Görüş
Trump’ın Ukrayna’da maden hamlesindeki gizli özne: Çin

Merve Suna Özel Özcan [1]
Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemi, küresel çapta çatışmaların ve savaşların yoğunlaştığı, uluslararası sistemin istikrara ve barışa her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir döneme denk gelmektedir. Bu çerçevede Trump, kendisini küresel barışı sağlayacak lider olarak konumlandırmaya çalışsa da bu rolün amacı ve sahadaki gerçeklikleri farklıdır. Bu süreçte en önemli konulardan biri, Trump’ın enerji politikalarında aldığı kararlar ve bunların uluslararası düzlemde görünmeyen yansımalarıdır. Bu yansımaların iki temel odağı, Gazze ve Ukrayna topraklarında görülmelidir. Bunun nedeni, Biden döneminde başlayan çatışma alanları olarak Gazze ve Ukrayna’nın yeraltı enerji kaynakları ve potansiyel zenginlikleri ile doğrudan bağlantılı olmasıdır. İlginçtir ki, Trump’ın seçim kampanyasına destek veren güçlü bir enerji şirketleri ağı da söz konusudur. Climate Power’ın raporunda, fosil yakıt şirketlerinin siyasi eylem komitelerine 96 milyon dolar ve Kongre’de lobi faaliyetleri için 243 milyon dolar harcadıkları belirtilmiştir. Hal böyle olunca, enerjinin sistemdeki etkinliğinin artacağı, daha bağışçılar aşamasında net bir şekilde görülmüş oldu.[2]
Öte yandan, Trump’ın Gazze politikasında da enerjiye dair noktaları görmek mümkündür. Prof. Joseph Pelzman’ın Temmuz 2024’te kendisine sunulduğu iddia edilen raporunda yer aldığı haliyle, Gazze’nin yeniden inşası bağlamında üçlü modelde turizm, tarım ve yüksek teknoloji alanlarının öne çıkması dikkat çekicidir. [3] Bu bağlamda, yüksek teknoloji olarak ele alınsa da enerji konusunun da yüksek teknolojik atılımlar içinde yer alacağı aşikardır. Bu durum, Trump’ın destekçileri ile birleştiğinde, Gazze ve Ukrayna’nın özellikle ortak bir alanını karşımıza çıkarmaktadır: yer altı zenginlikleri. Ancak, bu çalışmada Gazze’den ziyade Ukrayna odağında konuyu ele almak hedeflenmektedir. Aynı zamanda burada hızı bir beyin fırtınası da önemlidir. Çünkü an itibariyle küresel istem Rusya Ukrayna Savasında bir ateşkes sürecinden bahsetse de esasında bir yanda madenler ve elementler üzerinden paylaşım savaşları devrededir.
Trump’ın Enerji Politikası ve Çin’i Özneleştirmek
Trump’ın enerji alanında attığı adımlar, gelecekte izleyeceği politikaların öncüsü niteliğindedir. Bu kararlar, uluslararası sistemdeki dengeleri etkileyerek ABD’nin küresel enerji ve jeopolitik stratejisinde önemli değişimlere yol açacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken konu, Trump’ın küresel sistemde ABD’nin yüksek enerji fiyatlarıyla mücadele etmesi gerektiğini ve aynı zamanda enerji konusunda kendini koruma altına alması gerektiğini savunarak, 1970’lerde yaşanan fosil yakıt kıtlığı nedeniyle Başkan Jimmy Carter döneminde ilan edilen enerji acil durumunu yeniden yürürlüğe koymasıdır.
Hatırlanacağı gibi, 1973 Petrol Krizi tüm dünyayı derinden etkiledi. Bu dönemde ABD, enerji arzında ciddi kesintilerle karşı karşıya kalırken, aynı zamanda enerjinin güçlü bir dış politika aracı olduğunu da net bir şekilde gördü. OPEC ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosu, özellikle Batılı ülkelerin enerjiye ne derece bağımlı olduklarını ortaya koydu. Enerji fiyatları hızla yükseldi ve ekonomiler büyük bir darbe aldı; Batı ise enerji kriziyle yüzleşmek zorunda kaldı. Ancak bugün ABD’nin 1970’lerde yaşanan enerji kıtlığı gibi küresel bir sorunla karşı karşıya olmadığı gerçeğini akıllara getirse de, esasında iki kritik konu gözden kaçmaktadır. Bu durum sadece Alaska’da başlayan sondaj çalışmalarının etkileri açısından değil, aynı zamanda küresel anlamda ABD’nin elini güçlendirmek adına attığı bir adımdır. Bu etkinin ve gücün artması ise sadece fosil enerji odağında değil aynı zamanda değerli madenler odağında da düşünülmeli.
Bu bağlamda ABD, enerji alanındaki konumunu sağlamlaştırmak adına 19. yüzyılın agresif kapitalizm yaklaşımını benimseyerek hızla sondaj faaliyetlerini başlatmıştır. Bu adım, küresel sistemde enerji alanında Rusya’nın tahakkümünü kırma girişimi olarak değerlendirilebilir. Ancak tek güç yalnızca Rusya değildir. OPEC ülkeleri de dahil olmak üzere, küresel enerji jeopolitiğinde güçlü aktörler bulunmaktadır. Keza, enerji piyasaları üzerindeki etkileri de önemlidir.
Her ne kadar Trump’ın seçim kampanyasında enerji fiyatlarını yüzde 50 oranında düşürme sözü akıllara gelse de, bu durumun uluslararası piyasalarda çok gerçekçi olduğunu söylemek zordur. Ancak yine de, az da olsa piyasalarda yaşanacak bir düşüş, ABD açısından hedeflenen bir durumdur. Bunun yanı sıra, sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) politikasında da ihracat teşviği söz konusudur. Trump’ın başlattığı gümrük vergisi savaşları kapsamında, Çin’in ABD’den LNG ithalatına %15 ek vergi getirmesi, ABD açısından istenmeyen bir adım olmuştur. [4] Ancak ABD, küresel olarak büyük LNG ihracatçısı olsa da Çin’e çok fazla ihracat yapmamakta 2023 yılında ABD Enerji Bilgi İdaresi’ne göre, ABD’nin gerçekleştirdiği bu ihracat Çin’in toplam doğal gaz ihracatının yaklaşık %2,3’ü idi.[5] Bu durum ABD açısından özellikle de Trump açısından istenmeyen bir tablo. Nitekim Trump sadece Çin’e değil dolaylı olarak konuya bağlantılanan AB’ye yönelik olarak da LNG satışlarında yeni bir tarifeye gidebilir. Bu açıdan Trump’ın enerji politikalarının ardında Çin’in görünmeyen ancak en kritik özne konumunda olası önemli.
