Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

The Economist, küresel silahlanma yarışının maliyetini yazdı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaş ve Tayvan gerilimi söz konusu ihtilafların taraflarını silahlanma konusunda agresifleşmeye sevk etti. ABD, Rusya ve Çin sofistikte silah sistemlerinde yarış halindeyken Polonya ve Japonya gibi ülkeler de ordularını büyütmeye başlıyor. The Economist, yaşanan yeni silahlanma yarışının ülkelerin kamu bütçelerine oluşturacağı yüke dair kaba bir hesap yapmış.


Küresel silahlanma yarışının maliyeti

The Economist
23 Mayıs 2023

“Savaş vergisi” küresel ekonomi için ne anlama geliyor?

Soğu Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Amerikan Başkanı George H.W. Bush, savunma harcamalarında kesintiye gidilmesinin ekonomiyi canlandıracağı fikrini yaygınlaştırdı. Bush 1992’de “Bu yıl ve daha sonraki yıllarda savunma bütçelerinin kalıcı olarak azaltılmasıyla gerçek bir barış getirisi elde edebiliriz,” demişti. Dünya bunu dikkate aldı. Amerika 1989’da GSYİH’sinin yüzde 6’sını savunmaya ayırırken bu oran on yıl içinde yüzde 3’e düştü. Ardından 11 Eylül saldırıları ve Afganistan ile Irak’taki savaşlar geldi. Şimdi de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Amerika ile Çin arasında Tayvan yüzünden çıkan savaş söylentileri ve İran’ın nükleer hırslarıyla ilgili gerginlikler nedeniyle ülkeler bu yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar silahlanıyorlar.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü düşünce kuruluşuna göre, geçen yıl dünya genelinde savunma harcamaları reel olarak yaklaşık yüzde 4 artarak 2 trilyon doların üzerine çıktı. Savunma firmalarının hisse fiyatları borsanın genelinden daha iyi performans gösteriyor. Başta Almanya olmak üzere pek çok NATO müttefiki, ittifakın hedefi olan GSYİH’nin yüzde 2’si oranındaki savunma harcamalarını karşılamayı ya da aşmayı planlıyor. Diğer ülkeler de savurganlık yapmayı planlıyor. Japonya 2027 yılına kadar savunma harcamalarını üçte iki oranında artırarak savunmaya harcama yapan dünyanın en büyük üçüncü ülkesi olmayı planlıyor.

Toplam yeni savunma taahhütlerinin ve tahmini harcama artışlarının, uygulanması halinde, her yıl küresel olarak 200 milyar doların üzerinde ilave savunma harcaması yaratacağını tahmin ediyoruz. Bu rakam çok daha fazla olabilir. Şu anda yıllık GSYİH’nin yüzde 2’sinden daha az harcama yapan ülkelerin bu seviyeye ulaştığını ve geri kalanların da harcamalarını GSYİH’nin yüzde yarım puanı kadar arttırdığını düşünün. Küresel savunma harcamaları yılda 700 milyar dolara yakın bir artış gösterecektir.

IMF Başkanı Kristalina Georgieva, nisan ayında yaptığı bir konuşmada Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin “son otuz yıldır elde ettiğimiz barış getirisini yok etme riski taşıdığını” söylemişti. Batı, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı taarruz başlatmasına destek olmak için giderek daha sofistike hale gelen, daha fazla silah gönderiyor. Dokuz yeni zırhlı tugayının büyük bir bölümünü modern savaş tankları ve daha fazlasıyla donatıldı. Yakında Ukraynalı pilotlar Amerikan yapımı F-16 savaş uçaklarını kullanmaları konusunda eğitilmeye başlanacak.

NATO’nun yüzde 2’lik hedefine ulaşan ülke sayısı 2014’te üç iken geçen yıl yediye yükseldi. Kulüp şimdi bunun “tavan değil taban” olması gerektiğini söylüyor ki bu görüşün temmuz ayında Litvanya’da yapılacak zirvede kabul edilmesi bekleniyor. Bazı ülkeler bunun çok ötesine geçiyor. Polonya bu yıl yüzde 4’e ulaşmayı ve nihayetinde ordusunun büyüklüğünü iki katına çıkarmayı hedefliyor. Fransa “savaş ekonomisine” geçmekten söz ediyor.

