DÜNYA BASINI
Ukrayna’nın yağmalanmasında Kanada’nın rolü
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kanada’nın rolüne ışık tutuyor.
***
Kanada, Ukrayna’nın neo-liberalleştirilmesinde nasıl kilit rol oynadı?
Peter Korotaev
17 Mayıs 2023
Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin üçüncü bölümü. Bu bölüm, bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde anlatıldığı üzere Kanada’nın Ukrayna’nın yıkıcı ekonomik serbestleştirilmesinin gerçekleştirilmesindeki rolüne odaklanıyor.
Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü
2019’da Toronto’da düzenlenen “Ukrayna Reform Konferansı”
“Ukrayna Reform Konferansı”, NATO ülkeleri, G7, Avrupa Birliği ve özel düşünce kuruluşlarından siyasi liderleri Ukrayna ekonomisini reforme etmeyi amaçlayan başlıca reformlara dahil eden ve her yıl düzenlenen bir etkinlik.
“Reform”, Batı destekli Maydan darbesinin ardından 2014 sonrası Ukrayna’sında liberallerin en sevdiği kelimelerden biri. Sadık yabancı müttefikler tarafından savunulan ve Ukrayna’yı içinde bulunduğu yoksulluktan kurtarmak adına tasarlanmış bir dizi girişimi ima ediyor. Gerçekte ise önceki iki makalenin konusu olan neo-kolonyal iktisadi liberalleşmeyi tanımlamanın siyasi olarak iğdiş edilmiş bir yöntemi.
Maydan sonrası Ukrayna’da görülen zararlı reformlardan biri de 2017’de gıda fiyat düzenlemelerinin kaldırılması oldu. Ticaretin serbestleştirilmesi sonucunda Ukrayna’nın yerli gıda üretiminin yok olmasıyla birlikte, bu durum gıda kıtlığına ve birçok Latin Amerika ülkesinin seviyelerini bile aşan açlığa yol açtı.
Chrystia Freeland, Justin Trudeau ve diğer NATO ülkeleri ile Ukrayna’dan delegelerin katıldığı 2019’daki Ukrayna Reform Konferansı’nda tüm olağan şüpheliler hazır bulundu. Gündemdeki en önemli konu “Ukrayna’daki reformların geri döndürülemezliği” idi. Söz konusu reformların istenmemesinin yanı sıra “geri döndürülemezlik” bir grup yabancı ülkenin belirli bir ülkede iktisadi reformların uygulanmasını savunması için pek de demokratik bir yol gibi görünmüyor. Fakat bu Ukrayna Reform Konferansı için fırsat!
Aslında bu reformların “geri döndürülemezliği” demokrasi arayışını doğrudan dışlıyor. 2021 yılı, Yaşam İçin Muhalefet Platformu (OPFL) gibi siyasi parti liderlerinin başkanlık kararnamesiyle hukuki açıdan şaibeli bir şekilde cezalandırılmasına tanık oldu. Esas olarak Ukrayna’nın güneydoğusundaki sanayi işçilerini temsil eden, barış yanlısı ve IMF aleyhtarı bir platformu savunan bu parti, seçmenler arasında sürekli olarak üst sıralarda yer alıyordu. 2021’in başında, anketlerde Zelenskiy’in “Halkın Hizmetkârı” partisinin ardından genellikle yakın bir farkla ikinci geliyordu. Zelenskiy’in 2021’de OPFL’nin medyadaki sesi ve önde gelen siyasetçilerine yönelik tek taraflı yasak ve yaptırımlarının ardından parti seçmenlerinin üçte birini kaybetti. IMF destekli ekonomik serbestleşmenin olumsuz etkilerini anlatan ilişkili medya grupları da 2021 yılında Zelenskiy’in Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi’nin talimatıyla, hukuk sistemi içindeki yasal süreçleri çiğneyerek kapatıldı. Bunlar arasında ZiK, Strana, 112, NewsOne ve Ukrlive yer alırken, Zelenskiy sosyal demokrat muhalif medya kaynağı Strana’nın genel yayın yönetmenine bile yaptırım uyguladı. Böylesine kaba bir sansürün gerekçesi belirsizdi ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu tarafından eleştiri aldı.
Batı da muhalif partilerin susturulmasında suç ortağıydı; ABD’li yetkililer Zelenskiy ile aynı safta yer alarak Batıya entegrasyonu eleştiren Ukraynalı siyasi figürlere yaptırım uyguladı. Yabancı ülkelerdeki muhalif figürler ABD’ye doğrudan bir tehdit oluşturmadığından, yaptırım uygulamak hukuken (hukuki usûl) saçma. OPFL’ye bağlı bağımsız parlamenter Andrey Derkaç yaptırım uygulananlardan biriydi; Batıda daha ziyade Hunter Biden’ın Ukrayna’daki yolsuzluk ilişkilerini gün ışığına çıkarmasıyla tanınıyordu.
Ayrıca Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı askeri harekatının birinci yılına uzun bir makalede (Zelenskiy hükümeti tarafından yaptırıma tabi tutulan) Strana medya portalı, “Rusya yanlısı” partilerin ve medyanın yasaklanmasının Rusya’yı 2022’de savaşa iten kırılma noktası olduğunu savundu. Daha yakın tarihli bir Rus muhalif gazetede çıkan köşe yazısı da bu argümanı tekrarladı. Tüm barış yanlısı ve jeopolitik tarafsızlık yanlısı siyasi güçlerin yasaklandığı göz önüne alındığında, Ukrayna’nın demokratik yollarla tarafsız ve NATO üyesi olmayan bir ülke olarak kalması için artık makul bir umut kalmamıştı.
