Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Mihail Hazin’in ekonomi, kriz, jeostrateji görüşleri-1: “Sonuçta neden kaybettik?”

Yayınlanma

Mihail Hazin, önemli bir iktisatçı. İlk defa Andrey Kobyakov ile birlikte yazdıkları 2003 tarihli “Dolar İmparatorluğunun Günbatımı ve Pax Americana’nın Sonu” adlı kitabıyla popüler olmuştu. Kitap, 2008 krizinin habercisiydi ve birçok açıdan öngörüleri krizle tamamen örtüşmüştü.

Bununla birlikte Hazin’in felaket tellallığı hatta komplo teorisyenliğiyle suçlandığı da çok olmuştur. Bu büsbütün temelsiz değil. Ama Hazin’i onlardan ayıran çok önemli bir nokta var: ifrata varan iddialar ileri sürdüğünde bile bu, güçlü bir analizin sonuçlarının abartılması şeklinde ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, benim görüşüme göre öngörüler önemli, ama onları ortaya koyarken yapılan temellendirmeler çok daha önemli.

Aslında Hazin’e Rusya’daki siyasi önemini kazandıran da büyük ölçüde bu niteliği. Karar alıcılar arasında ilişkileri de var ve saygın; bu, benzer düşüncelerin onlar arasında da yaygın olduğuna yorulmalı.

Yazı, aslında bir youtube konferansının çözümü. Konferans 18 Mart’ta yayınlandı. Metne dökülmemişti — başka deyişle ben çeviriyi konferansı dinleyerek yaptım. Ancak çok tartışmalı ve nesnel olarak temellendirilmemiş gördüğüm üçüncü bölümünü (ABD ve Britanya arasında çatışmaların Güneydoğu Asya’da ve Kafkaslarda oynadığı rol) yayınlamayı gereksiz buldum. 

* * *

Özel talebi devlet hesabından teşvike dayanan çağdaş iktisat model 1980’lerin başında ortaya çıktı ve “reaganomics” adını aldı. Oysa bu daha 1970’li yılların sonunda icat edilmişti. Özü şudur: 1970’li yıllarda ABD’de sermaye verimliliğinde düşüş krizi tekrar etmişti; bu, aslında üçüncü krizdi ve bu 10 yıl boyunca iktisadi büyüme olmamasına yol açmıştı.

Aslında iki düşme döngüsü vardı. İlki 70’lerin başında, ikincisi 70’lerin sonuna doğruydu. Bunlar sermaye verimliliğinde düşüşün önemsiz olduğu iki-üç yıllık görece sükûnet devresiyle bölünmüştü.

Çağdaş batı iktisat bilimi, küçük bir büyüme dönemiyle ayrılmış iki resesyon olduğunu iddia eder, oysa öyle değildir. Mesele şudur: çağdaş liberal iktisat teorisi resesyonun fazla uzun olmasını yasaklar; bu yüzden 10 yıllık bir çöküşü hiçbir şekilde kabul edemez. Şuna dikkat edelim: 30’lu yıllarda da durum çok benzerdi ve 10 yıl boyunca iktisadi büyüme görülmemişti. Bu dönem depresyon diye anılıyor. Depresyon kelimesi toplumu korkutmuştu; bu yüzden resesyon kelimesi uyduruldu. Daha sonra da bu kelimenin altına, her resesyonun hızla sona erdiğini ve 2-2,5 yıldan fazla sürmediğini iddia eden iktisat teorisi icat edildi.

Oysa burada koca bir 10 yıl var. İstatistik verilerini halen gözden geçiriyorum; bunlar bir iktisadi büyümeyle ayrılmış iki çöküş, iki resesyon gösteriyordu. Bir kez daha tekrar ediyorum: gerçekte iki çöküş dalgası vardı ve bunlar arasında da hiçbir büyüme olmamıştı.

Bu konuda uzun uzun tartışılabilir, çünkü istatistik verilerin değerlendirilmesi muazzam bir sanattır, özellikle de geriye dönük olduğunda. Ben olasılık teorisi ve matematiksel istatistik uzmanı eğitimim sırasında SSCB Merkez İstatistik İdaresi’nde, İstatistik Enstitüsü’nde çalıştım, bu nedenle bu durumu, başlangıç verilerine biçimsel olarak bağlı kalırken, yani biçimsel bir tahrifat yapmadan bile verilerin nasıl varyasyon gösterebileceğini çok iyi biliyorum. Zaten çağdaş istatistik tahrifatla suçlanamaz.

70’lerin sonunda ABD Fed başkanı Paul Walker yeni bir model geliştirdi, daha doğrusu onun yönetiminde iktisadi kalkınmayı sağlayabilecek bir model geliştirildi. Bu modelin muhtevasını… daha önce de anlatmıştım. Böylece tarihte ilk defa hane halkı ve özel kişilerin kredileri ödememesine izin verildi; yani bir sonraki krediyi ancak öncekini ödedikten sonra alabileceklerdi. Bunun tek istisnası da ipotekti. Bu, borcun devlet tarafından re-finansmanına izin verilmesiydi. Başlattıkları model borcun devamlı finanse edilmesiydi; bu da re-finansman sunulan kredinin devamlı surette artırılması, yani borcun artırılması suretiyle yapılıyordu.

Sonuçta 2008 krizi bugüne kadar sürdü. Amerikan hane halkının ortalama borcu reel gelirin yaklaşık yüzde 60’ından yüzde 130’dan fazlasına yükseldi. Fed faizleri de 1980-1981’de yüzde 18’den 2008 aralığında sıfıra düştü.

2008 krizi meydana geldi, çünkü borcun re-finansmanı artık mümkün değildi. Merkez Bankası faizi, mevduat faizinden farklı olarak, negatife düşemez.

O halde şu soru ortaya çıkıyor: ileride neler olacağını 70’lerin sonunda bilmiyorlar mıydı; neden açıkça işlevselliği zamanla sınırlı bir şemaya giriştiler? Üstelik de bu şemanın sonucunda tam bir felaket ortaya çıkacağını çok iyi biliyorlardı.

70’li yıllar boyunca Sovyetler Birliği iki sistemin rekabetinde başarı kazanmıştı. Bütün 70’li yıllar boyunca SSCB’de iktisadi büyüme devam ediyordu. Evet, yavaşlayarak; çünkü sermaye verimliliğinin düşme krizi SSCB’de de yaşanıyordu. Ama planlı ekonomi bu krizin sonuçlarını minimize etmeye imkân sağlıyordu.