Enerji ve Madende Çin’i Geçme Hamlesi
Rusya-Ukrayna Savaşı’na bağlı olarak, Trump’ın 3 Şubat’ta yaptığı nadir toprak elementleri (NTE) ve kritik madenler (KM) açıklamaları, sistemde önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. Seçim döneminde bu savaşı ilk olarak “erken başlamış” ve “başka biri başkan olsaydı asla gerçekleşmeyecek bir savaş” olarak nitelendiren Trump, aynı zamanda başkan seçilmesi halinde savaşı 24 saat içinde bitireceğini dile getirmiştir. Ancak burada asıl soru şudur: Gerçekten bir başarı mı elde edilecek, yoksa dondurulmuş bir çatışma alanı mı oluşacak? Bu sorunun yanıtı, büyük ölçüde Trump’ın çıkarları doğrultusunda şekillenecektir. Çünkü Trump, savaş süreci boyunca Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy’ye karşı çok da sıcak bir tutum sergilememiştir.
Nitekim, başkanlığı sonrasında bu durumun devam ettiğini gören Zelenskiy, Ukrayna’nın yer altı kaynaklarını bir yatırım unsuru olarak müttefiklere açarken en hızlı yanıtı belki de Trump’tan aldı. Bir iş adamı mantığıyla konuya yaklaşan Trump, bilindiği üzere Ukrayna’dan 500 milyar dolar değerinde nadir toprak elementi talep ettiğini açıklamıştır. Bu rakam, ABD’nin Ukrayna’ya savaş sürecinde yaptığı yardımların bir karşılığı olarak değerlendirilmektedir.
Öte yandan her ne kadar ilk aşamada Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de, günümüzde NTE’nin ve KM’nin hayatın her alanında kullanıldığı anlaşılmalıdır. NTE ve KM özellikle elektronik cihazlarda enerji verimliliğini artıran ve gelişmiş teknolojilerde kritik rol oynayan elementlerdir. Özellikle mıknatıs yapımında kullanılan NTE’ler, yaygın kullanılan ancak ikame malzemeleri sınırlı olan malzemelerdir. Bunun nedeni ise 17 elementten[6] oluşan NTE’lerin “Nadir” olarak adlandırılmalarının da sebebini oluşturan doğada az bulunmalarından ziyade son derecede dağınık olmaları ve işlenmelerinin zor olmasıdır. [7]
Diğer taraftan ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu’nun açıkladığı verilere göre, nikel ve lityum gibi kritik mineraller de dahil olmak üzere, günümüzde yaklaşık 50 KM’nin stratejik açıdan büyük bir öneme sahip olduğu düşünülmektedir. [8] Her ne kadar ilk bakışta Ulusal Enerji Planı ile NTE arasında doğrudan bir bağlantı yokmuş gibi görünse de yenilenebilir enerji, batarya teknolojileri ve elektrikli araçlar gibi sektörlerde NTE’lerin kilit bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Cep telefonlarından savunma sanayisindeki füzelere kadar birçok kritik sektörde rol oynayan bu elementler üzerindeki küresel rekabet gün geçtikçe artmaktadır.
Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken nokta, KM ve NTE’lerin sadece elektronik ve sanayi alanlarında değil, aynı zamanda yeşil enerji dönüşümü için de kritik bir öneme sahip olmasıdır. Özellikle rüzgâr türbinlerinin mıknatıslarında, elektrikli araç bataryalarında, güneş panellerinde ve enerji depolama sistemlerinde bu elementlerin büyük bir rol oynadığı unutulmamalıdır. Ayrıca Uluslararası Enerji Ajansı (IEA) özellikle lityum, nikel, kobalt ve grafitin enerji yoğunluğu ve bataryalar açısından son derece kritik olduğuna dikkat çeker.[9]
Peki, Ukrayna neden önemli? Bahsi geçen mineralden 22’sinin yataklarının Ukrayna’da bulunduğu görülmektedir. Dolayısıyla, Trump’ın Ukrayna hamlesi önemli bir adım olmuştur. Bölgede barışın sağlanması noktasında atılacak adımların bir pazarlık haline geleceği ise şüphesizdir.
En kritik soru şu: Trump neden bu elementlere odaklandı ve bunun enerji alanındaki etkisi nedir? Bilindiği üzere, Çin’in NTE açısından hammadde pazarındaki hakimiyeti söz konusudur. Bu durumu birkaç açıdan ele almak gerekir. NTE ve KM konusundaki durum, özellikle AB yeşil enerji geçişini yavaşlatma riskini artırmaktadır. Tedarik sıkıntıları, AB’nin Rusya’ya uyguladığı enerji yaptırımlarıyla birlikte alternatif yeşil enerji seçeneklerini riske atabilir.
Bununla birlikte, değerli madenlerin enerji depolama sistemleri için sahip olduğu önem nedeniyle, bu elementler enerji alanında daha da kritik hale gelirken özellikle AB, yeşil enerji ve enerji depolama konusunda Çin’i en büyük engel ve rakibi olarak görmektedir.
Esasında, bu durum ABD’nin LNG politikası açısından avantaj sağlayabilir. Ancak, ABD’nin de yeşil enerji kartı olduğu unutulmamalıdır. Trump yönetimi, bir yandan fosil yakıt üretimini artırarak enerji alanında küresel etkisini genişletmek isterken, diğer yandan nadir toprak elementleri üzerinden yeşil enerji stratejisinde söz sahibi olmayı da hedefleyebilir.