2019’da Toronto’da düzenlenen konferansta ne tür “reformlar” kutlanmıştı? Ukrayna Reform Konferansı, Ukrayna’daki “reformların” en büyük “başarılarından” birinin tıbbın serbestleştirilmesi olduğunu ilan etti; bu reform, yaptırımlara maruz kalan sol eğilimli Ukraynalı medya grupları tarafından düzenli olarak eleştirilmişti. Söz konusu reformlardan önce Ukrayna, çeşitli uzman doktorların bulunduğu geniş bir Sovyet modeline sahipti. Reformdan sonra pek çok sağlık personeli işini kaybetti ve uygun fiyatlı uzman doktorların yerini Batılılaşmış pratisyen hekimler ve özel klinikler aldı. Bu reformun beyni olan Ulyana Suprun — kendisi ABD doğumlu ve Maydan darbesinden hemen sonra göreve geldi — bu reform nedeniyle Ukrayna’da nefret objesi; kendisine sıklıkla “Ölüm Doktoru” deniyor.
Aynı zamanda Sergey Sternenko gibi neo-Nazi gazilerin de yakın bir hamisi. 2020’de işkence ve gasp suçlarından yargılanan Sternenko (ayrıca silahsız bir adamı kameralar önünde bıçakla öldürdü ama bunun için hiçbir zaman mahkeme önüne çıkarılmadı), elbette “vatanseverliği” nedeniyle serbest bırakıldı (2014 Maydan darbesinin ilk katılımcılarından ve neo-Nazi örgütü “Sağ Sektör”ün liderlerinden biriydi). Suprun, 2020’deki duruşmasına gelmiş ve kefaletini ödemeyi teklif etmişti.
Tıbbın serbestleştirilmesi, Ukrayna’nın sağlık ve refah alanında bir diğer “taçlandırıcı başarısında” kolaylaştırıcı oldu; ülke dünyadaki en yüksek Kovid ölüm oranlarından birine sahip. Suprun’un özelleştirilen küçük klinikler ve yetersiz finanse edilen kamu hastaneleri sistemi nedeniyle Ukrayna’daki hastanelerde düzenli oksijen stoku bulunmuyordu. Bu arada komşu Belarus’un Sovyet tarzı sağlık sistemi dünyadaki en düşük Kovid ölüm oranlarından birine sahip olmasına sebep oldu. Belarus’ta yalnızca 7 bin 118 kişi veya nüfusun yüzde 0,07’si Kovid’den hayatını kaybederken (herhangi bir karantina olmaksızın) Ukrayna’da 111 bin kişi Kovid’den hayatını kaybetti. Ukrayna’nın nüfusunun Belarus’tan yaklaşık 3,5 kat daha büyük olduğu düşünüldüğünde bu dikkate değer bir istatistik.
2020 yılında Ukrayna Sağlık Bakanı, Suprun’un reformlarını sürdürmenin 50 bin sağlık çalışanının işten çıkarılmasını ve 300 hastanenin kapatılmasını gerektireceğini belirtti. Zelenskiy hükümeti, Suprun’un sağlık sistemini ne kadar yetersiz finanse ettiğinden şikâyet ederken yine de neo-liberal reformlarını sürdürmeye olan bağlılığını resmi olarak belirtti. Ukrayna’daki psikiyatrik bakım tesislerinde çalışan sağlıkçılar Suprun’un reformlarının ne anlama geldiğini ifade ederek sık sık protesto gösterileri düzenlediler:
- Sektördeki çalışanların yüzde 30’unu işten çıkarıyor;
- Suprun’un reformlarından sonra psikiyatrik bakım tesisleri için ayrılan bütçe yarı yarıya azaltıldı;
- Doktorların maaşlarını ayda 140 Amerikan dolarına düşürürken, iş yüklerini artırdı;
- Rehabilitasyon merkezlerini kaldırarak psikiyatrik hastaların sokağa çıkmaya zorlanmasına yol açtı.
Ukrayna’da liberal reformlar “geri döndürülemez” nitelikte. Bu yıkıcı reformları eleştiren medya kuruluşları ve siyasetçiler demokratik olmayan bir şekilde sansürleniyor. Batıya dönük bu liberalleşme Ukraynalıların sağlığını olumsuz etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda ekonomiyi de sanayisizleştiriyor.
Kanada ile Ukrayna arasındaki ticaret
2016 yılında Kanada ve Ukrayna, 2017 yılında yürürlüğe giren bir ticaret anlaşması (CUFTA) imzaladı. Görünürde bu ikili ticarette pozitif bir gelişme gibi görünse de 2021 istatistikleri Ukrayna’nın 261 milyon dolarlık Kanada malı ithal ettiğini ama kendi malından yalnızca 160 milyon dolar ihraç ettiğini gösterdi.
Ticaretin yapısı da son derece dengesiz. 2021 yılında Ukrayna’nın en çok ihraç ettiği ilk üç ürün demirli metaller, bakır/bakır ürünleri ve işlenmiş bitkisel ürünler (ayçiçeği yağı) oldu. Kanada’nın en çok ihraç ettiği ürünler ulaşım malları, deniz ürünleri, nükleer reaktörler, kazanlar, makineler ve hava taşıtlarıydı. Kanada’nın yüksek teknoloji ürünleri ihracatı 2020 yılına kıyasla yüzde 147 oranında arttı.
