Dünya Basını
SDG-HTŞ çıkmazında 3 senaryo

ABD’nin eski Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Majalla için kaleme aldığı bu yazıda PYD/YPG liderliğindeki Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) Esad sonrası Suriye’deki olası geleceğini tartışıyor. Bir dönem Türkiye büyükelçiliği de yapan Jeffrey ABD devleti içinde Türkiye’nin Batı ittifakında tutulması gerektiğini savunan kanadın en önemli isimlerinden biri. Türkiye-ABD ilişkilerine en çok zarar veren SDG meselesinin entegrasyonla çözülmesi gerektiğini savunan Jeffrey’e göre böyle bir çözüm “Ankara ile PKK’nın lideri Öcalan da dahil bazı kesimler arasındaki olası yakınlaşmayı teşvik edebilir ve halihazırda devam eden süreci güçlendirebilir.”
***
SDG-HTŞ çıkmazı: En iyi ve en kötü senaryolar
SDG meselesinin çözülmesi, Suriye projesinin genel anlamda başarıya ulaşmasını garanti etmese de onları entegre etmemek neredeyse kesin olarak bu projeyi sabote edecektir.
James Jeffrey
Suriye’nin geleceği açısından en önemli sorulardan biri, Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) rolüdür. ABD ile SDG arasındaki on yıllık ittifak -ki aslında Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) Suriye kolunun silahlı kanadı olan YPG tarafından yönetilmektedir- İslam Devleti’nin (IŞİD) bir bölgesel yapı olarak yenilmesini sağlamış ve aynı zamanda SDG’nin ABD’nin güvenlik şemsiyesi altında kuzeydoğu Suriye’de kendi bölgesel yönetimini geliştirmesine olanak tanımıştır.
Bu yönetim, milyonlarca Suriyeliyi etkili bir şekilde idare etmiş, Suriye topraklarının %20’sinden fazlasını, neredeyse tüm petrol rezervlerini ve büyük bir kısmı tarıma elverişli olan toprakları kontrol altında tutarak, bu bölgenin Esad rejimi ile İran ve Rus müttefiklerinin eline geçmesini engellemiştir. Ancak PKK’nın bir uzantısı olması nedeniyle, SDG’nin kazandığı başarı hem kendisini hem de ABD’yi Türkiye ile sürekli bir çatışma içerisine sokmuştur. 2016-2024 yılları arasında ABD’nin Suriye politikası ve zaman zaman genel Orta Doğu politikası, bu çelişkileri yönetmeye odaklanmıştır.
Aralık 2024’teki Suriye’de yaşanan büyük siyasi değişim İran ve Rusya’nın etkisini neredeyse tamamen ortadan kaldırarak ABD, Avrupa, Arap devletleri ve özellikle Türkiye ile iş birliği yapmak isteyen yeni bir hükümetin Şam’da iktidara gelmesini sağlamıştır. Bu durum, SDG’nin ve Washington’un Suriye’deki rolünü kökten değiştirmiştir ve özellikle SDG üzerinde büyük bir etkisi olmuştur.
Şu anda SDG için üç ana yol öne çıkmaktadır:
-Mevcut bağımsız statüsünü ve ABD ile olan ortaklığını sürdürmek,
-Türkiye ile büyük bir çatışmaya girmek ve ABD’nin iki değerli müttefik arasında sıkışmasını sağlamak,
-SDG’nin askeri güç ve bölgesel bir yönetim olarak, Heyet-i Tahrir eş-Şam (HTŞ) tarafından domine edilen yeni Şam yönetimine entegre edilmesi.
Yeni Trump ‘47 yönetiminin tecrübesizliği ve Trump ‘45’in Suriye’ye yönelik çelişkili yaklaşımları göz önüne alındığında, belirli bir yönelimi öngörmek zor. Bununla birlikte, Washington’un Suriye ile ilgili çıkarlarını ilerletmeye çalışacağı kesin. Bu çıkarlar şu şekilde sıralanabilir:
-En önemlisi İran’ı mevcut zayıf konumunda tutmak,
-Rusya’nın Suriye’de kalan etkisini minimize etmek,
-IŞİD’i kontrol altında tutmak ve mümkünse tamamen yok etmek.
Suriye ve Orta Doğu’nun genelinde, özellikle de Ukrayna savaşındaki rolü göz önüne alındığında Türkiye ile güçlü ilişkilerin sürdürülmesi de hayati önem taşıyor. Suriye’nin önemi göz önüne alındığında, Şam hükümetiyle ilişkilerin geliştirilmesi son derece önemli, ancak bu aynı zamanda yukarıda belirtilen hedeflerde başarının garanti altına alınmasına da yardımcı olabilir. İşleyen bir hükümet aynı zamanda 2 milyon mülteci ve yerinden edilmiş kişi için evlerine dönüş koşullarını yaratarak ABD ve diğer bağışçıların mali yükünü önemli ölçüde azaltabilir.
