DÜNYA BASINI
Ukrayna’nın yağmalanmasında Kanada’nın rolü
Yayınlanma
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kanada’nın rolüne ışık tutuyor.
***
Kanada, Ukrayna’nın neo-liberalleştirilmesinde nasıl kilit rol oynadı?
Peter Korotaev
17 Mayıs 2023
Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin üçüncü bölümü. Bu bölüm, bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde anlatıldığı üzere Kanada’nın Ukrayna’nın yıkıcı ekonomik serbestleştirilmesinin gerçekleştirilmesindeki rolüne odaklanıyor.
Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü
2019’da Toronto’da düzenlenen “Ukrayna Reform Konferansı”
“Ukrayna Reform Konferansı”, NATO ülkeleri, G7, Avrupa Birliği ve özel düşünce kuruluşlarından siyasi liderleri Ukrayna ekonomisini reforme etmeyi amaçlayan başlıca reformlara dahil eden ve her yıl düzenlenen bir etkinlik.
“Reform”, Batı destekli Maydan darbesinin ardından 2014 sonrası Ukrayna’sında liberallerin en sevdiği kelimelerden biri. Sadık yabancı müttefikler tarafından savunulan ve Ukrayna’yı içinde bulunduğu yoksulluktan kurtarmak adına tasarlanmış bir dizi girişimi ima ediyor. Gerçekte ise önceki iki makalenin konusu olan neo-kolonyal iktisadi liberalleşmeyi tanımlamanın siyasi olarak iğdiş edilmiş bir yöntemi.
Maydan sonrası Ukrayna’da görülen zararlı reformlardan biri de 2017’de gıda fiyat düzenlemelerinin kaldırılması oldu. Ticaretin serbestleştirilmesi sonucunda Ukrayna’nın yerli gıda üretiminin yok olmasıyla birlikte, bu durum gıda kıtlığına ve birçok Latin Amerika ülkesinin seviyelerini bile aşan açlığa yol açtı.
Chrystia Freeland, Justin Trudeau ve diğer NATO ülkeleri ile Ukrayna’dan delegelerin katıldığı 2019’daki Ukrayna Reform Konferansı’nda tüm olağan şüpheliler hazır bulundu. Gündemdeki en önemli konu “Ukrayna’daki reformların geri döndürülemezliği” idi. Söz konusu reformların istenmemesinin yanı sıra “geri döndürülemezlik” bir grup yabancı ülkenin belirli bir ülkede iktisadi reformların uygulanmasını savunması için pek de demokratik bir yol gibi görünmüyor. Fakat bu Ukrayna Reform Konferansı için fırsat!
Aslında bu reformların “geri döndürülemezliği” demokrasi arayışını doğrudan dışlıyor. 2021 yılı, Yaşam İçin Muhalefet Platformu (OPFL) gibi siyasi parti liderlerinin başkanlık kararnamesiyle hukuki açıdan şaibeli bir şekilde cezalandırılmasına tanık oldu. Esas olarak Ukrayna’nın güneydoğusundaki sanayi işçilerini temsil eden, barış yanlısı ve IMF aleyhtarı bir platformu savunan bu parti, seçmenler arasında sürekli olarak üst sıralarda yer alıyordu. 2021’in başında, anketlerde Zelenskiy’in “Halkın Hizmetkârı” partisinin ardından genellikle yakın bir farkla ikinci geliyordu. Zelenskiy’in 2021’de OPFL’nin medyadaki sesi ve önde gelen siyasetçilerine yönelik tek taraflı yasak ve yaptırımlarının ardından parti seçmenlerinin üçte birini kaybetti. IMF destekli ekonomik serbestleşmenin olumsuz etkilerini anlatan ilişkili medya grupları da 2021 yılında Zelenskiy’in Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi’nin talimatıyla, hukuk sistemi içindeki yasal süreçleri çiğneyerek kapatıldı. Bunlar arasında ZiK, Strana, 112, NewsOne ve Ukrlive yer alırken, Zelenskiy sosyal demokrat muhalif medya kaynağı Strana’nın genel yayın yönetmenine bile yaptırım uyguladı. Böylesine kaba bir sansürün gerekçesi belirsizdi ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu tarafından eleştiri aldı.
Batı da muhalif partilerin susturulmasında suç ortağıydı; ABD’li yetkililer Zelenskiy ile aynı safta yer alarak Batıya entegrasyonu eleştiren Ukraynalı siyasi figürlere yaptırım uyguladı. Yabancı ülkelerdeki muhalif figürler ABD’ye doğrudan bir tehdit oluşturmadığından, yaptırım uygulamak hukuken (hukuki usûl) saçma. OPFL’ye bağlı bağımsız parlamenter Andrey Derkaç yaptırım uygulananlardan biriydi; Batıda daha ziyade Hunter Biden’ın Ukrayna’daki yolsuzluk ilişkilerini gün ışığına çıkarmasıyla tanınıyordu.
Ayrıca Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı askeri harekatının birinci yılına uzun bir makalede (Zelenskiy hükümeti tarafından yaptırıma tabi tutulan) Strana medya portalı, “Rusya yanlısı” partilerin ve medyanın yasaklanmasının Rusya’yı 2022’de savaşa iten kırılma noktası olduğunu savundu. Daha yakın tarihli bir Rus muhalif gazetede çıkan köşe yazısı da bu argümanı tekrarladı. Tüm barış yanlısı ve jeopolitik tarafsızlık yanlısı siyasi güçlerin yasaklandığı göz önüne alındığında, Ukrayna’nın demokratik yollarla tarafsız ve NATO üyesi olmayan bir ülke olarak kalması için artık makul bir umut kalmamıştı.
2019’da Toronto’da düzenlenen konferansta ne tür “reformlar” kutlanmıştı? Ukrayna Reform Konferansı, Ukrayna’daki “reformların” en büyük “başarılarından” birinin tıbbın serbestleştirilmesi olduğunu ilan etti; bu reform, yaptırımlara maruz kalan sol eğilimli Ukraynalı medya grupları tarafından düzenli olarak eleştirilmişti. Söz konusu reformlardan önce Ukrayna, çeşitli uzman doktorların bulunduğu geniş bir Sovyet modeline sahipti. Reformdan sonra pek çok sağlık personeli işini kaybetti ve uygun fiyatlı uzman doktorların yerini Batılılaşmış pratisyen hekimler ve özel klinikler aldı. Bu reformun beyni olan Ulyana Suprun — kendisi ABD doğumlu ve Maydan darbesinden hemen sonra göreve geldi — bu reform nedeniyle Ukrayna’da nefret objesi; kendisine sıklıkla “Ölüm Doktoru” deniyor.
Aynı zamanda Sergey Sternenko gibi neo-Nazi gazilerin de yakın bir hamisi. 2020’de işkence ve gasp suçlarından yargılanan Sternenko (ayrıca silahsız bir adamı kameralar önünde bıçakla öldürdü ama bunun için hiçbir zaman mahkeme önüne çıkarılmadı), elbette “vatanseverliği” nedeniyle serbest bırakıldı (2014 Maydan darbesinin ilk katılımcılarından ve neo-Nazi örgütü “Sağ Sektör”ün liderlerinden biriydi). Suprun, 2020’deki duruşmasına gelmiş ve kefaletini ödemeyi teklif etmişti.
