası ticari-ekonomik ilişkilerinin bu tür eylemlere cevap niteliği taşıyacak özel iktisadi tedbirler uygulanarak savunulması”, “yabancı yatırımları, ileri bilgi ve teknolojileri, yüksek nitelikli uzmanları Rusya’ya çekme” çabası da hedefler arasında. Uluslararası siyasi-diplomatik açıdan daha somut olarak, öncelikle birlik devleti (Belarus-Rusya), Avrasya Ekonomik Birliği, BDT, ŞİO, BRICS ve Büyük Avrasya Ortaklığı hedefiyle “bölgesel ve bölgelerarası iktisadi entegrasyonun teşvik edileceği”, keza Rusya’nın transit konumundan yararlanarak potansiyelinin artırılacağı (belli ki Kuzey-Güney ve Doğu-Batı koridorları kastediliyor) belirtiliyor.

Bu altbaşlığın en dikkat çekici maddesi ise şu ülkelerin sosyal-iktisadi kalkınmasına öncelikli bir önem gösterileceği vurgusu: “Abhazya Cumhuriyeti, Güney Osetya, Avrasya Ekonomik Birliği üyesi ve Rusya ile iyi komşuluk ilişkilerini devam ettiren devletler, keza Rusya Federasyonu’na yönelik yapıcı bir siyaset güden gelişmekte olan devletler”.

Çevre ve küresel sağlıkla ilgili bir sonraki altbaşlık üzerinde ayrıntılı olarak durmayacağım. Gene de burada her iki meselenin de bilinçli olarak politize edildiğinin ve ülkelerin iç işlerine müdahale, kendi doğal kaynaklarına erişimde egemenliğin sınırlanması amacı güdüldüğünün vurgulandığını ve iklim meselesinde uluslararası hukuki çerçeve olarak 9 Mayıs 1992 BM iklim değişikliği çerçeve konvansiyonu ve 12 Aralık 2015 Paris mutabakatının sayıldığını belirtmek gerek.

“Uluslararası insani işbirliği” altbaşlığı, Rusça, Rus kültürü ve rusofobi ifadelerinin en sık geçtiği maddeleri topluyor. Aynı yerde “Rusya için geleneksel inançlara ait dini örgütler arasında uluslararası bağların geliştirilmesine katkıda bulunma, Rus Ortodoks kilisesinin yurtdışında ayrımcılığa karşı korunması” ifadesi dikkat çekici; bu, geleneksel dış siyasette bir oryantasyon değişikliğini değilse bile artan bir önemi gösteriyor. Özellikle BDT üyesi ülkelerle “birleşik bir insani coğrafya inşa edilmesi” de dikkat çekici bir ifade. Rusya’nın birçok uluslararası spor kuruluşundan dışlandığı bir ortamda belgenin ortaya koyduğu hedefler arasında Rusya sportif örgüt ve sporcularının sadece uluslararası sportif faaliyetlere serbestçe girmesinin garanti edilmesine değil “Rusya’ya karşı yapıcı bir siyaset güden devletlerle yeni sportif uluslararası işbirliği formatlarının geliştirilmesine” de öncelikli önem gösterileceği vurgulanıyor.

Bu altbaşlıktaki en önemli vurgu ise bana kalırsa başka bir yerde: “tarihin çarpıtılmasına, Rusya’ya karşı nefretin kışkırtılmasına, Neonazi ideolojisinin, ırki ve milli inhisarın, saldırgan milliyetçiliğin yaygınlaştırılmasına karşı koymak ve esas itibariyle İkinci Dünya Savaşı’nın genel kabul gören sonuçlarına dayanan” (bir kez daha Yalta düzeni hatırlatması) “çağdaş uluslararası ilişkilerin moral, hukuki ve kurumsal temellerini güçlendirmek amacıyla” öncelikli dikkat gösterilecek çabalar sıralanıyor. Bunlar arasında Rusya’nın dünya tarihindeki rolü ve yeriyle ilgili gerçek bilgilerin yurtdışında yaygınlaştırılması, özellikle de Nazi Almanya’sına karşı zaferdeki tayin edici katkısı ve “Afrika, Asya ve Latin Amerika halklarının dekolonizasyon ve devletlileşmesindeki” büyük yardımı vurgulanıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından denazifikasyona yönelik hatırlatma dikkat çekici; 24 Şubat sonrası söylemin dönemsel ve demagojik söylem olmadığı, dış siyasetin eksenlerinden birini oluşturduğu anlaşılıyor: “Alman nazilerinin, Japon militaristlerinin ve onların işbirlikçilerinin suçlarına sessiz kalınması, rehabilitasyonu ve kahramanlaştırılması”.