Birinci yol
İlk olası yol -ABD’nin SDG ile mevcut ilişkisini sürdürmesi ve SDG’nin kuzeydoğudaki kontrolünü devam ettirmesi- IŞİD karşıtı operasyonlarının sürekliliğini sağlayacaktır. Ancak bu operasyonların amacı ve sınırları göz önünde bulundurulmalı. Bu operasyonlar, IŞİD’in Fırat’ın güneyindeki Badiya çölünde kalan son kalıntılarını tamamen ortadan kaldırmak için yapılandırılmadı; bu bölge şu anda SDG’nin ulaşamayacağı bir konumda.
Bunun yerine, SDG’nin ABD desteğiyle yürüttüğü IŞİD karşıtı operasyonlar, binlerce IŞİD tutuklusunu ve on binlerce potansiyel olarak tehlikeli IŞİD ailesi mensubunu güvence altına almak ve Fırat boyunca Arap topluluklarına ve kuzeydoğu Suriye’nin iç kesimlerine IŞİD’in sızmasını önlemeye yönelik bir karşı isyan stratejisi geliştirmeye odaklanmaktadır. Bu ortak çaba aynı zamanda, Badiya ve kuzeydoğu dışındaki bölgelerde IŞİD hakkında istihbarat toplamak ve zaman zaman ABD’nin hava saldırıları gerçekleştirmesine olanak tanımak gibi faaliyetleri de içermektedir.
Terör örgütünün yeniden yapılanma potansiyeli göz önüne alındığında bu önemli bir terörle mücadele çalışmasıdır ancak IŞİD’i Suriye sahasında ortadan kaldırmayacaktır. Bunun için Suriye merkezi hükümetinin (1) Esad’ın yaptığı gibi IŞİD’in destek aldığı Sünni Arap nüfusa baskı yapmaması ya da savaş açmaması, aksine onlarla birlikte çalışması ve (2) Badiye çölü de dahil Suriye genelinde IŞİD’e karşı etkili terörle mücadele operasyonları yürütmesi gerekmektedir.
Teorik olarak bunu yapabilecek tek muhtemel güç HTŞ liderliğindeki merkezi hükümettir. Ancak ABD’nin SDG’ye desteğini sürdürmesi, anlaşılır bir şekilde birleşik bir ülke isteyen Şam ile ABD’yi karşı karşıya getirecektir.
ABD destekli yarı bağımsız bir oluşumla uğraşmak Suriye hükümetinin kaynaklarını tüketecek, diğer bölgeleri Şam’ın kontrolünden çıkmaya teşvik edecek ve dolayısıyla IŞİD’le mücadeleye verilen önceliğin altını oyacaktır. ABD böylece, belirli bir zaman dilimi içinde IŞİD’i yok etmek yerine, süresiz bir karşı isyan kampanyası yürüterek güçlü ve birleşik bir Suriye’nin oluşumunu engellemiş olacak.
İkinci yol
SDG’nin önündeki ikinci yol ise Türkiye’nin kuzeydoğu Suriye’nin derinliklerine saldırarak SDG’nin sivil halk, özellikle de Arap topluluklar üzerindeki kontrolünü önemli ölçüde zayıflatması sonucu neredeyse çökmesi olacaktır. Bu da IŞİD’e karşı yürütülen mücadeleyi baltalayacak ve ABD’yi iki değerli ortak arasında seçim yapmaya zorlayacaktır.
Böyle bir gelişmenin yaratacağı aşağı yönlü sarmalı durdurmak zor olsa da kuzeydoğuda IŞİD’e karşı yürütülen mücadelenin kalıcı olarak azalması, Washington ile Ankara arasında ciddi bir ayrışma ve Amerikan güçleri ile SDG arasında aynı derecede ciddi bir güven erozyonu yaşanması muhtemeldir. Kuşkusuz bu, ilgili herkes için en olumsuz senaryo, ancak SDG, Ankara, Washington ve Şam önümüzdeki haftalarda hızlı ve akıllıca hareket etmezlerse en olası yol da bu olabilir.
Üçüncü yol
Üçüncü yol ise hemen her açıdan en iyisi olmakla birlikte tüm tarafların en fazla çaba göstermesini gerektirecektir: SDG’nin iki “eski” PKK unsuru olan silahlı YPG ve siyasi kanadı PYD’nin birleşik bir Suriye’ye kademeli olarak entegre edilmesi, YPG’nin Suriye ordusu içinde ve yerel bir milis olarak rol üstlenmesi ve PYD’nin de şu anda Türk parlamentosunda bulunan ve PKK’ya yakınlığı tartışılan DEM partisine benzer bir siyasi parti kurması. Ayrıca böyle bir gelişme, Ankara ile PKK’nın lideri Öcalan da dahil bazı kesimler arasındaki olası yakınlaşmayı teşvik edebilir ve halihazırda devam eden süreci güçlendirebilir.