SSCB sıfır iktisadi büyüme ortamına ancak 80’lerin başında girdi; farklı değerlendirmelere göre tam da Brejnev’in öldüğü ve Andropov’un geldiği sırada. Ben İstatistik Enstitüsü’nde çalışırken anlatırlardı: Sovyet yaşlıları, yaşlılar yani uzman anlamında, 70’lerin sonlarında ve 80’lerin başlarında SSCB’de iktisadi büyümeyi yeniden hesaplamaya karar verdiler. Ve iktisadi büyümenin 1982, 1983, 1984’te sıfır olduğunu hesapladılar. Kesin olarak söylemek mümkün değildir, çünkü her istatistik veri varyasyon niteliği taşır. Doğal olarak bu değerlendirme resmi değildi, ama zaten bu yüzden ben buna inanma eğilimindeyim. Bu hiçbir yerde yayınlanmadı. Bana öğretmenim, bu sırada enstitünün başındaki iktisat öğretmenim Emil Borisoviç Yerşov söylemişti.

SSCB 1970’lerin başında bir karar almak zorundaydı. Ya batı gitgide daha derin bir stagnasyona düşerken dünya liderliğini alacak ya da başka bir senaryoyu seçecekti. Eğer batılı siyaset bilimcileri okursanız tam bu sırada, yani 60’ların sonunda ve 70’lerin başında, özellikle 70’lerin başında onlarda da görülür. Çünkü ABD’de kriz 70’lerin başında başlamıştı; herkes için açıktı bu, tam olarak 15 Ağustos 1971’de ABD Başkanı Richard Nixon ABD’de 20’nci yüzyılın son temerrüdünü açıklamış ve altına bağlı dolardan vazgeçmişti.

Meselenin ürkütücü yanı, bunların kısa adımlar konseptini geliştirmiş olmasıydı. Bu konseptin özü şuydu: eğer SSCB tedricen ve çok kısa, nükleer savaş için gerekçe olamayacak kadar kısa adımlarla yeni topraklar ele geçirirse, er ya da geç bütün dünyayı ele geçirmiş olacak. Bütün batıda böyle bir hissiyat vardı. Ve bu anda SSCB geri çekildi.

Tamamen benzer bir duruma daha dikkat çekeceğim. Sanırım Burns, geçen hafta Kongre’deki konuşmasında korktuğunu söylemişti. Tamamen aynı mantık, Sovyetler Birliği yönetiminde, Brejnev politbürosunda Kosıgin ve Podgornıy ile ekibinin de olduğu orta dönem Brejnev politbürosunda da vardı. Hatırlatmama izin verin: Brejnev SSCB iktidarındaki nihai zaferini 1976’da, Podgornıy’ın ekibini Politbüro’dan attığında kazandı. Podgornıy Yüksek Sovyet başkanıydı.

Üç istikamette de, küresel projelere karşı koymaya yönelik temel istikametlerde SSCB tavizler verdi. Askeri-iktisadi planda SSCB Nixon’la stratejik taarruz silahlarının sınırlandırılması anlaşmasını imzaladı; bu, Amerikan bütçesindeki baskıyı kaldırdı. Hatırlatırım; daha 1970’lerin başında ABD’de kriz başlamıştı zaten ve bütçe problemleri de korkunçtu. Ama SSCB’de henüz bu problem yoktu. İkincisi: petrol pazarındaki ciddi problemler devam ederken SSCB Samotlor petrol bölgesinde üretimle dünya petrol pazarına girdi, üstelik 70’lerin başındaki petrol krizinin hemen arkasından. Yani SSCB, batı için hayat şartlarını ağırlaştırmak yerine ona yardım etmeye girişti. Ve son olarak üçüncüsü, 1975’te Helsinki’de Helsinki nihai senedi imzalandı. SSCB sözleşmenin üçüncü insani sepetiyle savaş sonrası sınırların kesin tespit edileceğini düşünüyordu. [Üç sepet ilkesi, Helsinki nihai senedinin temelindeki ilkeydi; buna göre güvenlik için üç boyut saptanmıştı: siyasi-askeri iktisadi ve ekolojik, insani. — H.Y.] Üçüncü sepeti ise sanki tali tutmuşlardı, oysa batının insan hakları anlayışını da kapsayan bu sepeti imzalamakla, SSCB dünyada ideolojik egemenlikten fiilen vazgeçmişti, çünkü şöyle denebilirdi: baksanıza, imzaladınız işte. Tabii bu insan haklarını kendince yorumlayarak iddiaya devam etmek mümkündü ama aslında ilkesel hata yapılmıştı. Ve SSCB donakaldı.

Kapitalizmin krizine, dolayısıyla sosyalizmin mutlak zaferine dair resmi doktrin değişmeden kalıyordu, çünkü marksist bilimde öyle yazıyordu, ama küresel hâkimiyet yolunda gerçek adımlar atılmadı. Böyle bir adımın neden atılmadığını uzun süre anlamadım. Bugün birkaç neden görüyorum. Birincisi şu: Brejnev politbürosu üyeleri (bunlar teori açısından genelde büyük âlimler değildiler) sosyalizm nasılsa kazanacak diye düşünüyorlardı. Bu yüzden hızla kazanmakla ağır ağır ilerlemek farksız. Elinde kaynaklar varken olayları hızlandırma mantığı yoktu bunlarda. İkinci neden: Çin’in bağımsız bir siyaset yönünde hareket etmeye başlamış olduğunu, ona karşı koymaları gerekeceğini biliyorlardı. Hatırlatırım: Kültür Devrimi 60’ların sonundaydı, Nixon’un Pekin ziyareti ise sanırım 1972. Soru şöyle konulmuştu: SSCB 25 yıl sonra kendi kaynaklarıyla Çin’in üstesinden gelebilir mi? Cevap “hayır” şeklindeydi. Ve nihayet üçüncüsü: ABD, NATO ve o sırada mevcut diğer askeri-siyasi bloklar, bugün kimsenin hatırlamadığı CENTO, SEATO vb. ortadan kalkacak olursa SSCB kendi kaynaklarıyla ve Varşova Paktı kaynaklarıyla bütün dünyada barış ve düzeni sağlayabilir mi? Cevap “hayır, kaynaklar yetmez” şeklindeydi.