“Rusya vatandaşlarının ve teşkilatlarının yabancı hukuksuz tecavüzlere karşı korunması, yurtdışında yaşayan Rusyalılara destekte bulunulması ve insan hakları alanında uluslararası işbirliği”, bu alandaki öncelikleri belirliyor. Bu çerçevede yurtdışında yaşayan Rusya vatandaşlarına karşı hukuksuz takibat, ayrımcılık ve nefret kışkırtıcılığının takibi, Rusya vatandaşlarına ve teşkilatlarına karşı dostça olmayan eylemlere katılan devlet, birlik ve resmi kişilere karşı “eylem tedbirleri ve özel ekonomik tedbirler” uygulanması ve Rusya vatandaşlarının hak, hürriyet ve kanuni menfaatlerinin korunması çabalarının artırılması sayılıyor. İnsan hak ve hürriyetlerine saygı çerçevesinde ise Rusya’nın “menfaatlerinin, milli, sosyo-kültürel, manevi-ahlaki ve tarihi hususiyetlerinin” gözetileceği mekanizmalardan başka, daha önemlisi, “insan haklarının gözetilmesi ve bu alanda uluslararası normların belirlenmesi meselelerinde kendilerine özel bir hususiyet izafe eden devletlerdeki” insan haklarının gerçek durumunun takibatı ve ifşası, “insan hakları alanında uluslararası işbirliğinde çifte standart siyasetinin kökünün kazınması”, “insan hakları konusunun dış baskının, devletlerin iç işlerine müdahalenin vasıtası olarak kullanılmasına ve uluslararası örgütlerin faaliyetine yıkıcı etkide bulunulmasına karşı” tedbirler alınması öncelikli dikkat konusu olarak sıralanıyor.

Bir sonraki alt başlık, bu faaliyetlerin yapılması için bir enformasyon ağının kurulmasını veya bu ağdan konulan hedeflere ulaşmak için dış siyaset vasıtası olarak yararlanılmasını öngörüyor.

GÖRÜŞ

Türk medyası Hizbullah’ı ‘bitirdi’: Ukrayna savaşının başında Rusya’yı da ‘bitirmişti’

Yayınlanma

Yazar

Hafta sonunda gelen haber bölgesel ve küresel siyaset üzerine tam manasıyla bomba gibi düştü. Önce İsrail’in ağır bombardımanı sonucunda içinde Hizbullah Lideri (Hizbullah Genel Sekreteri) Hasan Nasrallah’ın da bulunduğu binaların tamamının tahrip edildiği ve Nasrallah dahil örgütün üst düzey komutanlarının neredeyse tamamının öldürüldüğü haberleri geldi. Batı dünyasında sevinçle karşılanan haber ertesi gün (27 Eylül Cumartesi) teyit edilince askeri/siyasi durumdaki belirsizlik devam etmekte olsa da Hizbullah-İsrail çatışmasında/mücadelesinde bundan sonra nelerin muhtemel olduğuna dair yorumlar Türk medyasını kaplamaya başladı.

Haber ve analizlerini büyük ölçüde Batı’dan alan veya almayı yeğleyen Türk medyası ‘terör örgütü lideri’ olarak takdim edilen Nasrallah’la ilgili değerlendirmelerde Vaşington veya Avrupa merkezli yorumcuları pek aratmadı. Batılı ve sistem yanlısı analistlere göre, Nasrallah bir terör örgütünün başı olmasının yanı sıra Filistin’de ulaşılması mümkün bir barışın önündeki (herhalde Abraham Antlaşmalarını kastediyorlar) en önemli engellerden birisiydi. Dolayısıyla ortadan kaldırılması hiç de fena olmamıştı.

Biden ve diğer Amerikan ve Avrupalı yetkililerin resmi olarak dile getirdiği bu görüşlere Trump’ın damadı Jared Kushner de uzun bir tivit serisiyle destek oldu. Aslında Nasrallah ve/veya Hizbullah olmasaymış Abraham Antlaşması çoktan uygulamaya girecekmiş. Bu iddiaların hepsi de Amerika ve Avrupa yönetimlerinin/hükümetlerinin resmi gözlüğüyle bakıldığında mantıklı ve doğru. Sonuçta özellikle Amerika açısından Gazze’de soykırım yapılmış/yapılmakta olmasının fazlaca bir önemi yok. Eğer bu soykırım medyanın ve özellikle sosyal medyanın bu kadar yaygın kullanılmadığı bir dönemde gerçekleştirilseydi Amerikan yönetimleri ‘bize ulaşan bilgilere göre’ diyerek Batı dışı basında yer alan haberleri ‘asılsız’ diyerek bir kenara atıverirdi.

Birkaç insan hakları kuruluşu durumun Amerikan/Avrupa hükümetlerinin söylediğinden çok daha vahim olduğunu anlatmaya çalışır; ama, örneğin internetin de olmadığı bir ortamda, bu haber ve yorumlarını yayımlayacak yer bulamazlardı. Aradan yıllar geçtikten sonra bazı akademisyenler, uzmanlar ve medya mensupları kitap ve/veya makaleler kaleme alırlar ama onlar da sınırlı sayıda okuyucuya ulaşırdı; çünkü yayınevlerinin çoğu bunları basmaz, basanlar da geniş bir dağıtım yapamazdı.

