Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

The Economist, küresel silahlanma yarışının maliyetini yazdı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaş ve Tayvan gerilimi söz konusu ihtilafların taraflarını silahlanma konusunda agresifleşmeye sevk etti. ABD, Rusya ve Çin sofistikte silah sistemlerinde yarış halindeyken Polonya ve Japonya gibi ülkeler de ordularını büyütmeye başlıyor. The Economist, yaşanan yeni silahlanma yarışının ülkelerin kamu bütçelerine oluşturacağı yüke dair kaba bir hesap yapmış.


Küresel silahlanma yarışının maliyeti

The Economist
23 Mayıs 2023

“Savaş vergisi” küresel ekonomi için ne anlama geliyor?

Soğu Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Amerikan Başkanı George H.W. Bush, savunma harcamalarında kesintiye gidilmesinin ekonomiyi canlandıracağı fikrini yaygınlaştırdı. Bush 1992’de “Bu yıl ve daha sonraki yıllarda savunma bütçelerinin kalıcı olarak azaltılmasıyla gerçek bir barış getirisi elde edebiliriz,” demişti. Dünya bunu dikkate aldı. Amerika 1989’da GSYİH’sinin yüzde 6’sını savunmaya ayırırken bu oran on yıl içinde yüzde 3’e düştü. Ardından 11 Eylül saldırıları ve Afganistan ile Irak’taki savaşlar geldi. Şimdi de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Amerika ile Çin arasında Tayvan yüzünden çıkan savaş söylentileri ve İran’ın nükleer hırslarıyla ilgili gerginlikler nedeniyle ülkeler bu yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar silahlanıyorlar.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü düşünce kuruluşuna göre, geçen yıl dünya genelinde savunma harcamaları reel olarak yaklaşık yüzde 4 artarak 2 trilyon doların üzerine çıktı. Savunma firmalarının hisse fiyatları borsanın genelinden daha iyi performans gösteriyor. Başta Almanya olmak üzere pek çok NATO müttefiki, ittifakın hedefi olan GSYİH’nin yüzde 2’si oranındaki savunma harcamalarını karşılamayı ya da aşmayı planlıyor. Diğer ülkeler de savurganlık yapmayı planlıyor. Japonya 2027 yılına kadar savunma harcamalarını üçte iki oranında artırarak savunmaya harcama yapan dünyanın en büyük üçüncü ülkesi olmayı planlıyor.

Toplam yeni savunma taahhütlerinin ve tahmini harcama artışlarının, uygulanması halinde, her yıl küresel olarak 200 milyar doların üzerinde ilave savunma harcaması yaratacağını tahmin ediyoruz. Bu rakam çok daha fazla olabilir. Şu anda yıllık GSYİH’nin yüzde 2’sinden daha az harcama yapan ülkelerin bu seviyeye ulaştığını ve geri kalanların da harcamalarını GSYİH’nin yüzde yarım puanı kadar arttırdığını düşünün. Küresel savunma harcamaları yılda 700 milyar dolara yakın bir artış gösterecektir.

IMF Başkanı Kristalina Georgieva, nisan ayında yaptığı bir konuşmada Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin “son otuz yıldır elde ettiğimiz barış getirisini yok etme riski taşıdığını” söylemişti. Batı, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı taarruz başlatmasına destek olmak için giderek daha sofistike hale gelen, daha fazla silah gönderiyor. Dokuz yeni zırhlı tugayının büyük bir bölümünü modern savaş tankları ve daha fazlasıyla donatıldı. Yakında Ukraynalı pilotlar Amerikan yapımı F-16 savaş uçaklarını kullanmaları konusunda eğitilmeye başlanacak.

NATO’nun yüzde 2’lik hedefine ulaşan ülke sayısı 2014’te üç iken geçen yıl yediye yükseldi. Kulüp şimdi bunun “tavan değil taban” olması gerektiğini söylüyor ki bu görüşün temmuz ayında Litvanya’da yapılacak zirvede kabul edilmesi bekleniyor. Bazı ülkeler bunun çok ötesine geçiyor. Polonya bu yıl yüzde 4’e ulaşmayı ve nihayetinde ordusunun büyüklüğünü iki katına çıkarmayı hedefliyor. Fransa “savaş ekonomisine” geçmekten söz ediyor.

Dünyanın diğer ucunda da bir silahlanma yarışı yoğunlaşıyor. Tayvan askerlik süresini dört aydan bir yıla çıkarıyor. AUKUS anlaşması kapsamında Amerika ve Britanya, Avustralya’ya nükleer güçle çalışan denizaltılar tedarik edecek; ayrıca hipersonik füzeler de dahil olmak üzere başka silahlar geliştirmeyi de hedefliyorlar. Geçtiğimiz on yıl içerisinde Hindistan’ın savunma bütçesi reel olarak yaklaşık yüzde 50 oranında artarken, Pakistan’ınki de aynı oranda yükseldi. Ortadoğu’da Körfez ülkeleri silah pazarında yine büyük alışverişler yapıyor.

Çin’in savunma bütçesi son on yılda reel olarak yaklaşık yüzde 75 oranında arttı. Ülke, 2035 yılına kadar kuvvetlerinin “temel modernizasyonunu tamamlamak” ve 2049 yılına kadar “dünya standartlarında” bir askeri güç haline gelmek istiyor. Amerika, Çin’in 2027 gibi erken bir tarihte Tayvan’ı işgal etme kapasitesine sahip olmak istediğini düşünüyor.

