Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

The Economist, küresel silahlanma yarışının maliyetini yazdı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaş ve Tayvan gerilimi söz konusu ihtilafların taraflarını silahlanma konusunda agresifleşmeye sevk etti. ABD, Rusya ve Çin sofistikte silah sistemlerinde yarış halindeyken Polonya ve Japonya gibi ülkeler de ordularını büyütmeye başlıyor. The Economist, yaşanan yeni silahlanma yarışının ülkelerin kamu bütçelerine oluşturacağı yüke dair kaba bir hesap yapmış.


Küresel silahlanma yarışının maliyeti

The Economist
23 Mayıs 2023

“Savaş vergisi” küresel ekonomi için ne anlama geliyor?

Soğu Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Amerikan Başkanı George H.W. Bush, savunma harcamalarında kesintiye gidilmesinin ekonomiyi canlandıracağı fikrini yaygınlaştırdı. Bush 1992’de “Bu yıl ve daha sonraki yıllarda savunma bütçelerinin kalıcı olarak azaltılmasıyla gerçek bir barış getirisi elde edebiliriz,” demişti. Dünya bunu dikkate aldı. Amerika 1989’da GSYİH’sinin yüzde 6’sını savunmaya ayırırken bu oran on yıl içinde yüzde 3’e düştü. Ardından 11 Eylül saldırıları ve Afganistan ile Irak’taki savaşlar geldi. Şimdi de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Amerika ile Çin arasında Tayvan yüzünden çıkan savaş söylentileri ve İran’ın nükleer hırslarıyla ilgili gerginlikler nedeniyle ülkeler bu yüzyılda daha önce hiç olmadığı kadar silahlanıyorlar.

Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü düşünce kuruluşuna göre, geçen yıl dünya genelinde savunma harcamaları reel olarak yaklaşık yüzde 4 artarak 2 trilyon doların üzerine çıktı. Savunma firmalarının hisse fiyatları borsanın genelinden daha iyi performans gösteriyor. Başta Almanya olmak üzere pek çok NATO müttefiki, ittifakın hedefi olan GSYİH’nin yüzde 2’si oranındaki savunma harcamalarını karşılamayı ya da aşmayı planlıyor. Diğer ülkeler de savurganlık yapmayı planlıyor. Japonya 2027 yılına kadar savunma harcamalarını üçte iki oranında artırarak savunmaya harcama yapan dünyanın en büyük üçüncü ülkesi olmayı planlıyor.

Toplam yeni savunma taahhütlerinin ve tahmini harcama artışlarının, uygulanması halinde, her yıl küresel olarak 200 milyar doların üzerinde ilave savunma harcaması yaratacağını tahmin ediyoruz. Bu rakam çok daha fazla olabilir. Şu anda yıllık GSYİH’nin yüzde 2’sinden daha az harcama yapan ülkelerin bu seviyeye ulaştığını ve geri kalanların da harcamalarını GSYİH’nin yüzde yarım puanı kadar arttırdığını düşünün. Küresel savunma harcamaları yılda 700 milyar dolara yakın bir artış gösterecektir.

IMF Başkanı Kristalina Georgieva, nisan ayında yaptığı bir konuşmada Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin “son otuz yıldır elde ettiğimiz barış getirisini yok etme riski taşıdığını” söylemişti. Batı, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı taarruz başlatmasına destek olmak için giderek daha sofistike hale gelen, daha fazla silah gönderiyor. Dokuz yeni zırhlı tugayının büyük bir bölümünü modern savaş tankları ve daha fazlasıyla donatıldı. Yakında Ukraynalı pilotlar Amerikan yapımı F-16 savaş uçaklarını kullanmaları konusunda eğitilmeye başlanacak.

NATO’nun yüzde 2’lik hedefine ulaşan ülke sayısı 2014’te üç iken geçen yıl yediye yükseldi. Kulüp şimdi bunun “tavan değil taban” olması gerektiğini söylüyor ki bu görüşün temmuz ayında Litvanya’da yapılacak zirvede kabul edilmesi bekleniyor. Bazı ülkeler bunun çok ötesine geçiyor. Polonya bu yıl yüzde 4’e ulaşmayı ve nihayetinde ordusunun büyüklüğünü iki katına çıkarmayı hedefliyor. Fransa “savaş ekonomisine” geçmekten söz ediyor.