İlk adımlar iyi biliniyor ve Şam hükümeti, Washington ve Ankara tarafından çeşitli derecelerde savunuluyor: SDG’nin Suriyeli olmayan üst düzey PKK “kadrolarını” tasfiye etmesi, kuzeydoğuda çoğunluğu etnik Arap olan bölgelerden çekilmesi ve kilit petrol altyapısını merkezi hükümete devretmesi.
Bunun karşılığında, Türk hava birlikleri ve Türkiye’ye bağlı Suriye Ulusal Ordusu muhalif güçleri tarafından SDG’ye karşı yürütülen sınırlı askeri operasyonlar tamamen duracak (Türkiye “ateşkes” terimini kabul etmeyecektir) ve Şam ile PYD liderliğindeki sivil yönetim arasında, kısmen bu yönetimin petrol tesislerini işletmesini ve korumasını telafi etmek için gelir paylaşımı yapılacaktır.
Zaman içinde SDG liderleri, Iraklı Kürt liderlerin 2005 Irak anayasasında Bağdat ile müzakere ettiklerine benzer ancak daha az kapsamlı ve resmi düzenlemeler üzerinde müzakere edebilir: en azından yerel özerklik (muhtemelen sadece Kürtler için değil, ülke genelindeki yerel topluluklar için), bazı Peşmerge Tugaylarının Irak ordusuna entegre edilmesine benzer şekilde, özellikle IŞİD karşıtı bir güç olarak daha yetenekli bazı SDG birliklerinin yeni Suriye ordusuna entegrasyonu.
Diğer SDG güçlerine sadece hafif silahlarla yerel polis ve ulusal muhafız görevleri verilebilir, diğer unsurlar ise terhis edilebilir. Burada Şam, Ankara ve Washington söz sahibi olacaktır. ABD kuzeydoğudaki (ve Tanaf’taki) askeri varlığını sadece kuzeydoğuda değil, Şam hükümetiyle birlikte IŞİD’e karşı çalışan bir danışmanlık ve terörle mücadele operasyonuna dönüştürebilir ve aynı zamanda iç güvenliği ve modern bir Suriye ordusunun ortaya çıkmasını teşvik edebilir.
Riskler daha yüksek olamazdı
Bugün, Orta Doğu’nun geleceği ve son 20 yıldır bölgeyi sarsan tehditlerin -İslamcı terörizm ve İran yayılmacılığı- kaderi Suriye’de belirlenmektedir. Olumlu bir sonuç, bölgeyi çok daha iyi bir noktaya taşıyacak ve muhtemelen her on yılda bir tekrarlanan şiddet döngüsünü sona erdirecektir.
SDG meselesinin çözülmesi, Suriye projesinin başarısını garanti etmese de, SDG ve genel olarak Kürt azınlığın yeni Suriye’ye entegre edilememesi neredeyse kesin olarak bu projeyi sabote edecektir. Bu da bölgeyi, yeni çatışma ve istikrarsızlık döngülerine açık hale getirecektir.
Dünya Basını
Financial Times: Borç batağındaki ‘gelişmekte olan ülkeler’ için kayıp on yıl kapıda

İngiliz Financial Times gazetesi, ‘gelişmekte olan ülkelerin’ karşı karşıya olduğu borç krizini ve bunun kalkınma üzerindeki olumsuz etkilerini ele aldı. Gazete, milyarlarca insanın umutlarını boşa çıkaran mevcut mali yapıların acilen yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini vurguladı. Borç servisinin eğitim, sağlık ve altyapı gibi kritik alanlardan kaynak çektiği belirtildi.
İngiliz Financial Times gazetesi, “gelişmekte olan ülkelerin” yüzleştiği borç krizini ve bunun kalkınma üzerindeki yıkıcı etkilerini mercek altına aldı.
Gazete, milyarlarca insanın beklentilerini karşılayamayan mevcut mali yapıların acilen yeniden ele alınması gerektiğinin altını çizerek, borç sorununun birçok düşük ve orta gelirli ülkede daha da derinleştiğini belirtti.
Söz konusu ülkeler borçlarını ödemekte temerrüde düşmeseler de kalkınma hedeflerinde geri kalıyorlar.
Likidite eksikliği nedeniyle hükümetler, eğitim, sağlık, altyapı ve iklim uyumu gibi hayati alanlara ayrılması gereken değerli kamu kaynaklarını, daha önce alınmış borçların servisine yönlendirmek zorunda kalıyor.