Ukrayna sadece düşük ücretli vasıfsız işçi gerektiren ucuz hammadde ihraç ederken, Kanada yüksek ücretli, vasıflı işçi gerektiren daha pahalı mamul mallar ihraç ediyor. Bu da Ukrayna’nın düşük ücretli el işçileri ülkesi olarak daha da “uzmanlaşmasını” teşvik ediyor. Bu yazı dizisinin birinci bölümünde gördüğümüz üzere Ukrayna’nın tarımsal hammadde ihracatçısı olarak uzmanlaşması milyonlarca işçiyi işinden ederek onları Polonya gibi AB ülkelerinde aşırı sömürülen göçmen işçiler olarak çalışmaya zorladı ve böylece ekonomik büyümelerini teşvik etti.
Kanada’nın Ukrayna ile yaptığı serbest ticaret anlaşması, ülkenin Batılı ortaklarıyla yaptığı diğer STA’lar gibi, esasında Ukrayna’ya karşı son derece eşitsiz. STA’yı destekleyenler, Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı ihracatın yüzde 98’ine uygulanan gümrük vergisini iptal ederken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı ihracatın sadece yüzde 72’sine uygulanan gümrük vergisini iptal ettiği için STA’nın Ukrayna’ya Kanada’dan daha fazla fayda sağladığını iddia ediyor. Dikkat edilmesi gereken ilk husus, STA’nın tüm gümrük vergilerinin 7 yıl sonra kaldırılmasını öngördüğü. Bu arada, Kanada’nın gümrük vergisinden muaf tuttuğu yüzde 72’lik mallar arasında sığır eti ve işlenmiş gıda yer alıyor.
Bu durum Ukrayna’nın hayvancılık ve gıda işleme sektörlerini daha da etkileyecektir ki bu sektörler, son makalelerimizde de gösterildiği üzere 2014’ten sonra ticaretin neredeyse tamamen serbestleştiği koşullarda dış rekabetin baskısı altında keskin bir düşüş yaşadı. Kanada ile imzalanan STA da erken ve “yumuşak” aşamasında bile bu eğilime katkıda bulunuyor. Dolayısıyla bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere Kanada’nın Ukrayna’nın domuz eti konusunda en önde gelen kaynakları arasında yer alması şaşırtıcı değil. Bu, Ukrayna’nın ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal ettiği ve on yıllardır yerli üretimi azalan pek çok gıda ürününden biri.
CUFTA’nın Ukrayna’nın lehine olmamasının bir diğer nedeni de Kanada’nın ithal mallara uyguladığı devasa tarım tarifelerinin birçoğunu yürürlükte tutması. Öte yandan Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımı, benzer şekilde koruyucu tarifelere sahip değil. Bu, gelişmekte olan dünyayla “serbest ticaret” söz konusu olduğunda Batı’nın ikiyüzlülüğünün bariz bir örneği. CUFTA, aralarında kümes hayvanları ve süt ürünleri, yumurta ve şekerin de bulunduğu 108 tarım ürünü grubunu Kanada’ya gümrüksüz ithalattan muaf tutuyor. Bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde incelendiği üzere bu sektörler diğer Batılı üreticilerin sınırsız rekabeti nedeniyle sürekli olarak gerilemekte olduğundan, bu durum özellikle Ukrayna için sıkıntı yaratıyor.
Muaf tutulan bu mallar, küçük ithalat kotalarının ötesinde hala Kanada’nın devasa gümrük vergilerine (birçoğu ithal ürünün fiyatının yüzde 100’ünden fazla, örneğin kanatlı hayvan eti için yüzde 238’lik olağanüstü bir gümrük vergisi) tabi. “Serbest ticaret” için çok fazla. Ukraynalı ihracatçılar sonunda bu mallar için Kanada pazarına eşit erişim elde etseler bile o zamana kadar Ukrayna’nın tarımı ekonomik serbestleşme nedeniyle o kadar harap olacak ki, bundan yararlanamayacak.
Bu arada Kanada-Ukrayna Ticaret Odası, Ukrayna’nın bu STA’dan faydalanacak tek somut sektörlerinin IT hizmetleri, giyim, ayakkabı, mobilya, çikolata ve diğer şekerlemeler olacağını öngördü. Bu bağlamda dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko’nun “Roshen” şirketi aracılığıyla şekerleme sektöründen milyarlarca dolar kazandığını hatırlatmakta yarar var. Adı geçen diğer sektörler, Ukrayna’nın sanayisizleşme ve düşük ücretli atölyelerde üretilen düşük teknolojili, emek yoğun ürünlerde uzmanlaşma eğilimini temsil ediyor.
IT, Ukrayna’da genellikle ekonominin önde gelen sektörü olarak kabul ediliyor. Ancak Ukraynalıların sadece küçük bir azınlığı başarılı bilgisayar programcısı olabiliyor ve birçoğu fırsat verildiğinde kalıcı olarak göç edecektir. STA taraftarı Ukraynalı bir yayın, STA’nın Ukrayna açısından faydalı olduğunun kanıtı olarak Ukrayna’nın Kanada’ya IT hizmet ihracatındaki artışı gösteriyor.