Amerika’da kimileri, rekabetin hüküm sürdüğü bir dünyada bu yaklaşımın yeterli olup olmadığını sorguluyor. Son dönemde yapılan bazı artışlara rağmen Amerika’nın savunma bütçesi 2012’den bu yana yaklaşık yüzde 5 oranında küçüldü. Harcamalardaki kesintiler 2007-09 mali krizinin ardından geldi. Ancak Kongre, içinde bulunduğumuz dönemdeki akut gerilimden önce bile ülkenin savunma harcamalarını değerlendirmek üzere bir komisyona yetki vermişti. Komisyon, 2018’de harcamaların en az beş yıl boyunca her yıl reel olarak yüzde 3 ila 5 oranında artırılmasını tavsiye etmişti. Amerikalı stratejist Andrew Krepinevich’e göre Amerika’nın rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj geçtiğimiz yüzyılda erozyona uğradı. Birinci, ikinci ve soğuk savaşlar sırasında Amerika’nın rakipleri Amerika’dan çok daha küçük ekonomilere sahipti. Artık öyle değil. Bugün Çin’in gayrisafi yurt içi hasılası Amerika’nınkinin neredeyse yüzde 80’i.

Soğuk Savaş’tan sonraki on yıllarda, ordulara daha az harcama yapmanın, altyapı ve kamu hizmetlerine daha fazla harcama yapmak ve borcu ya da vergileri azaltmak anlamına geldiği düşünülüyordu. 1960’lardan bu yana dünya bu şekilde cari fiyatlarla yılda yaklaşık 4 trilyon dolar harcamayı “serbest bıraktı” ki bu rakam küresel ölçüde devletlerin eğitim bütçesine eşdeğer. Şimdi barış getirisi bir “savaş vergisine” dönüşüyor. Peki bu ne kadar ağır olacak?

Kimin ne harcadığını net bir şekilde tespit etmek zor olabilir. Uluslararası ölçekte karşılaştırma için savunma harcamaları genellikle piyasa döviz kurları üzerinden GSYİH’nin bir payı olarak hesaplanır. Bu ölçüte göre küresel askeri harcamalar, yaklaşık yüzde 2,5 ile Soğuk Savaş sonrası en düşük seviyeye yakın görünüyor. Fakat piyasa döviz kurları, belirli bir dolar askeri harcamanın çok daha fazla silah ve asker için ödeme yapabildiği Çin ve Rusya gibi ülkelerdeki savunma kurumlarının gerçek boyutunu büyük ölçüde küçümsüyor. Büyük güçler arasındaki rekabet beklendiği gibi artarsa bu oran önümüzdeki yıllarda da artacaktır. Daha güvensiz bir dünyada ülkeler komşuları silahlandığı için ya da müttefikleri onları teşvik ettiği için silahlanacaktır.

Silahlara yapılan harcamayı artırmak yapmak soruları gündeme getiriyor. Ülkeler ne satın alacak, para çarçur edilebilir mi ve küresel ekonomi zarar görebilir mi?

Dünyanın açık ara en büyük savunma harcaması yapan ülkesi olan Amerika, geleceğin silahlarının araştırılması ve geliştirilmesine giderek artan miktarlarda kaynak ayırıyor. Çin ve Rusya’yı yakalamak için hipersonik füzeler; insansız hava araçlarını ve füzeleri vurmak için güçlü lazerler gibi “yönlendirilmiş enerji”; yapay zekâ ve robotlar bu silahlar arasında yer alıyor. Ayrıca 155 mm top mermilerinden gemi savar füzelere kadar fabrikalarının üretebildiği kadar çok mühimmat satın alıyor. Ukrayna’daki savaş, bir çatışmada ihtiyaç duyulan olağanüstü miktardaki mühimmatın yanı sıra barış dönemi üretim hatlarının bu talebi karşılamadaki yetersizliğini de gözler önüne serdi.

Çin her alanda yatırım yapıyor ve harcamaları geçen yıl reel olarak yüzde 4,2 oranında arttı. Bütçesinin dağılımı, özellikle de teknolojik gelişmedeki “sivil-asker kaynaşması” nedeniyle şeffaf değil. Pasifik’in derinliklerine ulaşabilen kara taarruz ve gemi savar füzeleri ile bir erişimi engelleme ve bölgeden men etme (a2/ad) silahları kümesi geliştirdi. Ayrıca bazı hipersonik füze türlerinde de (balistik olanlara göre önlenmesi daha zor olan) lider konumda. Donanması şimdiden Amerika’nınkinden daha büyük.

Amerika, Rusya ve Çin de nükleer cephaneliklerine yatırım yapıyor. Amerika karadan, havadan ve denizaltından fırlatılan nükleer silahlardan oluşan “üçlüsünün” tüm ayaklarını geliştiriyor. Rusya, propagandacıların övündüğü gibi, yıkıcı gelgit dalgalarına neden olabilecek bir su altı nükleer patlamasını düzenlemek üzere tasarlanmış uzun mesafeli, nükleer enerjili Poseidon torpidosu gibi ezoterik silahlar üzerinde çalışıyor. Pentagon’a göre Çin, cephaneliğini hızla genişleterek 2035’e kadar birkaç yüz savaş başlığından 1500 savaş başlığına çıkaracak.

Teçhizat da pek çok küçük ülke için alışveriş listesinin başında yer alıyor. Almanya yeni F-35 jetlerinin yanı sıra komuta ve kontrol sistemleri de satın alıyor. Polonya, kara kuvvetleri için büyük harcamalar yaparak Amerika ve Güney Kore’den tanklar, obüsler, hassas füzeler ve daha fazlasının yanı sıra savaş uçakları satın alıyor. Japonya, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Çin ve Kuzey Kore’yi vurmak için uzun menzilli “karşı saldırı” füzeleri istiyor.

Bu alışveriş çılgınlığı çeşitli riskleri de beraberinde getiriyor. Darboğazlar göz önüne alındığında uzun geliştirme süreçleri, değişen ihtiyaçlar ve savunma firmalarının teknolojinin en ileri noktasında faaliyet göstermesi nedeniyle fiyatların kontrol edilmesinin zor olduğu bir sektörde maliyetlerin artması tehlikelerden biri.