Dünyanın diğer ucunda da bir silahlanma yarışı yoğunlaşıyor. Tayvan askerlik süresini dört aydan bir yıla çıkarıyor. AUKUS anlaşması kapsamında Amerika ve Britanya, Avustralya’ya nükleer güçle çalışan denizaltılar tedarik edecek; ayrıca hipersonik füzeler de dahil olmak üzere başka silahlar geliştirmeyi de hedefliyorlar. Geçtiğimiz on yıl içerisinde Hindistan’ın savunma bütçesi reel olarak yaklaşık yüzde 50 oranında artarken, Pakistan’ınki de aynı oranda yükseldi. Ortadoğu’da Körfez ülkeleri silah pazarında yine büyük alışverişler yapıyor.

Çin’in savunma bütçesi son on yılda reel olarak yaklaşık yüzde 75 oranında arttı. Ülke, 2035 yılına kadar kuvvetlerinin “temel modernizasyonunu tamamlamak” ve 2049 yılına kadar “dünya standartlarında” bir askeri güç haline gelmek istiyor. Amerika, Çin’in 2027 gibi erken bir tarihte Tayvan’ı işgal etme kapasitesine sahip olmak istediğini düşünüyor.

Amerika’da kimileri, rekabetin hüküm sürdüğü bir dünyada bu yaklaşımın yeterli olup olmadığını sorguluyor. Son dönemde yapılan bazı artışlara rağmen Amerika’nın savunma bütçesi 2012’den bu yana yaklaşık yüzde 5 oranında küçüldü. Harcamalardaki kesintiler 2007-09 mali krizinin ardından geldi. Ancak Kongre, içinde bulunduğumuz dönemdeki akut gerilimden önce bile ülkenin savunma harcamalarını değerlendirmek üzere bir komisyona yetki vermişti. Komisyon, 2018’de harcamaların en az beş yıl boyunca her yıl reel olarak yüzde 3 ila 5 oranında artırılmasını tavsiye etmişti. Amerikalı stratejist Andrew Krepinevich’e göre Amerika’nın rakiplerine karşı sahip olduğu avantaj geçtiğimiz yüzyılda erozyona uğradı. Birinci, ikinci ve soğuk savaşlar sırasında Amerika’nın rakipleri Amerika’dan çok daha küçük ekonomilere sahipti. Artık öyle değil. Bugün Çin’in gayrisafi yurt içi hasılası Amerika’nınkinin neredeyse yüzde 80’i.

Soğuk Savaş’tan sonraki on yıllarda, ordulara daha az harcama yapmanın, altyapı ve kamu hizmetlerine daha fazla harcama yapmak ve borcu ya da vergileri azaltmak anlamına geldiği düşünülüyordu. 1960’lardan bu yana dünya bu şekilde cari fiyatlarla yılda yaklaşık 4 trilyon dolar harcamayı “serbest bıraktı” ki bu rakam küresel ölçüde devletlerin eğitim bütçesine eşdeğer. Şimdi barış getirisi bir “savaş vergisine” dönüşüyor. Peki bu ne kadar ağır olacak?

Kimin ne harcadığını net bir şekilde tespit etmek zor olabilir. Uluslararası ölçekte karşılaştırma için savunma harcamaları genellikle piyasa döviz kurları üzerinden GSYİH’nin bir payı olarak hesaplanır. Bu ölçüte göre küresel askeri harcamalar, yaklaşık yüzde 2,5 ile Soğuk Savaş sonrası en düşük seviyeye yakın görünüyor. Fakat piyasa döviz kurları, belirli bir dolar askeri harcamanın çok daha fazla silah ve asker için ödeme yapabildiği Çin ve Rusya gibi ülkelerdeki savunma kurumlarının gerçek boyutunu büyük ölçüde küçümsüyor. Büyük güçler arasındaki rekabet beklendiği gibi artarsa bu oran önümüzdeki yıllarda da artacaktır. Daha güvensiz bir dünyada ülkeler komşuları silahlandığı için ya da müttefikleri onları teşvik ettiği için silahlanacaktır.

Silahlara yapılan harcamayı artırmak yapmak soruları gündeme getiriyor. Ülkeler ne satın alacak, para çarçur edilebilir mi ve küresel ekonomi zarar görebilir mi?