Kısacası İsrail’in Gazze’de soykırım yapmasında veya Güney Lübnan’ı feci şekilde bombalamasında ve Hizbullah lideri Nasrallah’ı çok sayıda diğer Hizbullah üst düzey komutanlarıyla birlikte öldürmesinde ve toplamda dört ülkeyi (Gazze, Lübnan, Suriye ve zaman zaman Yemen) aynı anda bombalamakta olmasından rahatsızlık duymaları için bir sebep yoktu ve olamazdı. Hatta bıyık altından sırıtarak ‘yeni Hizbullah lideri ve üst düzey komutanları bakalım kaç gün veya kaç saat yaşayabilecek’ gibi laflar etmeye devam edeceklerdir. Batı dünyasının özellikle de Amerika’nın onlarca yıldır İsrail konusunda izlediği politikalar açısından bunların hemen hemen hepsi normal; sadece bu konuların mevcut medya mecraları yoluyla dünya kamuoyuna anında ulaşmasından dolayı bir dizi sorunlar yaşanıyor, o kadar!

PEKİ TÜRK MEDYASINA, SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILARA NE DEMELİ?

Bütün enformasyonunu Batılı medyadan alan Türk ana akım gazete ve televizyonlarına ne demeli? Ayrıca Türkiye’deki siyasal/selefi/İslamcıların adeta bayram yapmasını nasıl yorumlamalı?

Büyükçe bir kısmı hükümete doğrudan olmasa da dolaylı destek veren Türkiye’deki ana akım medya İsrail’in Hizbullah liderini ve diğer üst düzey komutanlarını öldürmesine seviniyor görünmüyor; ancak Batı medyasından aldığı haber ve yorumları fazlaca bir süzgeçten geçirmeden kamuoyuna sunuyor. Bu yayınlarda iki temel unsur ön plana çıkıyor. Birincisi, İsrail bombardımanı ve Hizbullah liderlerinin öldürülmesiyle birlikte Hizbullah yapısının yok olduğu ve bittiği propagandası pompalanıyor.

Oysa Hizbullah, önceki yıllarda giriştiği çatışmalarda Orta Doğu’da yenilmez unvanı bulunan İsrail ordusunu her defasında püskürtmüş ve geri çekilmeye zorlamış. İsrail’in Lübnan’ı işgali ve özellikle Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında çok sayıda Filistinli sivili katletmesiyle başlayan işgal ve kargaşa ortamında oluşan Hizbullah ne bir gerilla örgütü ne de düzenli ordu. Her iki özelliği de bünyesinde taşıyor ve İsrail ile giriştiği bütün çatışmalarda duruma göre bu iki özelliğini de sahaya yansıtabiliyor.

Hava gücü olmadığı için İsrail topraklarına yönelik ileri harekat yapamayan ve yapması da beklenmeyen Hizbullah en son 2006 yılında İsrail ile tutuştuğu ve toplamda otuz üç gün (33) süren çatışmalarda karşı tarafa büyük kayıplar vererek geri çekilmesini sağlamıştı, hem de süklüm püklüm… İsrail yine ağır bombardıman ile başlamış; çoluk-çocuk demeden herkesi hedef almış; fakat kara operasyonuna başladığı andan itibaren karşısında beklemediği ölçüde dirençli bir Hizbullah bulmuş; çok sayıda tank, belli sayıda da helikopterinin tahrip edilmesi, çok sayıda asker kaybı ve önemli sayıda da askerinin esir alınması üzerine zor durumda kalmıştı.

İsrail Hava Kuvvetlerinin sivil yerleşim yerlerini sürekli bombalamasına karşılık İsrail’in kuzey bölgelerini füzelerle vurmaya başlamış ve nihayet Tel Aviv’e de roketler fırlatmayı başarmış ve İsrail Hava Kuvvetleri bombardımanı kesmediği takdirde daha fazla hedefi vuracağını açıklayınca İsrail tarafı savaşı sonlandırarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. İsrail gibi Orta Doğu’da adeta bütün Arap ordularının korkulu rüyası haline gelmiş bir askeri gücü son defa 2006 yılında durdurmayı başarmak kolay bir iş değildi, her ne kadar Türkiye’deki siyasal/selefi İslamcılar burun kıvırsalar da…

O yıllarda da Batı medyası İsrail’in giriştiği saldırı üzerine abartılı haber ve yorumlarla doluydu ama İsrail’in göreceli büyük kayıplar vererek geri çekilmesinden sonra durumu yeniden analiz etmek zorunda kalmışlardı. Hatta savaşın başından itibaren İsrail lehine genel yorumların aksine değerlendirmelere de hep yer vermişti.