ABD’nin savunma bütçeleri, kendi bölgelerine fayda sağlamak isteyen politikacıların kaprislerine maruz kalabiliyor. Mesela Kongre, hava kuvvetlerinin eskiyen uçakları emekliye ayırmasına izin vermeyi ısrarla reddetti. Avrupa ülkeleri ise büyük ölçekli alımları koordine etme konusunda zayıf. Danışmanlık şirketi McKinsey, bu ülkelerin Amerika’dan çok daha fazla sayıda silah modeline sahip olduğunu belirtiyor; Amerika’daki bir ana muharebe tankına karşılık 15 çeşit ana muharebe tankı; yedi savaş uçağına karşılık 20 savaş uçağı vs.

Daha da kötüsü, yolsuzlukla mücadele örgütü Transparency International’dan Josie Stewart, savunma sanayiinin özellikle rüşvete eğilimli olduğunu belirtiyor. Bunun nedeni, pek çok sözleşmeyi çevreleyen gizlilik, ulusal güvenlik için önemi ve teknik konularda uzmanlaşmış uzmanların “döner kapısı”. Para akışı her şeyi daha da kötüleştirebilir.

Büyük savunma firmalarının ve silah tedarik eden endüstrilerin enflasyonu körükleyerek ya da büyümeyi yavaşlatarak ya da her ikisini birden yaparak küresel ekonomiye yük olacağına dair daha büyük kaygılar da var. Harvard’dan Kenneth Rogoff, “devasa geçici harcamaları önden yükleme ihtiyacının borçlanma maliyetlerini kolayca yükseltebileceğini” belirtiyor.

Enflasyon beklentileri?

Bazı korkular yersiz olabilir. Amerika’daki savunma enflasyonunu —askeri teçhizat alıcılarının karşılaştığı fiyat artışı— ele alalım. Yıllık yüzde 5 civarında seyreden bu oran son on yılların en yüksek oranı. Daha önceki askeri yığınaklar sırasında bu tür savunma enflasyonu keskin bir şekilde artmıştı. Ronald Reagan’ın Amerika’nın askeri kabiliyetlerini geliştirdiği 1980’lerin başında, ekonomi genelindeki fiyat artışlarını kolayca geride bıraktı. Vietnam savaşı sırasında kısa bir süre için yıllık bazda yüzde 48’e ulaşmıştı.

Buna rağmen, yeni Soğuk Savaş’ın keskin bir şekilde enflasyonist olacağına inanmak için çok az sebep var. En ateşli şahinler bile savunma harcamalarının GSYİH’ye oranının 1960’lardaki ya da 1970’lerdeki seviyelere dönmesini talep etmiyor. Büyük güçler arasında sıcak bir savaş çıkmadığı sürece, küresel savunma harcamalarının küresel GSYİH’nin düşük tek haneli rakamlarının üzerine çıkması pek mümkün değil; bu da küresel toplam talep ve dolayısıyla bunun enflasyon üzerindeki etkisinin benzer şekilde az olacağı anlamına geliyor.

Harcamalar tarihsel olarak düşük kalabilir, zira savunma eskiden olduğundan daha verimli. Modern ordular her zamankinden daha az sayıda personele ihtiyaç duyuyor ve bu da askeri planlamacıların personel sayısını azaltmasına olanak sağlıyor (fakat görevdeki personel daha pahalı hale gelebiliyor). Brezilya, bütçesinin yüzde 78’ini personele harcarken bu oran Batı’da yüzde 50’nin altında. Personelin yerine daha iyi makineler var. Pek çok planlamacı her platformun maliyetinin artmasından yakınıyor ama her yinelemede daha iyi hale geliyorlar. Girişim sermayesi şirketi Lux Capital’e danışmanlık yapan emekli hava kuvvetleri albayı James Geurts, “Bugünlerde tek bir bombardıman uçağıyla onlarca hedefi vurabilirsiniz, eskiden bunun tersi geçerliydi,” diyor.

Amerika’dan gelen resmi verilere göre, kalite iyileştirmeleri hesaba katıldığında bir füzenin fiyatı 1970’lerin sonundan bu yana nominal olarak yaklaşık yüzde 30 oranında azaldı. Savaş uçaklarının fiyatı ise yaklaşık olarak sabit. Bugün bir ülke korkutucu kabiliyetler elde etmek için nispeten mütevazı bir harcama yapabilir. Bu nedenle savunma harcamaları özellikle barış döneminde GSYİH’ye oranla azalma eğiliminde.

Generalken başkan olan Dwight Eisenhower’ın “savunma sanayii kompleksi” olarak adlandırdığı yapının değişmesi nedeniyle savunma, göreli olarak daha iyi ve daha ucuz olmaya devam edebilir. Geçmişte savunma bakanlıkları sivillere teknoloji ihraç ederdi; küresel konumlandırma sistemi ve interneti aklınıza getirin. Giderek bunun tam tersi oluyor ve savunma sanayiileri dışarıdan teknoloji ithal ediyor.

Teknolojik yörüngeler

Siber güvenlik, insansız hava araçları ve uydu teknolojisi hem sivil hem de askeri alanı kapsıyor. Elon Musk tarafından kurulan SpaceX, Amerikan askeri uydularını fırlatmıştı. Ukraynalı askerler onun Starlink uydu takımından geniş ölçüde faydalanıyor. Amerikan Savunma Bakanlığı ulusal güvenlik için hayati önem taşıyan 14 kritik teknoloji belirledi. Bu alanlardan belki de 10 ya da 11 tanesi özel. Google ve Microsoft gibi teknoloji firmaları siber güvenlik, veri işleme ve yapay zekâ konularında yardımcı oluyor. Pek çok firma bulut bilişim hizmeti veriyor.

