Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“Seçimlerin ardından AB daha merkezi, daha militarist olacak”

Yayınlanma

6-9 Haziran’da yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, hem AB’de hem de AB dışında büyük yankı uyandırmış görünüyor. Tartışma daha ziyade Avrupa’da yükselen “aşırı sağ” üzerinden dönüyor. Almanya için Alternatif’in (AfD) Almanya’da ikinci parti, Ulusal Birlik’in (RN) ise Fransa’da birinci parti haline gelmesi, 1930’lu yılların Avrupa’sına geri dönüş endişesini hortlattı.

Bununla birlikte, eski AP merkezi diyebileceğimiz “merkez sağ” Avrupa Halk Partisi (EPP) de gücünü artırırken, AP içerisindeki güçler dengesinin hemen hemen aynı kaldığını söylemek mümkün. Dahası bazı ülkelerde de “aşırı sağ”da özel bir yükseliş bir yana dursun, sağ güçlerin gerilediğini de gözlemliyoruz.

Bu noktada aşırı sağın yükselişinden ziyade merkez ile sağın daha fazla iç içe geçtiği, siyasi farklılıkların askerileşme ve merkezileşme ile törpülendiği, Birleşik Krallık ve ABD’deki seçim sonuçlarının da etki edeceği melez bir rejime doğru ilerliyor olabiliriz.

Brave New World editörü, gazeteci Ben Wray de seçimlerin ardından AP’deki güçler dengesini değerlendirdi ve Brüksel’in politikalarında radikal ve hızlı bir değişikliğin yaşanmasını beklemediğini vurguladı. Ona göre AB daha militarist hale gelecek, kemer sıkma kıtaya geri dönecek ve başka işçi sınıfı olmak üzere Avrupa halklarının AB karşıtı hoşnutsuzluğu daha da artacak.

Bu bağlamda, Wray’e göre “aşırı sağ”ın yükselişini abartmamak önemlidir; zira tüm ana akım siyasetçiler zaten “aşırı sağ” siyasetçiler gibi konuşmaktadır.

Avrupa Parlamentosu’ndaki güçler dengesi çok fazla değişmemiş gibi görünüyor, fakat Fransa ve Almanya gibi bazı önemli AB ülkeleri önemli ulusal değişikliklerle karşı karşıya. Seçimlerden sonra AB için ne bekliyorsunuz?

Seçim sonuçlarını kısaca özetlemek gerekirse, aşırı sağ daha güçlü, Yeşiller ve liberaller daha zayıf, fakat Avrupa Parlamentosu’ndaki genel güç dengesi radikal bir şekilde değişmedi.

Aşırı sağ, Batı Avrupa’da özellikle Almanya ve Fransa’da önemli ilerlemeler kaydederken, İskandinavya ve Orta Doğu Avrupa’da bir miktar geriledi. Genel olarak, Avrupa Parlamentosu’ndaki iki aşırı sağcı grup 2019’a kıyasla 13 sandalye daha fazlasına sahip.

Bu, aşırı sağın gücünü biraz düşük gösteriyor çünkü Alman aşırı sağ grubu AfD de altı sandalye kazandı (15’e yükseldi) ve herhangi bir gruba bağlı değil. Tüm aşırı sağcı güçleri bir araya getirdiğinizde, Parlamento’da ikinci büyük grup olan merkez sol Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) ile benzer bir güce sahip oluyorlar.

Yeşiller ve liberaller bu seçimin en büyük kaybedenleri oldu ve her iki parti de Parlamentodaki sandalyelerinin dörtte biri ile üçte biri arasında bir oranını kaybetti. En büyük grup olan merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP), dokuz sandalye artarak 185’e yükseldi ve Parlamentodaki tüm sandalyelerin dörtte birinden fazlasını kazandı. En küçük parlamento grubu olan Sol ise hemen hemen olduğu yerde kalarak sadece bir sandalye kaybetti ve 36’ya düştü.

Genel olarak bu seçimlerin ardından Avrupa Parlamentosu’nun daha sağcı bir görünüm alacağını ve iki olası çoğunluğun oluşacağını söyleyebiliriz.

Çoğunluklardan biri “radikal merkez” olarak tanımlanabilecek, neoliberal ve Atlantikçi statükoyu koruyan politikalara bağlı olanlar. Bu çoğunluk EPP, S&D ve liberallerden oluşmaktadır. Bu partiler bir arada 2019’da olduğu gibi hala Parlamentoda çoğunluğa sahipler, fakat bu çoğunluk daha önce olduğundan daha dar.

Alman merkez sağ siyasetçi ve dolayısıyla EPP grubunun bir parçası olan Ursula von der Leyen’e 2019’da Avrupa Komisyonu Başkanı olması için oy veren de bu radikal merkez koalisyonuydu. Leyen oylamadan bu yana, Konseyin (üye devletlerin) ve Parlamentonun çoğunluğunun desteğini gerektiren ikinci dönem Başkanlık görevi için bu koalisyonu bir arada tutmaya çalışacağını belirtti. Avrupa’daki bazı Sosyal Demokrat partilerin hoşnut olmadığı İsrail’in Gazze’deki soykırım savaşına verdiği büyük destek ve etrafını saran yolsuzluk soru işaretleri nedeniyle Leyen için bu kez durum biraz karmaşık olabilir.

