Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Zelenskiy’in Batı’ya başarısız yolculuğu

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Wu Cheng’en’in klasik eseri Batıya Yolculuk ile Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’in fiyaskoyla sonuçlanan Washington ziyareti arasında nüktedan bir karşılaştırma yaparak başlıyor. Bireyin ruhani olgunlaşma sürecini anlatan derin bir alegori olan Batıya Yolculuk, keşiş Tang Seng ve yoldaşlarının zorluklarla dolu serüveninin, yalnızca fiziksel bir yolculuk değil, aynı zamanda bilgelik ve hakikatin keşfiyle sonuçlanan bir içsel dönüşüm olduğunu anlatıyordu. Ukrayna’nın “Batı’ya yolculuğu” ise Tang Seng’in hakikati bulma çabasına hiç benzemiyor, zira onunki emperyalizmin çizdiği rotaya hapsolmuş bir figürün yola çıkması daha çok. Nitekim Washington’un kapılarında yapılan görüşmeler, Batı’nın stratejik hesaplarına mahkûm edilmiş bir devletin, efendisinden daha fazla silah, daha fazla destek dilenme çabasından ibaret. Bu hazin hikâye, yalnızca Ukrayna’ya değil, Batı’nın “müttefiklik” söyleminin ardında yatan gerçekleri görmek istemeyen herkese ders niteliğinde.


Başarısız bir “Batıya Yolculuk”

Andrey Kortunov
Russian International Affairs Council
4 Mart 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Ming hanedanlığı döneminde Wu Cheng’en tarafından yazılmış, ünlü Batıya Yolculuk, Çin edebiyatının klasik romanlarından biri olmaktan çok daha fazlasıdır. Bu eser, aynı zamanda ruhani aydınlanma ve kendini yetiştirmenin, iç şeytanlarla savaşmanın ve kişinin kaderini keşfetmesinin büyülü bir sembolüdür; dönüşüm ve kefaret, gurur ve tevazu, öfke ve sakinlik gibi kavramlar hakkında bir hikayedir bir nevi. Tam da buradan hareketle, Volodimir Zelenskiy’in Washington’a gerçekleştirdiği son seyahatin onun için başarısız bir Batıya Yolculuk olduğu söylenebilir. Bu, Zelenskiy’in sadece tüm siyasi kariyeri boyunca yaşadığı en büyük aksiliklerden biri değil, modern dünya ve bilhassa Amerika Birleşik Devletleri’ne bakışını sarsması gereken bir şok olmuştur. Beyaz Saray’da 28 Şubat’ta yapılan görüşmenin olası yansımaları sadece ABD-Ukrayna ilişkileri üzerinde değil, muhtemelen tüm küresel siyaset üzerinde kalıcı etkiler bırakacak.

Görev tamamlandı

Ziyaretin arifesinde Moskova’daki pek çok kişi sadece endişeli değil, aynı zamanda olası sonuçları hakkında da ciddi kaygılar taşıyor olmalıydı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer, Zelenskiy’in Beyaz Saray’a giden yolunu özenle döşemişlerdi; her ikisi de Ukraynalı mevkidaşlarından önce Donald Trump’ı ziyaret etmiş ve ABD liderini, önceki açıklamalarında Vladimir Putin ile bir “anlaşma” yapma niyetini dile getirmesine rağmen, Kiev’e azami desteği sürdürmesi için ikna etmeye çalışmışlardı. Peki ya, yetenekli bir aktör ve profesyonel bir iletişimci olan Zelenskiy, Trump’ı Ukrayna’ya güçlü Amerikan güvenlik garantileri sağlama gerekliliği konusunda ikna edebilseydi? Ya Beyaz Saray Moskova’ya daha fazla baskı uygulayabilmek için Kiev’e 2025 yılında daha fazla askeri ve siyasi destek sözü verseydi? Ya da öngörülemez ve tutarsız ABD Başkanı nihayet çok da uzak olmayan bir gelecekte Ukrayna’nın NATO üyeliğinin önünü açmaya karar verseydi?

Neyse ki tüm bu kaygı ve endişelerin yersiz olduğu ortaya çıktı. Macron ve Starmer’ın Washington’daki çabaları tamamen boşa çıktı. Oval Ofis’te her iki tarafın da nezaketli protokol sözleriyle başlayan Trump-Zelenskiy görüşmesi, nihayetinde şikâyetler ve karşılıklı serzenişlerin hâkim olduğu sert ve duygusal bir tartışmaya dönüştü. Beyaz Saray, daha önce hiç bu kadar açık bir diplomatik nezaketsizliğe sahne olmamıştı. ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, konuşmanın başında Ukraynalı misafirin Ukrayna’daki duruma ilişkin değerlendirmesinin samimiyetini ve güvenilirliğini açıkça sorgulayarak görüşmenin tonunu belirledi. Trump ise Zelenskiy’in karşı karşıya olduğu durumu son derece açık bir dille özetliyordu: “İyi bir konumda değilsiniz. Şu anda elinizde kartlar yok.”