BM verileri endişe verici
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) tarafından yayımlanan son veriler, durumun ciddiyetini gözler önüne seriyor.
Verilere göre 54 ülke, vergi gelirlerinin yüzde 10’undan fazlasını sadece faiz ödemelerine harcıyor.
“Gelişmekte olan ülkelerin” vergi gelirlerine oranla ortalama faiz yükünün 2011’den bu yana neredeyse iki katına çıktığına dikkat çekildi.
Gazete, 3,3 milyardan fazla insanın borç servisine sağlıktan daha fazla harcama yapan ülkelerde yaşadığını, 2,1 milyar insanın ise borçlara eğitimden daha fazla kaynak ayıran ülkelerde hayatını sürdürdüğünü vurguladı.
Financial Times, bunun sürdürülebilir bir kalkınma yolu olmadığını, aksine borcun bir engel teşkil ettiğini belirtti.
Borçlanma maliyetleri artıyor
Bu durumun, borçlanma maliyetlerinin keskin bir şekilde yükseldiği bir dönemde yaşandığına işaret edildi. 2008 mali krizinin ardından faiz oranlarının sıfıra yaklaşmasıyla daralan borçların, şimdi çok daha yüksek faiz oranlarıyla yenilendiği ifade edildi. Gazeteye göre, Covid-19 salgını ve Ukrayna’daki savaş sonrasında getiri farkları azalmış olsa da, sermaye piyasalarında borç yenileme maliyeti birçok düşük ve orta gelirli ülke için hâlâ aşırı derecede yüksek.
Küresel ekonomideki zayıf görünüm de krizi daha da ağırlaştırıyor. Yavaşlayan büyüme, borç sürdürülebilirliğini baltalayarak krizi derinleştiriyor.
“Sistemik bir başarısızlık söz konusu”
Gazete, bugünkü krizin sistemik bir başarısızlığı yansıttığını ve bunun temelinde küresel sermaye akışlarındaki süregelen asimetrinin yattığını vurguladı.
Sermayenin gelişmiş ekonomilere genellikle anti-siklik (ekonomik döngünün tersi yönde) akarak durgunluk dönemlerinde destek sağlarken, “gelişmekte olan ülkelere” pro-siklik (ekonomik döngüyle aynı yönde) aktığı ve bu durumun şokları daha da kötüleştirdiği açıklandı.
Financial Times, bu durumun neticesinde net dış transferlerin negatife döndüğünü belirtti. Sadece 2023 yılında, düşük ve orta gelirli ülkelerin (Çin hariç) uzun vadeli borçlarda 30 milyar ABD doları net özel sektör çıkışı yaşadığı, bunun 2022’deki yaklaşık 50 milyar ABD dolarlık çıkışa göre hafif bir iyileşme olsa da hâlâ “kalkınma için önemli bir kaynak kaybını” temsil ettiği ifade edildi.
Uluslararası kurumlar yetersiz kalıyor
Çok taraflı kurumların da yetersiz kaldığına dikkat çeken gazete, Uluslararası Para Fonu’ndan (IMF) düşük ve orta gelirli ülkelere yapılan net transferlerin —salgın sırasında önemli ölçüde artmışken— şimdi çöktüğünü belirtti.
Gazete, “2020’de 22 milyar ABD dolarlık pozitif transferden, net rakam 2022’de sıfıra ve 2023’te eksi 5 milyar ABD dolarına düştü,” ifadelerini kullandı ve bunun düşük ödemeler ile faiz ödemelerindeki büyük artıştan kaynaklandığını ekledi.
‘Mevcut borç politikaları halklara değil piyasalara hizmet ediyor’
Financial Times, uzmanlar arasında pek çok “gelişmekte olan ülkedeki” mevcut borç politikalarının halklara değil, mali piyasalara hizmet ettiği yönünde artan bir fikir birliği olduğunu aktardı.
Gazete, bunun bütün ülkeleri kayıp bir on yıla veya daha kötüsüne mahkum etme tehlikesi taşıdığını vurgulayarak, dünyanın en yoksul ve en savunmasız insanlarından bazılarının bir veya daha fazla kayıp on yıl yaşamasının “dünyanın kaldıramayacağı bir durum” olduğunu açıkladı.
Gazete, tartışmanın sadece mali temerrütten kaçınmaya dayalı dar başarı anlatılarının ötesine geçmesi gerektiğini belirterek, “Gelecekleri sürdürülemez koşullardaki eski borçların servisine ipotek edilen milyarlarca insanın yaşadığı gerçekliği yansıtmalıdır,” çağrısında bulundu.
Ayrıca, tekrarlayan borç ve kalkınma krizlerine yol açan küresel yapıdaki temel kusurların ele alınmasıyla işe başlanması gerektiğini vurguladı.