Dünyanın diğer ucunda da bir silahlanma yarışı yoğunlaşıyor. Tayvan askerlik süresini dört aydan bir yıla çıkarıyor. AUKUS anlaşması kapsamında Amerika ve Britanya, Avustralya’ya nükleer güçle çalışan denizaltılar tedarik edecek; ayrıca hipersonik füzeler de dahil olmak üzere başka silahlar geliştirmeyi de hedefliyorlar. Geçtiğimiz on yıl içerisinde Hindistan’ın savunma bütçesi reel olarak yaklaşık yüzde 50 oranında artarken, Pakistan’ınki de aynı oranda yükseldi. Ortadoğu’da Körfez ülkeleri silah pazarında yine büyük alışverişler yapıyor.

Çin’in savunma bütçesi son on yılda reel olarak yaklaşık yüzde 75 oranında arttı. Ülke, 2035 yılına kadar kuvvetlerinin “temel modernizasyonunu tamamlamak” ve 2049 yılına kadar “dünya standartlarında” bir askeri güç haline gelmek istiyor. Amerika, Çin’in 2027 gibi erken bir tarihte Tayvan’ı işgal etme kapasitesine sahip olmak istediğini düşünüyor.

Amerika’da kimileri, rekabetin hüküm sürdüğü bir dünyada bu yaklaşımın yeterli olup olmadığını sorguluyor. Son dönemde yapılan bazı artışlara rağmen Amerika’nın savunma bütçesi 2012’den bu yana yaklaşık yüzde 5 oranında küçüldü. Harcamalardaki kesintiler 2007-09 mali krizinin ardından geldi. Ancak Kongre, içinde bulunduğumuz dönemdeki akut gerilimden önce bile ülkenin savunma harcamalarını değerlendirmek üzere bir komisyona yetki vermişti. Komisyon, 2018’de harcamaların en az beş yıl boyunca her yıl reel olarak yüzde 3 ila 5 oranında artırılmasını tavsiye etmişti. Amerikalı stratejist Andrew Krepinevich’e göre Amerika’nın rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj geçtiğimiz yüzyılda erozyona uğradı. Birinci, ikinci ve soğuk savaşlar sırasında Amerika’nın rakipleri Amerika’dan çok daha küçük ekonomilere sahipti. Artık öyle değil. Bugün Çin’in gayrisafi yurt içi hasılası Amerika’nınkinin neredeyse yüzde 80’i.

Soğuk Savaş’tan sonraki on yıllarda, ordulara daha az harcama yapmanın, altyapı ve kamu hizmetlerine daha fazla harcama yapmak ve borcu ya da vergileri azaltmak anlamına geldiği düşünülüyordu. 1960’lardan bu yana dünya bu şekilde cari fiyatlarla yılda yaklaşık 4 trilyon dolar harcamayı “serbest bıraktı” ki bu rakam küresel ölçüde devletlerin eğitim bütçesine eşdeğer. Şimdi barış getirisi bir “savaş vergisine” dönüşüyor. Peki bu ne kadar ağır olacak?

Kimin ne harcadığını net bir şekilde tespit etmek zor olabilir. Uluslararası ölçekte karşılaştırma için savunma harcamaları genellikle piyasa döviz kurları üzerinden GSYİH’nin bir payı olarak hesaplanır. Bu ölçüte göre küresel askeri harcamalar, yaklaşık yüzde 2,5 ile Soğuk Savaş sonrası en düşük seviyeye yakın görünüyor. Fakat piyasa döviz kurları, belirli bir dolar askeri harcamanın çok daha fazla silah ve asker için ödeme yapabildiği Çin ve Rusya gibi ülkelerdeki savunma kurumlarının gerçek boyutunu büyük ölçüde küçümsüyor. Büyük güçler arasındaki rekabet beklendiği gibi artarsa bu oran önümüzdeki yıllarda da artacaktır. Daha güvensiz bir dünyada ülkeler komşuları silahlandığı için ya da müttefikleri onları teşvik ettiği için silahlanacaktır.