Tıbbın serbestleştirilmesi, Ukrayna’nın sağlık ve refah alanında bir diğer “taçlandırıcı başarısında” kolaylaştırıcı oldu; ülke dünyadaki en yüksek Kovid ölüm oranlarından birine sahip. Suprun’un özelleştirilen küçük klinikler ve yetersiz finanse edilen kamu hastaneleri sistemi nedeniyle Ukrayna’daki hastanelerde düzenli oksijen stoku bulunmuyordu. Bu arada komşu Belarus’un Sovyet tarzı sağlık sistemi dünyadaki en düşük Kovid ölüm oranlarından birine sahip olmasına sebep oldu. Belarus’ta yalnızca 7 bin 118 kişi veya nüfusun yüzde 0,07’si Kovid’den hayatını kaybederken (herhangi bir karantina olmaksızın) Ukrayna’da 111 bin kişi Kovid’den hayatını kaybetti. Ukrayna’nın nüfusunun Belarus’tan yaklaşık 3,5 kat daha büyük olduğu düşünüldüğünde bu dikkate değer bir istatistik.
2020 yılında Ukrayna Sağlık Bakanı, Suprun’un reformlarını sürdürmenin 50 bin sağlık çalışanının işten çıkarılmasını ve 300 hastanenin kapatılmasını gerektireceğini belirtti. Zelenskiy hükümeti, Suprun’un sağlık sistemini ne kadar yetersiz finanse ettiğinden şikâyet ederken yine de neo-liberal reformlarını sürdürmeye olan bağlılığını resmi olarak belirtti. Ukrayna’daki psikiyatrik bakım tesislerinde çalışan sağlıkçılar Suprun’un reformlarının ne anlama geldiğini ifade ederek sık sık protesto gösterileri düzenlediler:
- Sektördeki çalışanların yüzde 30’unu işten çıkarıyor;
- Suprun’un reformlarından sonra psikiyatrik bakım tesisleri için ayrılan bütçe yarı yarıya azaltıldı;
- Doktorların maaşlarını ayda 140 Amerikan dolarına düşürürken, iş yüklerini artırdı;
- Rehabilitasyon merkezlerini kaldırarak psikiyatrik hastaların sokağa çıkmaya zorlanmasına yol açtı.
Ukrayna’da liberal reformlar “geri döndürülemez” nitelikte. Bu yıkıcı reformları eleştiren medya kuruluşları ve siyasetçiler demokratik olmayan bir şekilde sansürleniyor. Batıya dönük bu liberalleşme Ukraynalıların sağlığını olumsuz etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda ekonomiyi de sanayisizleştiriyor.
Kanada ile Ukrayna arasındaki ticaret
2016 yılında Kanada ve Ukrayna, 2017 yılında yürürlüğe giren bir ticaret anlaşması (CUFTA) imzaladı. Görünürde bu ikili ticarette pozitif bir gelişme gibi görünse de 2021 istatistikleri Ukrayna’nın 261 milyon dolarlık Kanada malı ithal ettiğini ama kendi malından yalnızca 160 milyon dolar ihraç ettiğini gösterdi.
Ticaretin yapısı da son derece dengesiz. 2021 yılında Ukrayna’nın en çok ihraç ettiği ilk üç ürün demirli metaller, bakır/bakır ürünleri ve işlenmiş bitkisel ürünler (ayçiçeği yağı) oldu. Kanada’nın en çok ihraç ettiği ürünler ulaşım malları, deniz ürünleri, nükleer reaktörler, kazanlar, makineler ve hava taşıtlarıydı. Kanada’nın yüksek teknoloji ürünleri ihracatı 2020 yılına kıyasla yüzde 147 oranında arttı.
Ukrayna sadece düşük ücretli vasıfsız işçi gerektiren ucuz hammadde ihraç ederken, Kanada yüksek ücretli, vasıflı işçi gerektiren daha pahalı mamul mallar ihraç ediyor. Bu da Ukrayna’nın düşük ücretli el işçileri ülkesi olarak daha da “uzmanlaşmasını” teşvik ediyor. Bu yazı dizisinin birinci bölümünde gördüğümüz üzere Ukrayna’nın tarımsal hammadde ihracatçısı olarak uzmanlaşması milyonlarca işçiyi işinden ederek onları Polonya gibi AB ülkelerinde aşırı sömürülen göçmen işçiler olarak çalışmaya zorladı ve böylece ekonomik büyümelerini teşvik etti.
Kanada’nın Ukrayna ile yaptığı serbest ticaret anlaşması, ülkenin Batılı ortaklarıyla yaptığı diğer STA’lar gibi, esasında Ukrayna’ya karşı son derece eşitsiz. STA’yı destekleyenler, Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı ihracatın yüzde 98’ine uygulanan gümrük vergisini iptal ederken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı ihracatın sadece yüzde 72’sine uygulanan gümrük vergisini iptal ettiği için STA’nın Ukrayna’ya Kanada’dan daha fazla fayda sağladığını iddia ediyor. Dikkat edilmesi gereken ilk husus, STA’nın tüm gümrük vergilerinin 7 yıl sonra kaldırılmasını öngördüğü. Bu arada, Kanada’nın gümrük vergisinden muaf tuttuğu yüzde 72’lik mallar arasında sığır eti ve işlenmiş gıda yer alıyor.
Bu durum Ukrayna’nın hayvancılık ve gıda işleme sektörlerini daha da etkileyecektir ki bu sektörler, son makalelerimizde de gösterildiği üzere 2014’ten sonra ticaretin neredeyse tamamen serbestleştiği koşullarda dış rekabetin baskısı altında keskin bir düşüş yaşadı. Kanada ile imzalanan STA da erken ve “yumuşak” aşamasında bile bu eğilime katkıda bulunuyor. Dolayısıyla bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere Kanada’nın Ukrayna’nın domuz eti konusunda en önde gelen kaynakları arasında yer alması şaşırtıcı değil. Bu, Ukrayna’nın ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal ettiği ve on yıllardır yerli üretimi azalan pek çok gıda ürününden biri.
CUFTA’nın Ukrayna’nın lehine olmamasının bir diğer nedeni de Kanada’nın ithal mallara uyguladığı devasa tarım tarifelerinin birçoğunu yürürlükte tutması. Öte yandan Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımı, benzer şekilde koruyucu tarifelere sahip değil. Bu, gelişmekte olan dünyayla “serbest ticaret” söz konusu olduğunda Batı’nın ikiyüzlülüğünün bariz bir örneği. CUFTA, aralarında kümes hayvanları ve süt ürünleri, yumurta ve şekerin de bulunduğu 108 tarım ürünü grubunu Kanada’ya gümrüksüz ithalattan muaf tutuyor. Bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde incelendiği üzere bu sektörler diğer Batılı üreticilerin sınırsız rekabeti nedeniyle sürekli olarak gerilemekte olduğundan, bu durum özellikle Ukrayna için sıkıntı yaratıyor.