Dünyanın açık ara en büyük savunma harcaması yapan ülkesi olan Amerika, geleceğin silahlarının araştırılması ve geliştirilmesine giderek artan miktarlarda kaynak ayırıyor. Çin ve Rusya’yı yakalamak için hipersonik füzeler; insansız hava araçlarını ve füzeleri vurmak için güçlü lazerler gibi “yönlendirilmiş enerji”; yapay zekâ ve robotlar bu silahlar arasında yer alıyor. Ayrıca 155 mm top mermilerinden gemi savar füzelere kadar fabrikalarının üretebildiği kadar çok mühimmat satın alıyor. Ukrayna’daki savaş, bir çatışmada ihtiyaç duyulan olağanüstü miktardaki mühimmatın yanı sıra barış dönemi üretim hatlarının bu talebi karşılamadaki yetersizliğini de gözler önüne serdi.

Çin her alanda yatırım yapıyor ve harcamaları geçen yıl reel olarak yüzde 4,2 oranında arttı. Bütçesinin dağılımı, özellikle de teknolojik gelişmedeki “sivil-asker kaynaşması” nedeniyle şeffaf değil. Pasifik’in derinliklerine ulaşabilen kara taarruz ve gemi savar füzeleri ile bir erişimi engelleme ve bölgeden men etme (a2/ad) silahları kümesi geliştirdi. Ayrıca bazı hipersonik füze türlerinde de (balistik olanlara göre önlenmesi daha zor olan) lider konumda. Donanması şimdiden Amerika’nınkinden daha büyük.

Amerika, Rusya ve Çin de nükleer cephaneliklerine yatırım yapıyor. Amerika karadan, havadan ve denizaltından fırlatılan nükleer silahlardan oluşan “üçlüsünün” tüm ayaklarını geliştiriyor. Rusya, propagandacıların övündüğü gibi, yıkıcı gelgit dalgalarına neden olabilecek bir su altı nükleer patlamasını düzenlemek üzere tasarlanmış uzun mesafeli, nükleer enerjili Poseidon torpidosu gibi ezoterik silahlar üzerinde çalışıyor. Pentagon’a göre Çin, cephaneliğini hızla genişleterek 2035’e kadar birkaç yüz savaş başlığından 1500 savaş başlığına çıkaracak.

Teçhizat da pek çok küçük ülke için alışveriş listesinin başında yer alıyor. Almanya yeni F-35 jetlerinin yanı sıra komuta ve kontrol sistemleri de satın alıyor. Polonya, kara kuvvetleri için büyük harcamalar yaparak Amerika ve Güney Kore’den tanklar, obüsler, hassas füzeler ve daha fazlasının yanı sıra savaş uçakları satın alıyor. Japonya, diğer pek çok şeyin yanı sıra, Çin ve Kuzey Kore’yi vurmak için uzun menzilli “karşı saldırı” füzeleri istiyor.

Bu alışveriş çılgınlığı çeşitli riskleri de beraberinde getiriyor. Darboğazlar göz önüne alındığında uzun geliştirme süreçleri, değişen ihtiyaçlar ve savunma firmalarının teknolojinin en ileri noktasında faaliyet göstermesi nedeniyle fiyatların kontrol edilmesinin zor olduğu bir sektörde maliyetlerin artması tehlikelerden biri.

ABD’nin savunma bütçeleri, kendi bölgelerine fayda sağlamak isteyen politikacıların kaprislerine maruz kalabiliyor. Mesela Kongre, hava kuvvetlerinin eskiyen uçakları emekliye ayırmasına izin vermeyi ısrarla reddetti. Avrupa ülkeleri ise büyük ölçekli alımları koordine etme konusunda zayıf. Danışmanlık şirketi McKinsey, bu ülkelerin Amerika’dan çok daha fazla sayıda silah modeline sahip olduğunu belirtiyor; Amerika’daki bir ana muharebe tankına karşılık 15 çeşit ana muharebe tankı; yedi savaş uçağına karşılık 20 savaş uçağı vs.

Daha da kötüsü, yolsuzlukla mücadele örgütü Transparency International’dan Josie Stewart, savunma sanayiinin özellikle rüşvete eğilimli olduğunu belirtiyor. Bunun nedeni, pek çok sözleşmeyi çevreleyen gizlilik, ulusal güvenlik için önemi ve teknik konularda uzmanlaşmış uzmanların “döner kapısı”. Para akışı her şeyi daha da kötüleştirebilir.