Silahlara yapılan harcamayı artırmak yapmak soruları gündeme getiriyor. Ülkeler ne satın alacak, para çarçur edilebilir mi ve küresel ekonomi zarar görebilir mi?

Dünyanın açık ara en büyük savunma harcaması yapan ülkesi olan Amerika, geleceğin silahlarının araştırılması ve geliştirilmesine giderek artan miktarlarda kaynak ayırıyor. Çin ve Rusya’yı yakalamak için hipersonik füzeler; insansız hava araçlarını ve füzeleri vurmak için güçlü lazerler gibi “yönlendirilmiş enerji”; yapay zekâ ve robotlar bu silahlar arasında yer alıyor. Ayrıca 155 mm top mermilerinden gemi savar füzelere kadar fabrikalarının üretebildiği kadar çok mühimmat satın alıyor. Ukrayna’daki savaş, bir çatışmada ihtiyaç duyulan olağanüstü miktardaki mühimmatın yanı sıra barış dönemi üretim hatlarının bu talebi karşılamadaki yetersizliğini de gözler önüne serdi.

Çin her alanda yatırım yapıyor ve harcamaları geçen yıl reel olarak yüzde 4,2 oranında arttı. Bütçesinin dağılımı, özellikle de teknolojik gelişmedeki “sivil-asker kaynaşması” nedeniyle şeffaf değil. Pasifik’in derinliklerine ulaşabilen kara taarruz ve gemi savar füzeleri ile bir erişimi engelleme ve bölgeden men etme (a2/ad) silahları kümesi geliştirdi. Ayrıca bazı hipersonik füze türlerinde de (balistik olanlara göre önlenmesi daha zor olan) lider konumda. Donanması şimdiden Amerika’nınkinden daha büyük.

Amerika, Rusya ve Çin de nükleer cephaneliklerine yatırım yapıyor. Amerika karadan, havadan ve denizaltından fırlatılan nükleer silahlardan oluşan “üçlüsünün” tüm ayaklarını geliştiriyor. Rusya, propagandacıların övündüğü gibi, yıkıcı gelgit dalgalarına neden olabilecek bir su altı nükleer patlamasını düzenlemek üzere tasarlanmış uzun mesafeli, nükleer enerjili Poseidon torpidosu gibi ezoterik silahlar üzerinde çalışıyor. Pentagon’a göre Çin, cephaneliğini hızla genişleterek 2035’e kadar birkaç yüz savaş başlığından 1500 savaş başlığına çıkaracak.

Teçhizat da pek çok küçük ülke için alışveriş listesinin başında yer alıyor. Almanya yeni F-35 jetlerinin yanı sıra komuta ve kontrol sistemleri de satın alıyor. Polonya, kara kuvvetleri için büyük harcamalar yaparak Amerika ve Güney Kore’den tanklar, obüsler, hassas füzeler ve daha fazlasının yanı sıra savaş uçakları satın alıyor. Japonya, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Çin ve Kuzey Kore’yi vurmak için uzun menzilli “karşı saldırı” füzeleri istiyor.

Bu alışveriş çılgınlığı çeşitli riskleri de beraberinde getiriyor. Darboğazlar göz önüne alındığında uzun geliştirme süreçleri, değişen ihtiyaçlar ve savunma firmalarının teknolojinin en ileri noktasında faaliyet göstermesi nedeniyle fiyatların kontrol edilmesinin zor olduğu bir sektörde maliyetlerin artması tehlikelerden biri.

ABD’nin savunma bütçeleri, kendi bölgelerine fayda sağlamak isteyen politikacıların kaprislerine maruz kalabiliyor. Mesela Kongre, hava kuvvetlerinin eskiyen uçakları emekliye ayırmasına izin vermeyi ısrarla reddetti. Avrupa ülkeleri ise büyük ölçekli alımları koordine etme konusunda zayıf. Danışmanlık şirketi McKinsey, bu ülkelerin Amerika’dan çok daha fazla sayıda silah modeline sahip olduğunu belirtiyor; Amerika’daki bir ana muharebe tankına karşılık 15 çeşit ana muharebe tankı; yedi savaş uçağına karşılık 20 savaş uçağı vs.