Muaf tutulan bu mallar, küçük ithalat kotalarının ötesinde hala Kanada’nın devasa gümrük vergilerine (birçoğu ithal ürünün fiyatının yüzde 100’ünden fazla, örneğin kanatlı hayvan eti için yüzde 238’lik olağanüstü bir gümrük vergisi) tabi. “Serbest ticaret” için çok fazla. Ukraynalı ihracatçılar sonunda bu mallar için Kanada pazarına eşit erişim elde etseler bile o zamana kadar Ukrayna’nın tarımı ekonomik serbestleşme nedeniyle o kadar harap olacak ki, bundan yararlanamayacak.
Bu arada Kanada-Ukrayna Ticaret Odası, Ukrayna’nın bu STA’dan faydalanacak tek somut sektörlerinin IT hizmetleri, giyim, ayakkabı, mobilya, çikolata ve diğer şekerlemeler olacağını öngördü. Bu bağlamda dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko’nun “Roshen” şirketi aracılığıyla şekerleme sektöründen milyarlarca dolar kazandığını hatırlatmakta yarar var. Adı geçen diğer sektörler, Ukrayna’nın sanayisizleşme ve düşük ücretli atölyelerde üretilen düşük teknolojili, emek yoğun ürünlerde uzmanlaşma eğilimini temsil ediyor.
IT, Ukrayna’da genellikle ekonominin önde gelen sektörü olarak kabul ediliyor. Ancak Ukraynalıların sadece küçük bir azınlığı başarılı bilgisayar programcısı olabiliyor ve birçoğu fırsat verildiğinde kalıcı olarak göç edecektir. STA taraftarı Ukraynalı bir yayın, STA’nın Ukrayna açısından faydalı olduğunun kanıtı olarak Ukrayna’nın Kanada’ya IT hizmet ihracatındaki artışı gösteriyor.
Ukrayna’nın Kanada ile ticari ilişkilerindeki eşitsizlik hizmetler alanında da kendini gösteriyor. 2017 yılında Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 62’sini IT hizmetleri oluştururken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 61’ini devlet ve kamu hizmetleri oluşturuyor. Özünde CUFTA, Kanada’nın Ukrayna hükümetini yönetmesini sağlarken Kanadalı bilişim şirketleri de düşük ücretli Ukraynalı bilişim işçilerine iş yaptırabiliyor.
Sanayisizleşme eğilimi, Kanada ile Ukrayna arsındaki yüksek teknolojili gaz türbini ve otomobil üretimine ilişkin ticarette açıkça görülüyor. 2011 yılında Kanada’ya 20,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç eden Ukrayna, 2021 yılında sadece 4,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç etti. Ukrayna’nın Kanada’ya ihracatı arasında otomobillerin de yer alması kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bu daha ziyade, tipik olarak tarımcı batı Ukrayna atölyelerinde üretilen ve daha sonra batı Avrupa otomobil firmaları tarafından otomobil montajında kullanılan otomobil kablolarına işaret ediyor.
Kanada ile imzalanan STA da her iki ülkedeki üreticilere devlet alımlarına eşit erişim imkânı sağlıyor. Kanada-Ukrayna Ticaret Odası Başkanı Emma Touros’un ifadeleriyle: “Yabancı şirketler artık kamu alım projelerine eşit erişime sahip. CUFTA, Kanadalı şirketlere keşfetmeleri için pek çok avantaj sağlayan modern bir anlaşma”. Kanada’nın endüstriyel gelişimi Ukrayna’nınkinden çok daha ileri düzeyde olduğu için yabancı devlet alımlarında avantaj Kanada’ya aitken, Ukrayna endüstrisine sunulan devlet desteği fırsatları göz ardı ediliyor.
Maydan darbesi sonrası Ukrayna, 2016 tarihli Ukrayna-AB Serbest Ticaret Ortaklık Anlaşması ve 2016 tarihli DTÖ kapsamındaki Devlet Alımları Anlaşması gibi, her ikisi de zengin Batılı ülkelere Ukrayna devlet alımlarına serbest erişim sağlayan başka anlaşmalar da yaptı. Bu anlaşmalar, AB ve ABD tarafından 2020-21’de Ukrayna hükümetine 3739 sayılı yasa tasarısı yoluyla endüstriyel korumacılık teşebbüsünün kabul edilemez olduğunu söylediğinde gerekçe gösterildi. Bu yasa tasarısı, ABD ve AB de dahil olmak üzere çoğu ülkede olduğu gibi Ukraynalı üreticilere devlet alımlarında imtiyaz tanıyacaktı. Ukrayna bu baskı sonucunda tasarıyı AB ve Kuzey Amerika’nın Ukrayna’nın devlet alımlarına erişimine izin verecek şekilde değiştirdi. Yasayı öneren ve savunan İktisadi Kalkınma Bakanlığı ve Parlamento İktisadi Kalkınma Komisyonu, Ukrayna’nın devlet alımlarının yüzde 40’ının yabancı üreticilerden yapıldığı, AB ve ABD’nin ise devlet alımlarının sırasıyla sadece yüzde 8 ve yüzde 5’ini yabancılardan sağladığı gerçeğine dikkat çekti.
CUFTA’nın Ukrayna’ya karşı taraflı olduğu, Ukrayna’nın Kanada’dan ithalatı yüzde 93 artarken Kanada’ya ihracatının sadece yüzde 76 arttığı ve halihazırda fazla olan ticaret açığının daha da büyüdüğü 2017 yılı sonunda bile görülebiliyordu.
Uzun vadeli ticaret istatistikleri incelendiğinde Kanada ile imzalanan STA’nın ticari ilişkileri geliştirmek adına çok az şey yaptığı ortaya çıkıyor. Kanada istatistikleri Ukrayna’nın Kanada ile en son 2012 yılında ticaret fazlası (artı 15,7 milyon Amerikan doları) verdiğini iddia ediyor. 2014 öncesi en büyük açık (eksi 63 milyon Amerikan doları), neo-liberal ve Batı yanlısı Ukraynalı lider Yuşçenko’nun görevi bırakmasının ardından Yanukoviç hükümetinin ilk yılı olan 2010’da yaşanmıştı. 2013 yılında Ukrayna’nın ticaret açığı 97 milyon Amerikan doları iken, 2014 darbesinden sonra bu rakam büyük ölçüde arttı. 2016 yılına gelindiğinde Ukrayna, Kanada ile 158 milyon dolarlık bir ticaret açığı gördü.
Kanada ile ticaret açığı 2021 itibariyle azalmış olsa da daha da büyük bir sorun Ukrayna ile Kanada arasındaki ticaretin düşük hacmi olarak kaldı. Ukrayna’nın 2021’de Kanada’ya ihracatı 2011’dekinden sadece 3 milyon dolar daha yüksekti ve toplam ticaret cirosu 400 milyon doların altındaydı.