İkinci konu, Trump’ın Çin’e başlattığı gümrük vergisi savaşlarının aslında kendisine dönen bir bumerang etkisi yaratmasıdır. Pekin, nadir metallere yönelik ek ihracat kontrolleri uygulama kararını duyurarak, ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu tarafından kritik mineraller olarak görülen tungsten, tellür, bizmut, molibden ve indiyum gibi madenleri de hedef almıştır.[10] Nitekim, 2023 yılı verileri üzerinden UEA’a göre, Çin’in sahip olduğu NTE rezervleri küresel ölçekte %87’lik bir paya sahipti.[11] Bu açıdan bakıldığında, Trump, yeşil enerji başta olmak üzere elektrikli araçlar için en kritik bileşenlerden biri olan bu elementleri Çin karşısında kontrol etmek istemektedir. Ancak, NTE’ye sahip olmak ve işlemek çevresel maliyetler doğurmaktadır. Bu elementlerin işlenmesi sırasında temiz teknolojilerin geliştirilmesi büyük önem taşısa da, yakın gelecekte bunun ne kadar mümkün olduğu tartışmalıdır. Zaten, Trump’ın enerji ve sondaj politikalarındaki çevre ve iklim konularına yaklaşımı ortadadır. Özellikle Paris İklim Anlaşması’ndan çekilmesi[12], bu politikanın en net göstergesi olmuştur.
Sonuç olarak, Trump’ın temel yaklaşımı, Ukrayna ekseninde her anlamda kazanç sağlamak olacaktır. Bu, AB’nin yeşil enerji ve enerji depolamada kritik gördüğü NTE’leri kendi tekelinde toplayarak süreci adeta bir enerji yarışına dönüştürmek anlamına gelmektedir. Bu nedenle, Trump, kendi topraklarında başlattığı agresif enerji sondajı politikalarını dış politikasında da sürdürerek, Ukrayna özelinde agresif bir NTE çıkarma stratejisine dönüştürme yolunda ilerlemektedir. Bu yaklaşım, yalnızca ABD’nin enerji alanında değil, aynı zamanda küresel madencilik sektöründe de elini güçlendirecektir. Trump yönetimi, bu politikalarla Çin’in NTE üzerindeki hakimiyetine ticaret savaşları alanında bir darbe indirme ya da en azından elini zayıflatma amacındadır. Kısacası, “Ne olursa olsun, ama Çin’e olsun” yaklaşımı burada da kendini göstermektedir.
[1] Doç. Dr. Kırıkkale üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, mervesuna@kku.edu.tr
[2] https://climatepower.us/research-polling/big-oil-spent-450-million-to-influence-trump-the-119th-congress/
[3] https://www.timesofisrael.com/the-man-with-the-plan-dc-prof-sent-trump-gaza-relocation-development-study-in-july/
[4] https://www.houstonchronicle.com/politics/article/texas-lng-trump-trade-tariffs-20146423.php
[5] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/
[6] https://www.iisd.org/publications/brief/critical-minerals-primer?gad_source=1&gclid=CjwKCAiA8Lu9BhA8EiwAag16bxB2A0ePwBzIwqK98_03orz72TRmZMc6TkNdIiZOkhFupcTMkybsDBoCoGQQAvD_BwE
[7] https://enerji.gov.tr/infobank-naturalresources-rareearthelements
[8] https://www.reuters.com/markets/commodities/what-are-ukraines-critical-minerals-why-does-trump-want-them-2025-02-12/
[9] https://www.iea.org/reports/the-role-of-critical-minerals-in-clean-energy-transitions
[10] https://www.ekonomigazetesi.com/ekonomi/kuresel-ekonomi/cin-enerji-ve-kritik-minerallere-nisan-aldi-55270/
[11] https://www.voaturkce.com/a/dunya-temiz-enerjiye-gecis-surecinde-cin-in-nadir-toprak-elementleri-uzerindeki-egemenligini-kirma-mucadelesi-veriy%C4%B1r/7209892.html
[12] https://www.dailysabah.com/opinion/op-ed/where-will-trumps-strategy-lead-energy-security-or-global-destruction
Görüş
BAE ve Türkiye: Uzun soluklu işbirliği ve koordinasyon ilişkisi

Abdulla Alkindi
Anketler Bölüm Başkanı, Trends Research & Advisory
Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, işbirliğinin birçok alanda artmasıyla birlikte yeni zirvelere ulaşmıştır. Bu hızlı ve geniş kapsamlı ilerleme, her iki tarafın da uzun süredir devam eden ikili bağlarımızı derinleştirme yönündeki güçlü iradesini yansıtmaktadır.
Daha yakın işbirliğine yönelik ortak arzu, yatırımlar ve altyapıdan ticaret ve turizme, kültürden sürdürülebilir enerjiye, çevreye ve teknolojiye kadar birçok alanda somut sonuçlar vermeye başlamıştır. Düzenli üst düzey diyaloglar ve kurumsal etkileşimin artmasıyla birlikte, yapıcı ve karşılıklı fayda sağlayan işbirliği yolları ile halklar arası bağlar hızla genişlemektedir.
Ekonomik alanda, son gelişmeler ikili ticarette dikkate değer bir artışa yol açmıştır. 2023 yılında imzalanan Kapsamlı Ekonomik Ortaklık Anlaşması (CEPA), ülkelerimiz için ekonomik büyüme ve işbirliğinde yeni bir dönemin habercisi olan önemli bir adım olmuştur. CEPA, sadece ticaret, yatırım ve istihdam yaratmayı teşvik eden bir araç değil; aynı zamanda ortak çıkarlar, uzun vadeli vizyon ve ekonomik dayanıklılık temelinde gerçek bir kalkınma ortaklığı kurmaktadır.
Ortaklığımız ayrıca daha derin bir anlayışı da yansıtmaktadır: bölgesel güvenliğin geleceği kapsayıcı çok taraflılıkta ve barış, refah ve siyasi istikrara yönelik sürdürülebilir bağlılıkta yatmaktadır. Gelişmiş ikili işbirliğinin yalnızca ulusal çıkarlarımıza hizmet etmeyeceğine, aynı zamanda Orta Doğu ve Afrika halkları için daha geniş fırsatlar yaratacağına da güçlü bir şekilde inanıyoruz.