Büyük savunma firmalarının ve silah tedarik eden endüstrilerin enflasyonu körükleyerek ya da büyümeyi yavaşlatarak ya da her ikisini birden yaparak küresel ekonomiye yük olacağına dair daha büyük kaygılar da var. Harvard’dan Kenneth Rogoff, “devasa geçici harcamaları önden yükleme ihtiyacının borçlanma maliyetlerini kolayca yükseltebileceğini” belirtiyor.

Enflasyon beklentileri?

Bazı korkular yersiz olabilir. Amerika’daki savunma enflasyonunu —askeri teçhizat alıcılarının karşılaştığı fiyat artışı— ele alalım. Yıllık yüzde 5 civarında seyreden bu oran son on yılların en yüksek oranı. Daha önceki askeri yığınaklar sırasında bu tür savunma enflasyonu keskin bir şekilde artmıştı. Ronald Reagan’ın Amerika’nın askeri kabiliyetlerini geliştirdiği 1980’lerin başında, ekonomi genelindeki fiyat artışlarını kolayca geride bıraktı. Vietnam savaşı sırasında kısa bir süre için yıllık bazda yüzde 48’e ulaşmıştı.

Buna rağmen, yeni Soğuk Savaş’ın keskin bir şekilde enflasyonist olacağına inanmak için çok az sebep var. En ateşli şahinler bile savunma harcamalarının GSYİH’ye oranının 1960’lardaki ya da 1970’lerdeki seviyelere dönmesini talep etmiyor. Büyük güçler arasında sıcak bir savaş çıkmadığı sürece, küresel savunma harcamalarının küresel GSYİH’nin düşük tek haneli rakamlarının üzerine çıkması pek mümkün değil; bu da küresel toplam talep ve dolayısıyla bunun enflasyon üzerindeki etkisinin benzer şekilde az olacağı anlamına geliyor.

Harcamalar tarihsel olarak düşük kalabilir, zira savunma eskiden olduğundan daha verimli. Modern ordular her zamankinden daha az sayıda personele ihtiyaç duyuyor ve bu da askeri planlamacıların personel sayısını azaltmasına olanak sağlıyor (fakat görevdeki personel daha pahalı hale gelebiliyor). Brezilya, bütçesinin yüzde 78’ini personele harcarken bu oran Batı’da yüzde 50’nin altında. Personelin yerine daha iyi makineler var. Pek çok planlamacı her platformun maliyetinin artmasından yakınıyor ama her yinelemede daha iyi hale geliyorlar. Girişim sermayesi şirketi Lux Capital’e danışmanlık yapan emekli hava kuvvetleri albayı James Geurts, “Bugünlerde tek bir bombardıman uçağıyla onlarca hedefi vurabilirsiniz, eskiden bunun tersi geçerliydi,” diyor.

Amerika’dan gelen resmi verilere göre, kalite iyileştirmeleri hesaba katıldığında bir füzenin fiyatı 1970’lerin sonundan bu yana nominal olarak yaklaşık yüzde 30 oranında azaldı. Savaş uçaklarının fiyatı ise yaklaşık olarak sabit. Bugün bir ülke korkutucu kabiliyetler elde etmek için nispeten mütevazı bir harcama yapabilir. Bu nedenle savunma harcamaları özellikle barış döneminde GSYİH’ye oranla azalma eğiliminde.

Generalken başkan olan Dwight Eisenhower’ın “savunma sanayii kompleksi” olarak adlandırdığı yapının değişmesi nedeniyle savunma, göreli olarak daha iyi ve daha ucuz olmaya devam edebilir. Geçmişte savunma bakanlıkları sivillere teknoloji ihraç ederdi; küresel konumlandırma sistemi ve interneti aklınıza getirin. Giderek bunun tam tersi oluyor ve savunma sanayiileri dışarıdan teknoloji ithal ediyor.

Teknolojik yörüngeler

Siber güvenlik, insansız hava araçları ve uydu teknolojisi hem sivil hem de askeri alanı kapsıyor. Elon Musk tarafından kurulan SpaceX, Amerikan askeri uydularını fırlatmıştı. Ukraynalı askerler onun Starlink uydu takımından geniş ölçüde faydalanıyor. Amerikan Savunma Bakanlığı ulusal güvenlik için hayati önem taşıyan 14 kritik teknoloji belirledi. Bu alanlardan belki de 10 ya da 11 tanesi özel. Google ve Microsoft gibi teknoloji firmaları siber güvenlik, veri işleme ve yapay zekâ konularında yardımcı oluyor. Pek çok firma bulut bilişim hizmeti veriyor.