Tarım “yardımı” ve hibeler
Kanada’nın Ukrayna’da ne tür bir tarım görmek istediğine dair durum, yardım projelerinin seçiminde anlaşılabilir. 2015 yılında Kanada Dış Ticaret Bakanı Ed Fast, 2014 darbesinin ardından Ukrayna’nın ekonomik serbestleşme reformları için 52 milyon Amerikan doları yardım yapılacağını açıkladı.
Bu projelerden biri Ukraynalı hububat yetiştiricilerine 13,5 milyon dolarlık yardımdı. Kanada, Ukrayna tarımının çeşitlendirilmesini desteklemek yerine Ukrayna’nın bir mısır, buğday ve ayçiçeği yağı ülke genelinde büyük monokültür tarımının daha da geliştirilmesini teşvik etmeyi tercih etti. Bu dizinin ikinci makalesinde de gördüğümüz üzere bu tür yoğun monokültür tarım, gıda güvensizliğini ve uzun vadede tarım arazilerinin bozulmasını daha da kötüleştiriyor.
Bu dizinin birinci bölümünde, “Ukrayna Arazi Şeffaflığı Projesi” tarafından yapılan ve arazi özelleştirmesinin daha yüksek bir GSYİH büyüme oranını beraberinde getirdiği ve arazi piyasasına daha fazla kısıtlama getirilmesinin (yabancıların erişiminin kısıtlanması dahil) büyüme oranını düşürdüğünü iddia eden bir çalışmayı ele almıştık. İlginçtir ki bu STK Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası (DB) tarafından finanse ediliyor ve DB’de çalışan bir iktisatçı olan Klaus Deininger tarafından yönetiliyor. Dünya Bankası Grubunun kurucu üyesi olan Kanada, en büyük 11. hissedar konumunda ve 25 üyeli İcra Direktörleri Kurulu’nda diğer batılı ülkelerle birlikte daimî bir koltuğa sahip. Kanada, DB bütçelerinin yönünü belirlemede büyük bir güce ve etkiye sahip; esasında, yoksul ülkelere kredi ve hibeler için DB’nin imtiyazlı bütçesine en fazla bağış yapan altıncı ülke.
Oakland Enstitüsü adlı düşünce kuruluşu tarafından yakın zamanda yapılan bir çalışma, bu finans kuruluşlarının (ve Avrupa Birliği’nin) Ukrayna’da tarım özelleştirmesinin hızlandırılmasındaki rolüne ışık tuttu. Yevromaydan’dan önce bile Dünya Bankası 2013 yılında devlet arazilerinin özelleştirilmesi ve Ukrayna’da tarım arazilerinin çoğunluğunu oluşturan şahıslara ait arazilerin özelleştirilmesi için 89 milyon dolarlık bir kredi sağlamıştı. IMF, 2015’te 17,5 milyar dolar ve 2018’de 3,9 milyar dolar kredi verdi ve her ikisi de arazi özelleştirmesine bağlıydı. IMF, 2017 yılında tekrar toprak reformu çağrısında bulunduktan sonra Ukrayna bakanlıkları ve Dünya Bankası ile birlikte toprak özelleştirmesini organize etmek üzere bir çalışma grubu kurdu.
Ukrayna’da arazilerin özelleştirilmesi konusunda Dünya Bankası da önemli bir rol oynadı. Dünya Bankası, 2019 yılında tarım piyasasının serbestleştirilmesi için 200 milyon dolarlık bir kredi vereceğini açıkladı. Banka, 2020 ve 2021 yıllarında Ukrayna için “tarım arazileri için şeffaf bir piyasa oluşturulması” ve diğer neo-liberal özelleştirme reformları amacıyla toplam 700 milyon Amerikan doları tutarında iki krediyi onayladı. Zelenskiy’in 2020’de arazi alım satımına ilişkin moratoryumu kaldırmasının nedeni, IMF’nin bunu 5 milyar dolarlık kredi için şart koşmasıydı.
Tarımsal kapasitenin felce uğratılması: Batı’nın Ukrayna’ya sözde ‘yardımı’
Bu dizinin ikinci yazısında, büyük tarım holdinglerine Ukrayna hükümeti tarafından nasıl büyük teşvikler verildiğini incelemiştik. Kanada destekli bu finans kuruluşları Ukrayna’da tarımın özelleştirilmesi için agresif bir şekilde zorlamakla kalmadı, aynı zamanda tarımsal yardımları, Ukrayna’nın toplam tarım arazilerinin yalnızca yüzde 12’sini ekmelerine rağmen, Ukrayna’nın azalan gıda arzının yüzde 50’sinden fazlasını üreten küçük ve orta ölçekli çiftçiler yerine sistematik olarak büyük tarım holdinglerine yönlendirdi.
Oakland Enstitüsü’nün bulgularına göre, Dünya Bankası 2004 yılından bu yana Ukrayna’nın en büyük tarım holdinglerine 1 milyar dolar kredi sağladı. DB’nin kredi politikası, küçük çiftçilerin (şu ana kadar sadece 2 bin tanesi) bu fonlara ancak gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmaları halinde erişebilmelerini öngörüyor. DB, küçük çiftçilere kredi vermek için özel bir fon oluşturdu ama bu fon sadece 5 milyon Amerikan doları içeriyor.
Oakland’ın araştırması aynı zamanda Batı’nın Ukrayna tarım ticareti üzerindeki kontrolünü borç kozu aracılığıyla nasıl kullandığını da kapsamlı bir şekilde belgeliyor. Örneğin Ukrayna’nın en büyük tarım işletmelerinden biri ve kontrol edilen arazi yüzölçümüne göre dünyanın sekizinci en büyüğü olan UkrLandFarming’in 2020 yılına kadar Kanada’nın İthalat-İhracat Ajansı da dahil olmak üzere Batılı alacaklılara 1,25 milyar Amerikan doları borcu tahakkuk etti. Bu, alacaklılar tarafından 2016-17 yıllarında 500 milyon Amerikan doları tutarında Eurobond’un yeniden yapılandırılması 6 bin çalışanın işten çıkarılmasına neden oldu.
Kısacası Batı’nın Ukrayna’ya verdiği tarım yardımının her zaman açık — ve sürekli başarılı olan — bir amacı var: Ukrayna’nın tarım piyasasını serbestleştirmek. Bu “yardım”, Ukrayna tarımının bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere çıkarları Ukraynalıların çoğunun çıkarlarıyla net bir şekilde çelişen büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesini sürekli olarak tahkim ediyor.
Liberalleşme yanlısı “Ukraynalı seslere” yapılan sponsorluk
ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı ve Ukrayna’da 2014 yılında gerçekleşen rejim değişikliğinin başat aktörlerinden biri olan Victoria Nuland, 2014 yılında ABD’nin son 30 yılda Ukrayna’da “demokrasiyi teşvik etmek” için 5 milyar dolar harcadığını söyleyerek övünmüştü. Ukrayna, 2021 yılında USAID fonlarının ulaştığı ülkeler arasında Avrupa’da bir numaraydı (sadece o yıl 300 milyon dolar). Kanada, 2014-2021 yılları arasında Ukrayna’ya yardım için 890 milyon Kanada doları harcadı. Bu yardımın 250 milyon dolardan fazlası kalkınma yardımı, 100 milyon dolardan fazlası Ukrayna ordusu ve polisine yönelikti ve 890 milyon doların geri kalanı da insani yardımdı.