Bu bağlamda, işbirliğimiz Afrika genelini de kapsamaktadır. Bu çabalar, her iki ülkenin de kıta genelindeki zorlukların üstesinden gelme konusundaki kararlılığını vurgulamaktadır. Endişe verici alanlardan biri, Sudan’da devam eden çatışmadır. Bu bağlamda, BAE, Türkiye’nin oradaki mevcut krizi çözmeye yönelik diplomatik çabalarını memnuniyetle karşılamaktadır; bu çabalar BAE için de bir önceliktir. BAE, bu çabaların Türkiye’nin bölgesel barış ve istikrarı teşvik etme konusundaki sarsılmaz bağlılığını ve uluslararası ilişkilerin güçlendirilmesine katkı sağlama isteğini yansıttığını vurgulamaktadır. BAE, Türkiye’nin çabalarıyla ve Sudan’daki çatışmayı sona erdirmeye ve krize kapsamlı bir çözüm bulmaya yönelik tüm diplomatik girişimlerle işbirliği yapmaya ve koordinasyona tamamen hazırdır.
Sudan’daki yıkıcı savaş üçüncü yılına girerken, insani kriz hayal edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. 30 milyondan fazla insan acil yardıma ihtiyaç duymaktadır. Kıtlık kapıdadır. Siviller hedef alınmakta ve insani yardımlar kasıtlı olarak engellenmektedir.
BAE, bu duruma aciliyetle ve kararlılıkla yanıt vermiş; Sudan ve komşu ülkelere 600 milyon ABD dolarından fazla insani yardım sağlamıştır. Derhal ateşkes çağrısında bulunmuş, engelsiz insani erişim talep etmiş ve savaşan taraflara yönelik diplomatik baskının artırılması için uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmıştır. Uluslararası toplum, sivil liderliğinde bir hükümete giden siyasi süreci teşvik etmeli ve nihayetinde Sudan halkı için kalıcı barış ve istikrar getirmelidir.
Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) ve Hızlı Destek Kuvvetleri (RSF) tarafından işlenen zulümler savunulamazdır. BAE, aç bırakma taktikleri, kimyasal silah kullanıldığına dair iddialar ve sivillere yönelik ayrım gözetmeyen saldırılar dahil tüm bu eylemleri kınamaktadır. Birleşmiş Milletler Sudan Uzmanlar Paneli, bu suçları — hava saldırıları, sivil hedeflere saldırılar, çatışma kaynaklı cinsel şiddet ve insani yardımın silah olarak kullanılması dahil — ortaya koymuştur.
BAE, Sudan halkının çektiği acıları hafifletme ve çatışmaya barışçıl bir çözüm bulunmasına yönelik çabaları destekleme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir. Sudan Silahlı Kuvvetleri (SAF) tarafından yakın zamanda yapılan suçlamalar, Birleşmiş Milletler’in son raporunda yer alan bulgularla desteklenmemektedir; BAE, uluslararası toplumla şeffaf bir şekilde etkileşimde bulunmaya devam etmekte, her türlü endişeyi ele alma ve insani ilkeler ile bölgesel istikrara olan bağlılığını yeniden teyit etme konusundaki kararlılığını sürdürmektedir.
Bu ruhla, BAE yapıcı uluslararası angajman yaklaşımını sürdürmektedir. Türkiye Cumhuriyeti ile olan yakın ortaklığı, küresel zorlukların işbirliği, karşılıklı saygı ve insan onuru, barış ve sürdürülebilir kalkınmaya olan bağlılıkla ele alınması yönündeki ortak vizyonu yansıtmaktadır. Bu kalıcı işbirliği, bölgesel ve küresel istikrarın sağlanmasında stratejik ortaklıkların daha geniş değerini vurgulamaktadır.
Görüş
Kazan Forum: İslam Dünyası Rusya’ya Yaklaşıyor

Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek.
Günümüz dünyasında pek anlaşılmayan noktalardan birisi de Müslüman nüfusa sahip ancak İslam Dünyası içerisinde kabul görmeyen ülkelerdir. Mesela Rusya, Hristiyan veya “laik” bir devlet olarak kabul görse de 20 milyona yakın bir Müslüman nüfusu içinde barındırıyor.
İşte bu nedenle Rusya’da “helal ürün” endüstrisi aktif olarak gelişiyor, İslami bankacılık teşvik ediliyor ve genel olarak Müslüman nüfusa yönelik birçok ürün arz ediliyor. Moskova ile İslam Dünyası arasında küresel ekonomik boyutlarda geniş ilişki yelpazesi böylece inşa ediliyor.
Aslında bu etkileşimi halihazırda sistematik ve köklü olarak kabul etmek mümkün. Örneğin: Bu yıl 16.’sı düzenlenecek olan Kazan Forum, geleneksel bir şekilde mayıs ayında Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın Başkenti Kazan’da gerçekleştirilecek. Bu etkinliği örnek gösterme sebebim ise Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika’dan İslam Dünyasının liderleri ve önde gelen girişimcilerinin katılması diyebilirim.
Bu tam teşekküllü Kazan Forum zirvesinde Rusya ve İslam İşbirliği Teşkilatı’ndan iştirak eden katılımcılar; enerji, inşaat, tarım ve diğer endüstriyel alanlarda oldukça ciddi ortak projeler başlattılar.
Kazan Forum sadece bir örnek. Aslında Moskova, dünya sahnesindeki etkileri giderek artan uluslararası örgütler aracılığıyla İslam Dünyası ülkelerine her geçen gün daha da yaklaşıyor. Rusya Federasyonu, 2005 yılından bu yana İslam İşbirliği Teşkilatı’nda “gözlemci” statüsünde yer alıyor ve taraflar arasındaki ekonomi ve güvenlik alanındaki işbirliğini teşvik ediyor.
İslam İşbirliği Teşkilatı’na ek olarak Müslüman nüfusu yoğun olan birçok ülke BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü bünyesinde bulunuyor. İlgili 3 oluşum içerisindeki katılımcılar arasında, Batılı ülkelerin baskısı altında dünya ekonomisi için çok kutuplu ve karşılıklı faydaya dayanan bir ortam oluşmasını sağlayan dünyanın büyük devletleri yer alıyor.
Öte yandan Birleşik Arap Emirlikleri, İran, Etiyopya, Mısır ve Endonezya’nın yakın zamanda BRICS’e katılmasının amacı tam da ticaret süreçlerini ve dış politikalarını egemen kılmaktı.