Batılı mevkidaşlarının sevgilisi olmaya alışmış Ukrayna Devlet Başkanı’nın böylesine sert bir yaklaşım karşısında afalladığı açıktı; karşı atağa geçmeye çalışsa da pek başarılı olamadı. İtirazları, ABD liderliğine ve genel olarak Amerika’ya yönelik bir saygısızlık göstergesi olarak yorumlandı. Sonuç olarak, Zelenskiy’in son üç yıldır Amerikan liderlerine yönelik giderek artan taleplerde bulunma stratejisi ters tepti. Trump, Ukrayna’nın baskısına boyun eğmeye niyeti olmadığını iç kamuoyuna göstermek zorundaydı.

Planlanan basın toplantısı iptal edildi ve Zelenskiy Beyaz Saray’dan eli boş, durumu hafifletmeye yönelik herhangi bir strateji geliştirme imkânı bile olmadan ayrıldı. ABD ile Ukrayna arasındaki ikili ilişkilerin geleceği belirsizliğini koruyor; nitekim aynı şey Rusya-Ukrayna anlaşmazlığının çözümünde ABD’nin angajmanının geleceği için de söylenebilir. Görüşmenin tam olarak hangi noktada kontrolden çıktığı ve titizlikle hazırlanan etkinliğin resmi protokolden sapmasını neyin tetiklediği psikologlara kalmıştır, ancak toplantının sonuçlarının Ukraynalı lider açısından beklenmedik ve son derece yıkıcı olduğu açık.

Hasar sınırlaması mümkün mü?

Elbette ABD’nin Kiev’e yönelik askeri ve siyasi desteğinin aniden ve geri dönülmez şekilde sonlandırılacağını iddia etmek yanlış olur. Bu türden yardım programlarında kurumsal ataletten kaynaklanan bir süreklilik söz konusudur ve Biden yönetimi, Ukrayna liderliğinin tam da bu tür beklenmedik durumlarla başa çıkmasına yardımcı olabilmek adına Kiev’e mümkün olduğunca fazla yardımı önceden tahsis etmişti. Aynı şekilde, Trump’ın aniden ve kesin bir biçimde Rusya yanlısı bir tutum benimsediği sonucuna varmak da hatalı olacaktır; zira, Amerikan Başkanı Kremlin ile gelecekte yapılacak müzakerelerde daha fazla manevra alanına sahip olabilmek için Rusya karşıtı yaptırımlarını 2026 başına kadar uzatmıştı. Ve elbette ABD genelinde Zelenskiy’e desteğini sürdüren birçok aktör hâlâ mevcut; bu gruplar yalnızca siyasal açıdan etkili olan Ukrayna diasporasıyla sınırlı kalmayıp, Washington’daki nüfuz sahibi bir dizi siyasetçiyi de içeriyor. Dolayısıyla, ABD-Ukrayna stratejik ortaklığının herkesin gözü önünde çözülmesini izlemeyecek birçok kişi olduğu açık. ABD’nin Ukrayna eksenindeki iç siyasi savaşları hiç şüphesiz devam edecek ve şu aşamada bunların nasıl neticeleneceğini tahmin etmek biraz zor.

Diğer küresel aktörlerin olası hamleleri açısından top şimdilik Avrupa’nın sahasında gibi gözüküyor. Avrupa Birliği ve Birleşik Krallık liderleri şu anda zorlu bir seçimle karşı karşıyalar: Ya Trump’ın yanında yer alarak Ukrayna’ya verdikleri desteği azaltmayı ve ABD ile birlikte Zelenskiy’e baskı yapmayı tercih edecekler ya da tam tersi, Washington’un muhtemelen 2025’ten itibaren bırakacağı boşluğu doldurmak adına Kiev’e yönelik askeri ve mali yardımlarını artırarak ABD Başkanı’na meydan okuyacaklar.