Daha da kötüsü, yolsuzlukla mücadele örgütü Transparency International’dan Josie Stewart, savunma sanayiinin özellikle rüşvete eğilimli olduğunu belirtiyor. Bunun nedeni, pek çok sözleşmeyi çevreleyen gizlilik, ulusal güvenlik için önemi ve teknik konularda uzmanlaşmış uzmanların “döner kapısı”. Para akışı her şeyi daha da kötüleştirebilir.

Büyük savunma firmalarının ve silah tedarik eden endüstrilerin enflasyonu körükleyerek ya da büyümeyi yavaşlatarak ya da her ikisini birden yaparak küresel ekonomiye yük olacağına dair daha büyük kaygılar da var. Harvard’dan Kenneth Rogoff, “devasa geçici harcamaları önden yükleme ihtiyacının borçlanma maliyetlerini kolayca yükseltebileceğini” belirtiyor.

Enflasyon beklentileri?

Bazı korkular yersiz olabilir. Amerika’daki savunma enflasyonunu —askeri teçhizat alıcılarının karşılaştığı fiyat artışı— ele alalım. Yıllık yüzde 5 civarında seyreden bu oran son on yılların en yüksek oranı. Daha önceki askeri yığınaklar sırasında bu tür savunma enflasyonu keskin bir şekilde artmıştı. Ronald Reagan’ın Amerika’nın askeri kabiliyetlerini geliştirdiği 1980’lerin başında, ekonomi genelindeki fiyat artışlarını kolayca geride bıraktı. Vietnam savaşı sırasında kısa bir süre için yıllık bazda yüzde 48’e ulaşmıştı.

Buna rağmen, yeni Soğuk Savaş’ın keskin bir şekilde enflasyonist olacağına inanmak için çok az sebep var. En ateşli şahinler bile savunma harcamalarının GSYİH’ye oranının 1960’lardaki ya da 1970’lerdeki seviyelere dönmesini talep etmiyor. Büyük güçler arasında sıcak bir savaş çıkmadığı sürece, küresel savunma harcamalarının küresel GSYİH’nin düşük tek haneli rakamlarının üzerine çıkması pek mümkün değil; bu da küresel toplam talep ve dolayısıyla bunun enflasyon üzerindeki etkisinin benzer şekilde az olacağı anlamına geliyor.

Harcamalar tarihsel olarak düşük kalabilir, zira savunma eskiden olduğundan daha verimli. Modern ordular her zamankinden daha az sayıda personele ihtiyaç duyuyor ve bu da askeri planlamacıların personel sayısını azaltmasına olanak sağlıyor (fakat görevdeki personel daha pahalı hale gelebiliyor). Brezilya, bütçesinin yüzde 78’ini personele harcarken bu oran Batı’da yüzde 50’nin altında. Personelin yerine daha iyi makineler var. Pek çok planlamacı her platformun maliyetinin artmasından yakınıyor ama her yinelemede daha iyi hale geliyorlar. Girişim sermayesi şirketi Lux Capital’e danışmanlık yapan emekli hava kuvvetleri albayı James Geurts, “Bugünlerde tek bir bombardıman uçağıyla onlarca hedefi vurabilirsiniz, eskiden bunun tersi geçerliydi,” diyor.

Amerika’dan gelen resmi verilere göre, kalite iyileştirmeleri hesaba katıldığında bir füzenin fiyatı 1970’lerin sonundan bu yana nominal olarak yaklaşık yüzde 30 oranında azaldı. Savaş uçaklarının fiyatı ise yaklaşık olarak sabit. Bugün bir ülke korkutucu kabiliyetler elde etmek için nispeten mütevazı bir harcama yapabilir. Bu nedenle savunma harcamaları özellikle barış döneminde GSYİH’ye oranla azalma eğiliminde.

Generalken başkan olan Dwight Eisenhower’ın “savunma sanayii kompleksi” olarak adlandırdığı yapının değişmesi nedeniyle savunma, göreli olarak daha iyi ve daha ucuz olmaya devam edebilir. Geçmişte savunma bakanlıkları sivillere teknoloji ihraç ederdi; küresel konumlandırma sistemi ve interneti aklınıza getirin. Giderek bunun tam tersi oluyor ve savunma sanayiileri dışarıdan teknoloji ithal ediyor.