Mantıken, en azından siyasi mantık gereği, önce yenmek ve sonra halletmek gerekti ama Brejnev’in teknokrat politbürosu bunu benimsemedi. Ve sonuçta kaybettik.

Ama ekonomi şeması, reaganomics de icat edilmişti. Burada açıklamak gerek: ABD neden bugün çok açıkça krize yol açan bir konsepti kabul etti? Çok basit bir nedenden ötürü. Çünkü o sırada başlıca, kilit görev SSCB’yi tasfiye etmekti. Daha sonra çıkacak problemler umurlarında değildi. Çünkü SSCB kazanacak olsaydı batı eliti için hayat alanı kalmazdı zaten. Temel, kilit görevi görmeye, SSCB’nin tasfiyesine giriştiler. Ve yaptılar.

Ama işin ilginç tarafı bundan sonra başladı. 1980’lerin sonunda, tam olarak 1989’da doğu bloku, Varşova Paktı, Comecon vb. dağılmaya başladığında ilkesel bir mesele ortaya çıktı: ne yapmalı? Çünkü bu sırada 1980’lerin başından beri Amerikan ekonomisinde özel tüketimin teşviki ve dolayısıyla iç üretimin teşviki karşılığı muazzam bir borç birikmişti. Böylece hızlı bir iktisadi büyüme imkânı ortaya çıkmıştı ve bu sayede SSCB’yi yenmişlerdi. Bu borçla ve SSCB’yle ne yapacaklardı?

ABD başkanı olan (1988’de kazandı, yani 1989 ocağından itibaren) baba Bush’un ileri sürdüğü fikir şöyleydi: SSCB’nin elindeki dış pazarları almak, bu parayla eski borçları kapatmak ve yeni iktisadi modeli borçsuz temiz bir sayfadan inşa etmeye başlamak gerek; bu sırada da SSCB batıyla ilişkilerinde dost bir devlet olur. Buna alternatif mantık ise şöyleydi: SSCB’yi ve sonra Rusya’yı un ufak etmek, parçalarına bölmek ve onun varlıkları üzerinde, reaganomics sayesinde yükselmiş olan mali elite yeni borçlar yaratmak gerek.

İkinci seçenek daha uygun görüldü, çünkü bu onların parasıydı, yani bu işten çok iyi para kazanıyorlardı. Mali elit de Washington’da egemen olmaya başlamıştı ve bu egemenlik ölçüsünde bu mantık kabul edildi.

Sıkıntı, Bush’un 1992 seçimlerinde de kazanması gerekmesiydi, çünkü muzaffer liderdi, bu onun birinci dönemiydi, ikinci dönem de adaylığını koyabilirdi ve halkın daha büyük kesimi onu destekliyordu. Ve mükemmel bir tezgâh kuruldu. … Bush’tan daha muhafazakâr olan Ross Perot adında biri ortaya çıktı. Ve sonuçta Ross Perot ultra-muhafazakârlardan epey oy topladı. Bush ve Perot’nun oyları birlikte Clinton’dan çok daha fazlaydı. Ross Perot, Bush’tan öyle çok oy aldı ki sonuçta Clinton birinci geldi. Ve SSCB’den geri kalanları da un ufak etme mantığı tam anlamıyla işlemeye başladı.

DÜNYA BASINI

Donald J. Trump’ın ideolojisi

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın eklektik fikirlerinin olması, hiçbir ideoloji olmadığı anlamına gelmiyor. “Çılgın” ve “irrasyonel” olarak damgalanan Trump’ın birbirini besleyen dört ideolojik kaynağı olduğunu savunan iktisatçı Branko Milanovic, bunları merkantilizm, özel sektöre/kâr amaçlı faaliyetlere güven, göçmen karşıtı milliyetçilik ve ABD’nin “kendisi için bir ulus” olduğuna ilişkin inanç olarak sıralıyor. Milanovic’in Trump’tan “antiemperyalist bir milliyetçilik” beklentisi gerçeklerle uyuşmayabilir veya Çin’in Trump’ın şantajını kabul ederek “daha az satıp daha çok almayı” neden kabul edeceği bir muamma; bununla birlikte, Trump ve benzeri figürlerin kolayca “faşist” veya “popülist” olarak nitelendirilemeyeceğine ilişkin vurgusu yerinde görünüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Donald J. Trump’ın ideolojisi

Branko Milanovic
Global Inequality and More 3.0
12 Kasım 2024

Donald J. Trump’ın bir ideolojisi var mı ve bu ideoloji nedir? Sorunun ilk kısmı gereksiz: her bireyin bir ideolojisi vardır ve eğer bir ideolojiye sahip olmadıklarını düşünüyorsak, bunun nedeni çeşitli ideolojik çerçevelerden toplanan parçaların yeniden düzenlenmiş bir karışımını temsil etmesi ve bu nedenle bir isim koymanın zor olmasıdır. Fakat bu ideoloji olmadığı anlamına gelmez. İkinci kısım milyon dolarlık bir sorudur çünkü Donald J. Trump’ın ideolojisini bir araya getirebilseydik, önümüzdeki dört yıl boyunca yönetiminin nasıl görünebileceğini tahmin edebilir veya öngörebilirdik (oynaklık unsuru yüksektir).

Çoğu insanın Trump’ın ideolojisi hakkında tutarlı bir argüman ortaya koyamamasının nedeni, ya nefret ya da hayranlıktan gözlerinin kör olması ya da onda gözlemledikleri şeyi, alışkın oldukları ve üzerinde bir isim bulunan ideolojik bir çerçeveye oturtamamalarıdır.

Soruyu yanıtlamaya çalışmadan önce, Trump’a yakıştırılan ve bana göre tamamen yanlış olan iki sıfatı bir kenara bırakmama izin verin: faşist ve popülist. Eğer faşist bir hakaret terimi olarak kullanılıyorsa, bunda bir sorun yok ve bunu özgürce kullanabiliriz. Kimsenin umurunda değil. Fakat Trump’ın inançlarına ilişkin rasyonel bir tartışmada bir terim olarak kullanılması yanlıştır. Bir ideoloji olarak faşizm (i) dışlayıcı milliyetçilik, (ii) liderin yüceltilmesi, (iii) bireylerin ve özel sektörün aksine devletin gücüne vurgu, (iv) çok partili sistemin reddi, (v) korporatist yönetim, (vi) toplumun sınıf yapısının üniter milliyetçilikle değiştirilmesi ve (vii) partiye, devlete ve lidere yarı dini bir tapınma anlamına gelir. Trump’ın inandığı ya da empoze etmek istediği şeylerle neredeyse hiçbir ilişkisi olmadığını göstermek için bu unsurların her birini tek tek tartışmama gerek yok.