“İnsani” yardım, Batı’nın Ukrayna üzerindeki nüfuzunun önemli bir vektörü oldu. Batı, Ukrayna’da güya “sivil toplum inşa etmek” için muazzam miktarda para harcadı. Bunun daha doğru bir tanımı, Batı’nın Ukraynalı kentli entelektüel sınıfın önemli bir bölümünü satın aldığı ve hatta yarattığı olabilir.
Örneğin Kanada 2014 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da araştırmacı gazeteciliğin güçlendirilmesi” için 2,2 milyon Kanada doları ve 2015 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da Demokratik Partilerin ve Sivil Toplum Örgütlerinin Güçlendirilmesi” için 2,9 milyon Kanada doları harcadı. Kanada ayrıca 2016 ve 2018 yılları arasında “Ukrayna’da reform ve sosyal uyum diyaloğuna” 500 bin Kanada doları harcadı. Program Doğu Ukrayna’ya odaklanmış ve “Ukrayna’nın merkezi hükümeti ile bölgesel paydaşlar arasındaki diyalog çabaları” yoluyla “sosyal gerilimleri azaltmayı” ve “sosyal uyumu artırmayı” amaçlamıştı. Ağırlıklı olarak sanayileşmiş Doğu Ukrayna’nın AB ortaklık anlaşmasının temsil ettiği yıkıcı ekonomik serbestleşmeye her zaman çoğunlukla karşı olduğu göz önüne alındığında, bu tür bir “yardımın” lazım görülmesi şaşırtıcı değil.
Batı tarafından dikey yönlü hareket kabiliyeti verilen ve Ukrayna’nın görece ayrıcalıklı bir azınlığı olan “sivil toplum”, sponsorlarının amaçlarını savunuyor. Sözüm ona siyasi bilince sahip Ukraynalıların bu sesi, Batı’da işitilen tek ses zira Batı tarafından yaratıldı. Araştırmacı gazetecilikleri, özelleştirme ve ekonomik serbestleşmenin yarattığı sosyal sorunlardan ziyade şahısların yolsuzluk skandallarına odaklanıyor.
Batı tarafından öne çıkarılan “Ukraynalı sesler”, “Ukrayna’nın toprak reformuna”, yani arazi özelleştirmesine ihtiyacı olduğunu vurgulama fırsatını asla kaçırmıyor. Batı tarafından finanse edilen bu “Ukraynalı sesler”, Ukraynalıların çoğunluğunun bu reforma karşı olduğunu kabul etmekle beraber bunun fırsatçı politikacılar tarafından yapılan “zayıf gerekçeli ancak duygu yüklü argümanların” sonucu olduğunu savunuyor. Ukrayna’nın en etkili gazetesi olan Ukrainska Pravda, USAID ve — o da arazi özelleştirmesinin hızlandırılmasını teşvik etme fırsatını asla kaçırmayan — Açık Toplum Vakfı gibi diğer Batılı liberal yapılar tarafından finanse ediliyor.
Bu neo-liberal reformları eleştiren Ukraynalı politikacılar bunu “kendi devletimiz aleyhine çalışan, Batı parasıyla kontrol edilen bir yabancı gazeteci ordusunun” sesi olarak tanımladılar. Ekonomik serbestleşme ve NATO militarizasyonu peşindeki bu Batılı casuslar ordusu, Mustafa Nayyem gibi Batı tarafından finanse edilen gazetecilerin AB ile serbest ticaret anlaşması lehine başlattığı söz konusu “devrimle”, 2013-14 Maydan darbesiyle gerçek niyetlerini ortaya koydu.
Batı, sadık bir siyasi sınıf yaratmanın yanı sıra Ukrayna’nın seçim altyapısına “yatırım yapmayı” da kıymetli buldu. Kanada 2018-19 döneminde “seçim şeffaflığı desteği” için 24 milyon Kanada doları harcadı. Kanada, 2014 ve 18 yılları arasında Ukrayna’daki seçim aktörlerinin kapasitesinin artırılması için 5,4 milyon Kanada doları daha harcadı ve bu kapsamda 60 bin Ukraynalı seçim komiserinin eğitilmesine sponsor oldu.
Viktor Yanukoviç’in Viktor Yuşçenko karşısında zafer kazandığı 2004 seçimlerine şaibe karıştıranlar USAID ve Açık Toplum Vakfı tarafından finanse edilen “seçim gözlemcisi” anketçiler ve STK’lardı. Batı destekli bu “seçim şeffaflığı desteği” ve Batılı hükümetlerin yoğun baskısı sonucunda “turuncu devrim” olarak nitelendirilen süreç yaşandı, anayasaya aykırı bir şekilde tekrarlanan seçimler, geniş kapsamlı neo-liberal iktisadi reformları hayata geçiren Batı taraftarı Viktor Yuşçenko’nun zaferiyle sonuçlandı. Yanukoviç’in seçimleri manipüle ettiği iddiaları hiçbir zaman kanıtlarla desteklenmedi ve Yuşçenko’nun uzun yıllar iktidarda kalmasına ve bu yöndeki teşebbüslerine rağmen esasında, daha önce “seçim hilesi” yapmakla suçlanan organizatörlerden hiçbiri suçlanmadı. Gazeteciler, 2004’teki rejim değişikliğinde Kanada’nın kilit rolü olduğunu vurguladılar.
Ekonomik yardıma gelince, Kanada hükümetinin Ukrayna’ya destek konusundaki resmi tutumu oldukça net: “Kanada özel sektör öncülüğünde kapsayıcı büyümeyi teşvik eder; özellikle tarım alanında yatırım ve istihdam yaratılmasını destekler”. Ayrıca Kanada’nın, Ukrayna’da kırsal kesimdeki kadınlara, ülke içinde yerinden edilmiş kişilere, engellilere ve diğer hassas gruplara yardım etmeyi amaçlayan 25 milyon dolarlık yardım programını da vurgulamakta fayda var.
Kanada’nın eski Ukrayna Büyükelçisi Roman Waschuk’un 2020’de “Batı’nın Ukrayna’da neyi yanlış yaptığını” anlatırken kastettiği tam da buydu. Waschuk, arazi özelleştirilmesi gibi nüfusun çoğunluğuna zarar veren zorunlu ekonomik serbestleşmenin Batı tarafından azınlık gruplara yönelik yardım programlarıyla örtbas edildiğini ve bunun da Batı reformlarının Ukraynalıların çoğu tarafından sevilmemesine yol açtığını savunuyordu. Waschuk bunun “hatalı” bir strateji olduğunu düşünse de bu yaklaşım Batı’nın çıkarlarının zarar gördüğü anlamına geliyor.