TÜRKİYE’DEKİ SİYASAL/SELEFİ İSLAMCILAR

Türkiye’deki medyanın İsrail’in Hizbullah’ı bitirdiğine dair verdiği haberler ve yorumlarda Nasrallah’ın Mossad ajanı olduğu veya İran’ın zaten ABD’nin ileri karakolu olarak kritik bir noktada Nasrallah’ın bilgilerini Amerika ve İsrail’e verdiği gibi akla ziyanın ötesindeki değerlendirmeleri (!) bir kenara bırakacak olursak, göze çarpan ikinci unsur da siyasal/selefi İslamcı diyebileceğimiz grupların reaksiyonlarından oluşuyor. Meseleye büyük ölçüde Orta Çağ’ın mezhepçi prizmasından bakan bu gruplara göre aslında Nasrallah bugüne kadar hep Müslümanları katletmiş birisi. Ve Filistin meselesinde İsrail’e karşıymış gibi rol yapıyor. Oysa aslında ya İsrail ve Batı’nın ajanı veya Şii olmasından dolayı esas derdi Sünnilerle olduğu için Amerika ve İsrail’in ekmeğine yağ süren politikalar uyguluyor.

Müslümanları katlettiğine dair verilen örneklerin büyük bölümü Suriye savaşına Hizbullah’ın da katılarak Esat hükümeti yanında yer almış olmasından kaynaklanıyor. Suriye yönetimini devirmek amacıyla ABD ve İsrail’in başlattığı ve bu devletin epeyce zayıflatılmasıyla sonuçlanan savaşın jeopolitik çerçevesini göremeyen ve Türkiye’nin bu savaşta Amerika ile İsrail’e doğrudan veya dolaylı destek veren politikasının ülkemizin ulusal çıkarlarıyla hiç mi hiç uyumlu olmadığını anlamayan bu zihniyete göre Hizbullah gibi Esat’a destek veren güçler devreye girmeseydi Esat yönetimi devrilmiş ve ülkede bir ‘İslami’ (!) yönetim kurulmuş olacaktı.

Buradaki çıkmaz şu ki, böyle bir İslami yönetimin İsrail’e veya Amerika’ya karşı durup durmayacağı bir yana Esat hükümetinin bölgede Amerika ve İsrail’in çıkarları ve emellerine en fazla karşı çıktığını görmezden gelmesidir. Oysa IŞİD veya El Nusra gibi bir yönetim gelse aynı şekilde Amerika ve İsrail’e karşı koyarlar mıydı kocaman bir soru işareti. Öte yandan bu grupların eline teslim edilmiş bir Suriye muhtemelen parçalanırdı ve bu da en çok Amerika ve İsrail’in işine gelirdi. Bu savaşta Ankara’nın yanlış politikalarından dolayı Türkiye ve Hizbullah’ın karşı karşıya gelmiş olması mevcut hükümetin yanlışı ile izah edilebilir. Bu anlayış Hizbullah’ın Sünni Hamas’a da destek vermesini ise ya görmezden geliyor ya da bunu da bir oyun olarak söyleyip geçiyor.

Hizbullah konusundaki kafa karışıklığın küçük bir kısmı da ortalama her Arap veya İranlıyı kökten dinci, radikal İslamcı gibi görme eğilimindeki laik kesimden geliyor. Onlara göre kökten dinci radikal İslamcı birilerinin Batı’ya karşı galip gelmesi mümkün değil/olmamalı. Bu grup, çatışmaları ve aktörleri yakından takip etmediği için Hizbullah’ın, IŞİD ve El Nusra gibi gruplara karşı sadece Müslümanları değil aynı zamanda Hristiyanları da koruduğunu bilmiyor ve bu Hristiyanların ve laik Lübnanlı toplulukların Hizbullah’a nasıl destek verdiğini de anlayamıyor.

Evet Türk medyası Ukrayna savaşının başlarında Rusya’yı bitirdiği gibi Hizbullah’ı da bitirdi (!); ama sonuç pek de öyle olmayabilir. Hizbullah – İsrail çatışmalarının kısaca gözden geçirilmesi bile bu pilavın daha çok su kaldıracağını gösteriyor. Örneğin, eğer Hizbullah İsrail’in bir darbesiyle yerle bir olmuş olsaydı Tel Aviv karadan operasyona gerek görmez ve bu örgüt Orta Doğu siyasi tarihinin sayfalarında yerini alırdı. Şimdi kara harekatı başladığına göre örgüt bitmemiş. Bakalım önümüzdeki günler neler gösterecek…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

İsrail Nasrallah’ı ortadan kaldırarak ‘direniş eksenine’ meydan okuyor ve onu sınıyor

Yayınlanma

Yazar

28 Eylül’de İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı silahlı grubun güney Lübnan’daki karargâhına düzenlediği bir baskın sırasında öldürdüğünü iddia etti. Hizbullah bunu birkaç saat sonra doğruladı. Hemen ardından İran resmi medyası Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan’ın da İsrail’in Lübnan’a yönelik devam eden hava saldırılarında öldürüldüğünü duyurdu. Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümleri, İsrail’in birkaç gün süren “Kuzey Saldırısı” taarruzunun, Hizbullah güçleri ve Devrim Muhafızları Ordusu için feci sonuçlarının ve İsrail’in İran liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne yönelttiği maceracı meydan okumanın dönüm noktasıdır. “Direniş Ekseni”nin iklim geliştirme kabiliyetine yönelik ciddi bir sınavdır.