Pekala Batı, İslam Dünyası ile Rusya’nın yakınlaşmasını engellemeye çalışıyor. Gerçek şu ki: Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, Ortadoğu’nun en büyük ekonomilerinin bulunduğu Basra Körfezi ile Rusya Federasyonu’nun birleşmesinin; tek bir grup olarak hareket eden liberal Batı’ya çok sert darbe indirebileceğinin farkında.
Tam da bu sebeple Brüksel ve diğer bazı aktörler, İslam İşbirliği Teşkilatı katılımcılarıyla Rusya arasındaki insani işbirliğini, tarafların ekonomik ve politik etkileşiminden bahsetmeyi bile engellemeye çalışıyor.
Örneğin: Moskova, Karadeniz’deki ticaret akışının karmaşıklığı nedeniyle 2023 yılından itibaren Kuzey Afrika’daki İslam ülkelerine tahıl tedarikini artırmaya çalışıyor. Dahası Rusya, gıda kaynaklarının ücretsiz ve insani bir biçimde bu bölgelere tedarikini gündeme getirdi. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin, 2023 ve 2024 yıllarında Moskova’nın Sudan, Somali, Yemen ve diğer birkaç devlet de dahil olmak üzere kıtlık tehdidiyle karşı karşıya kalan ülkelere tahıl bağışlamaya hazır olduğunu dile getirdi. Bu girişimler, Kuzey Afrika’daki gıda krizini daha da kötüleştiren Batı yaptırımlarına karşı koymaya yönelikti.
Ancak Avrupalılar ve Amerikalılar, Rusya’nın gıda yardımını sadece siyasi nüfuz aracı olarak kullandığını savunarak Rus girişimine karşı çıktı. Batılı ülkeler ayrıca yaptırımlar nedeniyle Rus gemilerinin uluslararası limanlara erişimini ve kargo sigortasını kısıtlayarak tedarik lojistiğini engelledi.
Gören gözler için her şey açık: Bu suçlamalar asılsızdır. Çünkü Rusya, bu insani yardımları Batı ile çatışma yaşamaya başlamadan önce uygulamaya koydu. Moskova, ürün kıtlığıyla karşı karşıya kalan Afrika’daki İslam ülkelerine 10 yılı aşkın süredir her yıl ücretsiz gıda tedariki yapıyor.
Bu bağlamda, Moskova’nın Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’ni “gıda sömürgeciliği” ile suçlaması, Avrupa kotalarının ve tarımsal ihracat kısıtlamalarının küresel açlık sorunlarının çözümünü engellediğine işaret etmesi oldukça anlaşılır hale geliyor.
Kaldı ki 2023 ve 2024 yıllarında Ukrayna ile yapılan sözde “tahıl anlaşması” kapsamındaki gıda tedarikleri, “sebebi bilinmeyen (!)” bir nedenden ötürü Avrupa ülkelerine ulaştı. Ukrayna’nın ihraç ettiği tahılın yalnızca çok küçük bir kısmı Afrika ülkelerine ulaştı.
Her şeye rağmen Rusya, Türkiye ve Katar’ın arabuluculuğu sayesinde Suriye, Mali, Burkina Faso gibi bazı ülkelere tahıl sevkiyatları göndererek; insani gıda projelerini kısmen uygulamaya devam etti.
Bu gelişmeler, Batı yaptırımlarının İslam Dünyasının en savunmasız bölgelerine zarar verdiğini bir kez daha gözler önüne getiriyor. Tahıl konusundaki çatışma, ticari meselelerin Batı’nın küresel liderlik mücadelesinde bir argüman olarak kullandığı jeopolitik çatışmaların bir başka örneği haline geldi diyebiliriz.
Pekala Rusya ile İslam Dünyası arasındaki etkileşim, yeni bir şey değil. İslam Dünyasındaki ülkeler, geleneksel olarak Rusya’daki dindaşlarıyla iyi ilişkiler sürdürdüler. Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır, İran ve Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri, uzun zamandır Moskova ile enerji, güvenlik ve ticaret alanlarında ortaklıklar kurdular.
Rusya ise İslam Dünyasının çıkarlarını her zaman dikkate aldı. Moskova, Ortadoğu’daki çatışmaların adil bir şekilde çözülmesini tutarlı bir şekilde savunuyor ve bölgedeki tüm ülkeler arasındaki diyaloğu destekliyor.
Batı merkezli artan baskı zemininde, Rusya ile İslam Dünyası arasındaki yakınlaşmanın daha da belirgin hale gelmesini bekliyorum. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği, tek taraflı yaptırımlar uygulayarak; kendi siyasi, ekonomik ve kültürel ajandasını dayatmaya çalışarak, aslında onlarca yıldır inşa edilmiş küresel ticaret zincirlerini istikrarsızlaştırıyor.
İşte tüm bunlar, İslam Dünyasını alternatif kalkınma yolları aramaya zorluyor ve Batı’nın sözde liberalizmine karşı çıkan bir ülke olarak Rusya doğal bir müttefik haline geliyor.
Bugünlerde Rusya ve İslam Dünyası, Batı hegemonyasının ötesine geçmeyi amaçlayan yeni bir etkileşim modeli sergiliyor. BRICS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar, çok kutuplu bir dünya inşa etmek için ideal platformlar haline geliyor.
İslam Dünyası, Rusya’yı yalnızca karşılıklı olarak faydalı işbirliği sunmakla kalmayıp; aynı zamanda uluslararası ilişkilerde egemenlik ve adalet ilkelerini savunan güvenilir bir ortak olarak görüyor.
Bu yakınlaşma, Batı’nın saldırgan politikalarına bir yanıt ve daha dengeli bir küresel sisteme doğru atılmış bir adım olarak ön plana çıkıyor.
Görüş
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?

Vay efendim “Hindistan ve Pakistan’ın savaşması an meselesi”, yok efendim “Büyük bir savaşın arifesindeyiz”, aman efendim “Hindistan ve Pakistan arasında tarihi bir hesaplaşmaya tanıklık edeceğiz”…
Felaket tellallığı iş başında (!)