Dolayısıyla Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı “yardımının” iki işlevinden söz edebiliriz. Birincisi, azınlıklara yardım gibi çeşitli hayırsever yardım programları; ancak birincil işlev, dikkati Ukrayna’da Batı tarafından zorlanan yıkıcı iktisadi reformlardan başka yöne çekmek. İkincisi ise Kanada’nın iktisadi çıkarlarını doğrudan koruyan projelerin finanse edilmesi. ProZorro programı ve yargı reformu bu projelere örnek olarak verilebilir.
ProZorro
ProZorro, George Soros’un Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından 2014 yılından sonra oluşturulan devlet alımlarına yönelik bir program. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün görevi sözüm ona yolsuzlukla mücadele olsa da bütçesinin yüzde 60’ı Kanada Dışişleri, Ticaret ve Kalkınma Bakanlığı da dahil olmak üzere devlet kurumlarından geliyor. Kanada’nın Ukrayna’da kendi iktisadi çıkarlarına uygun reformların gerçekleştirilmesindeki hain rolüne ilişkin bugüne kadar öğrendiklerimiz göz önüne alındığında ProZorro ve amaçları şimdiden dikkatleri üzerine çekmeli.
ProZorro ile genelde Batı’nın Ukrayna’daki en büyük reform “başarılarından” biri olarak övünülür. AB’nin Ukrayna Temsilcisi Matti Maasikas, bu reformu Ukrayna’nın en güçlü reformlarından biri olarak nitelendirmiş ve bunun tüm dünya ülkelerine ilham vermesi gerektiğini söylemişti. Kanada’nın Ukrayna’daki eski Büyükelçisi Roman Waschuk da benzer övgülerde bulunmuştu: “ProZorro, bu platformun Ukrayna’daki kamu ihalelerine getirdiği şeffaflıkla uluslararası alanda tanınan, dünyayı yenen bir değişim olarak öne çıkıyor”. 2019 Toronto Ukrayna Reform Konferansı’nda “hesap verebilirliği ve şeffaflığı teşvik etmek için sivil toplum ve özel sektörle ortaklık kurmak”, “Kanada ve uluslararası toplumun Ukrayna ile çalışmadaki” en önemli önceliklerinden biri olarak vurgulanmıştı.
Peki ProZorro için bu kadar övgü neden? Her şeyden önce, internet sitesinin de açıkladığı üzere programın amacı kamu varlıklarını özelleştirmek: “Herhangi bir işletmenin devlet, belediye ve büyük şirketlerin mülkiyetinin fiyatlandırılması ve devri konusunda net bir sürece sahip olmasını sağlıyor”. ProZorro yabancılara karşı da nazik. İktisadi Kalkınma ve Ticaret Bakan Yardımcısı Maksim Nefyodov, ProZorro’nun “Kanadalı şirketlerin burada iş yapmasına ve gelişmesine yardımcı olmak için Ukrayna’da halihazırda mevcut olan pek çok hizmetten” biri olmasıyla övünmüştü.
AB’nin ProZorro’nun özelleştirme hedeflerini övmesi, devlet alımlarında yerli üretimin tercih edilmesini öngören Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısına karşı mazide verdikleri (başarılı) mücadele göz önüne alındığında şaşırtıcı değil. Bu tasarı, devlet alımlarının yerelleştirilmesine izin vermeyen ProZorro ile çatışıyordu. Dönemin Ukrayna İktisadi Kalkınma Bakanı İgor Petraşko bu nedenle ProZorro’yu eleştirmişti. Ancak sonuçta AB, ABD ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü gibi STK’ların çıkarları doğrultusunda Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısı sulandırılarak sadece Batılı olmayan üreticilere uygulanacak hale getirildi. Ayrıca Dünya Bankası, ProZorro’yu “yolsuzluğa bulaşmamış” devlet alım sistemleri için bir vitrin programı haline getirdi ki bu da DB’nin küresel Güney ülkelerindeki neo-liberal ajandasıyla mükemmel bir uyum içinde.
Son olarak ProZorro, tarım arazilerinin açık artırmayla satılmasında da kullanılıyor. Bu arazi iflas etmiş bankaların teminatı olduğundan Ukrayna’nın arazi alım satımına getirdiği kısıtlamalardan etkilenmeden büyük miktarlarda satılabiliyor. ProZorro, bu arazileri açık artırmaya çıkarırken kendine özgü bir mekanizma kullanıyor. Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, bu mekanizmayı analiz etmek için ayrıntılı birkaç makale kaleme almıştı.
Gubriyenko, ProZorro üzerinden birinci sınıf arazilerin normal fiyatın çok altında satıldığını tespit etti. Bağımsız bir denetçi tarafından 3,9 milyon Ukrayna grivnası değerinde olduğu tahmin edilen bir arazi parçası 2021 yılında sadece 602 bin grivnaya satıldı. Gubriyenko, ProZorro üzerinden yapılan binlerce arazi satışını analiz ettikten sonra, bu tür pek çok haddinden fazla indirim vakası keşfetti. Örneğin ProZorro’nun 2021 yılında iflas eden BTB bankasının arsa teminatını sattığı 21 arsa satışını inceledikten sonra, satılan tüm arsaların tahmini toplam fiyatı 17,5 milyon grivna iken, ProZorro’nun satış fiyatını toplamda yalnızca 1,9 milyon grivnaya düşürdüğünü tespit etti. Her bir arsanın ortalama tahmini fiyatı 1 milyon grivnanın üzerindeyken gerçek satış fiyatı sadece 80 bin ila 100 bin grivna (yaklaşık 3 ila 4 bin Amerikan doları) oldu.
Bu inanılmaz indirimlerin nedenlerinden biri, ProZorro’nun alışılmadık türden bir açık artırma sistemi kullanması. Arazi satışı için genellikle “Hollanda müzayedesi” ile çalışıyor. İnternet sitesinin açıkladığı üzere bu şu anlama geliyor: “Tüm açık artırma boyunca lotun başlangıç fiyatı otomatik modda belirli aralıklarla kademeli olarak yüzde 100’den yüzde 20’ye düşürülür. Bu indirim, aktörlerden biri ‘sinirlenip’ ‘satın al’ düğmesine basana kadar devam eder. Bu teklif verme biçimi ProZorro’nun satış sisteminde, lotun minimum piyasa fiyatını belirlemenin zor olduğu durumlarda standart ‘İngiliz’ açık artırma sistemi yerine kullanılır. Hollanda müzayedesine devam etme kararı, organizatör iki kez İngilizce müzayede ilan etmiş ancak hiçbir katılımcı buna katılmamışsa verilir. Bu durumda Hollanda müzayedesi ilan edilir ve minimum başlangıç fiyatı katılımcıların kendileri tarafından belirlenir.”
Gubriyenko, bu gerekçenin Hollanda’daki arazi satış ihalelerini haklı göstermek için kullanılmasını kınıyor. Gubriyenko’nun yaptığı araştırmada bulduğu muazzam arazi indirimleri, başkent Kiev’e yakın birinci sınıf tarım arazileri içindi. Bunlar hiçbir şekilde piyasa değerinin belirlenmesi zor olan “zor varlıklar” değil, yani bunların satışında Hollanda ihalelerinin kullanılması için bir neden yok.