Teknolojik yörüngeler

Siber güvenlik, insansız hava araçları ve uydu teknolojisi hem sivil hem de askeri alanı kapsıyor. Elon Musk tarafından kurulan SpaceX, Amerikan askeri uydularını fırlatmıştı. Ukraynalı askerler onun Starlink uydu takımından geniş ölçüde faydalanıyor. Amerikan Savunma Bakanlığı ulusal güvenlik için hayati önem taşıyan 14 kritik teknoloji belirledi. Bu alanlardan belki de 10 ya da 11 tanesi özel. Google ve Microsoft gibi teknoloji firmaları siber güvenlik, veri işleme ve yapay zekâ konularında yardımcı oluyor. Pek çok firma bulut bilişim hizmeti veriyor.

Tüm bunlar, bir zamanlar savunmayı ahlaki açıdan kusurlu bularak dışlayan teknoloji firmalarının kültürel fikriyatının değiştiği anlamına geliyor. Amerika’da, Colorado’da çok sayıda mühendislik uzmanının, Washington DC’de yasama merciilerinin, Los Angeles’ta havacılık uzmanlarının ve San Francisco’da yatırımcıların bulunduğu bir savunma teknolojisi ekosistemi ortaya çıktı. Ancak bu sadece ABD’ye özgü değil. Son on yılda kurulan en büyük savunma ve havacılık firmalarının yaklaşık yarısının merkezi dünyanın diğer bölgelerinde. Amerikalı yatırım şirketi General Catalyst’ten Paul Kwan, “Kurucular artık bir sonraki sosyal medya girişimine geçmek istemiyor,” diyor.

General Catalyst ve risk sermayesi kuruluşu Andreessen Horowitz de dahil olmak üzere Silikon Vadisi’ndeki büyük yatırımcılar, geniş tanımıyla ulusal güvenlikle giderek daha fazla ilgileniyor. Teknoloji firmaları burada fırsat kokusu alıyorlar. Büyük veri analitiğinde uzmanlaşan Palantir, kısa bir süre önce karar alma sürecini hızlandırmak için yapay zekâ destekli yeni bir savunma platformu çıkardı. Savunma, 2022’de 2021’e kıyasla daha fazla girişim sermayesi anlaşmasının yapıldığı birkaç sektörden biri oldu.

Savunma firmalarına teknolojinin dinamizmini aşılama konusunda da giderek artan bir çaba var. Britanya’da kısa süre önce yayımlanan bir parlamento raporunda “eski ‘legacy’ sistemlerin bir çift bot siparişi vermek kadar rutin işleri zorlaştırdığı” kaydedildi. Yeni bir uçak üretmek 10 ila 20 yıl sürebiliyor. Fakat dünyanın en büyük savunma yüklenicisi Lockheed Martin’in patronu Jim Taiclet, firmasının her on yılda bir yeni uçak geliştirmek yerine her altı ila 12 ayda bir performansı artırmak üzere yazılım güncellemeleri sunarak Silikon Vadisi’ni taklit etmeyi hedeflediğini söylüyor.

Sektör daha verimli hale gelirse yeni savunma patlamasının mali sonuçları mütevazı olabilir. Savunmaya karşı diğer her şeyin mübadelesi geçmiş on yıllarda çok şiddetliydi: 1944 yılında Amerika, GSYİH’sinin yüzde 53’ünü askeri güçlere harcıyordu. Ancak bugün bu oran daha düşük. Eğer dünya askeri harcamalarını bir gecede iki katına çıkarırsa (vergilerde ya da borçlarda herhangi bir artış olmadığı varsayılırsa), kamu harcamalarının dengeye gelmesi için yaklaşık yüzde 5 oranında azaltılması gerekecek. Kolay değil ama o kadar da zor değil.