İsrail tarafından “İran ekseninin” merkezi bir unsuru, Batılı akademisyenler tarafından ise “Hizbullah’ın atan kalbi” olarak tanımlanan 64 yaşındaki Nasrallah, 32 yıldır örgüte liderlik eden ve onu iyi silahlanmış, siyasi ve sınır ötesi savaşan bir güç haline getiren en önemli devlet dışı aktör ve bölgesel oyuncudur. Hatta bazı yorumcular Nasrallah’ın tüm ailesini Hizbullah’ın davasına ve İsrail’e karşı direnişine adadığını, iki kız kardeşinin üst düzey Hizbullah yetkilileriyle evlendiğini, en büyük oğlunun İsrail’in elinde öldüğünü ve cesedine el konulduğunu ve bu durumda bir kızının da onunla birlikte gömüldüğünü iddia etmişlerdir.

Nasrallah Ortadoğu’nun siyasi arenasında en az dört “mucize” gerçekleştirmiştir: İsrail’e direnerek ve onu taciz ederek Hizbullah’ın Mayıs 2000’de İsrail’i güney Lübnan’daki 18 yıllık yasadışı işgalini sona erdirmeye zorlamasını sağlamış ve temelde ülkenin egemenliğinin ve topraklarının birliğini gerçekleştirmiştir; Şab’a çiftlikleri gibi toprakların sadece bir kısmı Golan Tepeleri’nin bir parçası olarak İsrail’in kontrolü altında kalmıştır. 2006 yılında Güney Lübnan’daki dağ savaşında İsrail ordusuna ağır kayıplar verdiren ve İsrail’i ateşkese zorlayan Hizbullah güçlerine komuta etti. 2011’den sonra Hizbullah’ın ilk ülke dışı operasyonunu kolaylaştırdı, Şam’ın Batı ve Arap Birliği’nin yıkıcı niyetlerini ezme çabalarına yardımcı oldu ve IŞİD’in yenilgiye uğratılmasına katkıda bulunan “Rusya+Şia Yayı”nda da kilit bir güç oldu. 1992’den bu yana İsrail’in “ölüm listesinde” yer alıyor, ancak bir “hayatta kalma ustası” olarak üçte bir yüzyıl boyunca ölümden kaçmayı başardı.

Ancak Nasrallah nihayetinde İsrail tarafından avlandı ve tasfiye edildi. İsrail istihbaratının Hizbullah kadrolarına karşı başarıyla yürüttüğü dünyayı sarsan “çağrı cihazı savaşları” ve “telsiz savaşları” dalgasının hemen ardından gelen bu sonuç, Hizbullah’ın mümkün olan her şeyin en iyisine sahip olmasına ve Nasrallah’ın nerede olduğunun hiçbir zaman net olmamasına rağmen, İsrail’in istihbarat savaşında nihayet üstünlüğü ele geçirdiğini göstermektedir. İsrail istihbarat savaşında, siber ve teknolojik savaşta ve hatta geleneksel hava saldırılarında ve karşı hava saldırılarında üstünlük sağlamıştır. Bu gerçek bile askeri, teknolojik ve bilimsel bir güç merkezi olan İsrail’in daha az gelişmiş bir ülkenin milis kolu olan Hizbullah’a karşı ezici bir üstünlüğe sahip olduğunu ve topyekûn savaştan ve kara saldırılarında aynı hataları tekrarlamaktan kaçınarak askeri üstünlüğü elde ettiğini göstermektedir.

İsrail basınında yer alan haberlere göre İsrail Hava Kuvvetleri’nin Hizbullah karargahını bombalaması ve Nasrallah’ı öldürmesi, New York’ta Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılan İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu tarafından bizzat onaylandı. Bu durum bile İsrail askeri istihbaratının Nasrallah’ı fiziksel olarak ortadan kaldırma fırsat ve kabiliyetinden yoksun olmadığını, daha ziyade en uygun zamanı seçmek ve en iyi sonuçları elde etmek için düşünmek zorunda olduğunu göstermektedir.

Nasrallah’ın ortadan kaldırılmasının zamanlaması, İsrail’in Hizbullah ile çatışmasının hararetli bir aşamaya girdiği ve dünyanın önde gelenlerinin Birleşmiş Milletler’de toplandığı ve Netanyahu’nun doğrudan en geniş ve en etkili kitlenin önünde olduğu bir “zirve” anında, sadece İsrail’in üstün istihbarat ve operasyonel kabiliyeti için bir “gösteriş” değil, aynı zamanda uluslararası topluma ve “direniş eksenine” çifte bir meydan okumadır: İşlediği iddia edilen suçlar nedeniyle Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından aranmasını ve uluslararası kamuoyunun “savaşçılığı ve kana susamışlığı” nedeniyle kınamasını umursamamak, İsrail’in savaşa devam etmesini haklı çıkarmak ve savunmak.