Durun, daha bitmedi:
Vay efendim “Amerika düğmeye bastı, Hindistan ve Pakistan’ı savaştıracak”, yok efendim “Asya-Pasifik’te start verildi, Hindistan ve Pakistan savaştırılıp, Çin de dahil edilecek”, aman efendim “Hindistan Pakistan’ı parçalayacak, böylelikle Beluchistan’ı özgürlüğüne kavuşturacak”, yok yok “Pakistan Shimla Anlaşması’nı askıya aldı ki böylelikle Kontrol Hattı otomatik olarak Ateşkes Hattı olarak yeniden adlandırıldı ve bu da Jammu ve Keşmir’deki özgürlük mücadelesini güçlendirip, buranın özgür olmasını sağlayacak”, hayır hayır “Pakistan’ın Shimla Anlaşması’nı askıya alması ile Hindistan, Ateşkes Hattı’nı geçerek, Pakistan kontrolündeki Keşmir’i geri alacak”…
Komplo teorileri yükleniyor (!)
Önce bir ne olmuştu, onu hatırlayalım:
22 Nisan’da Hindistan’ın Cammu ve Keşmir Birlik Bölgesi’nde yer alan turistik Pahalgam kasabasında bir terör saldırısı gerçekleşti. Saldırı sonucu 25’i Hint ve 1’i Nepal vatandaşı olmak üzere 26 kişinin (biri hariç hepsi turist) öldüğü ve onlarca kişinin yaralandığı bildirildi. Son yıllarda -2008’deki 26/11 Mumbai terör saldırılarından bu yana- Hindistan’da sivillere yönelik gerçekleşen en büyük saldırı bu. Kurbanlar askerler veya memurlar değil, Hindistan’ın en güzel vadilerinden birinde tatil yapan sivillerdi. Saldırıyı Leşker-i Tayyibe isimli örgütün az bilinen bir uzantısı olan Direniş Cephesi adlı grubun üstlendiği ifade edildi. Daha sonra örgüt, Pahalgam saldırısında herhangi bir rolü olduğunu kesin bir şekilde reddetti ve bu eylemin Direniş Cephesi’ne atfedilmesinin yanlış, aceleci ve Keşmir direnişini kötülemek için düzenlenmiş bir kampanyanın parçası olduğunu iddia etti. Ayrıca her ne kadar Pakistan da suçlamaları reddetse de Hindistan Pakistan’ı suçladı ve diplomatik eyleme geçti, Pakistan’dan da misillemeler gecikmedi. Ve şu anda sınırda 22 Nisan’dan bu yana hemen her gün hafif silahlı çatışmalar söz konusu oluyor.
Olay bu. Olayın zamanlaması ise anlamlıydı: Hindistan Başbakanı Modi’nin Hindistan topraklarında olmadığı ama Amerika Başkan Yardımcısı Vance’in Hindistan topraklarında olduğu sıralarda bu saldırı gerçekleştirilmişti ki bunu zaten önceki yazıda belirtmiştik; ancak bu kez başka bir şeye, özellikle Amerika ve Çin ekseninde yürütülen komplo teorilerine bağlayacağız.
Ama öncesinde değinmek istediğim başka bir boyutu da araya iliştirmek istiyorum: Hindistan’ın güvenlik açıkları… Ya da popüler turistik yerlerindeki güvenlik açıkları… Kİ Hint medyasında, turistlerin Pahalgam’da güvenlik veya kontrolün olmadığı ve bu nedenle saldırganların herhangi bir zorlukla karşılaşmadığı üzerine söylemleri yansıyor. Ve Cammu ve Keşmir hükümetinin vadide bulunan yaklaşık 50 turistik destinasyon ve yürüyüş parkurunu kapatma kararı hem Pahalgam saldırılarına bir tepkiydi hem de tüm destinasyonlarda bir güvenlik incelemesi yapılması ihtiyacından kaynaklanıyor. Dolayısıyla güvenlik teşkilatı turizme daha fazla alan açmak için son birkaç yılda açılan turistik destinasyonların tamamında kapsamlı bir güvenlik incelemesi yapmayı ve yeterli düzenlemeler yapıldıktan sonra buraları kademeli olarak yeniden açmayı planlıyor. Neyse, Peki, Pahalgam terör saldırısının nedeni, Hindistan’ın istihbarat başarısızlığı mıydı? Belki olabilir ama ben buna doğrudan bir istihbarat başarısızlığı demeyeceğim, ancak kesinlikle öngörü ve alan farkındalığı başarısızlığı diye düşünüyorum. Hindistan zaten bir süredir saldırıyı yaptığı söylenen bu grubu biliyordu ve kendi adına onları avlamaya çalışıyordu. Neyse ama bir güvenlik açığının olduğu net. Güvenlik güçlerinin en azından bir miktar varlığı söz konusu olsaydı, belki hiç şu an bunları konuşmuyor olurduk diye düşünüyorum…
Şimdi gelelim, Amerika-Çin ticaret savaşının bu yaşananlarda etkisi olduğu veya daha da açık bir biçimde hazır Trump ticaret savaşı ile Çin’i köşeye sıkıştırmaya çalışıyorken Amerika’nın Hindistan ve Pakistan’ı savaştırmak istediği çünkü bu ikilinin savaşması durumunda Çin’in kayıtsız kalamayacağı ve zaten Pakistan ortaklığına ya da o bölgeye büyük yatırımlar yapan Çin’in de büyük zarar göreceği yönünde değerlendirmeler görülüyor.
Hayır, efendim.
Amerika şu an bu ikilinin savaşmasını istemez. Neden istemez? Neden istesin ki?
Hindistan ve Pakistan’ın savaşması her şeyden önce Hindistan ve Pakistan’a zarar verecek. Dahası, bölgesel istikrar altüst olacak ve bu daha büyük jeopolitik sonuçlar doğuracak. Amerika’nın her ikisi ile de kurduğu karmaşık bir denge var ve asıl olarak bu dengeyi korumak istiyor. Her şeyden önce Amerika için güçlü bir Hindistan’ın var olması gerek. Şu an ilişkileri hiç olmadığı kadar yakın ve ortaklıkları hiç olmadığı kadar ileri düzeyde. Amerika’nın Çin ile mücadelesinde Hindistan’ın güçlü bir ortak olarak varlığı tartışmasız istediği bir şey. Bunun yanı sıra, Amerika, cihatçı grupları izlemek ve kontrol altında tutmak için Pakistan’ın işbirliğine hala ihtiyaç duyuyor. Evet, Amerika Başkanı Donald Trump’ın Hindistan’ı desteklediğini gördük. Ya da Ulusal İstihbarat Direktörü Tulsi Gabbard gibi bazı üst düzey yetkililerin çok daha kesin destek açıklamalarına tanıklık ettik. Evet, Amerika, Pahalgam gibi saldırılardan sonra Hindistan ile dayanışma ifade ediyor.