Aynı şekilde, “popülist” terimi de son zamanlarda kötüye kullanılan bir terim haline geldi ve daha iyi tanımlanması için yapılan bazı (bence oldukça başarısız) girişimlere rağmen, aslında seçimleri kazanan ama bunu “bizim” hoşlanmadığımız bir platformda yapan liderleri ifade ediyor. O zaman bu terim anlamsız hale geliyor.

Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık

Trump’ın önceki dört yıllık iktidarı sırasında gözümüze çarpan ideolojisinin bileşenleri nelerdir?

Merkantilizm. Merkantilizm, iktisadi faaliyeti ve özellikle de devletler arasındaki mal ve hizmet ticaretini sıfır toplamlı bir oyun olarak gören eski ve kutsal bir doktrindir. Tarihsel olarak, zenginliğin altın ve gümüş olduğu bir dünya ile birlikte gitmiştir. Altın ve gümüş miktarının sınırlı olduğunu kabul ederseniz, daha fazla altın ve gümüşe (diğer tüm mallardan bağımsız olarak) sahip olan devletin ve liderinin daha güçlü olduğu açıktır. Dünya 17. yüzyıldan bu yana gelişti ama pek çok insan hâlâ merkantilist doktrine inanıyor. Dahası, ticaretin başka araçlarla yapılan bir savaş olduğuna ve ABD’nin başlıca rakibinin ya da hasmının Çin olduğuna inanılırsa, Çin’e yönelik merkantilist politika çok doğal bir tepki haline gelir. Trump 2017’de Çin’e karşı bu tür politikaları başlattığında bunlar ana akım söylemin bir parçası değildi ama o zamandan beri merkeze taşındı. Biden yönetimi bunları takip etti ve önemli ölçüde genişletti. Trump’ın bu politikaları ikiye katlayacağını bekleyebiliriz. Fakat merkantilistler alışveriş yanlısıdır [transactional] ve Trump da alışveriş yanlısı olacaktır: Çin daha az satmayı ve daha çok almayı kabul ederse, memnun olacaktır. Biden’ın aksine Trump Çin rejimini zayıflatmaya ya da devirmeye çalışmayacaktır. Dolayısıyla, pek çok kişinin inandığının aksine, Trump’ın Çin için iyi olduğunu düşünüyorum (yani, alternatifler göz önüne alındığında).

Kâr amacı gütme. Tüm Cumhuriyetçiler gibi Trump da özel sektöre inanıyor. Ona göre özel sektör, regülasyonlar, kurallar ve vergiler tarafından makul olmayan bir şekilde engellenmektedir. Kendisi hiç vergi ödemeyen bir kapitalistti ve bu da ona göre iyi bir girişimci olduğunu gösteriyordu. Fakat diğerleri için, daha az kapitalistler için, regülasyonlar basitleştirilmeli veya ortadan kaldırılmalı ve vergilendirme azaltılmalıdır. Bu görüşle tutarlı olarak, sermaye üzerindeki vergilerin emek üzerindeki vergilerden daha düşük olması gerektiği inancı vardır. Girişimciler ve kapitalistler iş yaratanlardır, diğerleri ise Ayn Rand’ın deyimiyle “beleşçilerdir.” Trump’ta yeni bir şey yok. Bu doktrin Reagan’dan itibaren Bill Clinton da dahil olmak üzere aynı doktrindir. Trump sermaye üzerindeki düşük vergiler konusunda daha açık sözlü ve açık olabilir, fakat Baba Bush, Clinton ve Oğul Bush’un yaptıklarının aynısını yapacaktır. Ve liberal ikon Alan Greenspan’in derinden inandığı şeyi.

Göçmen karşıtı “milliyetçilik”. Bu gerçekten zor bir bölüm. “Milliyetçi” terimi Amerikalı politikacılara yalnızca garip bir şekilde uygulanabilir çünkü insanlar “dışlayıcı” (kapsayıcı değil) Avrupa ve Asya milliyetçiliklerine alışkındır. (Diyelim ki) Japon milliyetçiliğinden bahsettiğimizde, bu tür Japonların etnik olarak Japon olmayanları ya karar alma mekanizmasından ya da ülkedeki varlıklarından ya da her ikisinden de uzaklaştırmak istediklerini kastediyoruz. Aynı durum Sırp, Eston, Fransız ya da Kastilya milliyetçilikleri için de geçerlidir. Amerikan milliyetçiliği, ABD’yi oluşturan insanların muazzam heterojenliği nedeniyle, doğası gereği etnik ya da kan bağına dayalı olamaz. Bu nedenle yorumcular yeni bir terim icat etmişlerdir: “beyaz milliyetçiliği.” Bu tuhaf bir terim çünkü derinin rengi ile etnik (kan) ilişkilerini birleştiriyor. Gerçekte, Trump’ın “milliyetçiliğinin” tanımlayıcı özelliğinin ne etnik ne de ırksal olduğunu, sadece yeni göçmenlerden hoşlanmamak olduğunu düşünüyorum. Bugün sosyo-demokratik dünyanın kalbinde, İsveç, Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’daki sağcı partilerin (Hollandalı sağcı lider Geert Wilders’in ünlü ifadesiyle) ülkelerinin “dolu” olduğuna ve daha fazla göçmen kabul edemeyeceklerine inandıkları İskandinav ve Kuzeybatı Avrupa ülkelerinde uygulanan göçmen karşıtı politikalardan özünde farklı değildir. Trump’ın bu görüşü sadece ABD’nin nesnel olarak hiçbir kritere göre dolu bir ülke olmaması nedeniyle sıra dışıdır: ABD’de kilometrekare başına düşen insan sayısı 38 iken Hollanda’da 520’dir.