Tüm bunlar, bir zamanlar savunmayı ahlaki açıdan kusurlu bularak dışlayan teknoloji firmalarının kültürel fikriyatının değiştiği anlamına geliyor. Amerika’da, Colorado’da çok sayıda mühendislik uzmanının, Washington DC’de yasama merciilerinin, Los Angeles’ta havacılık uzmanlarının ve San Francisco’da yatırımcıların bulunduğu bir savunma teknolojisi ekosistemi ortaya çıktı. Ancak bu sadece ABD’ye özgü değil. Son on yılda kurulan en büyük savunma ve havacılık firmalarının yaklaşık yarısının merkezi dünyanın diğer bölgelerinde. Amerikalı yatırım şirketi General Catalyst’ten Paul Kwan, “Kurucular artık bir sonraki sosyal medya girişimine geçmek istemiyor,” diyor.

General Catalyst ve risk sermayesi kuruluşu Andreessen Horowitz de dahil olmak üzere Silikon Vadisi’ndeki büyük yatırımcılar, geniş tanımıyla ulusal güvenlikle giderek daha fazla ilgileniyor. Teknoloji firmaları burada fırsat kokusu alıyorlar. Büyük veri analitiğinde uzmanlaşan Palantir, kısa bir süre önce karar alma sürecini hızlandırmak için yapay zekâ destekli yeni bir savunma platformu çıkardı. Savunma, 2022’de 2021’e kıyasla daha fazla girişim sermayesi anlaşmasının yapıldığı birkaç sektörden biri oldu.

Savunma firmalarına teknolojinin dinamizmini aşılama konusunda da giderek artan bir çaba var. Britanya’da kısa süre önce yayımlanan bir parlamento raporunda “eski ‘legacy’ sistemlerin bir çift bot siparişi vermek kadar rutin işleri zorlaştırdığı” kaydedildi. Yeni bir uçak üretmek 10 ila 20 yıl sürebiliyor. Fakat dünyanın en büyük savunma yüklenicisi Lockheed Martin’in patronu Jim Taiclet, firmasının her on yılda bir yeni uçak geliştirmek yerine her altı ila 12 ayda bir performansı artırmak üzere yazılım güncellemeleri sunarak Silikon Vadisi’ni taklit etmeyi hedeflediğini söylüyor.

Sektör daha verimli hale gelirse yeni savunma patlamasının mali sonuçları mütevazı olabilir. Savunmaya karşı diğer her şeyin mübadelesi geçmiş on yıllarda çok şiddetliydi: 1944 yılında Amerika, GSYİH’sinin yüzde 53’ünü askeri güçlere harcıyordu. Ancak bugün bu oran daha düşük. Eğer dünya askeri harcamalarını bir gecede iki katına çıkarırsa (vergilerde ya da borçlarda herhangi bir artış olmadığı varsayılırsa), kamu harcamalarının dengeye gelmesi için yaklaşık yüzde 5 oranında azaltılması gerekecek. Kolay değil ama o kadar da zor değil.

Peki ya bunun büyüme üzerindeki etkisi? Pek çok tarihçi, savunma harcamalarının ekonominin geri kalanı üzerinde yük olduğunu savunuyor. Bir ülkeyi güvende tutmanın büyük bir ekonomik maliyeti olur. Fakat örneğin bir füze satın aldığınızda, bu füze faydalı bir şekilde kullanılmak yerine çoğu zaman depoda bekler. İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerika’da verimlilik artışı yavaşladı, zira insanlar tarlalardan mühimmat fabrikalarına ve askeri birliklere çekildi. Buna karşın, savaş sonrası Japonya ve Batı Almanya’da askeri harcamalara getirilen mecburi sınırlamalar, her iki ülkede de büyük verimlilik artışlarıyla aynı döneme denk geldi.