Dünya Basını
Rusya ve Ukrayna heyetleri tekrar İstanbul’da: Masada neler var?

Bugün İstanbul’da yapılması planlanan Rusya-Ukrayna görüşmelerinde, barışçıl çözüme yönelik ortak bir muhtıra hedefleniyor. Ancak Moskova merkezli Dünya Ekonomi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden Eduard Solovyov’a göre, tarafların temel konulardaki (toprak bütünlüğü, Ukrayna’nın NATO üyeliği, tarafsızlık statüsü) zıt pozisyonları, Ukrayna yönetiminin meşruiyet sorunu ve muhtıranın hukuki bağlayıcılığının olmaması önemli engeller teşkil ediyor. Rusya’nın asgari talepleri arasında Ukrayna’nın NATO’dan uzak durması ve toprak değişikliklerinin tanınması yer alırken, bu maddeler Kiev için kırmızı çizgi niteliğinde. Uzmana göre, olası bir muhtıranın Rusya’ya yönelik yaptırımları kısa ve orta vadede etkilemesi beklenmiyor.
Post-Sovyet Araştırmalar Merkezi Başkanı, gelecekteki muhtıranın önündeki engelleri değerlendiriyor
2 Haziran 2025
2 Haziran’da İstanbul’da Rusya ve Ukrayna heyetlerinin bir araya gelmesi bekleniyor. Rusya Bilimler Akademisi Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Post-Sovyet Araştırmalar Merkezi Başkanı Eduard Solovyov, tarafların ortak bir muhtıraya giden yolda çözmeleri gereken sorunları ele alıyor.
2 Haziran’da İstanbul’da Rus ve Ukrayna heyetleri arasında bir görüşme yapılması planlanıyor. Bu görüşmenin sonucunda tarafların barışçıl bir çözüme ilişkin ortak bir muhtıra imzalaması gündemde. Kiev’in iddialarına göre Ukrayna, muhtıra versiyonunu Moskova ve Washington’a göndermiş durumda. Moskova ise sızıntıları ve görüşmeler başlamadan önce yapılabilecek taraflı yorumları engellemek amacıyla kendi taslağını İstanbul’da sunacağını belirtiyor.
Nihai muhtıranın nasıl görüneceği konusunda şimdilik bir yargıya varmak zor. Büyük ihtimalle Kiev ve Moskova tarafından hazırlanan belgeler temelden farklılık gösteriyor. Görüşmeler sırasında bu belgelerin birleştirilip birleştirilemeyeceği ise büyük bir soru işareti. Fakat, çatışmanın olası çözümüne ilişkin tartışmaların, son zamanlarda sadece Ukrayna değil, Avrupa siyasi elitlerinin de özelliği haline gelen sert açıklamalardan, ültimatomlardan ve megafon diplomasisinden uzaklaşarak, daha rasyonel, profesyonel ve somut sonuç odaklı bir tartışma düzeyine kayma fırsatı bulması bile bir ilerlemedir.
Ukrayna tarafının, ateşkesin koşullarına odaklanmaya çalışacağı tahmin ediliyor. Rusya tarafı ise muhtemelen, ikili Rusya-Ukrayna ilişkileri ve anlaşmalarının ötesine geçen, çatışmanın genel olarak sona ermesine yönelik kendi vizyonunu öne sürecektir. Bu vizyon, NATO ülkeleri ve Amerika Birleşik Devletleri de dahil olmak üzere Batılı ülkelerden belirli taahhütler içeriyor. Dolayısıyla, muhtırada neredeyse kesin olarak Ukrayna çevresindeki çatışmanın çözümüne ilişkin ilkeler ve daha geniş çerçeveler yer alacaktır.

Eduard Solovyov
Muhtıra, hukuki bağlayıcılığı olan bir belge niteliği taşımıyor. Belgede, olası bir anlaşmanın bazı temel parametrelerinin sabitlenmesi bekleniyor. Moskova’nın sıkça ve tutarlı bir şekilde dile getirdiği bir sorun var: Ukrayna tarafındaki meşruiyet eksikliği. Kiev’de bağlayıcı bir hukuki belgeyi imzalayacak kimse bulunmuyor. Ukrayna Devlet Başkanı ve parlamentosunun (Verhovna Rada) yetki süresi 2024 yılında dolmuştu. Muhtıra, gelecekte meşru Ukrayna makamlarıyla yapılacak bir anlaşma çerçevesinde sağlamlaştırılacak olan anlaşmaların bir ara biçimidir.