Ukrayna’nın Kanada ile ticari ilişkilerindeki eşitsizlik hizmetler alanında da kendini gösteriyor. 2017 yılında Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 62’sini IT hizmetleri oluştururken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 61’ini devlet ve kamu hizmetleri oluşturuyor. Özünde CUFTA, Kanada’nın Ukrayna hükümetini yönetmesini sağlarken Kanadalı bilişim şirketleri de düşük ücretli Ukraynalı bilişim işçilerine iş yaptırabiliyor.
Sanayisizleşme eğilimi, Kanada ile Ukrayna arsındaki yüksek teknolojili gaz türbini ve otomobil üretimine ilişkin ticarette açıkça görülüyor. 2011 yılında Kanada’ya 20,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç eden Ukrayna, 2021 yılında sadece 4,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç etti. Ukrayna’nın Kanada’ya ihracatı arasında otomobillerin de yer alması kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bu daha ziyade, tipik olarak tarımcı batı Ukrayna atölyelerinde üretilen ve daha sonra batı Avrupa otomobil firmaları tarafından otomobil montajında kullanılan otomobil kablolarına işaret ediyor.
Kanada ile imzalanan STA da her iki ülkedeki üreticilere devlet alımlarına eşit erişim imkânı sağlıyor. Kanada-Ukrayna Ticaret Odası Başkanı Emma Touros’un ifadeleriyle: “Yabancı şirketler artık kamu alım projelerine eşit erişime sahip. CUFTA, Kanadalı şirketlere keşfetmeleri için pek çok avantaj sağlayan modern bir anlaşma”. Kanada’nın endüstriyel gelişimi Ukrayna’nınkinden çok daha ileri düzeyde olduğu için yabancı devlet alımlarında avantaj Kanada’ya aitken, Ukrayna endüstrisine sunulan devlet desteği fırsatları göz ardı ediliyor.
Maydan darbesi sonrası Ukrayna, 2016 tarihli Ukrayna-AB Serbest Ticaret Ortaklık Anlaşması ve 2016 tarihli DTÖ kapsamındaki Devlet Alımları Anlaşması gibi, her ikisi de zengin Batılı ülkelere Ukrayna devlet alımlarına serbest erişim sağlayan başka anlaşmalar da yaptı. Bu anlaşmalar, AB ve ABD tarafından 2020-21’de Ukrayna hükümetine 3739 sayılı yasa tasarısı yoluyla endüstriyel korumacılık teşebbüsünün kabul edilemez olduğunu söylediğinde gerekçe gösterildi. Bu yasa tasarısı, ABD ve AB de dahil olmak üzere çoğu ülkede olduğu gibi Ukraynalı üreticilere devlet alımlarında imtiyaz tanıyacaktı. Ukrayna bu baskı sonucunda tasarıyı AB ve Kuzey Amerika’nın Ukrayna’nın devlet alımlarına erişimine izin verecek şekilde değiştirdi. Yasayı öneren ve savunan İktisadi Kalkınma Bakanlığı ve Parlamento İktisadi Kalkınma Komisyonu, Ukrayna’nın devlet alımlarının yüzde 40’ının yabancı üreticilerden yapıldığı, AB ve ABD’nin ise devlet alımlarının sırasıyla sadece yüzde 8 ve yüzde 5’ini yabancılardan sağladığı gerçeğine dikkat çekti.
CUFTA’nın Ukrayna’ya karşı taraflı olduğu, Ukrayna’nın Kanada’dan ithalatı yüzde 93 artarken Kanada’ya ihracatının sadece yüzde 76 arttığı ve halihazırda fazla olan ticaret açığının daha da büyüdüğü 2017 yılı sonunda bile görülebiliyordu.
Uzun vadeli ticaret istatistikleri incelendiğinde Kanada ile imzalanan STA’nın ticari ilişkileri geliştirmek adına çok az şey yaptığı ortaya çıkıyor. Kanada istatistikleri Ukrayna’nın Kanada ile en son 2012 yılında ticaret fazlası (artı 15,7 milyon Amerikan doları) verdiğini iddia ediyor. 2014 öncesi en büyük açık (eksi 63 milyon Amerikan doları), neo-liberal ve Batı yanlısı Ukraynalı lider Yuşçenko’nun görevi bırakmasının ardından Yanukoviç hükümetinin ilk yılı olan 2010’da yaşanmıştı. 2013 yılında Ukrayna’nın ticaret açığı 97 milyon Amerikan doları iken, 2014 darbesinden sonra bu rakam büyük ölçüde arttı. 2016 yılına gelindiğinde Ukrayna, Kanada ile 158 milyon dolarlık bir ticaret açığı gördü.
Kanada ile ticaret açığı 2021 itibariyle azalmış olsa da daha da büyük bir sorun Ukrayna ile Kanada arasındaki ticaretin düşük hacmi olarak kaldı. Ukrayna’nın 2021’de Kanada’ya ihracatı 2011’dekinden sadece 3 milyon dolar daha yüksekti ve toplam ticaret cirosu 400 milyon doların altındaydı.
Tarım “yardımı” ve hibeler
Kanada’nın Ukrayna’da ne tür bir tarım görmek istediğine dair durum, yardım projelerinin seçiminde anlaşılabilir. 2015 yılında Kanada Dış Ticaret Bakanı Ed Fast, 2014 darbesinin ardından Ukrayna’nın ekonomik serbestleşme reformları için 52 milyon Amerikan doları yardım yapılacağını açıkladı.