ANCAK, Hindistan’ın Pakistan’a karşı askeri misillemesine desteğin sınırlı olduğu iyi fark edilmeli. Bunu Trump başta olmak üzere Amerikan yetkililerinin konuya ilişkin açıklamalarını dikkatle takip ettiğinizde, rahatlıkla anlayabilirsiniz diye düşünüyorum. Bu, Pakistan’ı istikrarsızlaştırabilecek veya Amerikan hedeflerini tehdit edebilecek herhangi bir Hindistan yanıtını desteklemeyeceği anlamına geliyor. YANİ bu hem terörle mücadele öncelikleri ve dolayısıyla Pakistan ile ortaklığına verdiği değerden hem de bölgesel istikrarı önceliklendirmesinden ve dolayısıyla daha geniş bölgesel çıkarlarından kaynaklanıyor. Her ne kadar Amerika Hindistan ile dayanışma içinde olduğunu ifade etse de Pakistan’a karşı herhangi bir askeri misillemeyi açıkça onaylamaktan kaçınıyor Ki tarihsel olarak, özellikle Pulwama gibi önceki yakın tarihli örneklere geri dönüp bakarsanız, her ikisinin nükleer yeteneklerini de dikkate alarak tırmanmayı önlemek için itidal ve diyaloğu savunuyor. Dolayısıyla Hindistan, güçlü askeri eylem için koşulsuz bir Amerikan desteği varsaymamalı, varsaymıyor da. Amerika’nın ihtiyatlı duruşu, Hindistan’a tam destek sağlamayı zorlaştıran stratejik çıkarlarını yansıtıyor ve Hindistan da bunun farkında. Kısacası şu an Amerika’nın bu konu üzerine öncelikli çıkarı, bölgesel istikrarı korumak ve daha geniş jeopolitik sonuçlar doğurabilecek herhangi bir tırmanışı önlemek.
Yirmi yıldan fazla bir süredir zaten Batı’nın Keşmir anlaşmazlığına müdahil olması istikrarlı bir şekilde azaldı ama ortadan kalkmadığı da akılda tutulmalı. Bunun yerine, Çin’in müdahalesi açıkça arttı. Evet, Hindistan’ın 2019’da Keşmir’in özel özerkliğinin kaldırılması yönündeki anayasa değişikliklerinin ardından Çin’in Pakistan lehine güçlü bir şekilde adım attığı görüldü. Çin, yalnızca konuyu BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine getirmemiş, bununla beraber 2020’de Ladakh’taki Fiili Kontrol Hattı’nı tek taraflı olarak değiştirmek için harekete geçmişti. ANCAK bu, Çin’in şimdi kesinlikle ve doğrudan müdahil olacağı anlamına mı gelir? Bu kez tepkisi ne olabilir? Özellikle de Trump’ın tarife savaşları ile altüst olan kendi küresel denklemlerinde gezindiği şu sıralarda Çin’in şu anda Hindistan ve Pakistan arasında yaşanan krizlere veya çatışmalara doğrudan dahil olmasının pek olası gözükmediği gibi bu ikisi arasında şu anda savaş durumunun olmasını da istemez ve hadi savaş durumu oldu diyelim yine doğrudan dahil olma olasılığı çok düşük ve zor. Her ne kadar Pakistan ile ittifakı güçlü ve köklü olsa da. ÇÜNKÜ Çin’in bu aşamadaki eylemleri, mevcut jeopolitik dinamikler ve ticaret tarifeleri ile ilgili karmaşıklıklardan büyük ölçüde etkilenir. Kİ açıkça Pakistan’ı desteklediği yönünde değerlendirmelere denk geliniyor olsa da veya açıkça Pakistan’ı destekleyeceği beklense de iki tarafa da ısrarla itidal çağrısı yaptığı ve bölgesel barış ve istikrar vurgusu yaptığı da gözden kaçmamalı. Ha herhangi bir durumda Pakistan lehine hamleleri olur mu? Olur ama çok sınırlı ve dolaylı olur diye düşünüyorum.
Şu an tüm dış aktörler de ister Amerika, ister Avrupa ve İngiltere ve hatta Rusya olsun, hedging yani riskten korunmaya çalışıyor… Bu şu an neden Çin için de geçerli olmasın?..
Neyse, gelelim asıl merak edilene: Ufukta savaş var mı?
Hayır, efendim.
Birçok Keşmir krizinde sık sık savaş naraları duyuldu, yine de her seferinde Hindistan ve Pakistan uçurumdan geri adım attı. Bana göre asıl soru bu ikilinin savaşıp savaşmayacağı değil. Ve hatta asıl soru askeri bir yanıtın olup olmayacağı da değil. Ki zaten bu muhakkak olur diye düşünüyorum. Güçlü bir yanıt görmemiz muhtemel. O halde bence asıl soru veya asıl merak edilen, askeri yanıtın ne zaman ve ne ölçüde olacağı?
2016’da Uri’ye düzenlenen terör saldırısından sonra yapılan nokta operasyonlar ve 2019’daki Pulwama saldırısından sonra Pakistan’daki Balakot’ta bulunduğu söylenen terörist kampının bombalanmasına, yani Hindistan’ın 2016 Uri ve 2019 Pulwama saldırıları sonrasında gerçekleştirdiği bu iki büyük misillemeye geri dönüp baktığınızda, misilleme eşiğinin sınır ötesi veya hava saldırıları veya da cerrahi müdahaleler olduğunu görürsünüz. Bu örnekler Hindistan açısından nükleer silahların gölgesinde terörizm arayışını sona erdirme çabasıydı. Ve bu örneklerde her iki taraf da güç gösterdi ancak tam ölçekli bir savaştan kaçındı. ÇÜNKÜ bu ikili arasında yaşanan herhangi bir krizdeki en büyük risklerden biri, her iki tarafın da birer nükleer güç olması. Ve bu gerçek hem askeri stratejiyi hem de politik hesaplamaları şekillendirir. Dolayısıyla nükleer silahlar bir tehlike oluşturduğu gibi aynı zamanda bir kısıtlama meydana getirir Kİ her iki tarafın karar vericilerini atacağı adımı kırk kez düşünmeye sevk eder. Ukrayna savaşında, örneğin, Rusya, belirli kırmızı çizgiler aşılırsa, nükleer misilleme sinyali vermiş ancak bunu yerine getirmemişti, anımsayalım. Kİ nükleer silahlar normalde savaş araçları değil, devletin hayatta kalmasının garantörleridir. Ve bir de bir yanıt olarak veya bir tercih olarak savaşa yönelmek öyle kolay bir seçim değildir. Hele ki dünyanın zaten çalkantılı olduğu şu süreçte… Kısacası muhakkak bir yanıt verilecektir ancak bu yanıt kuvvetle muhtemel kesin ve hedefli olarak sunulacaktır. Ve Pakistan’dan da aynı şekilde misilleme beklenebilir. Ancak sonra bir çıkış yolu aranır. Çünkü her ülke de sınırlı karşı misilleme kullanmaya alıştı aslında. Dolayısıyla bu konuda rahat davranıyorlar gibi.