Tarafların bir dizi kilit konudaki pozisyonları taban tabana zıt. Mevcut Ukrayna yönetimi, Kırım’ın, Donetsk ve Lugansk halk cumhuriyetlerinin, Zaporojye ve Herson oblastlarının Rusya’ya ait statüsünü tanımıyor. Rusya, toprak değişikliklerinin sabitlenmesinde ve daha geniş bir bağlamda Ukrayna’nın tarafsızlık statüsünün ve silahsızlandırılmasının sağlanmasında ısrar ediyor. Bu arada Kiev, ülkenin NATO’ya katılım hedefinin Anayasa’da sabitlendiğini ve bu konuda tartışılacak bir şey olmadığını, savunma kapasitesinin güçlendirilmesinin ise egemenliğin garantisi olduğunu belirterek bu son iki konuyu da görüşmeyi reddediyor.
Esasında Moskova için önemli olan sadece Kiev’in tarafsız, blok dışı statü garantileri ve silahlı kuvvetlerin sayısal azaltılması konusundaki taahhütleri değil, aynı zamanda NATO ülkelerinin sadece Ukrayna’ya değil, en azından diğer Sovyet sonrası ülkelere yönelik olarak da doğuya doğru genişlememe taahhütleridir. Bu tür geniş siyasi genellemelerin muhtırada yer alıp almayacağı henüz belirsiz.
Rusya için asgari program, Ukrayna’nın sadece NATO’ya katılmama taahhüdünde bulunmasını değil, aynı zamanda ittifak ülkelerinin kendi topraklarını askeri amaçlarla kullanmasına izin vermemesini sağlamaktır; yani, ittifak ülkeleriyle ortak tatbikat yapmama, yabancı askerlerin ve askeri altyapının varlığını dışlama ve askeri-teknik işbirliğinin bazı gelişmiş biçimlerinden kaçınma taahhütlerini sabitlemektir. Ayrıca, Kırım’ın, Donbass cumhuriyetlerinin ve Novorusya’nın iki bölgesinin değişen statüsünün tanınmasını sağlamaktır. Kiev makamları için bugüne kadar tüm bu konular, mevcut Ukrayna yönetiminin çizdiği kırmızı çizgilerin aşılması anlamına geldiği için fiilen tabuydu.
Ayrı bir konu da yaptırımların kaldırılması beklentileri; Avrupa kulvarında bu konuyu, çatışmada sürdürülebilir bir çözüme ulaşılana kadar tartışmak zor olacaktır. Bu nedenle, Rusya karşıtı yaptırımlar, özellikle Avrupa yaptırımları, orta vadede büyük olasılıkla devam edecek ve ortak bir Rusya-Ukrayna muhtırasının imzalanması, mevcut durumu ve yasa dışı olarak dondurulan Rus varlıklarının iadesi beklentilerini etkilemeyecektir.
Dünya Basını
Savaş sonrası Suriye’yi dönüştüren ‘Sünni popülizm’

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, savaş sonrası Suriye’de HTŞ’nin selefi cihatçı lideri Colani şahsında şekillenen yeni Sünni popülizmin ideolojik dayanaklarını, toplumsal tabanını ve tarihsel referanslarını mercek altına alıyor. Yazar Malik al-Abdeh’e göre neo-Emevîci retorik, yalnızca bir kimlik siyaseti değil, aynı zamanda yeni rejimin meşruiyet inşasında stratejik bir araç olarak da karşımıza çıkıyor. Bu süreçte, dini sembollerle bezenmiş popülist anlatı, 8 Aralık öncesi Suriye Arap Cumhuriyeti’nin seküler mirasına açıktan bir reddiye niteliği taşıyan yeni bir tarihsel bilinç inşa ediyor. Makale, bu dönüşümü aktarırken, tarihle kurulan bu yeni ilişkinin hem toplumsal aidiyetler hem de siyasal tahayyüller üzerindeki etkilerini sorgulamak için verimli bir zemin sunuyor.
“Suriye’yi Yeniden Büyük Yap”: Savaş Sonrası Suriye’yi Dönüştüren Sünni Popülizm
Malik al-Abdeh
Al Majalla
16 Mayıs 2025
Çev. Leman Meral Ünal
ABD Başkanı Donald Trump’ın Suriye’nin geçiş dönemi liderine duyduğu aleni hayranlık kimse için şaşırtıcı olmadı. İki lider, güç kavramına, sistemle mücadeleye ve zafer kazanmaya dair karşılıklı bir takdiri paylaşıyor. Riyad’daki görüşmelerinin ardından Trump, Ahmed eş-Şara’yı basına “Genç, etkileyici bir adam. Sert bir tip. Güçlü bir geçmişi var. Çok güçlü geçmiş. Savaşçı” diye tanıtmıştı. Trump ve eş-Şara ayrıca sosyal medya üzerinden kendi seçmen kitleleriyle bağ kurma ve kendilerini halklarının yegâne kurtarıcısı ve savunucusu olarak konumlandırmada dikkate değer bir ortaklığı da paylaşıyorlar.