Tüm bunlar, bir zamanlar savunmayı ahlaki açıdan kusurlu bularak dışlayan teknoloji firmalarının kültürel fikriyatının değiştiği anlamına geliyor. Amerika’da, Colorado’da çok sayıda mühendislik uzmanının, Washington DC’de yasama merciilerinin, Los Angeles’ta havacılık uzmanlarının ve San Francisco’da yatırımcıların bulunduğu bir savunma teknolojisi ekosistemi ortaya çıktı. Ancak bu sadece ABD’ye özgü değil. Son on yılda kurulan en büyük savunma ve havacılık firmalarının yaklaşık yarısının merkezi dünyanın diğer bölgelerinde. Amerikalı yatırım şirketi General Catalyst’ten Paul Kwan, “Kurucular artık bir sonraki sosyal medya girişimine geçmek istemiyor,” diyor.

General Catalyst ve risk sermayesi kuruluşu Andreessen Horowitz de dahil olmak üzere Silikon Vadisi’ndeki büyük yatırımcılar, geniş tanımıyla ulusal güvenlikle giderek daha fazla ilgileniyor. Teknoloji firmaları burada fırsat kokusu alıyorlar. Büyük veri analitiğinde uzmanlaşan Palantir, kısa bir süre önce karar alma sürecini hızlandırmak için yapay zekâ destekli yeni bir savunma platformu çıkardı. Savunma, 2022’de 2021’e kıyasla daha fazla girişim sermayesi anlaşmasının yapıldığı birkaç sektörden biri oldu.

Savunma firmalarına teknolojinin dinamizmini aşılama konusunda da giderek artan bir çaba var. Britanya’da kısa süre önce yayımlanan bir parlamento raporunda “eski ‘legacy’ sistemlerin bir çift bot siparişi vermek kadar rutin işleri zorlaştırdığı” kaydedildi. Yeni bir uçak üretmek 10 ila 20 yıl sürebiliyor. Fakat dünyanın en büyük savunma yüklenicisi Lockheed Martin’in patronu Jim Taiclet, firmasının her on yılda bir yeni uçak geliştirmek yerine her altı ila 12 ayda bir performansı artırmak üzere yazılım güncellemeleri sunarak Silikon Vadisi’ni taklit etmeyi hedeflediğini söylüyor.

Sektör daha verimli hale gelirse yeni savunma patlamasının mali sonuçları mütevazı olabilir. Savunmaya karşı diğer her şeyin mübadelesi geçmiş on yıllarda çok şiddetliydi: 1944 yılında Amerika, GSYİH’sinin yüzde 53’ünü askeri güçlere harcıyordu. Ancak bugün bu oran daha düşük. Eğer dünya askeri harcamalarını bir gecede iki katına çıkarırsa (vergilerde ya da borçlarda herhangi bir artış olmadığı varsayılırsa), kamu harcamalarının dengeye gelmesi için yaklaşık yüzde 5 oranında azaltılması gerekecek. Kolay değil ama o kadar da zor değil.

Peki ya bunun büyüme üzerindeki etkisi? Pek çok tarihçi, savunma harcamalarının ekonominin geri kalanı üzerinde yük olduğunu savunuyor. Bir ülkeyi güvende tutmanın büyük bir ekonomik maliyeti olur. Fakat örneğin bir füze satın aldığınızda, bu füze faydalı bir şekilde kullanılmak yerine çoğu zaman depoda bekler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da verimlilik artışı yavaşladı, zira insanlar tarlalardan mühimmat fabrikalarına ve askeri birliklere çekildi. Buna karşın, savaş sonrası Japonya ve Batı Almanya’da askeri harcamalara getirilen mecburi sınırlamalar, her iki ülkede de büyük verimlilik artışlarıyla aynı döneme denk geldi.

Ancak bu sadece kısmi bir hikâye. İsrail ve Güney Kore gibi ülkeler canlı ekonomilerini büyük savunma sektörleriyle birleştiriyor. 1960’lardan 2021’e kadar olan Dünya Bankası verilerini analiz ederek askeri harcamalar ve gayrisafi yurt içi hasıla büyümesi arasındaki ilişkiyi araştırdık. Hem uzun yıllar boyunca tek bir ülke içinde hem de tek bir yılda ülkeler arasında, ikisi arasında neredeyse hiçbir korelasyon bulamadık. Basitçe söylemek gerekirse, daha fazla silah daha az tereyağı anlamına gelmiyor.

Savunmayla ilgili araştırma ve geliştirmenin artması daha geniş çaplı inovasyonu destekleyebilir. Savunma kabiliyetlerine yatırımın artırılmasının ekonominin geri kalanı üzerinde de olumlu etkileri olabilir. Berkeley’deki California Üniversitesi’nden Enrico Moretti ve meslektaşlarının yakın tarihli bir makalesi, “genelde kamu tarafından finanse edilen araştırma ve geliştirmenin —ve özellikle savunma ar-ge’sinin— bir ülkenin belirli bir sektördeki toplam inovasyon harcamalarını artırmada etkili olduğunu” ortaya koyuyor.

Vergiler ve tanklar

Hükümetlerin nakit paraları için birbiriyle yarışan pek çok talebi var; bunların arasında yaşlanan nüfusun bakımı, iklim değişikliğiyle mücadele ve borçlar için daha yüksek faiz ödemeleri var. Bazıları daha yüksek vergilerin kaçınılmaz olduğundan ya da maliyetin borçlanma olarak gelecek nesillere aktarılacağından korkuyor. Pek çok hükümet daha yüksek askeri harcamalara yönelik taahhütlerinden geri adım atma baskısıyla karşı karşıya kalacaktır. Yakın zamanda sızdırılan bir istihbarat raporuna göre Kanada Başbakanı Justin Trudeau, NATO liderlerine ülkesinin yüzde 2’lik hedefe asla ulaşamayacağını söylemişti. Japonya ve Polonya’nın savunma harcamalarındaki dev artışları nasıl karşılayacakları henüz belli değil.