Ayın 27’sinde yaptığı konuşmada Netanyahu şunları vurguladı: “Bu yıl buraya gelmeyi planlamamıştım; ülkem hayatta kalma mücadelesi veriyor. Ancak bu kürsüde birçok konuşmacıdan ülkeme yönelik yalan ve iftiraları duyduktan sonra buraya gelerek gerçekleri ortaya koymaya karar verdim.” Konuşmasının başında salondaki İsrail yanlısı gruptan alkış sesleri yükselirken, daha fazla katılımcı protesto amacıyla salonu terk etti.

Netanyahu, Birleşmiş Milletler ve Lübnan’ı etkileşimde bulunacağı iki alan olarak seçerek İran ve “direniş eksenine” İsrail’in sonuna kadar savaşmaya kararlı olduğunu ve düşmanlarının çok cepheli saldırısından vazgeçmesi karşılığında Gazze’de ateşkesi kabul etmeyeceğini söyledi. Konuşmasında İran liderliğindeki güçleri İsrail’i yedi cepheden kuşatmakla ve bölgedeki pek çok sorunun arkasında olmakla suçladı. Netanyahu ayrıca İran’ı tehdit ederek “İran’da İsrail’in uzun kolunun ulaşamayacağı hiçbir yer yoktur ve bu tüm Orta Doğu için geçerlidir” dedi.

İngiliz Daily Telegraph gazetesine konuşan üst düzey bir İsrailli yetkili, Netanyahu’nun Genel Kurul ziyaretinin amacının İsrail’in Hizbullah karargâhına düzenlediği hava saldırısına bir yumuşama perdesi çekmek olduğunu söyledi. Gözlemciler, Netanyahu’nun BM Genel Kurul oturumu sırasında bu büyük askeri operasyonu onaylamasının, uluslararası topluma İran liderliğindeki “direniş eksenine” meydan okuyacak kadar güçlü olduğunu göstermeyi amaçladığını düşünüyor.

İsrail’in temmuz ayı sonunda Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi bombalaması, kasıtlı olarak İran’ın yeni cumhurbaşkanının yemin töreniyle aynı zamana denk getirilerek İranlı yetkilileri küçük düşürmek ve onlara meydan okumak için planlanmıştı. Hamas Haniye’nin intikamını alacak güce sahip değildi, İran da Filistinli ortaklarına olan kan borcunu ödeyecek motivasyona sahip değildi ve Haniye’nin intikamını ve hemen hemen aynı zamanda İsrail ordusu tarafından öldürülen Hizbullah lideri Fuad Şükür’ün intikamını, Hizbullah İsrail’e yönelik saldırılarını artırarak aldı. Bir anlamda İran’ın Tahran suikastının ardından gösterdiği itidal ve tereddüt İsrail’e çatışmayı tırmandırmak ve misilleme döngüsünü genişletmek gibi bir niyeti olmadığını gösterdi ancak İsrail’in de zayıflık göstermeye ve Hizbullah’ın yoğunlaşan saldırılarından İran’ı sorumlu tutmaya niyeti yok.

Nitekim Devrim Muhafızları Genel Komutan Yardımcısı Abbas Nilforuşan Lübnan’daki savaş alanında ölmesi, İran’ın Hizbullah’la olan bağlarının gerçekliğini ve İsrail’in İran’ın misilleme yapıp yapmamasını umursamadığını göstermektedir. İsrail’in genel olarak “direniş eksenini”, özel olarak da İran’ı aşağılaması bu kez daha da açık ve İran’ı köşeye sıkıştırmış durumda: İran uzun zamandır müttefiki olan Nasrallah’ın intikamını almak yerine kendi generali Abbas Nilforuşan kan borcunu ödemek zorunda. Eğer bir şey yapılmazsa, İran’ın “direniş ekseni” kampındaki etkisi ve cazibesi ciddi şekilde zayıflayacak ve hatta tüm Orta Doğu’nun jeopolitik oyununda bir “kağıttan kaplan” olarak görülecektir.

Nasrallah ve Nilforuşan’ın ölümlerinin ardından çeşitli medya kuruluşları sözde İranlı yetkililere dayanarak Dini Lider Ayetullah Hamaney’in ülke içinde güvenli bir yere nakledildiğini ve güvenlik önlemlerinin sıkılaştırıldığını duyurdu. Bu tür haberler mantık ve akıl dışıdır ve daha çok İsrail’in İran’ın imajını bozmak için yarattığı bir enformasyon ve kamuoyu savaşını andırmaktadır. Çünkü en azından şimdilik, İran’ın dini lideri Hamaney, İsrail tarafından görevden alınmak üzere hedef alınmayacaktır. Haniye’nin 1 Ağustos’taki cenaze töreninde Hamaney’in gökyüzüne baktığı ve bir insansız hava aracı saldırısından korktuğu da belirtilmişti. İran liderini kötüleyen tüm bu sözde raporlar aslında panik yaratmak ve İsrail’in sürekli aşağılamasına karşı İran’ın alt limitini araştırmak için tasarlanmıştır.