Bu projelerden biri Ukraynalı hububat yetiştiricilerine 13,5 milyon dolarlık yardımdı. Kanada, Ukrayna tarımının çeşitlendirilmesini desteklemek yerine Ukrayna’nın bir mısır, buğday ve ayçiçeği yağı ülke genelinde büyük monokültür tarımının daha da geliştirilmesini teşvik etmeyi tercih etti. Bu dizinin ikinci makalesinde de gördüğümüz üzere bu tür yoğun monokültür tarım, gıda güvensizliğini ve uzun vadede tarım arazilerinin bozulmasını daha da kötüleştiriyor.
Bu dizinin birinci bölümünde, “Ukrayna Arazi Şeffaflığı Projesi” tarafından yapılan ve arazi özelleştirmesinin daha yüksek bir GSYİH büyüme oranını beraberinde getirdiği ve arazi piyasasına daha fazla kısıtlama getirilmesinin (yabancıların erişiminin kısıtlanması dahil) büyüme oranını düşürdüğünü iddia eden bir çalışmayı ele almıştık. İlginçtir ki bu STK Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası (DB) tarafından finanse ediliyor ve DB’de çalışan bir iktisatçı olan Klaus Deininger tarafından yönetiliyor. Dünya Bankası Grubunun kurucu üyesi olan Kanada, en büyük 11. hissedar konumunda ve 25 üyeli İcra Direktörleri Kurulu’nda diğer batılı ülkelerle birlikte daimî bir koltuğa sahip. Kanada, DB bütçelerinin yönünü belirlemede büyük bir güce ve etkiye sahip; esasında, yoksul ülkelere kredi ve hibeler için DB’nin imtiyazlı bütçesine en fazla bağış yapan altıncı ülke.
Oakland Enstitüsü adlı düşünce kuruluşu tarafından yakın zamanda yapılan bir çalışma, bu finans kuruluşlarının (ve Avrupa Birliği’nin) Ukrayna’da tarım özelleştirmesinin hızlandırılmasındaki rolüne ışık tuttu. Yevromaydan’dan önce bile Dünya Bankası 2013 yılında devlet arazilerinin özelleştirilmesi ve Ukrayna’da tarım arazilerinin çoğunluğunu oluşturan şahıslara ait arazilerin özelleştirilmesi için 89 milyon dolarlık bir kredi sağlamıştı. IMF, 2015’te 17,5 milyar dolar ve 2018’de 3,9 milyar dolar kredi verdi ve her ikisi de arazi özelleştirmesine bağlıydı. IMF, 2017 yılında tekrar toprak reformu çağrısında bulunduktan sonra Ukrayna bakanlıkları ve Dünya Bankası ile birlikte toprak özelleştirmesini organize etmek üzere bir çalışma grubu kurdu.
Ukrayna’da arazilerin özelleştirilmesi konusunda Dünya Bankası da önemli bir rol oynadı. Dünya Bankası, 2019 yılında tarım piyasasının serbestleştirilmesi için 200 milyon dolarlık bir kredi vereceğini açıkladı. Banka, 2020 ve 2021 yıllarında Ukrayna için “tarım arazileri için şeffaf bir piyasa oluşturulması” ve diğer neo-liberal özelleştirme reformları amacıyla toplam 700 milyon Amerikan doları tutarında iki krediyi onayladı. Zelenskiy’in 2020’de arazi alım satımına ilişkin moratoryumu kaldırmasının nedeni, IMF’nin bunu 5 milyar dolarlık kredi için şart koşmasıydı.
Tarımsal kapasitenin felce uğratılması: Batı’nın Ukrayna’ya sözde ‘yardımı’
Bu dizinin ikinci yazısında, büyük tarım holdinglerine Ukrayna hükümeti tarafından nasıl büyük teşvikler verildiğini incelemiştik. Kanada destekli bu finans kuruluşları Ukrayna’da tarımın özelleştirilmesi için agresif bir şekilde zorlamakla kalmadı, aynı zamanda tarımsal yardımları, Ukrayna’nın toplam tarım arazilerinin yalnızca yüzde 12’sini ekmelerine rağmen, Ukrayna’nın azalan gıda arzının yüzde 50’sinden fazlasını üreten küçük ve orta ölçekli çiftçiler yerine sistematik olarak büyük tarım holdinglerine yönlendirdi.
Oakland Enstitüsü’nün bulgularına göre, Dünya Bankası 2004 yılından bu yana Ukrayna’nın en büyük tarım holdinglerine 1 milyar dolar kredi sağladı. DB’nin kredi politikası, küçük çiftçilerin (şu ana kadar sadece 2 bin tanesi) bu fonlara ancak gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmaları halinde erişebilmelerini öngörüyor. DB, küçük çiftçilere kredi vermek için özel bir fon oluşturdu ama bu fon sadece 5 milyon Amerikan doları içeriyor.
Oakland’ın araştırması aynı zamanda Batı’nın Ukrayna tarım ticareti üzerindeki kontrolünü borç kozu aracılığıyla nasıl kullandığını da kapsamlı bir şekilde belgeliyor. Örneğin Ukrayna’nın en büyük tarım işletmelerinden biri ve kontrol edilen arazi yüzölçümüne göre dünyanın sekizinci en büyüğü olan UkrLandFarming’in 2020 yılına kadar Kanada’nın İthalat-İhracat Ajansı da dahil olmak üzere Batılı alacaklılara 1,25 milyar Amerikan doları borcu tahakkuk etti. Bu, alacaklılar tarafından 2016-17 yıllarında 500 milyon Amerikan doları tutarında Eurobond’un yeniden yapılandırılması 6 bin çalışanın işten çıkarılmasına neden oldu.