Tarihsel olarak, Avrupa devletlerinin Washington’da alınan kararları olduğu gibi takip etme eğiliminde olduğu bilinir, ancak mevcut koşullar altında bu eğilim Avrupa hükümetlerinin sadece küçük bir azınlığında karşılığını buluyor. Gerçekten de, Trump’ın ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşındaki tutumundaki ani değişikliğine uyum sağlamak, Avrupa Birliği (AB) açısından yalnızca bir aşağılanma anlamına gelmeyecek, aynı zamanda AB’nin bir jeopolitik aktör olarak varlık göstermediğinin de açık bir ilanı olacaktır. Bazıları şimdiden Transatlantik ittifakının 1956’daki Süveyş Krizi’nden bu yana benzeri görülmemiş bir baskı altında olduğunu ileri sürüyor; zira o dönemde ABD, Fransa, Birleşik Krallık ve İsrail’i Mısır’a karşı yürüttükleri savaşı durdurmaya zorlamıştı. Şimdilik Avrupa’da, Ukrayna’ya yönelik desteğin süreceğine dair bir hava esmeye devam etse de bu söylemin modern askeri teçhizat ve yüz milyarlarca avroya tekabül edecek somut yardımlara dönüşüp dönüşmeyeceğini zaman gösterecek. Kaldı ki mesele yalnızca para da değil; şu anda Washington tarafından Kiev’e tedarik edilen sofistike ABD yapımı silah sistemlerinden bazılarının Avrupa’da tam anlamıyla eşdeğer bir karşılığı yok ve yakın vadede de bu tür benzerler ortaya çıkmayacağa benziyor.

Avrupa ülkelerinin bütçe öncelikleri arasında birçok başka kalemin yer aldığı ve Euro Bölgesi’nin ekonomik durumunun pek de iç açıcı olmadığı dikkate alındığında, kıtadaki hükümetler bu belirsizlik ortamında hareket etmek zorundalar. Avrupa ülkeleri, ABD ile bir ticaret savaşı ihtimaliyle karşı karşıya olmalarının yanı sıra, Washington ile Çin’e yönelik politikalar konusunda da görüş ayrılıkları mevcut. Tüm bu manzara, Ukrayna konusunda Trump ile yaşanacak olası bir krizi ve mevcut gerilimleri daha da derinleştirebilir. Sadece Macaristan Başbakanı Viktor Orbán ve Slovakya Başbakanı Robert Fico değil, kendisini AB’nin doğal lideri olarak konumlandırmaya çalışan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve İtalya Başbakanı Giorgia Meloni için dahi Brüksel ile Washington arasında net bir tercih yapmak neredeyse imkânsız. Bu tercih yapma konusundaki yetersizlik, Avrupa’nın ABD’den “stratejik özerklik” yönündeki çabalarını kaçınılmaz biçimde zayıflatacaktır.

Kremlin için bir fırsat mı?

Her halükârda, Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun başarısızlığı, zaten hızla değişen ABD-Rusya ilişkilerine yeni bir ivme kazandırıyor. Zelenskiy’in Beyaz Saray’daki beceriksiz ve hayal kırıklığı yaratan performansı, Rus tarafına çatışmanın sürdürülmesine dair tüm sorumluluğu Kiev’e yükleme imkânı tanıyor. Başkan Trump, Ukraynalı liderle yaptığı görüşme sırasında, Putin’e yönelik aşağılayıcı ya da küçümseyici olarak yorumlanabilecek herhangi bir ifadeden bilhassa kaçınmıştır. Yine, Zelenskiy’in Putin’in barışçıl bir çözüme gerçekten ilgi duymadığı ve aksine Ukrayna devletini tamamen yok etmeye takıntılı olduğu yönündeki tezlerini kabul etmeyi de net bir biçimde reddetmiştir. Dahası, Trump bir kez daha Putin’in “kardeş kavgası” niteliğindeki bu çatışmayı mümkün olan en kısa sürede sona erdirmeye içtenlikle bağlı olduğunu söyledi. Zelenskiy’in Batı’ya Yolculuğu’nun fiyaskoyla sonuçlanması, ABD Başkanı’nı Rus liderle devam eden temaslarına daha fazla ağırlık vermeye sevk edebilir.

Zelenskiy’in Washington ziyaretinden hemen önce, ABD ve Rusya diplomatlarının İstanbul’da, iki ülke arasındaki neredeyse tamamen kopmuş diplomatik iletişim kanallarını yeniden tesis etmeye yönelik önemli bir toplantı gerçekleştirdiği de not edilmelidir. Bu görüşme oldukça verimli geçmiş, yeni temaslara dair planlar belirlenmiş ve değişen ikili ilişkilerin dinamiklerini pekiştirecek bir ABD-Rusya zirvesi ufukta belirmeye başlamıştır.