Her şeyden önce Washington’daki gelişmeler patlamanın boyutunu ve süresini belirleyecek. Ana akım hala Amerika’nın üstünlüğünü korumasını ve hem Rusya hem de Çin’i savuşturmasını istiyor. Fakat popülist “Önce Amerika” kanadındaki pek çok kişi Ukrayna’ya ve hatta bazı durumlarda Pentagon’a verilen desteğin kesilmesini talep ediyor. Üçüncü bir grup ise askeri harcamaların Avrupa ve Orta Doğu’dan çekilerek Çin’e yoğunlaştırılmasından yana. Dördüncü grupta ise savunmaya daha az, sosyal konulara daha fazla harcama yapılmasını talep eden sol görüşlü isimler yer alıyor. İlk kategori, yani enternasyonalist şahinler, üstünlüğü ele geçirmiş görünüyor. Amerika’nın rakibiyle yüzleşmek, iki partinin de destek verdiği birkaç konudan biri.

Harcamaları birkaç şey artırabilir. Bir kriz tırmanabilir, hatta Amerika’yı doğrudan bir savaşın içine çekebilir ve bu da ülkeyi askeri harcamaları artırmaya zorlayabilir. Mesela Harry Truman, Kore savaşı sırasında başkanken bunlardan birini yönetmişti. Savaş olmadığı takdirde gelecekteki bir başkan askeri yığınak yapmayı tercih edebilir. Pek çok kişi Reagan’ın savunma harcamalarını artırma kararının Sovyetler Birliği’ni iflas ettirmek ve Soğuk Savaş’ı kazanmak açısından son derece önemli olduğu görüşünde.

Öyle ya da böyle, yeni bir yeniden silahlanma dönemi kapıda. Amerikan Genelkurmay Başkanı General Mark Milley’in geçtiğimiz günlerde Senato’ya beyan ettiği üzere: “Hazırlık ve caydırıcılık yoluyla büyük güç savaşını önlemek çok maliyetlidir, ancak savaşmak kadar değil.” Ve kendisinin de açıkladığı gibi bundan daha maliyetli olan tek şey bir savaşı kaybetmektir.

Düzeltme (24 Mayıs): Bu makalenin önceki bir versiyonunda Japonya’nın savunma harcamaları planları ve GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya harcayan NATO ülkelerinin sayısı yanlış ifade edildi. Özür dileriz.

DÜNYA BASINI

Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Yayınlanma

Editorün notu: Aşağıda çevirisini okuyacağınız makalenin yazarı Dieter Stein, Almanya ve Avrupa’daki “Yeni Sağ” diye anılan çevrelerde iyi bilinen Junge Freiheit‘ın [Genç Özgürlük] kurucusu ve genel yayın yönetmeni. Stein’ın yazısı, Avrupa’daki sağ çevrelerin yeni Donald Trump iktidarından beklentilerini yansıtması açısından önemli. Bu çevreler, Trump’ın Amerika’sının Avrupa’da da bir tür “ulusal egemenlik” çağını yeniden başlatacağına inanıyorlar. Almanya özelinde ise, anketlerde birinci sırada görünen ana muhalefetteki CDU’nun ve lideri Friedrich Merz’in AfD’ye yönelik mesafeli yaklaşımını kırmak için özel bir çaba sarf ediyorlar. Özetle “liberal kurumların” çöküşü ve “ulusal egemenliğin” yükselişi teması baskın. Öte yandan Trump’ın olası ticaret savaşlarının bir ihracat devi olarak Almanya için yaratacağı “nazik” durumun da farkındalar. Tüm bunlara rağmen, Trump’lı bir ABD’nin Avrupa için yaratacağı fırsatların daha baskın olduğunu düşünüyorlar; Elon Musk gibi isimlere yönelik ölçüsüz hayranlıkları da cabası. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Trump’ın zaferi Avrupa için dönüm noktası mı?

Dieter Stein
European Conservative
15 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Hem Amerika’da hem de Avrupa’da güncel siyasetin köklü bir değişim geçirdiğine tanıklık ediyoruz. Donald Trump’ın ezici seçim zaferi, Atlantik’in her iki yakasındaki liberal kurumlarda şok etkisi yarattı. Ancak bu müspet sayılabilecek bir şoktu.

Yaşananlar, Avrupa siyasi sınıfını, özellikle de Almanları; bazı yanılsamalarını terk etmeye ve ekonomi ve güvenlik politikası konularında daha olgun ve özgüvenli olmaya zorluyor. Trump’ın Amerikan ulusal çıkarlarını ifade ederken kullandığı hoyrat üslup, siyasal arenaya taze bir soluk getirecek gibi. Tüm bunlar, hakikati ve küresel güç ilişkilerinin ardını görmemizi engelleyen sahte ahlakçılığı ve ucuz ideolojik perdeyi yırtıp atacak belki de.

Tarihin bir cilvesi olsa gerek, Trump’ın ezici seçim zaferinin ilan edildiği gün, [Almanya Şansölyesi] Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar (SPD), Yeşiller ve liberal FDP’den oluşan ve kendini “ilerleme koalisyonu” olarak tanımlayan koalisyon hükümeti çöktü. Scholz, yüksek kamu açıklarına direnen ve ülkedeki düşüşü tersine çevirmek için ekonomi politikasında değişiklik çağrısında bulunan liberal maliye bakanı Christian Lindner’i görevden aldı.