Kısacası Batı’nın Ukrayna’ya verdiği tarım yardımının her zaman açık — ve sürekli başarılı olan — bir amacı var: Ukrayna’nın tarım piyasasını serbestleştirmek. Bu “yardım”, Ukrayna tarımının bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere çıkarları Ukraynalıların çoğunun çıkarlarıyla net bir şekilde çelişen büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesini sürekli olarak tahkim ediyor.
Liberalleşme yanlısı “Ukraynalı seslere” yapılan sponsorluk
ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı ve Ukrayna’da 2014 yılında gerçekleşen rejim değişikliğinin başat aktörlerinden biri olan Victoria Nuland, 2014 yılında ABD’nin son 30 yılda Ukrayna’da “demokrasiyi teşvik etmek” için 5 milyar dolar harcadığını söyleyerek övünmüştü. Ukrayna, 2021 yılında USAID fonlarının ulaştığı ülkeler arasında Avrupa’da bir numaraydı (sadece o yıl 300 milyon dolar). Kanada, 2014-2021 yılları arasında Ukrayna’ya yardım için 890 milyon Kanada doları harcadı. Bu yardımın 250 milyon dolardan fazlası kalkınma yardımı, 100 milyon dolardan fazlası Ukrayna ordusu ve polisine yönelikti ve 890 milyon doların geri kalanı da insani yardımdı.
“İnsani” yardım, Batı’nın Ukrayna üzerindeki nüfuzunun önemli bir vektörü oldu. Batı, Ukrayna’da güya “sivil toplum inşa etmek” için muazzam miktarda para harcadı. Bunun daha doğru bir tanımı, Batı’nın Ukraynalı kentli entelektüel sınıfın önemli bir bölümünü satın aldığı ve hatta yarattığı olabilir.
Örneğin Kanada 2014 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da araştırmacı gazeteciliğin güçlendirilmesi” için 2,2 milyon Kanada doları ve 2015 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da Demokratik Partilerin ve Sivil Toplum Örgütlerinin Güçlendirilmesi” için 2,9 milyon Kanada doları harcadı. Kanada ayrıca 2016 ve 2018 yılları arasında “Ukrayna’da reform ve sosyal uyum diyaloğuna” 500 bin Kanada doları harcadı. Program Doğu Ukrayna’ya odaklanmış ve “Ukrayna’nın merkezi hükümeti ile bölgesel paydaşlar arasındaki diyalog çabaları” yoluyla “sosyal gerilimleri azaltmayı” ve “sosyal uyumu artırmayı” amaçlamıştı. Ağırlıklı olarak sanayileşmiş Doğu Ukrayna’nın AB ortaklık anlaşmasının temsil ettiği yıkıcı ekonomik serbestleşmeye her zaman çoğunlukla karşı olduğu göz önüne alındığında, bu tür bir “yardımın” lazım görülmesi şaşırtıcı değil.
Batı tarafından dikey yönlü hareket kabiliyeti verilen ve Ukrayna’nın görece ayrıcalıklı bir azınlığı olan “sivil toplum”, sponsorlarının amaçlarını savunuyor. Sözüm ona siyasi bilince sahip Ukraynalıların bu sesi, Batı’da işitilen tek ses zira Batı tarafından yaratıldı. Araştırmacı gazetecilikleri, özelleştirme ve ekonomik serbestleşmenin yarattığı sosyal sorunlardan ziyade şahısların yolsuzluk skandallarına odaklanıyor.
Batı tarafından öne çıkarılan “Ukraynalı sesler”, “Ukrayna’nın toprak reformuna”, yani arazi özelleştirmesine ihtiyacı olduğunu vurgulama fırsatını asla kaçırmıyor. Batı tarafından finanse edilen bu “Ukraynalı sesler”, Ukraynalıların çoğunluğunun bu reforma karşı olduğunu kabul etmekle beraber bunun fırsatçı politikacılar tarafından yapılan “zayıf gerekçeli ancak duygu yüklü argümanların” sonucu olduğunu savunuyor. Ukrayna’nın en etkili gazetesi olan Ukrainska Pravda, USAID ve — o da arazi özelleştirmesinin hızlandırılmasını teşvik etme fırsatını asla kaçırmayan — Açık Toplum Vakfı gibi diğer Batılı liberal yapılar tarafından finanse ediliyor.
Bu neo-liberal reformları eleştiren Ukraynalı politikacılar bunu “kendi devletimiz aleyhine çalışan, Batı parasıyla kontrol edilen bir yabancı gazeteci ordusunun” sesi olarak tanımladılar. Ekonomik serbestleşme ve NATO militarizasyonu peşindeki bu Batılı casuslar ordusu, Mustafa Nayyem gibi Batı tarafından finanse edilen gazetecilerin AB ile serbest ticaret anlaşması lehine başlattığı söz konusu “devrimle”, 2013-14 Maydan darbesiyle gerçek niyetlerini ortaya koydu.