Peki ya bunun büyüme üzerindeki etkisi? Pek çok tarihçi, savunma harcamalarının ekonominin geri kalanı üzerinde yük olduğunu savunuyor. Bir ülkeyi güvende tutmanın büyük bir ekonomik maliyeti olur. Fakat örneğin bir füze satın aldığınızda, bu füze faydalı bir şekilde kullanılmak yerine çoğu zaman depoda bekler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da verimlilik artışı yavaşladı, zira insanlar tarlalardan mühimmat fabrikalarına ve askeri birliklere çekildi. Buna karşın, savaş sonrası Japonya ve Batı Almanya’da askeri harcamalara getirilen mecburi sınırlamalar, her iki ülkede de büyük verimlilik artışlarıyla aynı döneme denk geldi.

Ancak bu sadece kısmi bir hikâye. İsrail ve Güney Kore gibi ülkeler canlı ekonomilerini büyük savunma sektörleriyle birleştiriyor. 1960’lardan 2021’e kadar olan Dünya Bankası verilerini analiz ederek askeri harcamalar ve gayrisafi yurt içi hasıla büyümesi arasındaki ilişkiyi araştırdık. Hem uzun yıllar boyunca tek bir ülke içinde hem de tek bir yılda ülkeler arasında, ikisi arasında neredeyse hiçbir korelasyon bulamadık. Basitçe söylemek gerekirse, daha fazla silah daha az tereyağı anlamına gelmiyor.

Savunmayla ilgili araştırma ve geliştirmenin artması daha geniş çaplı inovasyonu destekleyebilir. Savunma kabiliyetlerine yatırımın artırılmasının ekonominin geri kalanı üzerinde de olumlu etkileri olabilir. Berkeley’deki California Üniversitesi’nden Enrico Moretti ve meslektaşlarının yakın tarihli bir makalesi, “genelde kamu tarafından finanse edilen araştırma ve geliştirmenin —ve özellikle savunma ar-ge’sinin— bir ülkenin belirli bir sektördeki toplam inovasyon harcamalarını artırmada etkili olduğunu” ortaya koyuyor.

Vergiler ve tanklar

Hükümetlerin nakit paraları için birbiriyle yarışan pek çok talebi var; bunların arasında yaşlanan nüfusun bakımı, iklim değişikliğiyle mücadele ve borçlar için daha yüksek faiz ödemeleri var. Bazıları daha yüksek vergilerin kaçınılmaz olduğundan ya da maliyetin borçlanma olarak gelecek nesillere aktarılacağından korkuyor. Pek çok hükümet daha yüksek askeri harcamalara yönelik taahhütlerinden geri adım atma baskısıyla karşı karşıya kalacaktır. Yakın zamanda sızdırılan bir istihbarat raporuna göre Kanada Başbakanı Justin Trudeau, NATO liderlerine ülkesinin yüzde 2’lik hedefe asla ulaşamayacağını söylemişti. Japonya ve Polonya’nın savunma harcamalarındaki dev artışları nasıl karşılayacakları henüz belli değil.

Her şeyden önce Washington’daki gelişmeler patlamanın boyutunu ve süresini belirleyecek. Ana akım hala Amerika’nın üstünlüğünü korumasını ve hem Rusya hem de Çin’i savuşturmasını istiyor. Fakat popülist “Önce Amerika” kanadındaki pek çok kişi Ukrayna’ya ve hatta bazı durumlarda Pentagon’a verilen desteğin kesilmesini talep ediyor. Üçüncü bir grup ise askeri harcamaların Avrupa ve Orta Doğu’dan çekilerek Çin’e yoğunlaştırılmasından yana. Dördüncü grupta ise savunmaya daha az, sosyal konulara daha fazla harcama yapılmasını talep eden sol görüşlü isimler yer alıyor. İlk kategori, yani enternasyonalist şahinler, üstünlüğü ele geçirmiş görünüyor. Amerika’nın rakibiyle yüzleşmek, iki partinin de destek verdiği birkaç konudan biri.

Harcamaları birkaç şey artırabilir. Bir kriz tırmanabilir, hatta Amerika’yı doğrudan bir savaşın içine çekebilir ve bu da ülkeyi askeri harcamaları artırmaya zorlayabilir. Mesela Harry Truman, Kore savaşı sırasında başkanken bunlardan birini yönetmişti. Savaş olmadığı takdirde gelecekteki bir başkan askeri yığınak yapmayı tercih edebilir. Pek çok kişi Reagan’ın savunma harcamalarını artırma kararının Sovyetler Birliği’ni iflas ettirmek ve Soğuk Savaş’ı kazanmak açısından son derece önemli olduğu görüşünde.