Scholz “Trafik lambası koalisyonu”nun sona erdiğini açıkladığında Almanya, derin bir nefes almış gibiydi. Sefil dönemin artık geride kaldığına bir işaretti bu. Scholz iktidarı, ülkeyi boğan ve bunaltan bir yönetimdi gerçekten de. “Trafik lambası” kelimenin gerçek anlamında bir felaketti ve savaş sonrası Almanya’sının “en sevilmeyen hükümeti” ödülünü haklı olarak kazandı; halkın sadece yüzde 14’ü hâlâ onu destekliyordu. SPD-Yeşiller ekseni, yıkıcı bir miras bırakan Angela Merkel’in 16 yılının ardından gerekli olan rota değişikliğini uygulamaya ne istekliydi ne de başarabilecek kudretteydi. Bunun yerine, Scholz, SPD ve Yeşiller -ve tabii Liberaller- yönetiminde, göndere çekilmiş gökkuşağı bayrakları eşliğinde ülkeyi uçuruma doğru son sürat götürüyorlardı.

Neredeyse yüz gün var, 23 Şubat 2025’te yeni seçimler yapılacak. Seçimlerin muhtemel galibi, yani bir sonraki dönemin Alman Şansölyesi, Hıristiyan Demokratların lideri Friedrich Merz olacağa benziyor. Merz pek çok seçmen için en acil konu olarak masada duran yasadışı göç dalgası başta olmak üzere önemli bir siyasal rota değişikliğine gidebilir. Hatta bunu hemen gerçekleştirebilir. Federal Meclis’te çoğunluk, merkez sağ partiler CDU/CSU, FDP ve Almanya için Alternatif’in (AfD) elinde. Ancak Merz, CDU’nun önerdiği herhangi bir yasa tasarısı için AfD’den oy kabul etmeyeceğini açıkça ilan etmişti. Hatta AfD’nin desteği sayesinde elde edilebilecek “şans eseri” bir çoğunluk yaratabilecek bu türden tasarıları sunmaktan kaçınmaya dahi söz verdi.

Merz, en güçlü ikinci parti olan AfD’yi hükümetten kalıcı olarak dışlamayı hedefleyen “güvenlik duvarının” adet cisimleşmiş bir hali gibi. Ancak antidemokratik güvenlik duvarı politikalarındaki bu ısrarı (ya da Belçika ve Fransa’daki adıyla cordon sanitaire) Merz’i gelecekteki koalisyonlar için sürekli olarak sol partilere bağımlı kılıyor. Merkez sağda net bir çoğunluğu reddeden Merz’in önünde soldaki partilerle işbirliği hariç pek de yol yok. Bu da CDU’nun muhafazakâr seçmen tabanını hayal kırıklığına uğratmasının etkisiyle AfD’ye geniş bir siyasal alan açmış/açacak olduğu anlamına geliyor. Nitekim hükümetin çökmesinin ardından yapılan ilk anketlerde AfD’nin hızla yükselişe geçtiği görülmüş, parti lideri Alice Weidel de trafik lambası koalisyonunun bozulmasını Almanya için bir kurtuluş anı olarak nitelendirmişti.

Merz’in Almanya’nın gerilemesine neden olan politikalarda köklü bir manevra yapabileceğine ilişkin şüphelerim var. Partisi, Başbakan Angela Merkel döneminde pek çoğu Orta Doğu ve Afrika’dan olmak üzere iki milyondan fazla göçmenin ülkeye kontrolsüz girişine izin veren ve tam anlamıyla bir felaket olan “açık kapı mülteci politikası”ndan sorumluydu. O vakitten bu yana suç oranı arttı. Kamu güvenliğindeki bozulmayı kentlerin yanı sıra küçük kasabalarda da izlemek olası hale geldi.

Merz, Yeşiller ideolojisinin etkisiyle şekillenen ve Merkel tarafından uygulamaya geçirilen büyük maliyetli “enerji dönüşümü” politikalarının artık geri döndürülemez olduğunu ifade etmişti. CDU’nun Yeşiller ile arasındaki belki de tek büyük anlaşmazlık, Merkel hükümetinin devre dışı bırakmaya karar verdiği nükleer enerjiyi desteklemeye geri dönmesi gibi görünüyor. Ne var ki, Almanya’daki nükleer santrallerinin hepsi kapatıldığı ve yıkımına başlandığı için artık çok geç. Merz, Yeşiller ile hâlâ flört eden güçlü bölgesel liderler varken Sosyal Demokratlarla bir koalisyona girmeyi tercih edecektir. Almanya için büyük bir siyasal rota değişikliği bekleyenler hayal kırıklığına uğrayacağa benziyor.

Bir de şu var tabii: Almanya’nın bir sonraki hükümeti Atlantik’in öte yakasında tamamen farklı bir yönetimle karşı karşıya kalacak. Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşü Avrupa’da büyük bir şok etkisi yarattı. Trump’ın ezici seçim zaferi, Amerika’da “faşizmin” yükselişinden yakınan ilerici elitler ve aktivistler arasında derin bir endişeye yol açtı. Almanya’nın Greta Thunberg’i sayılabilecek ünlü bir iklim aktivisti, X’te İngilizce çevirisiyle birlikte sadece tek bir kelime ile içinde bulunulan durumu anlattı:  “Weltschmerz” [dünya ağrısı]. Yine haftalık Die Zeit gazetesinin genel yayın yönetmeni Trump’ın seçilmiş olmasını “bir kâbus” olarak değerlendirirken, Der Spiegel ise “Batı’nın sonu” diye yakındı. Nitekim bu durum, sol-ilerici politikaların ve dış politikamızın artık sorgulanmaya başlanacağı anlamına geliyor.