Gubriyenko’nun araştırması, belki de daha skandal bir biçimde bu dramatik indirimli arazi anlaşmalarının birçoğunun Soros’un iş ağına bağlı şirketlere ve diğer Batılı kapitalistlere gittiğini ortaya koyuyor. ProZorro’nun Ukrayna hükümeti tarafından ne ölçüde kontrol edilmediği düşünüldüğünde bu şaşırtıcı değil.
Arazinin yanı sıra ProZorro, iflas etmiş bankaların arazi teminatlarının son derece önemli satışları için de kullanıldı. Fakat herhangi bir devlet için bu tür varlıklar üzerinde doğrudan kontrol sağlamanın önemine rağmen ProZorro programı, 2017’den 2019 ortasına kadar resmi olarak Uluslararası Şeffaflık Örgütü Ukrayna’nın kontrolünde kaldı. Ukrayna hükümetinin bir devlet şirketi olan Prodajıy’ı “ProZorro”nun yöneticisi yaparak bu sürecin kontrolünü resmen ele alması bir buçuk yıl sürdü. ProZorro, internet sitesinde Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Ukrayna hükümetinin yanı sıra şirketin ana ortağı olarak görünmeye devam ediyor.
ProZorro bir “başarı” vitrini, eğer bu başarı Ukrayna varlıklarının Batılı iş gruplarına son derece bir şekilde indirimli satılması olarak nitelendirilirse.
Batı destekli yargı reformu
2021 yılında Kanada’nın Ukrayna Büyükelçisi Larisa Galadza, G7 ve NATO’nun hedefleriyle ilişkili olarak Ukrayna için üç önemli reform önceliği belirledi. Bunlardan ilki yargı reformu ya da AB dış politika temsilcisi Josep Borrell’in deyimiyle “yolsuzlukla mücadele ve yargı reformu” idi. Yargı reformu makroekonomik istikrar ve ordu reformundan bile daha önemli görülüyordu. Batı uzun zamandır bu “kurumlar arası geçişe” yatırım yapıyor. Mesela Kanada, 2011 yılında Ukraynalı yargıçların eğitimi için 12,5 milyon Kanada doları harcadı. 2012-2017 yılları arasında Ukraynalı yargıçları eğitmek için 7 milyon Kanada doları ve 2016-21 yılları arasında yargıçları eğiterek “Ukrayna’daki yargı reformunu desteklemek” için 12,4 milyon Kanada doları daha harcadı.
Kanada’nın eski Büyükelçisi Roman Waschuk, 2020 yılında verdiği “Batı Ukrayna’da neyi yanlış yaptı” başlıklı konferansta Batı’nın yargı reformlarının önemini şu şekilde tartışıyor:
“Yanukoviç dönemindeki hukuktan sorumlu komiser Andrey Portnov tarafından tasarlanan ve çalışan dört kademeli mahkeme sistemi üç kademeye indirildi; eski Yargıtay feshedildi (ve feshin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle derhal temyize gitti); Avrupa Konseyi, bağımsız yargı ilkesine uygun olarak, hakimlerin kendilerinin ve hukuk camiasının yenilenmede ağırlıklı bir rol oynamasında ısrar etti; ABD/AB/Kanada destekli aşırı şeffaf bir seçim ve eğitim süreci yürütüldü; dünyada bir ilk olarak, sivil topluma her adayın dürüstlük konularında değerlendirilmesinde danışmanlık rolü verildi. Sonuç: yüzde 80’i düz yargıçlardan oluşan bir mahkeme, başında Batı destekli yargı reformunda uzun bir mazisi olan kadın Başyargıç Valentina Danişevska ve ilk iki yılında, oligark İgor Kolomoiskiy’in sahibi olduğu Privatbank’ın kamulaştırılması gibi tartışmalı davalar da dahil olmak üzere saygın bir mahkeme kararları sicili.”
Bu yargı reformu Batı için neden bu kadar önemliydi? Söz konusu reformlar sonucunda Yargıtay feshedildi ve iç hukuk sisteminin özerkliği elinden alınarak doğrudan Batı’nın ve Batı destekli “sivil toplumun” kontrolü altına sokuldu. Batı tarafından desteklenen sözüm ona “bağımsız uzmanların” kontrolü altındaki yargı sistemi, hükümetin aşırı liberal savaş dönemi emek serbestleştirmesine karşı hiçbir mücadele vermedi.
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) ardından Meksika, Kanada ve ABD’deki işçiler gibi Ukrayna’daki işçiler de düşük ücretler, işsizlik ve iş güvencesinin olmaması nedeniyle sıkıntı çekiyor, öyle ki çoğu zaman AB’ye düşük ücretli göçmen işçi olarak çalışmaya gidiyorlar. Önceki iki makalemizde de gördüğümüz üzere Ukrayna’da tarımın serbestleştirilmesiyle sağlanan sözde “ilerleme”, yerel istihdamın sürekli düşüşte olması nedeniyle sorgulanabilir. 2021 yılında 660 bin kişi Ukrayna’yı kalıcı olarak terk ederek ülke için tarihi bir rekor kırdı. Polonya’nın Ukrayna Büyükelçisine göre, Haziran 2021’de Polonya’da 1,5 milyon Ukraynalı çalışıyordu. Büyükelçi bu sayının 2014 yılına kıyasla iki ila üç kat daha fazla olduğunu ve bu sayının sadece kayıtlı göçmenleri kapsadığını söyledi. Polonya Merkez Bankası, ülkenin 2014-19 yılları arasındaki GSYİH büyümesinin yüzde 11’inin Ukraynalı göçmen işçilerden kaynaklandığını tahmin ediyor. Ukraynalıların ücretleri Polonyalılardan çok daha düşük ve Avrupa’da çalışan Ukraynalılar bazen işverenlerin pasaportlarını çaldığı ve onları istismar ettiği köleci çalışma koşullarına bile maruz kalıyor.
Kimin çıkarları daha önemli, Ukrayna’nın mı Batı’nın mı?
Batı’nın Ukrayna’nın yargı sistemi üzerinde kontrol sağlama arzusu bu kadar öncelikli zira Ukraynalı yargıçların birçoğunun ülkenin çıkarlarına ilişkin kendi anlayışları var ve bu anlayışlar Batı’nınkinden keskin bir şekilde ayrılıyor.