Sağın küresel yeni biçimi: Milli muhafazakârlık

Kendisi için ulus [a nation for itself]. Merkantilizm ile göçmen karşıtlığı birleştirildiğinde, Trump yönetimindeki ABD dış politikasının neye benzeyeceğine yaklaşılır. Bu politika milliyetçi anti-emperyalizm politikası olacaktır. Bu terimleri açmam gerekiyor. Bu kombinasyon özellikle büyük güçler için nadirdir: eğer büyük, milliyetçi ve merkantilist iseler, neredeyse sezgisel olarak emperyalist olmaları gerektiği anlaşılır. Ne var ki Trump tüm dertlere çare olarak ortaya atılan bu reçeteye meydan okuyor. Kurucuların “dış karışıklıklardan” nefret eden dış politikasına geri dönüyor. Onların ve kendisinin görüşüne göre ABD, kendi çıkarlarını gözeten güçlü ve zengin bir ülkedir, ama Madeleine Albright’ın tanımladığı şekilde “vazgeçilmez bir ülke” değildir. ABD’nin görevi dünyadaki her yanlışı düzeltmek (bu doktrinin iyimser ya da kendine hizmet eden görüşüne göre) ya da parasını kendi çıkarlarıyla hiçbir ilgisi olmayan insanlara ve davalara harcamak (aynı doktrinin realist görüşüne göre) değildir.

Trump’ın 1945’ten bu yana her iki ABD partisinin de geçer akçesi haline gelen emperyalizmden neden hoşlanmadığını söylemek zor ancak içgüdüsel olarak Kurucu Babaların ve Woodrow Wilson’ın Cumhuriyetçi rakibi William Taft gibi ABD’nin iktisadi gücüne inanan ve bu gücü dünya üzerinde hegemonik bir siyasi yönetime dönüştürmeye gerek görmeyen kişilerin değerlerini benimseme eğiliminde olduğunu düşünüyorum.

Bu, Trump’ın ABD hegemonyasından vazgeçeceği anlamına gelmiyor (NATO dağıtılmayacak), çünkü Thukididis’in yazdığı gibi: “Ani bir panik havası ve siyasi ilgisizlik ruhu içinde bunun iyi ve asil bir şey olacağını düşünen bazı insanlar olsa da, bu imparatorluktan vazgeçmeniz artık mümkün değil. İmparatorluğunuz şu anda bir tiranlık gibi: onu kabul etmek yanlış olabilir; vazgeçilmesine izin vermek kesinlikle tehlikelidir.” Fakat Trump’ın merkantilist ilkeleri ışığında, ABD müttefiklerine bunun için çok daha fazla bedel ödetecektir. Perikles’in Atina’sında olduğu gibi, koruma artık bedavaya gelmeyecektir. Hepimizin hayran olduğu güzel Akropolis’in müttefiklerden çalınan altınlarla inşa edildiğini unutmamak gerekir.

Stephen Walt, 10 maddede ABD seçimlerini yazdı: Winter is coming!

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor?

Yayınlanma

Yazar

Eski Alman Şansölyesi Angela Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad, Trump’ın Ukrayna’daki savaşı hızla sona erdirebileceğine dair iddialara ihtiyatla yaklaşırken, bu vekalet savaşının Avrupa’nın sorumluluğuna geçebileceği ve Kuzey Kore askerlerinin bölgeye dahil olması gibi gelişmelerin savaşı daha karmaşık hale getirebileceğine dikkat çekiyor. Ayrıca, Almanya ve Avrupa’nın ABD’nin politikalarını sorgusuz kabul etmesi halinde iktisadi sorunlarla karşı karşıya kalabileceğini vurgulayan Vad, Almanya’nın çıkarlarını korumak için daha dengeli bir dış politika izlemesi gerektiğini öneriyor.


Trump’ın zaferinden sonra: Ukrayna’da savaş sona mı eriyor, sayın Vad?

Simon Zeise, Berliner Zeitung

7 Kasım 2024

Erich Vad, eski Almanya Başbakanı Angela Merkel’in askeri danışmanıydı. O dönemde Almanya hükümeti, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” istemişti. Vad, mülakatında, ülkenin şu anda karşı karşıya olduğu zorlukları anlatıyor.

Donald Trump’ın ilk başkanlık dönemi, Almanya ile sert bir çekişme içerisinde geçmişti. Almanya hükümetinin ülkenin savunmasına daha fazla harcama yapması, Alman ekonomisinin Rusya’nın ucuz doğalgazından istifade etmemesi ve Çin’e karşı uygulanan gümrük vergileri katılması gerektiği, Trump yönetiminin temel talepleriydi. O zamandan bu yana Avrupa ve Almanya’nın dış politikası büyük ölçüde değişti. Ukrayna savaşı, Kuzey Akım-2’nin patlatılması ve Almanya’nın zeitenwende [dönüşüm] politikası, kıtayı ve ABD ile olan ilişkileri dönüştürdü. Angela Merkel’in eski askeri danışmanı Erich Vad, Berliner Zeitung’a verdiği bu mülakatta, Berlin’in yeni Trump yönetimi karşısında hangi zorluklarla karşılaşabileceğini değerlendiriyor.

Sayın Vad, Donald Trump ABD başkanlık seçiminden galip çıktı. Kendisi, Ukrayna’daki savaşı 24 saat içinde sonlandırabileceğini açıklamıştı. Yarın Avrupa’da barış olacak mı?

Bu kadar hızlı olacağını sanmıyorum. Trump, ocak ayında göreve başlayacak. Belki ABD açısından savaşı sona erdirmek isteyebilir. Washington, örneğin, ABD ile Rusya arasında Ukrayna üzerinden yürütülen bu vekalet savaşının Avrupa ülkeleri tarafından devralınmasını sağlayabilir. Fakat Ukrayna savaşı “donmuş bir çatışma” [frozen conflict] hâline de gelebilir. Gerçekten bir ateşkes ve barış görüşmeleri olur mu, bunu bekleyip görmek lazım.

Ama şu anki durumda Avrupa için asıl endişe verici olan şey, savaşın giderek Avrupa’nın sorumluluğuna geçmesi ve eşzamanlı olarak daha da fazla tırmanması. Artık bölgede Kuzey Koreli askerler var. Ayrıca Batılı siyasetçiler, Kiev’e Rusya’nın iç bölgelerine kadar ulaşabilecek uzun menzilli silahlar tedarik edilmesini talep ediyor. Bu durumda Avrupalılar dikkatli olmalı: Kendi çıkarlarımızı çok daha fazla göz önüne almalıyız ve bu çıkarlar, ABD’ninkilerle her zaman örtüşmeyebilir.