Eş-Şara’nın IŞİD ve El-Kaideci geçmişinden küresel başkentlerde kabul gören bir devlet başkanına uzanan yolculuğu, sıradan Sünniler nezdinde onun kahraman imajını pekiştirdi. İç savaşta kazanılan zaferin bir tür Sünni gururuna dönüşmesi, savaş zamanının liderine verilen desteğe yansıyor.
The Economist’in 2 Nisan’da yayımlanan ve ülkenin tüm bölgelerinden ve mezhepsel gruplarından 1500 Suriyeli ile yapılan bir anket çalışmasına göre, Suriyelilerin yüzde 81’i eş-Şara yönetimini onaylıyor. Bu oranın, ABD yaptırımlarının kaldırılmasının ardından daha da yükselmiş olması muhtemel.
Ancak çok da uzun sayılmayacak bir zaman önce eş-Şara bu popülaritenin çok uzağındaydı. Cihatçı aşırılıkla fazlasıyla ilişkilendirildiği gerekçesiyle Suriye devriminin ana akımı tarafından kabul görmüyordu. Bugün onun karizması ve siyasi kavrayışına övgüler düzen pek çok televizyon yorumcusu ve sosyal medya fenomeni, bir zamanlar onu en sert şekilde eleştiriyordu.
Elbette, başarı kaçınılmaz olarak destekçileri galip tarafa çeker; dolayısıyla bu türden “fırsatçılıklar”da pek de şaşırtıcı bir yan yok. Fakat burada daha incelikli bir dinamik devreye girdi: Eş-Şara’nın bilinçli şekilde Sünni Arap popülizmine yönelmesi. Batı’da Suriye’ye dönük yaptırımların kaldırılmasına dönük tartışmalarda eş-Şara’nın pragmatizmine yapılan yatırım ve Suriye’nin yeniden inşası pastasından pay koparabilme arzusu göz ardı ediliyor.
Tüm bunlara paralel olarak ise, Suriye içinde farklı bir anlatı güç kazanıyor: Eş-Şara’yı Sünni mahalinde eleştirilemez kılmak için özenle kurgulanmış bir retorik – yani Emevîcilik.
Neo- Emevîcilik
Eş-Şara’nın yakın danışmanları tarafından desteklenen ve kendisine sadık sosyal medya fenomenleri tarafından yaygınlaştırılan bu nostaljik kavram, Suriye’nin Sünni Araplarına onların “yeni Emevîler” olduğunu vaaz ediyor. Hükümet yanlısı medya figürü Musa el-Ömer (X’te 685,000 takipçisi var), 19 Şubat’ta sosyal medya hesabından eş-Şara’nın at sırtında olduğu bir video paylaştı. Videoda çalan şarkının ilk dizesi şöyleydi: “Emevîler altın soyundandır / adları Pers krallarına korku salar / kitaplar onları övmeye yetmez.”
Eş-Şara’nın 26 Şubat’ta Ürdün Kralı II. Abdullah’ı ziyareti sırasında, Heyet-i Tahrir Şam’ın (HTŞ) yönettiği sosyal medya hesaplarında ana slogan “Emevîler Haşimilerle buluşuyor” idi. Hükümet yanlısı din adamı ve ulusal diyalog hazırlık komitesi başkanı Hasan ed-Duğaym, 21 Nisan’da bir grup Hristiyan lidere yaptığı konuşmada yeni devletin onlara “tıpkı Emevîler gibi adil davranacağını” ilan etmişti.
Bu hem gurur okşayan hem de oldukça güçlü bir tarihsel referans: MS 661-750 yılları arasında 89 yıl boyunca Emevî hanedanı, başkenti Şam olan ve Kuzey Afrika’dan Kafkaslar’a, oradan Orta Asya’ya uzanan bir imparatorluğu yönetti. Daha sonra, İspanya’ya yerleşmiş, 275 yıl boyunca da (756–1031) Kurtuba’dan hüküm sürmüşlerdi. Dünyevi ve pragmatik bir hanedan olarak bilinen Emevîler, Bizans idari yapılarını uyarlayıp geliştirmiş, göreli bir hoşgörü sürdürmüş, dönemin IŞİD’i sayılabilecek Haricileri bastırmışlardı.
Emevîler aynı zamanda İslam’ın dördüncü halifesi ve Şiilerin en kutsal figür olarak saydıkları Ali’nin tarihsel düşmanlarıydı. Ali’ye isyan etmiş ve onun soyundan gelenlerle -en meşhuru ikinci Emevî “halifesi” Yezid tarafından Kerbela’da katledilen oğlu Hüseyin ile – savaşmışlardı. Bu tarih, Emevîleri Şii teolojisinde şeytanlaştırılmış bir timsal haline getirir.