Her halükarda Nasrallah’ın ölümü, yeni bir lider seçmekte ve yetiştirmekte zorlanan Lübnan Hizbullah’ı için ağır bir darbedir ve bu kriz döneminde yıpranmış Hizbullah’a ve silahlı kuvvetlerine kimin açıkça liderlik edebileceği şüphelidir. Nilforuşan’ın ölümü İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bir darbe oldu ama İran’ın Süleymani suikastından sonra yaptığı gibi ABD hedeflerine füzelerle saldıracak cesareti var mı? Suriye’deki diplomatik ofislerinin bombalanmasından sonra yaptığı gibi İsrail’e füze ve insansız hava araçlarıyla sembolik olarak saldıracak mı?

Eğer İran daha önceki intikam sözlerini yerine getirir ve Nasrallah ve Abbas Nilforuşan’ın ölümlerine ek olarak misilleme yaparsa, bu kaçınılmaz olarak İsrail ile doğrudan çatışmanın tırmanmasını tetikleyecektir. İran sözlü tehditlerde bulunmaya devam ederse jeopolitik güvenilirliği büyük ölçüde sarsılacak ve bu da “Direniş Ekseni” için bir dönüm noktası anlamına gelecektir: İsrail’le boy ölçüşemeyecek bir koalisyon ve özellikle de ABD ve diğer Batılı ülkelerin İsrail’in güvenliğini savunmakta kararlı oldukları, Arap ülkelerinin ise genellikle kenarda kaldıkları yeni bir dönem.

Filistin-İsrail çatışması değişmedi, Lübnan-İsrail çatışması değişmedi, Suriye-İsrail çatışması değişmedi ve hatta İran-İsrail çatışması özünde değişmedi ama dünya değişti ve Orta Doğu değişti.

Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Yeni nesil saldırılar

Yayınlanma

Yazar

Savaş araçları, taş ve sopalardan zırh ve kılıçlara, toplardan tanklara, nükleer silahlardan siber saldırılara kadar uzanarak insanlık tarihi boyunca evrilerek değişti. Elbette savaşlar sadece askeri mücadele ile sınırlı değil; ekonomik, siyasi ve diplomatik alanlara uzanması normal. Artık savaşın dijital arenada da gerçekleştiği yeni bir dönemdeyiz. “Yeni nesil saldırı” olarak adlandırılan bu saldırı tipi, bir ülkenin düşmanını sadece fiziksel kuvvetle değil, teknolojik üstünlükle de zayıflatma stratejisine dayanıyor. Yeni nesil saldırılar, geleneksel askeri operasyonların ötesinde, siber saldırılar, elektronik harp, psikolojik operasyonlar ve hassas hedefli saldırılar gibi çok boyutlu teknikleri barındırıyor. Bu tür saldırılar, genelde düşmanı “felç” etme amacı güderek; düşmanın iletişim ağlarını veya savunma altyapısını devre dışı bırakmayı hedefliyor.

Bu bağlamda, şu ana kadar dünyanın farklı yerlerinde gerçekleşen siber saldırılarda genelde networklere sızılmış, hassas gizli veriler çalınmıştı. İsrail’in Lübnan’daki Hizbullah mensuplarının çağrı cihazlarının ve telsizlerinin eş zamanlı olarak patlatılması ile ilk defa bu yaygınlık ve ölçekte fiziksel olarak can ve mal kaybı gerçekleşti.

Bu saldırıların ilk günü gerçekleşen çağrı cihazlarının patlaması teknoloji üstünlüğünden ziyade, koordine ve uzun süre fark edilmeden devam eden istihbarat faaliyetlerinin eylemidir. Tedarik zincirine sızılarak çağrı cihazlarının içine patlayıcı madde yerleştirilmesi Hizbullah tarafından büyük bir istihbarat zaafı. Üstelik bu cihazlar teslim alındıktan sonra Hizbullah militanları tarafından neredeyse 5 ay boyunca fark edilmeden kullanıldı. İkinci günkü yeni nesil saldırıda patlayan telsizlerin yanı sıra bölgedeki diğer elektronik cihazların da patladığı gözlemlendi. Solar panellerden tabletlere uzanan bir yelpazede gerçekleşen patlamaların elektromanyetik bir saldırı sonucunda gerçekleşmiş olma ihtimali mevcut.

Her ne kadar kayıplar nicelik olarak büyük ve Hizbullah’ın göreceli olarak üst düzey mensupları hedeflenmiş olsa da bu iki yeni nesil saldırıdaki amaç yalnızca Hizbullah kadrolarını demoralize etmek değildi. Psikolojik savaş taktiği olarak amaç sadece Lübnan halkına korku aşılamak, insanları terörize etmek değil; bu korkuyu her şeyi kapsayan ve kaçınılmaz hale getirmeyi amaçlayarak, İsrail’in her yerde olduğuna inandırmak: ceplerinde, kulaklarında ve hatta çocuklarının yatak odalarında.