YANİ amaç, Hindistan prizmasından konuşuyorum, nükleer savaşı tetiklemeden Pakistan’ı cezalandırmak. Sanırım Hindistan’ın kafa yorduğu şey şu an tam olarak bu. Ki İlk kullanan olmama sorumluluğunu önemsediğini yansıtıyor. Yani doğrudan sahip olduğu nükleer caydırıcılığına yönelmek yerine Pakistan’ı çatışmayı nükleer eşiğin altında tutarak cezalandırmayı amaçlıyor Ki kontrolü tırmanış peşinde. Bu da tam ölçekli bir sıcak savaştan kaçınma isteğini ima eder. Ki savaşın nihayetinde karşılıklı olarak yıkıcı olacağı gerçeği gün gibi ortada. Ayrıca zaten nükleer silahlar caydırıcılık içindir ve mantıksız bir oyuncunun eline geçmediği sürece kullanılmaz Kİ burada ne Hindistan ne de Pakistan mantık dışı bir oyuncu… Hindistan’a göre, savaş başlarsa savaşı başlatan Pakistan olacak, Hindistan değil AMA bana göre ne Hindistan savaş başlatacak ne de Pakistan…
Şimdi Pahalgam sonrası söz konusu olan bilindik adımlar, yani diplomatik yaptırımlar, yani karşılıklı sınırların kapatılması, ticaretin askıya alınması, hava sahasının kapatılması ve iki yüksek komisyon düzeyinin düşürülmesi, bir noktada geri çevrilebilir. Açıkçası en büyük tırmanış ise İndus Su Anlaşması’nın askıya alınması kararıydı. Ancak doğrusu bu sürpriz değil. Hindistan zaten bir süredir Pakistan’ın anlaşma kapsamındaki meşru haklarını kullanmasını engellediğini hissettiğini ve iyi komşuluk ilişkileri öncülünün var olmadığını ileri sürerek, anlaşmanın gözden geçirilmesini talep ediyordu. ANCAK Pakistan’ın, Hindistan’ın Pakistan’a nehir sularının akışını engelleme olasılığını bir “savaş eylemi” olarak çerçevelemesi ve 1972 Shimla Anlaşması da dahil olmak üzere tüm önceki anlaşmaları askıya alma hakkını saklı tutma kararı, doğrusu bu ikili için bilinmeyen sulara adım atmak. Belki de bu nedenledir Kİ Hindistan, askeri bir yanıt için aceleci davranmıyor. Muhtemelen şu anda güç kullanımını Pakistan ordusu üzerinde maksimum etki yaratmak için kendi seçtiği bir zamanda ve yerde uygulamak için dikkatle planlamak ile meşgul. Çünkü bu kez Hindistan’ın güç kullanımı ne şekilde olursa olsun, Pakistan’ın askeri bir tepkisi olacak. Bu, 2019’da deneyimlendi çünkü. Anımsamak için kısaca değinelim: 2019’da Hindistan’da gerçekleşen Pulwama saldırısından sonra Hindistan’ın Pakistan’daki Balakot’a yönelik hedefli hava saldırısının ardından Pakistan tarafından bir Hint uçağı düşürülmüş ve pilotu sınır ötesinde yakalanmıştı. Ve Hindistan’ın, pilotunu serbest bırakmazsa Pakistan’a füze yağdıracağı tehdidinde bulunması üzerine Trump yönetimi sorunu yatıştırmak için müdahale etmiş ancak düşündüğü arabuluculuk rolüne de soyunmamıştı.
O zaman soru, Hindistan’ın yanıt vermesinin ardından Pakistan’ın da kuvvetle muhtemel vereceği askeri tepkisinden sonra kendisinin ne yapacağıdır. Ki Hindistan tarafından sahadaki beklenmedik gelişmeler ve uluslararası sistemin tepkisi muhtemelen bu kez daha deneyimli olarak ölçülüyordur diye düşünüyorum. Ve bence şu an Hindistan, tırmanışı ne zaman ve nasıl sonlandıracağını belirlemek için kafa yoruyor. Başbakan Modi, Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne yanıtın şekli, zamanlaması ve hedefi konusunda tam operasyonel özgürlük tanıdı. Ama Modi daha önce ne demişti, hatırlayalım: “Zaman, savaş zamanı değil”… Hep birlikte tanıklık edeceğiz, ancak umalım ki kısa süre içinde sükunet onlar ile olur…
-
Avrupa2 hafta önce
Almanya’da tren fabrikası tank üretimine başlıyor
-
Dünya Basını2 hafta önce
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de çöküş sürüyor: Dow, 1932’den bu yana en kötü nisan ayını yaşıyor
-
Diplomasi2 hafta önce
Çin’in ABD’den enerji ithalatındaki düşüş Rusya’ya kapı açtı
-
Avrupa2 hafta önce
Alman eyaletleri silahlanma yarışına son sürat dahil oluyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
ABD’den Suriye’ye “İran” baskısı: DMO terör örgütü ilan edilsin
-
Avrupa2 hafta önce
Orbán’ın vetoları AB’yi 7. maddeye itiyor
-
Avrupa2 hafta önce
Trump’ın tarifeleri Avrupa’da serbest ticaret yanlısı ülkeleri güçlendiriyor