Ancak bu sadece kısmi bir hikâye. İsrail ve Güney Kore gibi ülkeler canlı ekonomilerini büyük savunma sektörleriyle birleştiriyor. 1960’lardan 2021’e kadar olan Dünya Bankası verilerini analiz ederek askeri harcamalar ve gayrisafi yurt içi hasıla büyümesi arasındaki ilişkiyi araştırdık. Hem uzun yıllar boyunca tek bir ülke içinde hem de tek bir yılda ülkeler arasında, ikisi arasında neredeyse hiçbir korelasyon bulamadık. Basitçe söylemek gerekirse, daha fazla silah daha az tereyağı anlamına gelmiyor.

Savunmayla ilgili araştırma ve geliştirmenin artması daha geniş çaplı inovasyonu destekleyebilir. Savunma kabiliyetlerine yatırımın artırılmasının ekonominin geri kalanı üzerinde de olumlu etkileri olabilir. Berkeley’deki California Üniversitesi’nden Enrico Moretti ve meslektaşlarının yakın tarihli bir makalesi, “genelde kamu tarafından finanse edilen araştırma ve geliştirmenin —ve özellikle savunma ar-ge’sinin— bir ülkenin belirli bir sektördeki toplam inovasyon harcamalarını artırmada etkili olduğunu” ortaya koyuyor.

Vergiler ve tanklar

Hükümetlerin nakit paraları için birbiriyle yarışan pek çok talebi var; bunların arasında yaşlanan nüfusun bakımı, iklim değişikliğiyle mücadele ve borçlar için daha yüksek faiz ödemeleri var. Bazıları daha yüksek vergilerin kaçınılmaz olduğundan ya da maliyetin borçlanma olarak gelecek nesillere aktarılacağından korkuyor. Pek çok hükümet daha yüksek askeri harcamalara yönelik taahhütlerinden geri adım atma baskısıyla karşı karşıya kalacaktır. Yakın zamanda sızdırılan bir istihbarat raporuna göre Kanada Başbakanı Justin Trudeau, NATO liderlerine ülkesinin yüzde 2’lik hedefe asla ulaşamayacağını söylemişti. Japonya ve Polonya’nın savunma harcamalarındaki dev artışları nasıl karşılayacakları henüz belli değil.

Her şeyden önce Washington’daki gelişmeler patlamanın boyutunu ve süresini belirleyecek. Ana akım hala Amerika’nın üstünlüğünü korumasını ve hem Rusya hem de Çin’i savuşturmasını istiyor. Fakat popülist “Önce Amerika” kanadındaki pek çok kişi Ukrayna’ya ve hatta bazı durumlarda Pentagon’a verilen desteğin kesilmesini talep ediyor. Üçüncü bir grup ise askeri harcamaların Avrupa ve Orta Doğu’dan çekilerek Çin’e yoğunlaştırılmasından yana. Dördüncü grupta ise savunmaya daha az, sosyal konulara daha fazla harcama yapılmasını talep eden sol görüşlü isimler yer alıyor. İlk kategori, yani enternasyonalist şahinler, üstünlüğü ele geçirmiş görünüyor. Amerika’nın rakibiyle yüzleşmek, iki partinin de destek verdiği birkaç konudan biri.

Harcamaları birkaç şey artırabilir. Bir kriz tırmanabilir, hatta Amerika’yı doğrudan bir savaşın içine çekebilir ve bu da ülkeyi askeri harcamaları artırmaya zorlayabilir. Mesela Harry Truman, Kore savaşı sırasında başkanken bunlardan birini yönetmişti. Savaş olmadığı takdirde gelecekteki bir başkan askeri yığınak yapmayı tercih edebilir. Pek çok kişi Reagan’ın savunma harcamalarını artırma kararının Sovyetler Birliği’ni iflas ettirmek ve Soğuk Savaş’ı kazanmak açısından son derece önemli olduğu görüşünde.

Öyle ya da böyle, yeni bir yeniden silahlanma dönemi kapıda. Amerikan Genelkurmay Başkanı General Mark Milley’in geçtiğimiz günlerde Senato’ya beyan ettiği üzere: “Hazırlık ve caydırıcılık yoluyla büyük güç savaşını önlemek çok maliyetlidir, ancak savaşmak kadar değil.” Ve kendisinin de açıkladığı gibi bundan daha maliyetli olan tek şey bir savaşı kaybetmektir.

Düzeltme (24 Mayıs): Bu makalenin önceki bir versiyonunda Japonya’nın savunma harcamaları planları ve GSYİH’nin yüzde 2’sini savunmaya harcayan NATO ülkelerinin sayısı yanlış ifade edildi. Özür dileriz.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English