Öyle ya da böyle, yeni bir yeniden silahlanma dönemi kapıda. Amerikan Genelkurmay Başkanı General Mark Milley’in geçtiğimiz günlerde Senato’ya beyan ettiği üzere: “Hazırlık ve caydırıcılık yoluyla büyük güç savaşını önlemek çok maliyetlidir, ancak savaşmak kadar değil.” Ve kendisinin de açıkladığı gibi bundan daha maliyetli olan tek şey bir savaşı kaybetmektir.

Düzeltme (24 Mayıs): Bu makalenin önceki bir versiyonunda Japonya’nın savunma harcamaları planları ve GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya harcayan NATO ülkelerinin sayısı yanlış ifade edildi. Özür dileriz.

DÜNYA BASINI

2024 İran için zor geçti ama asıl sınav 2025’te

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 2024 yılının İran açısından nasıl geçtiğini özetliyor ve 2025’e dair öngörülerde bulunuyor:

***

İran 2024’ü zor geçirdi ve 2025 daha kolay olmayabilir

Arash Azizi

İran bu yıla 1 Ocak’ta Batı’ya alternatif güç merkezlerini bir araya getiren BRICS’e katılarak hayırlı bir başlangıç yapmıştı. Böylece, geçen yıl Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden kurulması ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmasının ardından diplomatik başarılarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

2022-2023 protestolarının üstesinden geldikten sonra, hükümet yeniden dengesini buluyor gibi görünüyordu. Ancak, çok az kişi İran’ı ne kadar fırtınalı bir yılın beklediğini tahmin edebilirdi. 2024, hükümetin ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in politikalarının sürdürülemezliğinin her zamankinden daha belirgin hale geldiği bir yıl oldu.

Bölgesel olarak Tahran, yıllardır dış politikasının merkezinde yer alan Batı ve İsrail karşıtı milislerden oluşan ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan koalisyonun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hırpalanmasına tanık olmak zorunda kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdürmesiyle birlikte, Eksen üyesi Hamas kapasitesinin büyük bir kısmını kaybetti. İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, Yahya Sinvar’ı ise Gazze’de öldürdü. Ayrıca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün Lübnan’daki pek çok komutanını da öldürdü.

Eksen’in bu şekilde zayıflaması, Suriye’de on yıl süren iç savaşın ardından Beşar Esad hükümetinin devrilmesinde önemli bir etken oldu. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki ana devlet müttefikini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Eksen’i desteklemek, bu yıla kadar Tahran’ın İsrail’le doğrudan askeri çatışmaya girmek zorunda kalmadan mücadelesini sürdürmesini sağlayan bir stratejiydi. Ancak bu “Hamaney Doktrini” İran ve İsrail’in Nisan ve Ekim aylarında ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesiyle başarısızlığa uğradı.

Fırtınalı bir yıl geçiren İran, iki nükleer güç olan İsrail ve Pakistan’a ait toprakların yanı sıra Irak ve Suriye’ye de saldırılar düzenledi. Hamaney’in savaşı ülkeden uzak tutma iddiası o zamandan beri inandırıcı görünmüyor. Ve yıl sona ererken hem Direniş Ekseni hem de Hamaney Doktrini harabeye dönmüş durumda.

İran ayrıca kendisini Batı’dan diplomatik olarak daha da izole olmuş bir halde buldu.

Haziran ayında Kanada, Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alarak ABD’ye katıldı. İranlı-Alman bir siyasi mahkûmun idam edilmesine tepki olarak Berlin, Ekim ayında üç İran konsolosluğunu kapattı. Yılın başlarında da Hamburg’da 1950’lerden beri faaliyet gösteren İran destekli bir camiyi kapattı. Almanya ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına verdiği destek nedeniyle Tahran’a yeni yaptırımlar uygulanmasında Fransa ve ABD’ye katıldı.

İç politikada ise Hamaney ve müesses nizamdaki diğer kişiler baskıların devam etmesinin hükümetleri için iyi olmayacağını anlamış görünüyorlardı. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerine katılım yüzde 40’ta kaldı ki bu İslam Cumhuriyeti tarihindeki en düşük orandı.