Biden ve Scholz, NATO’yu “Trump’a karşı güvenceye almak” için Almanya’ya orta menzilli füzeler konuşlandırmak istiyorlardı. Bu politika devam edecek mi?

Trump’ın NATO’yu pek de önemli görmeyip esas odak noktasını Çin’e yöneltme eğilimi muhtemelen devam edecek. Avrupa ülkelerinden de daha fazla katkı talep edecektir, bunun karşılığında da Amerika’nın NATO’da kalmasını sağlayacaktır.

Avrupa açısından, Rusya ile uzun vadeli bir çatışmanın sürmesinden yana olmamız mümkün değil. ABD açısından ise, bu savaş –her ne kadar bir vekalet savaşı da olsa– farklı bir gözle değerlendiriliyor: Amerika, Ukrayna’daki Avrupa savaş sahasından 8000 kilometre uzakta.

Trump, Putin ile iyi ilişkiler kurmasıyla övülüyor. Bir yandan Rusya ile yakın ilişkiler kurmak, diğer yandan Ukrayna’daki vekalet savaşını körüklemek bir çelişki değil mi?

Uluslararası ilişkiler çelişkilerle doludur. Dünyayı iyi demokrasiler ile kötü otokrasiler olarak ayırmak, kötü bir çocuk kitabı seviyesinde kalır. Biz Avrupalılar, tek taraflı Ukrayna politikamızla Rusları adeta Çin’in kucağına itmiş olduk. Bu, makro stratejik açıdan son derece sakıncalı bir durumdu. Trump, gittikçe güçlenen Rusya-Çin ittifakını zayıflatmaya çalışacaktır. Eğer bunu başarabilirse, akıllıca bir hamle yapmış olur. Almanya hükümeti, uluslararası ilişkilerdeki bu çelişkileri dikkate almalı. Türkiye ve Hindistan bu türden bir yaklaşımın iyi örnekleri: Türkiye, NATO’nun önemli bir ortağı olmasına rağmen aynı zamanda BRICS ülkeleriyle de güçlü bağlar kurmuş durumda. Erdoğan’ın Putin’le yakın ilişkisi var, Rusya’dan silah ithal ediyor ve aynı zamanda Ukrayna’ya Türk silahları ihraç ediyor. Hindistan Başbakanı Modi, yazın Kiev’i ziyaret etti ve bundan dört hafta önce de Moskova’daydı. Ruslarla sıkı bir savunma işbirliği var; aynı işbirliğini Ukraynalılarla da kurmuş durumda. Rusya’dan doğalgaz ve petrol alıp bunları Almanya’ya satıyor, bir yandan da hem Çin ile hem de ABD ile yakın ilişki kurmaya çalışıyor. Biz Avrupalıların da dünya siyasetine daha nüanslı ve kendi çıkarlarımızı merkeze alarak bakmamız gerekiyor. Özellikle Trump ile yaşanacak anlaşmazlıklarda aksi halde kolayca oyuna getirilebiliriz.

Washington, Çin’i baş düşmanı ilan etti. Trump, Çin mallarına yeni gümrük vergileri getireceğini şimdiden açıkladı. Bizi neler bekliyor?

Avrupalıları zor günler bekliyor diyebiliriz. Trump, güvenlik alanında bizden daha fazla bağımsızlık talep edecek; bu da özellikle savunma harcamalarının artırılmasını gerektiriyor. Bu, ABD açısından da kazançlı bir anlaşma, zira Avrupa’da ithal edilen savunma sanayii ürünlerinin yüzde 60’tan fazlası ABD’den geliyor. Almanya için bu oran daha da yüksek. Trump için bu epey kârlı bir durum. Almanya’nın bir yandan güvenliğini ABD’den ithal edip, diğer yandan ABD’nin rakipleri olan Rusya ve Çin’le milyar dolarlık ticaret yapmasını kabul etmiyor. Almanya’nın bu yaklaşımı, zeitenwende politikasıyla birlikte tarihe karıştı. Bu durum Almanya açısından ciddi riskler taşıyor: Eğer Trump’ın yolunu sorgusuz sualsiz izlersek, ekonomimizi büyük bir çıkmaza sürükleriz. Almanya, AB’nin Çinli elektrikli araç üreticilerine yönelik gümrük vergilerine karşı oy kullandı. Bu, Trump’ın gözünden kaçmadı. ABD, Almanya’dan yapılan ithalata da gümrük vergileri getirecek. Almanya burada çıkar odaklı bir politika izlemeli ve “Çin kartını” da devreye sokmalı. Aksi takdirde arada eziliriz. Maalesef şu anda zayıf bir hükümetimiz var. Fakat bu durumdan hükümetin kendisi de bir ölçüde sorumlu, zira son yıllarda Trump cephesiyle sağlam ilişkiler kurma konusunda yetersiz kaldı. Bunu son derece kısa vadeli bir yaklaşım olarak görüyorum.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Kazan Deklarasyonu’nun kritiği

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: BRICS’in Kazan Zirvesi, ABD ve diğer emperyalist güçlerin hegemonyasına karşı küresel bir direnişin sinyallerini verirken, Rusya öncülüğünde doların egemenliğini sonlandırma ve uluslararası finans sisteminde reform önerileriyle dikkat çekti. Marksist iktisatçı Prabhat Patnaik’e göre zirvede alınan kararlar küresel Güney’in ihtiyaçlarına dair yüzeysel kalıyor. BRICS’in mevcut sistemin daha kapsayıcı hale getirilmesi fikrine dayanarak sorunları çözmeyi hedeflemesi, derin yapısal reformların önüne geçebilir. Örneğin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) işleyişinde ve serbest ticaret anlayışında köklü bir değişim olmadan, Küresel Güney ülkeleri arasında rekabet yerine işbirliğini teşvik edecek bir yapı kurulması güçleşecektir. Patnaik, Kazan Deklarasyonu’nun doların yerine yeni bir hegemon para birimi yaratma riski taşıdığını, bu nedenle finansal sistemdeki dengesizliklerin yalnızca açık veren ülkeler üzerinde değil, fazla veren ülkeler üzerinde de düzeltilmesi gerektiğini ifade ediyor. Ayrıca Patnaik, finansmanın yalnızca daha kolay hale getirilmesi yeterli görmüyor; Küresel Güney’in asıl bağımsızlığı finansman ihtiyacının ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir. Bu nedenle Patnaik, BRICS’in, mevcut kapitalist sistemin sınırları içinden çıkarak, Küresel Güney’in gerçek iktisadi bağımsızlığını hedefleyen alternatif modeller geliştirmesi gerektiğini vurguluyor.