İkinci olası çoğunluk ise EPP, Parlamentodaki aşırı sağcı güçler ve liberalleri bir araya getiren sağcı bir ittifak. Leyen son yıllarda İtalya’nın aşırı sağcı Başbakanı Giorgia Meloni ile özellikle mülteciler ve sınır kontrolleri konusunda ittifak kurarak böyle bir ittifakı geliştiriyor.

Buradaki sorun, iki aşırı sağcı grubun da bir dizi kilit konuda bölünmüş olması. Örneğin Meloni’nin etrafındaki grup, Ukrayna konusunda farklı bir perspektife sahip olan Fransız aşırı sağ partisi Ulusal Birlik’i de içeren “Kimlik ve Demokrasi” grubundan çok daha fazla NATO yanlısıdır. AB’nin genişlemesi ve Avrupa’nın Çin ile ilişkisi de diğer önemli bölünme konularıdır. Liberaller de aşırı sağcılarla çok sık el ele görünmek istemeyeceklerdir, dolayısıyla bu da potansiyel koalisyondaki bir başka çatlaktır.

Bence Leyen ya da Avrupa Komisyonu’nun bir sonraki başkanı kim olursa olsun, Avrupa Parlamentosu’ndaki bu iki farklı olası çoğunluktan, AB makinesinin işine geldiği zaman ve şekilde faydalanmaya çalışacaktır. Aşırı sağa yaklaşmak çıkarlarına uygun olduğunda Komisyon bunu yapacaktır, aslında pek çok konuda bunu zaten yapmıştır. Fakat radikal merkez çoğunluk en belirgin olanı olacaktır.

Sonuç olarak, AB büyük ölçüde eskisi gibi devam edecek, daha merkezileşecek, daha militarist olacak ve önümüzdeki yıllarda kemer sıkma politikalarının kıtaya geri dönmesi de muhtemel. Bu da başta işçi sınıfı olmak üzere milyonlarca AB vatandaşının AB’ye yönelik hoşnutsuzluğunu arttıracaktır.

Sizce Ukrayna’nın desteklenmesi, göç anlaşması ya da Yeşil Mutabakat gibi önemli konularda AB rotasını hemen değiştirebilir mi?

Her bir konuyu sırayla ele alalım. Ukrayna konusunda AB, Washington’dan gelen diktaları büyük ölçüde takip ederek çatışmada destekleyici bir aktör konumunda. Ukrayna savaşının anahtarı ABD ve Rusya’nın elinde. ABD Kongresi Ukrayna’ya silah ve finansman desteğini artırdı ve bunu Avrupa’dan gelen destek artışı takip etti. NATO da Ukrayna’nın NATO silahları ve lojistik desteğiyle Rus topraklarına saldırabilmesi için kırmızı çizgilerini değiştiriyor. Tüm bunlar çok tehlikeli tırmanışlar ama Ukrayna’nın savaşı kaybetmesini durdurmaya yetmesi pek olası değil. Bir noktada Ukrayna’nın lehine olmayacak bir barış anlaşması müzakere edilmek zorunda kalınacaktır, ama bunun hiç bitmeyen bir katliama tercih edileceği kesindir.

Her halükarda, Leyen’in liderliğinde AB giderek askerileşiyor ve Ukrayna savaşı nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın bunun devam edeceğinden şüpheleniyorum. Leyen’in Avrupa Komisyonu’nun başındaki ikinci dönemi için yürüttüğü tüm kampanya Avrupa’yı yeniden silahlandırmak ve üçüncü bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuz fikrini öne çıkarmak üzerine kurulu. Bu son derece pervasızca bir yaklaşımdır fakat ne yazık ki şu anda Avrupa’da bu emperyal çatışma güdüsünü durdurmak için gereken türden bir savaş karşıtı hareket mevcut değildir.

Göç konusunda AB, Türkiye’ye, Mısır’a, Tunus’a ve güney sınırındaki diğer tüm ülkelere yüklü miktarda para ödeyerek AB’nin sınırlarını dışsallaştırma politikasının doğru olduğuna inanıyor çünkü bu, AB’nin çaresiz göçmenleri ve mültecileri bastırmak gibi çirkin bir işle ellerini kirletmek zorunda kalmayacağı anlamına geliyor. Fakat insanları Avrupa’ya doğru göç etmeye iten sorunlar –iklim krizi ve savaş da dahil olmak üzere– giderek daha da kötüleşiyor, dolayısıyla küresel güneyden küresel kuzeye doğru insan hareketi daha da artacak.