Yeşiller üyesi dışişleri bakanımız Annalena Baerbock tarafından savunulan ilerici “değerlere dayalı dış politika” kurgusu çöküyor. Pasifizm ve savaşçılık arasında gidip gelen, ancak güç politikalarına ilişkin temel bilgilerden yoksun olan bu naif dış politika, ülkesini ilk sıraya koyan [America first] bir Amerikan başkanıyla karşı karşıya kaldığında artık iyiden iyiye çöküşe geçmiş olacak. İşaretler sert bir Realpolitik’e geri dönüşün sinyallerini veriyor.

Trump’ın iktidara geri dönüşüyle birlikte dünyanın dört bir yanında kazananlar ve kaybedenler de netleşmeye başlıyor. Trump yönetimi Pekin’in aleyhine döner ve ekonomik, askeri ve diplomatik cephede koordineli bir geri püskürtme girişimi başlatırsa Çin büyük bir kaybeden olabilir mesela. Yine Trump’ın zaferinin en önemli faydalanıcılarından biri, Trump ve bazı kilit danışmanlarıyla yakından ilişkili olan İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu olabilir. Avrupa’da Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, anketlerin Trump’ın zaferine işaret etmesinin ardından Trump’a sıcak bir kutlama mesajı gönderen ilk isim oldu. Ancak kıtamızdaki merkezci ve liberal siyasi liderler arasında, Avrupa’daki Amerikan askeri varlığının geri çekilmesinden ve Ukrayna’ya yönelik (mali) desteğin radikal şekilde azalmasından endişe edenler de mevcut.

Trump’ın dönüşü kesinlikle Batı’nın ya da Batı siyasal ittifakının sonu anlamına gelmiyor. Aksine, ulusal çıkarlara dayanan ve bu çıkarları gözeten ulus devletlerin temel siyasi özüne geri dönüş demek belki de. Avrupa genelinde duyulan derin korkuya rağmen, Trump yönetimindeki ABD’nin Ukrayna’yı Putin’in kaderine teslim edeceği yönünde kesin veriler yok elimizde. Ancak, Washington ve Moskova arasındaki ilişkilerde barış müzakerelerini kolaylaştırabilecek yeni bir başlangıç olacaktır; olmalıdır da. Böylesi bir gelişme, memnuniyetle karşılanacaktır.

İlginç ve şaşırtıcı bir şekilde, İngiliz The Economist dergisinin yakın tarihli bir makalesinde (“Volodimir Zelensky neden Donald Trump’ın zaferini memnuniyetle karşılayabilir?”) altının çizildiği gibi, Ukrayna hükümetindeki birçok üst düzey yetkili aslında (gizli saklı da olsa) Trump’ın zaferini ümit ediyordu. Zayıf Biden yönetimi ile “kuralları yerle yeksan edecek joker başkan” arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarında, ikincisini seçeceklerdi; öyle de yaptılar.

Başkan Zelensky, Trump’ın “küresel meselelerde güç yoluyla barış yaklaşımını” övmekte gecikmedi ve ülkesi için “adil bir barış” sağlamak üzere yeni başkanla birlikte çalışmaya istekli olduğunu ifade etmiş oldu. Zelenskiy seçim sonrası seçilmiş başkanla yaptığı ilk telefon görüşmesinin ardından Trump’tan övgüyle bahsetti. Nitekim, The Economist bunu şöyle değerlendirecekti:

“Amerika’nın Ukrayna’ya Rusya topraklarına saldırı için uzun menzilli füzelerini kullanma izni vermemesi, zaten onaylanmış olan askeri yardım tedarikinde yaşanan ve artık kronikleşmiş gecikmeler ve sağlam güvenlik garantileri sunamaması [Ukrayna’da] her geçen gün daha fazla zayıflık ve ikiyüzlülük olarak algılanıyor. Ancak Bay Trump’ın zaferi, Bay Zelenskiy’e en iyi ihtimalle kanlı bir çıkmazdan, en kötü ihtimalle ise bir yenilgiden çıkış yolu sunabilir.”

Avrupa medyasının ekseriyeti, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan Amerikalı seçmen davranışını anlamakta ve öngörmekte bütünüyle başarısız oldu. Amerikan halkının, ekonomi, enflasyon ve kitlesel göç gibi konularda büyük endişesi var. Amerika “küresel iklim hükümeti” ya da dünya demokrasisi hayalleri uğruna dünyanın süper gücü olmaktan feragat etmeye hazır değil. Seçim sonuçlarından bir kez daha öğreniyoruz ki, sıradan işçi sınıfı Amerikalılar, vergilerinin wokeness¹, sol tandanslı kimlik siyaseti, DEI ideolojisi [çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık], iklim yanılsaması ve göçmenlere yönelik yaygın sosyal harcamalar için kullanılmasından bıktı usandı. Güvenliklerini ve kimliklerini intihar niteliğindeki bir açık sınır politikasına feda etmeyeceklerdi. Bu durum Almanya için de geçerli. Nitekim AfD’nin anketlerde yükselmesinin nedeni de budur.

Trump’ın korumacılığı ve getirilmesi muhtemel yeni gümrük tarifeleri Avrupa’nın ve Almanya’nın ihracata dayalı üretimine zarar verecektir. Otomotiv sektörü başta olmak üzere pek çok endüstrinin çeşitli endişeleri olduğu bir sır değil. Tarifelerin mütevazı bir sınırda tutulmasını ve zararın minimumda kalmasını umuyorum. Tüm bunlara karşın, mevcut vahametin, özellikle de Almanya’nın geleneksel endüstrilerindeki ekonomik rahatsızlığın Amerikan politikasından kaynaklanmadığını, tamamen içeriden kaynaklı olduğunu da kabul etmeliyiz: Yeşil enerjiye geçiş politikaları sebebiyle yaşanan artan enerji maliyetleri, yüksek vergi oranları ve işgücü maliyetleri ve aşırılaşmış bürokratik formaliteler rekabet gücünde sürekli bir kayba yol açtı.