Batı, sadık bir siyasi sınıf yaratmanın yanı sıra Ukrayna’nın seçim altyapısına “yatırım yapmayı” da kıymetli buldu. Kanada 2018-19 döneminde “seçim şeffaflığı desteği” için 24 milyon Kanada doları harcadı. Kanada, 2014 ve 18 yılları arasında Ukrayna’daki seçim aktörlerinin kapasitesinin artırılması için 5,4 milyon Kanada doları daha harcadı ve bu kapsamda 60 bin Ukraynalı seçim komiserinin eğitilmesine sponsor oldu.
Viktor Yanukoviç’in Viktor Yuşçenko karşısında zafer kazandığı 2004 seçimlerine şaibe karıştıranlar USAID ve Açık Toplum Vakfı tarafından finanse edilen “seçim gözlemcisi” anketçiler ve STK’lardı. Batı destekli bu “seçim şeffaflığı desteği” ve Batılı hükümetlerin yoğun baskısı sonucunda “turuncu devrim” olarak nitelendirilen süreç yaşandı, anayasaya aykırı bir şekilde tekrarlanan seçimler, geniş kapsamlı neo-liberal iktisadi reformları hayata geçiren Batı taraftarı Viktor Yuşçenko’nun zaferiyle sonuçlandı. Yanukoviç’in seçimleri manipüle ettiği iddiaları hiçbir zaman kanıtlarla desteklenmedi ve Yuşçenko’nun uzun yıllar iktidarda kalmasına ve bu yöndeki teşebbüslerine rağmen esasında, daha önce “seçim hilesi” yapmakla suçlanan organizatörlerden hiçbiri suçlanmadı. Gazeteciler, 2004’teki rejim değişikliğinde Kanada’nın kilit rolü olduğunu vurguladılar.
Ekonomik yardıma gelince, Kanada hükümetinin Ukrayna’ya destek konusundaki resmi tutumu oldukça net: “Kanada özel sektör öncülüğünde kapsayıcı büyümeyi teşvik eder; özellikle tarım alanında yatırım ve istihdam yaratılmasını destekler”. Ayrıca Kanada’nın, Ukrayna’da kırsal kesimdeki kadınlara, ülke içinde yerinden edilmiş kişilere, engellilere ve diğer hassas gruplara yardım etmeyi amaçlayan 25 milyon dolarlık yardım programını da vurgulamakta fayda var.
Kanada’nın eski Ukrayna Büyükelçisi Roman Waschuk’un 2020’de “Batı’nın Ukrayna’da neyi yanlış yaptığını” anlatırken kastettiği tam da buydu. Waschuk, arazi özelleştirilmesi gibi nüfusun çoğunluğuna zarar veren zorunlu ekonomik serbestleşmenin Batı tarafından azınlık gruplara yönelik yardım programlarıyla örtbas edildiğini ve bunun da Batı reformlarının Ukraynalıların çoğu tarafından sevilmemesine yol açtığını savunuyordu. Waschuk bunun “hatalı” bir strateji olduğunu düşünse de bu yaklaşım Batı’nın çıkarlarının zarar gördüğü anlamına geliyor.
Dolayısıyla Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı “yardımının” iki işlevinden söz edebiliriz. Birincisi, azınlıklara yardım gibi çeşitli hayırsever yardım programları; ancak birincil işlev, dikkati Ukrayna’da Batı tarafından zorlanan yıkıcı iktisadi reformlardan başka yöne çekmek. İkincisi ise Kanada’nın iktisadi çıkarlarını doğrudan koruyan projelerin finanse edilmesi. ProZorro programı ve yargı reformu bu projelere örnek olarak verilebilir.
ProZorro
ProZorro, George Soros’un Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından 2014 yılından sonra oluşturulan devlet alımlarına yönelik bir program. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün görevi sözüm ona yolsuzlukla mücadele olsa da bütçesinin yüzde 60’ı Kanada Dışişleri, Ticaret ve Kalkınma Bakanlığı da dahil olmak üzere devlet kurumlarından geliyor. Kanada’nın Ukrayna’da kendi iktisadi çıkarlarına uygun reformların gerçekleştirilmesindeki hain rolüne ilişkin bugüne kadar öğrendiklerimiz göz önüne alındığında ProZorro ve amaçları şimdiden dikkatleri üzerine çekmeli.
ProZorro ile genelde Batı’nın Ukrayna’daki en büyük reform “başarılarından” biri olarak övünülür. AB’nin Ukrayna Temsilcisi Matti Maasikas, bu reformu Ukrayna’nın en güçlü reformlarından biri olarak nitelendirmiş ve bunun tüm dünya ülkelerine ilham vermesi gerektiğini söylemişti. Kanada’nın Ukrayna’daki eski Büyükelçisi Roman Waschuk da benzer övgülerde bulunmuştu: “ProZorro, bu platformun Ukrayna’daki kamu ihalelerine getirdiği şeffaflıkla uluslararası alanda tanınan, dünyayı yenen bir değişim olarak öne çıkıyor”. 2019 Toronto Ukrayna Reform Konferansı’nda “hesap verebilirliği ve şeffaflığı teşvik etmek için sivil toplum ve özel sektörle ortaklık kurmak”, “Kanada ve uluslararası toplumun Ukrayna ile çalışmadaki” en önemli önceliklerinden biri olarak vurgulanmıştı.