Yeşil Mutabakat konusunda, 2019’daki son Avrupa seçimleri ile bugünü karşılaştırmak ilginç. O dönemde iklim eylemi için tüm Avrupa’da yürüyen bir gençlik hareketi vardı, Greta Thunberg hepimizin televizyon ekranlarındaydı ve hiçbir politikacı iklim konusunun önemini görmezden gelemez gibi görünüyordu. Aradan beş yıl geçti ve iklimin bozulması sorunu daha da derinleşmesine rağmen, siyasi iklim tamamen farklı ve ana akım politikacılar daha önce verdikleri iklim taahhütlerini görmezden gelmekle kalmıyor, aşırı sağın seçmenlerini geri kazanmak amacıyla net-sıfır politikalarını çöpe atmak için alenen kampanya yürütüyorlar.

Bu bağlamda, AB zaten yeterince iddialı olmayan Yeşil Mutabakat önerilerini ciddi şekilde sulandırdı. Seçim sonuçları göz önüne alındığında bu sulandırmanın daha da devam edeceğini tahmin ediyorum. Çin’in temiz enerji teknolojisinde ve emisyon azaltımında hızlı ilerlemeler kaydetmesiyle birlikte, Avrupa hızla iklim liderliğinden iklim geriliğine doğru ilerliyor; bu da Avrupa’nın dünyada gerileyen ve giderek önemsizleşen bir güç olarak konumunu daha da sağlamlaştıracak bir değişim.

“Aşırı sağın” artık Avrupa’ya liderlik ettiği yaygın bir analiz. Birleşik Krallık da dahil olmak üzere Avrupa’da gerçekten “aşırı sağ” yükselişte mi? İngiliz ve Amerikan seçimlerinden ne beklemeliyiz?

Bir yandan, aşırı sağın yükselişini abartmamak önemlidir. Avrupa genelinde çoğunluğa yakın bir seçmen desteğine sahip olmadıkları gibi, siyasi bir güç olarak da tutarsız ve istikrarsızlar; kıtayı dönüştürecek net bir programları yok.

Öte yandan, aşırı sağın şu anda Avrupa’ya liderlik ettiği de aşikar; öyle ki tartışmalara o denli hakim oluyor ki merkez sağ giderek aşırı sağın tüm siyasi söylemlerini kendi söylemleri olarak benimsiyor. Göçmenlik, Müslümanlara ve İslam dinine yönelik tutumlar konusunda pek çok merkez sağ siyasetçi bugün tıpkı aşırı sağcı siyasetçiler gibi konuşuyor.

Bunu, Muhafazakâr Başbakan Rishi Sunak’ın büyük seçim kampanyası vaadinin “tekneleri durdurmak” –Manş Denizini geçmeye çalışan göçmenler– ve geçen göçmenleri Ruanda’ya göndermek olduğu Birleşik Krallık’ta görüyoruz. Bu sözler kolaylıkla aşırı sağcı bir politikacıya ait olabilir. ABD’de Donald Trump, Cumhuriyetçi Parti’deki hakimiyeti sayesinde aşırı sağ ve merkez sağı bir araya getirmeyi başardı.

Temmuz ayında Birleşik Krallık’ta yapılacak seçimleri İşçi Partisi’nin kazanacağı çok açık. Bu Muhafazakârlar için tarihi bir yenilgi ve modern zamanlardaki en kötü yenilgilerinden biri olacak. Sorun şu ki Keir Starmer liderliğindeki İşçi Partisi, Britanya’da yaşam standartlarının önemli ölçüde düştüğü 14 yıllık Muhafazakâr iktidara gerçek bir alternatif oluşturmuyor.

ABD’de şu anda seçimi kimin kazanacağını söylemek çok zor. ABD Başkanı Joe Biden, İsrail’in Gazze’deki barbarca savaşını ele alış biçimiyle kendisini büyük ölçüde gözden düşürdü. Fakat 2020’de Başkanlığı Biden’a kaptırdıktan dört yıl sonra pek çok Amerikalının Trump hakkındaki fikrini değiştirdiğinden emin değilim. Kim kazanırsa kazansın, iki yaşlı siyasetçi arasındaki yarış ABD’de demokrasinin içinin ne kadar boş olduğunu gösteriyor ve ne Demokratlar ne de Cumhuriyetçiler Amerikalıların umutsuzca ihtiyaç duyduğu sosyalist, işçi sınıfı siyasetini temsil ediyor.

SÖYLEŞİ

Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur

Yayınlanma

Yazar

Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”

Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.

Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.

Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?

Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.

Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.

Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.

Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.

Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.

Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.

Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.

Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.

Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.

Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.

Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.

Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.

Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.

Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.

Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?

Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.

Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.

Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.

Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.

Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?

Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.

Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.

Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.

Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.

 

Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?

Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.

Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.

ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.

Okumaya Devam Et

RUSYA

‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’

Yayınlanma

Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”

Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.

Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.

Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.

Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.

İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.

Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.

Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.

Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.

Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.

Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?

Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.

Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?

Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.

Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.

Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.

Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?

Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz

Yayınlanma

Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”

Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.

İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:

‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’

“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.

Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.

Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.

“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”

Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.

Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.

Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.

Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.

“Türkiye, Mısır için çok önemli”

Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.

Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:

” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”

“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”

Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:

“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”

“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”

Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:

“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English