BRICS’in Kazan zirvesi

Prabhat Patnaik, Peoples Democracy

10 Kasım 2024

BRICS ülkelerinin Kazan zirvesi, birkaç açıdan tarihi bir önem taşıyordu: İlk olarak, tam üyelik yolunda bir adım olarak “ortak ülkeler” adında yeni bir kategori oluşturdu ve bu statüde Küba ve Bolivya gibi 13 ülkeyi kabul etti. İkinci olarak, ABD öncülüğündeki emperyalist güçlerin, kendi hegemonyalarına meydan okuyan ülkelere karşı uyguladığı tek taraflı ekonomik yaptırımlara karşı durdu. Üçüncü olarak da Uluslararası Para ve Finans Sisteminde reform yapılmasını önerdi.

Kazan Deklarasyonu, doların hegemonyasını aşmak için atılması gereken adımlara dair genel bir çerçeve çizerken, bu ihtiyacın altını çizmekle yetindi; fakat Rusya hükümetine ait bazı belgeler bu konuda daha ayrıntılı bilgiler sundu.

Bu gelişmeler, memnuniyetle karşılanması gereken adımlar; ancak BRICS’in küresel Güney’in sorunlarına yaklaşımında temel sınırlamaların farkında olmamak mümkün değil.

Bu yaklaşımın özü, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Bretton Woods ikizleri gibi mevcut kurumları daha kapsayıcı hale getirmekte yatıyor; oysa küresel Güney’in sorunları çok daha derin.

Elbette, BRICS heterojen bir ittifak ve radikal bir ajanda benimsemesi beklenemez; ancak burada bahsettiğim mesele, böyle bir ajandanın uygulanabilir olup olmamasından ziyade, “radikal ajandanın” ne olduğu sorunudur.

BRICS deklarasyonu, mevcut uluslararası kurumların sorunlu olduğunu, zira emperyalist ülkeler tarafından domine edildiğini ve yeterince temsil edici olmadığını varsayıyor; oysa sorun, bu kurumların kim tarafından yönetildiğinden bağımsız olarak, yapısal olarak sorunlu olmaları.

Bir benzetme yapmak gerekirse, BRICS’in tutumu, mevcut sistemde işçilerin sömürülmesinin sebebinin karteller ve tekeller olduğunu, bu tekellerin yerine serbest rekabetin gelmesi durumunda sömürünün ortadan kalkacağını öne sürme yönünde.

Örneğin DTÖ’yü ele alalım. Kazan Deklarasyonu, gelişmiş ülkelerin DTÖ’nün ruhuna aykırı olarak korumacılık uyguladığını, bunun küresel güney için ayrımcılık yarattığını ve yalnızca güneyin DTÖ yönetiminde daha iyi temsil edilmesiyle giderilebileceğini savunuyor. Oysa, DTÖ’nün dayandığı serbest ticaret anlayışının kendisi hatalı.

Bu anlayış, hiçbir zaman toplam talep yetersizliği olmayacağını ve bu nedenle pazarlar için mücadele yaşanmayacağını öngören Say Yasası’nın geçerliliğini varsayıyor. Bu yaklaşıma göre, ticaret öncesi ve sonrası her ülkenin tüm kaynakları tam istihdam edilmiştir; tek fark, ticaret sonrası kaynakların farklı ürün grupları üretmek üzere farklı şekilde tahsis edilmiş olmasıdır (Daha fazla bilgi için, bkz. People’s Democracy, 30 Ekim).

Bu yaklaşımla ilgili temel sorun, küresel Güney’in iktisadi bağımsızlık mücadelesinde asıl gerekli olanın, mevcut sistemin özüyle hesaplaşmak olduğunu ıskalamasıdır.

Kazan Zirvesi’nin, doların küresel sistemdeki egemen konumuna karşı adımlar atma yönündeki genel niyetleri önemli ama mevcut küresel düzenin yapısal sorunlarını derinlemesine ele almadan yalnızca yüzeysel değişikliklerle sınırlı kalmak, uzun vadede sürdürülebilir bir çözüm sunmayacaktır.

Bu iddia, kapitalizmin gerçekliğinden tamamen kopuk, son derece saçma bir iddiadır; zira küresel Güney ülkelerini serbest ticarete ya da hatta liberal ticarete zorlamak, onları birbiriyle “Darwinci” bir rekabete itmek anlamına gelir; bu da herhangi bir işbirliği biçimini baltalamak demektir. DTÖ’nün felsefesi, pratikte, küresel Güney ülkeleri arasında dahi işbirliğini değil, tam tersine amansız bir rekabeti garanti eder.

Benzer şekilde, bir ülkenin çiftçilere verdiği fiyat desteğinin, o ürünün toplam değerinin yüzde 10’unu aşmaması gerektiği yönündeki DTÖ kuralı —bu kuralı Hindistan’ın ihlal edip etmediği bir yana— temelde son derece hatalıdır. Bu kuralın dayandığı “piyasa bozan” ve “piyasa bozmayan” sübvansiyon ayrımı, piyasanın verimliliğini varsayar; bu, Keynes öncesi ekonomiye geri dönmek gibi bir yaklaşımdır ve DTÖ’nün hayali varsayımları dışında hiçbir geçerliliği yoktur.

BRICS Deklarasyonu’nun bir diğer önemli vurgusu ise, Amerikan dolarının hegemonyasını sona erdirmek ve sabit döviz kurlarıyla birbirine bağlı ulusal para birimlerinde daha fazla uluslararası ticaret yapılmasını teşvik etmek. Doların egemenliğini ortadan kaldırmak elbette ki kıymetli bir hedef ama bu tek başına yeterli değil. Aynı zamanda finansın egemenliğinin de sona erdirilmesi gerekir.