Mayıs ayında meydana gelen bir helikopter kazası durumu bir nebze değiştirdi. Bu kaza İran’ın o zamanki muhafazakâr (ve Hamaney’e sadık) Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümüne yol açtı. Bu ani ölüm, Tahran’a reformist ve merkezci grupları tekrar siyasi arenaya dahil etme fırsatı verdi. İki tur cumhurbaşkanlığı seçimi (yine İran tarihindeki en düşük katılımla) sonrasında halk, yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez bir reformisti, Mesud Pezeşkiyan’ı Cumhurbaşkanı seçti.

Pezeşkiyan, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan ve ülkeyi demokratikleştirme sözü veren Muhammed Hatemi gibi reformist seleflerine kıyasla daha mütevazı bir programla seçime girdi. Buna karşılık yeni Cumhurbaşkanı, iyi yönetişim ve internet özgürlüğü ve kadınlar için zorunlu başörtüsü gibi alanlarda sınırlı reformlardan biraz daha fazlasını vaat etti.

Dr. Pezeşkiyan’ın yönetimi daha önce ABD ile müzakerelerde yer almış deneyimli isimlerle dolu. Pezeşkiyan, ülkenin diplomatik izolasyonunu hafifletmek ve halkına ekonomik rahatlama sağlamak amacıyla Batılı güçlerle angajmana geri dönme sözü verdi. Başkanlık görevine zor bir başlangıç yapan Dr. Pezeşkiyan’ın işi oldukça zor.

Muhafazakarların çoğunlukta olduğu Parlamento kısa bir süre önce Pezeşkiyan’ın vaatlerine ters düşen acımasız bir hicap yasasını kabul etti. Salı günü, üyelerinin çoğu Dr. Pezeşkiyan’a karşı sorumlu olmayan Siber Uzay Yüksek Konseyi nihayet WhatsApp ve Google Play üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını kabul etti, ancak bu sadece devede kulak.

Bu arada İran, modern tarihinde çok az örneği olan enerji kıtlığı ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya.

Ancak 2024 yılı İran için ne kadar zorlu geçmiş olsa da Dr. Pezeşkiyan ve ülke için en önemli sınav yeni yılda, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın göreve başlamasıyla başlayacak.

Trump, İran’a karşı “maksimum baskı” politikasını sertleştirme sözü verdi. Son haberlere göre İsrail yönetimindeki birçok kişi İran topraklarına yönelik saldırıları yeniden başlatmayı planlıyor. Trump’ın bu saldırılara onay verip vermeyeceği belirsiz, ancak Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için bu tehdidi kullanacağı kesin.

Trump’ın ikinci dönemi ne kadar tehditkâr görünse de önümüzdeki dört yıl Tahran’a bir fırsat da sunabilir. Seçilmiş başkan İran’la bir anlaşma yapmayı tercih ettiğini defalarca dile getirdi ve Tahran’ın esneklik göstermesi halinde bu anlaşma gerçekleşebilir. Japonya basınında İran yönetiminin Tokyo’dan Tahran ve Washington arasında arabuluculuk yapmasını isteyebileceğine dair haberler çıkmaya başladı bile.

İran hükümeti Trump ile bir anlaşma yapmak istiyorsa, kayıplarını ve İsrail’i “yok etme” yönündeki romantik ama gerçekçi olmayan vaadinin halkına yalnızca izolasyon ve sefalet getirdiği gerçeğini kabul etmeli. Hükümet, başarısızlıklarını kabul etmeli ve bölgedeki güç dengelerine uygun bir anlaşmayı kabul etmelidir. Ayrıca hem Batı ile bir anlaşmaya hem de ülkedeki popüler taleplere verilecek herhangi bir tavize karşı çıkan kendi içindeki muhafazakarlarına karşı koyması gerekecektir.

Yine de riskler, İran’ın müesses nizamı içindeki pek çok kişiyi daha uzlaşmacı bir yol izlemeye motive edecek kadar yüksek. Dolayısıyla yeni yıl ülke için zorlu geçebilecek olsa da tarihi bir değişim ve reform yılı da olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English