Yine de Rusya’da ABD ile esaslı bir diyaloğun yeniden başlatılmasının arzu edildiği konusunda geniş bir fikir birliği olduğunu söylemek abartılı olur. Uzman çevrelerin ve Rus kamuoyunun büyük bir kısmı, Donald Trump’a, tıpkı diğer ABD liderleri gibi, güvenilemeyeceğine ve güvenilmemesi gerektiğine ve Beyaz Saray’da hangi yönetim kalırsa kalsın Rusya-ABD ilişkilerinin çatışmacı olmaya mahkûm olduğuna kesin olarak inanıyor. Amerikan karşıtı söylemlerin güçlü şekilde yankılandığı Moskova’da, hâkim tutumları değiştirmek kolay olmayacaktır. Aslına bakılırsa, son haftalarda uluslararası gelişmeler, Rusya’nın yerleşik dış politika anlatısını kökten sorgulamaya açtı. Bu anlatıya göre, “Anglosakson” ittifakının başını çektiği sözde “kolektif Batı” Rusya’ya varoluşsal bir meydan okuma sunuyor ve onu tamamen yok etmeye değilse bile stratejik bir yenilgiye uğratmaya kararlı. Ancak bugün gelinen noktada, “Anglo-Sakson” ittifakının çökmekte olduğu ve Rusya karşıtı direncin Atlantik Okyanusu’nun doğu kıyısında [Avrupa] batı kıyısından [ABD] çok daha güçlü olduğu ortaya serilmiştir. Bu değişimin Rusya’da doğru bir şekilde özümsenmesi ve sindirilmesi gerekiyor belki de.

Her halükârda, Rus halkının çoğunluğu Moskova ve Washington arasındaki bitmek bilmeyen çatışmalardan bıkmış durumda; bu yüzden de ikili ilişkilerin temelden sıfırlanmasını değilse dahi en azından gerginliklerin bir nebze olsun azaltılmasını memnuniyetle karşılayacaktır. ABD’nin, Zelenskiy’i şahsen ikna edemese bile, en azından Ukrayna siyasal elitini Moskova ile barışçıl bir çözüm için daha gerçekçi bir tutum benimsemeye yönlendirme potansiyeline sahip olduğu yönünde umutlar ise geçerliliğini koruyor.

Ya ABD Avrupa’yı terk ederse?

Beyaz Saray’daki Trump-Zelenskiy görüşmesinin kötü sonuçlanması, sabırsız ve öngörülemez yapısıyla bilinen ABD Başkanı’nı Rusya-Ukrayna çatışmasını çözme çabasından uzaklaştırabilir. Nitekim, Trump’ın, daha önce büyük bir önem atfettiği “nadir toprak elementleri anlaşması”na olan ilgisini de kaybettiği öne sürülüyor. Bu anlaşma, Beyaz Saray’daki görüşme esnasında resmen imzalanacaktı; ancak Trump, son aşamada bunun çabaya değmeyeceğine karar vermis olsa gerek. Belki de bunun yerine, dikkatini Orta Doğu’ya, Çin ile ilişkilere ya da ABD’nin Batı Yarımküre’deki hegemonik konumunu pekiştirmeye yönlendirecek. Trump, siyasi yatırımlarından hızlı geri dönüşler elde etmek isteyen bir lider; Rusya-Ukrayna savaşının böyle bir getiri sunmadığı durumda, “anlaşmaları” başka yerlerde arayabilir.

Avrupa’daki krizin ABD’nin aktif katılımı olmadan çözülmesi daha mı kolay olur? Rusya’daki bazı çevreler, Washington’un Avrupa meselelerine ne kadar az burnunu sokarsa kıtanın güvenliğinin o kadar iyi olacağını savunuyor. Ancak, böylesi bir varsayımın kesin doğruluğunu kabul etmek mümkün değil. ABD’nin Avrupa’dan tamamen çekilmesi, Avrupa’nın genel stratejik istikrarı üzerinde olumsuz etki yaratabilir- en azından kısa vadede, birçok yeni güvenlik tehdidi ve belirsizlik yaratabilir ve hatta yeni bir dünya savaşı riski doğurabilir. Şayet Transatlantik ittifakı zamanla ortadan kalkacaksa, etrafındaki herkesin bunun mümkün olduğunca düzenli ve sorunsuz şekilde çözülmesiyle meşgul olması gerekir.

Dünya Basını

Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Yazar

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.

Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:

***

Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde

Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.

Yuval Yoaz / Times of Israel

Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.

Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.

FT: İsrail anayasal krizin eşiğinde

Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.

Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.

Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.

Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.

Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.

Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.

Yüksek Mahkeme, Şin-Bet kararına itirazları dinledi

Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.

Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:

  • Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
  • Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
  • Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
  • Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
  • Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.

Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.

Netanyahu’dan yargı kararını tanımama sinyali

Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.

Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:

Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.

İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.

Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.

Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.

Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.


Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor

David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.

Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.

Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.

Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.

Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.

Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.

Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.

Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur.  Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.

Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.

Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.

Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.

Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.

Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.

Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.

Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.

Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.

Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.

Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.

Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.

Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.

Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Yayınlanma

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015

Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.

Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.

Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?

Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.

Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.

Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)

Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.

Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.

Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.

ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.

Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.

Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.

Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.

Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.

Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.

Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.

Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.

ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.

Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.

Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.

Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.

Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.

Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English