19. yüzyılda Almanya sanayide lider ve ekonomik bir güç merkezi haline gelerek İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımlarından kurtulmuştu. Ancak bir süredir geriye düşüyor. ABD’nin bazı bölgelerine hâkim olan inovasyon düzeyinden bir hayli yoksun. Trump’ın yanında Elon Musk gibi çağımızın en başarılı girişimcisi ve yenilikçisinin olması da vizyoner bir çıkış anlamına geliyor. Amerika kelimenin gerçek anlamıyla yeniden yıldızlara ulaşıyor. Musk uzaya roketler gönderip parlak siber kamyonlar inşa ederken, Almanya’nın yeşil ilerici-aptalları arabaların yerine hantal kargo bisikletlerini koymanın hayalinde.

Almanya’da Musk’ın coşkulu iyimserliğini ve önlenemez başarı arzusunu bulmak pek mümkün değil. Aksine, Tesla ve X’in sahibi mütemadiyen yeriliyor. Der Spiegel dergisi geçtiğimiz günlerde Musk hakkında “İki Numaralı Halk Düşmanı” başlıklı bir haber yayımladı ve onu son derece absürt şekilde demokrasiyi yok etmekle suçladı.

Avrupalı solcu elitler Elon Musk’tan nefret ediyor çünkü o Twitter/X’i kısıtlardan kurtardı ve daha önce solcuların hakimiyetinde olan platformdaki güç dengesini yeniden tesis etti. Musk, en üst düzeyde fikir özgürlüğünü ve demokratik tartışmayı savunuyor. Bu da ülkedeki yerleşik söylemi kontrol etmeye ve hoşlarına gitmeyen görüşleri sansürlemeye alışkın kurulu düzen muhafızları için kâbus demek. Hoşlanmadıkları her şeye dezenformasyon diyerek görmezden geldikleri düşünüldüğünde Trump’ın zaferi, sol-kanat iptal kültürüne karşı kültür savaşında bir dönüm noktası olacak!

Trump’ın zaferini Avrupalılar ve Almanlar için daha da acı verici kılan şey, güvenlik politikası konusundaki zaaflarımızı ve yanılsamalarımızı gözler önüne sermesidir. Eski başkan, Almanya’nın yetersiz silahlı kuvvetlerini ve ABD’nin güvenlik garantilerine bel bağlamasını eleştirirken oldukça haklıydı. Son otuz yıldır, bilhassa da Merkel döneminde, Almanya’nın askeri harcamaları son derece yetersiz kaldı. Öyle ki, NATO’nun yüzde 2 olan gayrisafi yurtiçi hasıla hedefi de sürekli olarak ıskalandı.

Senatör J.D. Vance şubat ayında Financial Times için yazdığı makalede öne sürdüğü taleplerinde haklıydı: “Avrupa savunma konusunda kendi ayakları üzerinde durmalıdır”. Şu anda Almanya’nın Bundeswehr’i² tek bacaklı bir asker gibi adeta. Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius, Baltık ülkelerine tek bir tugay göndermek için dahi yeterli kaynakları denkleştirmekte zorlanıyor. Şubat 2022’nin sonlarında, Rusya’nın Ukrayna’yı tamamen işgal etmesinin ardından, Şansölye Olaf Scholz Zeitenwende [dönüm noktası] ilan etti. Gerçekte ise Scholz’un sözlerinin arkası boştu, ardından dişe dokunur bir eylem gelmedi. Bundeswehr için borçla finanse edilen 100 milyar avroluk ek kaynak, somut ve kayda değer bir değişime yol açmadı. Almanya bugün hâlâ NATO’nun yüzde 2’lik harcama hedefinin çok çok gerisinde.

Trump, Schröder’den Merkel’e (ve Merkel’in eski maliye bakanı olan Scholz’a) kadar Alman hükümetlerinin bir biçimde kaçabileceklerine inandıkları faturayı bir kez daha önümüze koyacak. Komünist Sovyet imparatorluğunun çöküşünden sonra Almanlar, ulusal savunma harcamalarını kısmak, NATO’nun gölgesinde ve ABD’nin nükleer kalkanının koruması altında neredeyse bedavaya “barış getirisinden” yararlanabilmeyi umdular. Ama nihayet Trump bizi artık kendi silahlı kuvvetlerimize çok daha fazla yatırım yapmaya zorlayacak. Daha bağımsız ve egemen olmak istiyorsak önkoşul budur.

Trump’ın “Önce Amerika” politikaları, yasadışı göçe ve sol esintili çeşitlilik gündemlerine karşı çıkışı, Avrupa’daki sağcı partiler ya da sağcı hükümetler için ideolojik bir destek sağlayabilir. Ve evet, onun korumacılığı bizim işimizi zorlaştıracaktır. Fakat, ülkelerimize, uluslarımıza sahip çıkmalıyız. Kim bilir belki de yeni Trump hükümeti, transatlantik ilişkilerde Avrupalıların vasal devletler yerine gerçek birer siyasal ortak haline geldiği yeni bir aşama için bir fırsat açıyordur.


¹ ABD’de ortaya çıkan ve sosyal adalet ile etnik-ırksal eşitliği önceliklendiren hareketleri, kimlik temelli eşitsizliklere karşı duyarlılığı ve bu konulara yönelik aktif farkındalığı tanımlamak için kullanılan bir tür şemsiye kavram, “duyarcılık.” (ç.n.)
² Alman Silahlı Kuvvetleri. Almanya Federal Cumhuriyeti’nin kara, deniz ve hava kuvvetlerini kapsayan, ülkenin savunma politikalarını icra eden temel askeri organ. (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English