Yargı sistemindeki bu mücadele, Ukrayna tarımını özelleştirme mücadelesinde özellikle belirgin oldu. 2020 yılının sonlarında Anayasa Mahkemesi, 48 Ukraynalı parlamenterin, Zelenskiy tarafından yürürlüğe konulan tarım arazilerinin özelleştirilmesinin anayasaya aykırı olup olmadığının soruşturulması için yaptığı başvuruyu kabul etti. Parlamenterler, Ukrayna anayasasında yer alan “Toprak, devletin özel ilgi alanına giren başlıca milli servettir” hükmüne atıfta bulundular. Anayasa Mahkemesi’nden bir temsilci verdiği bir söyleşide mahkemenin Zelenskiy’in arazileri özelleştirmesini anayasaya aykırı olarak tanıma kararı alabileceğini belirtti. Anayasa Mahkemesi ve tarım arazilerinin özelleştirilmesiyle ilgili olarak Zelenskiy’in tarım politikasından sorumlu bakanı Roman Leşçenko şunları söyledi:
“Anayasa Mahkemesi mesele değil. Eğer Anayasa Mahkemesi yasayı iptal ederse, size söz veriyorum ki Yüksek Rada yasayı tekrar oylayacaktır. Bunun nedeni sürecin geri döndürülemez olmasıdır. Arazi sahibi olma hakkı gerçekleşecektir. […] Elimizde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yükümlülükleri var; Zelençuk ve Tsyutsyura davalarındaki kararlar vs. Ukrayna davasında Avrupa kurumunun Ukrayna’dan 7 milyon yurttaşımızın arazi sahibi olma hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasını sağlamasını talep ettiği karar var.”
Ukrayna’daki kapitalist reformların “geri döndürülemez” olduğu mantığının çarpıcı bir kristalizasyonu. Ukrayna Anayasa Mahkemesi ne derse desin, Avrupa’nın mülkiyet hakkı konusunda söylediği daha önemli.
Anayasa Mahkemesi’nin Batı’nın (genelde Ukrayna devletinin ekonomik müdahalesini engellemek ve neo-liberalizmi sürdürmek için kullanılan) “yolsuzlukla mücadele reformlarının” Ukrayna anayasasına aykırı olup olmadığını soruşturmaya başladığı 2020 sonundaki bir başka adli krizde Zelenskiy, parlamentodan kendisine tüm Anayasa Mahkemesi yargıçlarını kovma hakkı verilmesini resmen talep etti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Anayasa Mahkemesi, bunu anayasa aleyhinde bir darbe girişimi olarak nitelendirdi. Zelenskiy’in planı o dönemde işe yaramamış olsa da 2022 yılı boyunca savaş dönemi kisvesi altında “sorunlu” Anayasa Mahkemesi yargıçlarının çoğu görevlerinden ayrıldı ya da kaçtı ve Mayıs 2022’de Zelenskiy’in eski düşmanı Aleksandr Tupitskiy’in (Anayasa Mahkemesi başkanı) tutuklandığı duyuruldu.
2022 yılının sonlarında Zelenskiy, Batı’nın uzun zamandır talep ettiği bir reform olan “Avrupa’ya Entegrasyon Yasası”nı imzaladı. Bu yasa, Anayasa Mahkemesi yargıçlarının seçim yöntemlerini değiştiriyor. Yasanın yürürlüğe girmesinden bu yana, seçim altı hukuk uzmanından oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor: bunlardan üçü “bağımsız uzmanlar” (yani yerli Batı uşakları), geri kalanlar ise hükümet, parlamento ve diğer yargıçlar tarafından seçiliyor. Ukrayna Anayasa Mahkemesi artık Batı’nın çıkarlarına engel teşkil etmese de Batı yanlısı gazeteler Zelenskiy’e hala çok fazla güç verdiği için yasadan yine de memnun değil. Kuşkusuz yargı sisteminin tamamen “bağımsız uzmanların” kontrolü altında olmasını tercih ederler.
2020’deki Anayasa Mahkemesi krizi sırasında Uluslararası Şeffaflık Örgütü, mahkemenin “reformları ve Ukrayna’nın Avrupa ile bütünleşme sürecini nasıl yok ettiğinden” yakınmıştı. Yabancı bir STK için sıra dışı ama epey bilindik bir adımla, Batı reformlarına engel olan Anayasa Mahkemesi yargıçlarını istifaya çağırdı. Makale dikkat çekici bir soru sorarak devam ediyor: “Ülkeyi Anayasa Mahkemesi’nin kendi eylemlerinden nasıl koruyabiliriz? Mahkeme, anayasa tarafından korunuyor, dolayısıyla çalışma biçimin değiştirmenin kolay bir yolu yok.”
Tıpkı Toronto’da düzenlenen 2019 Ukrayna Reform Konferansı’nda neo-liberal reformların “geri döndürülemez” olarak nitelendirilmesi gibi bu makale de “Ukrayna için Rusya yanlısı, hatta tarafsız bir güzergâh seçilmesinin sonucu Ukraynalılar için kaos olacaktır. Son altı yılda buna karşı yapılan reformlar çok zor kazanıldı.”
Açıkçası, neo-liberal reformların geri döndürülemezliği, Rusya ile askeri yumuşamayı takip edecek ve iç iktisadi kalkınmaya odaklanacak daha sosyal demokrat bir hükümetin gelme ihtimalini dışlıyor.
İlginizi Çekebilir
-
BM: Küresel açlık krizi derinleşiyor
-
Mihail Hazin: Finansal feodalizm çöküş sürecinde
-
Rusya: ABD, biyolojik laboratuvar projelerini Afrika’ya kaydırıyor
-
Ukrayna, 10 milyon mülteciyi geri döndürmeyi hedefliyor
-
AB depoladığı doğalgazı hızla tüketiyor
-
NATO şefi Rutte’ye göre Zelenskiy’in Scholz’a yönelik eleştirileri haksız
DÜNYA BASINI
İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?
Yayınlanma
1 gün önce24/12/2024
Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:
***
Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde
Amwaj.media
Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.
Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.
-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.
-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.
-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.
Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.
-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.
-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.
İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.
Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.
-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.
-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.
-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.
Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.
-Gerçek adı Ahmed el-Şara olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.
-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.
-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.
Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.
-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.
-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.
-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.
Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.
-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.
-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.
Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.
-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.
Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.
-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.
-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.
-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.
-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.
2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.
-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.
-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.
Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.
-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.
Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.
– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.
Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.
-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.
-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.
DÜNYA BASINI
Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler
Yayınlanma
2 gün önce23/12/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:
***
İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor
Raghida Dergham
Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.
Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.
Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.
Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.
Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.
Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.
Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.
Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.
Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.
Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.
Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.
Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.
Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.
Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.
Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.
İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.
Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.
Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.
Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.
Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.
Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.
ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.
Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.
Şam’a giden yollar
Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı, Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.
Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.
2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.
Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.
Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.
Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.
Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.
Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.
Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.
ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?
¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)
Morgan Stanley’in Kasım 2024 raporundan: Türkiye’de asgari ücrete %30 zam bekliyoruz
‘Trump ABD’yi Suriye’den çıkarmak istiyor’
ABD Dışişleri’nin ‘yabancı propagandayla mücadele’ merkezi kapatıldı
Moskova Belediye Başkanı, Rusya’nın demografi krizinden SBKP’yi sorumlu tuttu
Alman borsası Dax’ı 7 şirket kurtardı
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Kirillov suikasti, olası sonuçlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
-
ORTADOĞU2 hafta önce
SDG sözcüsü Ferhad Şami: ABD’nin bizi terk etmesinden korkuyoruz
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Esad’dan sonra Kıbrıs: İngilizler şimdilik rahat bir nefes aldı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Bundan sonra Suriye
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’