Bunun için en az üç şartın yerine getirilmesi gerekir: Birincisi, cari açık dengesizliklerinin düzeltilmesi sorumluluğu, cari fazla veren ülkelerin üzerinde olmalıdır, cari açık veren ülkelerin değil. İkincisi, bu dengesizlikler giderilene kadar, fazla veren ülkeler, açık veren ülkelerden gelen tüm borç senetlerini tutmaya razı olmalıdır. Üçüncüsü ise, mevcut borçların ödenmesi için servet transferlerine (“millileştirmeden çıkarma” ya da “özelleştirme”) başvurulmamalıdır.

Dengelemeyi açık veren ülkelerin değil de fazla veren ülkelerin yapması, yalnızca hâkimiyetin ortadan kaldırılması için değil, dünya çapında üretim ve istihdam açısından da önemlidir; dolayısıyla bu, dünya işçilerinin refahı için de elzemdir. Eğer fazla veren ülke uyum sağlamak zorunda kalırsa, bu durumda kendi iç tüketimini artıracaktır. Kendi üretimi halihazırda kapasite sınırına yakın olduğundan, bu iç tüketim artışı ihracatını azaltacaktır.

Açık veren ülke ise iç tüketimini aynı seviyede korusa bile, ithalatı düştüğü için daha fazla üretim ve istihdam sağlayacaktır. Böylece her iki ülke birlikte ele alındığında toplam talep artacak ve bu da daha fazla üretim ve istihdama yol açacaktır. Aynı zamanda, fazla veren ülkenin iç tüketim artışı, çalışan kesiminin daha fazla tüketimi şeklinde gerçekleşirse, iki ülkedeki işçilerin refahı —fazla veren ülkede artan tüketimle, açık veren ülkede ise artan istihdam yoluyla— daha da artacaktır.

Buna karşılık, cari açığı olan ülkenin uyum sağlaması gerektiğinde —ki mevcut uygulama bu yöndedir— iç tüketimini azaltmak zorunda kalacaktır. Bu da söz konusu ülkede bir durgunluk yaratacaktır. Dünyadaki toplam talep seviyesi düşecek ve bu da özellikle açık veren ülkedeki çalışan kesimler için bir maliyet yaratacaktır. Cari dengesizlikleri, açık veren ülkelerin uyum sağlaması yoluyla gidermek, fazla veren ülkelerin uyum sağlaması kadar etkili bir yöntem değildir ama itiraf etmek gerekir ki, fazla veren ülkeleri bu uyuma zorlamak daha zordur.

Ayrıca, fazla veren ülkelerin uyum sağlamasını gerektiren bir düzenleme olmadan doların hegemonyasının sona erdirilmesi, yalnızca başka bir para biriminin hegemonya kazanmasına yol açacak; hegemonyayı tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Örneğin, BRICS ülkelerinin yalnızca kendi aralarında ve sabit döviz kurlarıyla ulusal para birimlerinde ticaret yaptığını varsayalım (aksi takdirde, yaygın kur spekülasyonu her türlü ticaret düzenini sürdürülemez hale getirecektir).

Eğer bir ülkenin diğerine karşı sürekli bir cari açığı varsa, ya mevcut uygulamada olduğu gibi bu açığı kapatmak için iç tüketimini azaltır ya da fazla veren ülkeye sürekli olarak borç senedi sunmaya devam eder; fakat bu durumda, kendi para birimi üzerinde baskı oluşur ve sabit döviz kuru sürdürülemez hale gelir. Bu ikinci senaryoda, fazla veren ülkelerin para birimleri diğerlerine göre hegemonya kazanacaktır; doların yerini almak elbette arzu edilen bir şey, ancak bu sadece bir başka para biriminin egemenlik kazanmasıyla sonuçlanacaktır; para birimi hegemonyası ortadan kalkmayacaktır.

Kazan Deklarasyonu, Bretton Woods ikizlerinin yönetim biçimini daha kapsayıcı hale getirerek değiştirmeyi ve böylece küresel Güney ülkelerine daha düşük maliyetli ve daha az “koşullu” finansman sağlamayı amaçlıyor; BRICS bankasının da bu amaca katkı sağlaması bekleniyor. Ancak tüm bunlar, olumlu adımlar olmakla birlikte, küresel Güney ülkelerinin sorunlarını çözmeyecektir. Finansmanın daha kolay ve daha ucuz hale gelmesi, bu ülkelere yalnızca “kendi iplerini uzatır” ama bu, “asılma” kaderini ortadan kaldırmaz. Asılma tehlikesi ancak finansmana duyulan ihtiyacın tamamen ortadan kalkmasıyla sona erdirilebilir.

Finansmana ihtiyaç duymayan iktisadi düzenin varlığı, asla ütopik bir fikir değildir. Sovyetler Birliği döneminde, Hindistan da dahil olmak üzere pek çok ülke, sabit döviz kurları üzerinden Sovyetler ile ikili ticaret anlaşmaları yapmıştı. Bu anlaşmalar çerçevesinde ticaret fazlaları ve açıkları bir dönemden diğerine devrediliyor ve karşılıklı olarak kararlaştırılan mal ve hizmet değişimiyle kapatılıyordu.

Bu tür bir düzende, “finansmana” duyulan özel ihtiyaç, herhangi bir hegemonya dayatması ya da açık veren ülkeye “kemer sıkma” yoluyla faaliyet seviyesini azaltma gerekliliği söz konusu değildi. Elbette, Sovyetler Birliği planlı bir ekonomiydi ve böyle bir düzenlemeyi sürdürebiliyordu. Fakat BRICS, Bolivya Devlet Başkanı’nın zirvede dile getirdiği gibi, küresel Güney için emperyalist hegemonyadan gerçek bir çıkış yolu sunmak istiyorsa, baskıcı olmayan bu tür düzenlemelere benzer çözümler üretmelidir.

Her halükârda, mevcut uluslararası kurumları yalnızca daha kapsayıcı hale getirip desteklemekle yetinmenin tehlikeleri göz ardı edilmemelidir. Bu kurumlar dünya kapitalizmi tarafından tasarlanmıştır ve bir miktar daha “temsilci” hale getirilmiş olsalar bile, kapitalist sistemin temel çıkarlarına hizmet etmeye devam edeceklerdir. BRICS, gerçekten küresel Güney’in çıkarlarını savunmak istiyorsa, mevcut yapılar içinde küçük değişikliklerle yetinmek yerine, köklü alternatif modeller geliştirmelidir.

BRICS Zirvesi’nde çok taraflılık vurgusu

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English