Bir de tabii, Emevîler Arap milliyetçisiydi ve uyguladıkları politikalarla sistematik olarak Perslere ayrımcılık uyguluyordu. “İran işgalinden kurtarılmış” bir Arap ülkesinde, Emevîler Esad ve İran’dan geriye kalan ne varsa onu simgeliyordu.
Mezhepsel bir şifrenin ötesi
Emevî referansı, yalnızca mezhepsel bir şifre değil. HTŞ, tarihsel Emevî devletinin mirasına yaptığı atıfla, siyasi projesine pratik bir meşruiyet kazandırmayı ve etkisini Selefi çevrelerin dar sınırlarının ötesindeki Sünni topluluklara yaymayı hedefliyor. Bu strateji, HTŞ’nin radikal İslamcı bir silahlı örgüt olmaktan çıkıp, destekçileri nezdinde etkin yönetim becerisine sahip ve Suriye’ye eski “ihtişamını” kazandıracak iddialı başarılar vaat eden daha “vatansever” bir siyasi yapı olarak görülmesini de sağlıyor.
Sünni fakihlerin ana akım görüşü, Emevîlerin Ali ile olan çekişmesinde hatalı olduğu ve Hüseyin’in katlinin kabul edilemez bir suç teşkil ettiği, fakat ümmetin maslahatının Müslümanların onların liderliğini kabul edip ilerlemesini gerektirdiği yönünde. Antik ve modern tarihçiler ise, Emevîler döneminde seküler çıkarların dini ilkelerin önüne geçtiği konusunda hemfikirler. Öyle ki Emevîler dini hassasiyetlerden çok etkililiğe öncelik veriyorlardı.
Günümüzde “Benî Ümeyye” tabiri¹, dini bağlılık derecesine bakılmaksızın eş-Şara’yı ve onun hükümetini destekleyen Sünnilerle eş anlamlı kullanılır hâle geldi. Emevîler yalnızca devlet yönetiminde dindarlığı bir kenara bırakmakla kalmamış, istişare (şura) prensibini de terk etmişti. Bu durum, yeni kurulacak Suriye devletinin de benzer şekilde demokratik bir meşruiyetten yoksun, anayasal bir cumhuriyetten ziyade yarı-monarşik bir yapıya benzemesi nedeniyle bilhassa işlevli bir referans sunuyor.
Sünni sokağındaki cazibe
Ne var ki tüm Suriyeliler Emevîciliğe aynı ölçüde coşku duymuyor. Dini azınlıklar bunu bir İslam devleti ile eş anlamlı görürken, Kürtler Arap şovenizminin örtülü şekli olarak yorumluyor. Liberal Sünniler şovenizm, kimi İslamcılar ise Muhammed peygamber ve sahabelerin ideal modelinden bir adım geri çekiliş olarak değerlendiriyor.
Ne var ki HTŞ için Emevîler, antik ile modernin kusursuz bir kimlik sentezini temsil ediyor: İslami ama İslamcı değil, geleneksel ama idealist, hoşgörülü ama gerektiğinde acımasız olabilen, görünüşte dindar ama maddi servet biriktirmeye de açık ve elbette ki “Suriyeli.”
Emevîcilik, ideolojik sembolizm açısından pek de sofistike sayılmaz; fakat ona asıl gücünü belki de popülist sadeliği kazandırıyor. Yeni bir altın çağ vaadi taşıdığı için, savaşın yükünü en ağır şekilde taşımış, bürokratlar, entelektüeller ve azınlıklar tarafından aşağılanmış ve ikinci sınıf muamelesi görmüş geniş bir kesimde teveccüh görüyor. Eş-Şara sayesinde, bu kesimler hem itibar hem de devlet kaynaklarından önemli bir pay elde ediyorlar.
Alabama’daki beyaz işçi sınıfı için kırmızı MAGA [Make America Great Again – Amerikayı Yeniden Büyük Yap] şapkası neyse Halep’in kırsalındaki Sünni bir Arap için bir “Benî Ümeyye” şarkısı odur. Bu, ülkelerinin artık kendilerine ait olduğunu, kontrolü yeniden ele aldıklarını ve “Suriye’yi Yeniden Büyük Yapacaklarını” ilan etme biçimleridir.
Tıpkı Riyad’daki yeni liderleri gibi, artık sahnedeler…
¹ “Benî Ümeyye” (Ümeyye soyundan gelen veya Emevîler), İslam tarihindeki ilk hanedanlık olan Emevîler’in (661–750) kurucu kabilesine verilen isimdir. (ç.n.)
-
Dünya Basını1 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika2 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Görüş1 hafta önce
Rusya ile müzakerelerde aklıselimin galip gelme ihtimali
-
Diplomasi1 hafta önce
Lavrov’un ziyareti ve Ermenistan’da son durum: Denge mi, savrulma mı?