Lübnan’da meydana gelen yeni nesil saldırılar tüm dünyada savaş algısını değiştirerek cepheden çok uzaklarda olsak bile evimizde, okulda, işyerinde, markette, berber koltuğunda elimizden düşürmediğimiz elektronik eşyalarımızla hedefe alınabileceğimizi gösterdi. Karamsarlık aşılamadan önlem almak için gecikmememiz adına, yeni nesil savaşlar muhtemelen düşündüğümüzden korkunç ve çoktan hayatımızın içinde.

Savaş büyür mü?

Yeni nesil saldırılarla gündemimizi sarsan ve hepimizi ürküten bu savaş nasıl evrilecek? İsrail, muhtemelen geniş çaplı bir kara harekâtı başlatmadan önce yeni nesil saldırıları ve hava saldırılarını tercih ediyor. Böylece olası büyük bir savaşı başlatmadan önce hem insanlara korku salmış oluyor hem de Hizbullah yönetimine ve üst düzey komutanlarına suikast düzenleyerek onları elimine ediyor. Güney Lübnan’daki ve Bekaa’daki Hizbullah mevzilerini hedef alarak, örgütün silah depolarını ve askeri altyapısını büyük ölçüde yok ediyor.

Güney Lübnan’daki 150.000’den fazla insanı evlerini terk etmek zorunda bırakmayı da bir savaş taktiği olarak uyguluyor. Bu İsrail’in savaşı nasıl idare etmek istediğine yönelik ipuçları içeriyor olabilir. Öncelikle ilan ettiği hedef olan Litani nehrinin güneyinde sivil halkı bölgeden uzaklaştırarak belki de bir kara harekâtına gerek duymadan askeri amaçlarına ulaşmak. İkincisi, zaten peşpeşe krizlerin altında ezilen Lübnan halkının, yerinden edilen Güney Lübnanlı göçmenler eliyle, yaşam şartlarını daha da ağırlaştırmak isteyebilir. İsrail’in burada beklentisi de cephe gerisinde destek yerine ağır eleştirilere maruz kalan Hizbullah’ın mücadele kapasitesini iyice azaltmak.

Hizbullah ise tam ölçekli bir savaşa girmeden önce taktiksel saldırılarla devam ediyor. Genelde kuzey İsrail’deki askeri tesisler ile sınırladığı saldırılarını Haifa’ya, Tel Aviv’e kadar taşımaya başladı. Ancak şimdiye kadar verilen tepkilerin sınırlı kalması, çoğu Hizbullah yanlılarını bile yeterince tatmin edebilmiş değil. Sivil halkın da çok ciddi bedel ödediği bu kritik dönemeçte bu bedelden sorumlu tutulan Hizbullah’ın İsrail için en küçük caydırıcılık üretememesi artık daha yüksek sesle dile getiriliyor.

Aslında Hizbullah, İsrail’in güç zehirlenmesi yaşayarak Hizbullah’ı hafife alıp bir kara harekâtına başlamasını körüklemek de istiyor olabilir. Olası bir kara harbinde üstünlük sağlayarak İsrail’e büyük zahiyatlar verdirmeyi umuyor olabilir. Dağlık ve ormanlık bir bölge olan Güney Lübnan’ı Hizbullah’ın özellikle Rıdvan gücü çok iyi tanıyor. Hizbullah’ın tünelleri de hesaba katılırsa İsrail’in kara harbi opsiyonundan elinden geldiğince kaçınmaya çalıştığını görüyoruz. Zira Hizbullah’ı kuzey sınırından uzaklaştırıp kendi vatandaşlarının güvenli eve dönüşlerinin sağlamanın ötesinde Litani Nehri gibi yani zengin bir su kaynağı da İsrail’in iştahını kabartıyor.

Bir yandan İsrail kara harekatı başlatarak Lübnan’ın içlerine gelmesi mümkün ama işgali uzun süre sürdürmesi ve bunu tolere edebileceği kayıplar ile başarması çok daha zor. 2006’da Beyrut’a kadar girmiş ve sonra Mavi Hat’ta kadar geri çekilmek zorunda kalmıştı.

Lübnan’ın Gazze’nin kaderini paylaşmasına ne engel olabilir?

İsrail kural ve sınır tanımazlığı ile bölgeyi ateşe atmaya devam ediyor ve önüne geçilmesi gerektiği her geçen gün daha da açık hale geliyor. Hizbullah’ın neredeyse yok olan komuta kademesine ve şimdiye kadar kayda değer caydırıcılık üretme iradesi ortaya koy(a)mamasına bakarsak cevap onlarda değil. Bölge ülkelerinin farklılıklarını bir kenara bırakıp İsrail’e karşı bir koalisyon kurma gerekliliği daha çok ön plana çıkıyor. İsrail kendisine “tehditleri” yok ettiğini düşünürken daha güçlü rakipler yaratıyor olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English