Peki ProZorro için bu kadar övgü neden? Her şeyden önce, internet sitesinin de açıkladığı üzere programın amacı kamu varlıklarını özelleştirmek: “Herhangi bir işletmenin devlet, belediye ve büyük şirketlerin mülkiyetinin fiyatlandırılması ve devri konusunda net bir sürece sahip olmasını sağlıyor”. ProZorro yabancılara karşı da nazik. İktisadi Kalkınma ve Ticaret Bakan Yardımcısı Maksim Nefyodov, ProZorro’nun “Kanadalı şirketlerin burada iş yapmasına ve gelişmesine yardımcı olmak için Ukrayna’da halihazırda mevcut olan pek çok hizmetten” biri olmasıyla övünmüştü.
AB’nin ProZorro’nun özelleştirme hedeflerini övmesi, devlet alımlarında yerli üretimin tercih edilmesini öngören Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısına karşı mazide verdikleri (başarılı) mücadele göz önüne alındığında şaşırtıcı değil. Bu tasarı, devlet alımlarının yerelleştirilmesine izin vermeyen ProZorro ile çatışıyordu. Dönemin Ukrayna İktisadi Kalkınma Bakanı İgor Petraşko bu nedenle ProZorro’yu eleştirmişti. Ancak sonuçta AB, ABD ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü gibi STK’ların çıkarları doğrultusunda Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısı sulandırılarak sadece Batılı olmayan üreticilere uygulanacak hale getirildi. Ayrıca Dünya Bankası, ProZorro’yu “yolsuzluğa bulaşmamış” devlet alım sistemleri için bir vitrin programı haline getirdi ki bu da DB’nin küresel Güney ülkelerindeki neo-liberal ajandasıyla mükemmel bir uyum içinde.
Son olarak ProZorro, tarım arazilerinin açık artırmayla satılmasında da kullanılıyor. Bu arazi iflas etmiş bankaların teminatı olduğundan Ukrayna’nın arazi alım satımına getirdiği kısıtlamalardan etkilenmeden büyük miktarlarda satılabiliyor. ProZorro, bu arazileri açık artırmaya çıkarırken kendine özgü bir mekanizma kullanıyor. Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, bu mekanizmayı analiz etmek için ayrıntılı birkaç makale kaleme almıştı.
Gubriyenko, ProZorro üzerinden birinci sınıf arazilerin normal fiyatın çok altında satıldığını tespit etti. Bağımsız bir denetçi tarafından 3,9 milyon Ukrayna grivnası değerinde olduğu tahmin edilen bir arazi parçası 2021 yılında sadece 602 bin grivnaya satıldı. Gubriyenko, ProZorro üzerinden yapılan binlerce arazi satışını analiz ettikten sonra, bu tür pek çok haddinden fazla indirim vakası keşfetti. Örneğin ProZorro’nun 2021 yılında iflas eden BTB bankasının arsa teminatını sattığı 21 arsa satışını inceledikten sonra, satılan tüm arsaların tahmini toplam fiyatı 17,5 milyon grivna iken, ProZorro’nun satış fiyatını toplamda yalnızca 1,9 milyon grivnaya düşürdüğünü tespit etti. Her bir arsanın ortalama tahmini fiyatı 1 milyon grivnanın üzerindeyken gerçek satış fiyatı sadece 80 bin ila 100 bin grivna (yaklaşık 3 ila 4 bin Amerikan doları) oldu.
Bu inanılmaz indirimlerin nedenlerinden biri, ProZorro’nun alışılmadık türden bir açık artırma sistemi kullanması. Arazi satışı için genellikle “Hollanda müzayedesi” ile çalışıyor. İnternet sitesinin açıkladığı üzere bu şu anlama geliyor: “Tüm açık artırma boyunca lotun başlangıç fiyatı otomatik modda belirli aralıklarla kademeli olarak yüzde 100’den yüzde 20’ye düşürülür. Bu indirim, aktörlerden biri ‘sinirlenip’ ‘satın al’ düğmesine basana kadar devam eder. Bu teklif verme biçimi ProZorro’nun satış sisteminde, lotun minimum piyasa fiyatını belirlemenin zor olduğu durumlarda standart ‘İngiliz’ açık artırma sistemi yerine kullanılır. Hollanda müzayedesine devam etme kararı, organizatör iki kez İngilizce müzayede ilan etmiş ancak hiçbir katılımcı buna katılmamışsa verilir. Bu durumda Hollanda müzayedesi ilan edilir ve minimum başlangıç fiyatı katılımcıların kendileri tarafından belirlenir.”
Gubriyenko, bu gerekçenin Hollanda’daki arazi satış ihalelerini haklı göstermek için kullanılmasını kınıyor. Gubriyenko’nun yaptığı araştırmada bulduğu muazzam arazi indirimleri, başkent Kiev’e yakın birinci sınıf tarım arazileri içindi. Bunlar hiçbir şekilde piyasa değerinin belirlenmesi zor olan “zor varlıklar” değil, yani bunların satışında Hollanda ihalelerinin kullanılması için bir neden yok.
Gubriyenko’nun araştırması, belki de daha skandal bir biçimde bu dramatik indirimli arazi anlaşmalarının birçoğunun Soros’un iş ağına bağlı şirketlere ve diğer Batılı kapitalistlere gittiğini ortaya koyuyor. ProZorro’nun Ukrayna hükümeti tarafından ne ölçüde kontrol edilmediği düşünüldüğünde bu şaşırtıcı değil.
Arazinin yanı sıra ProZorro, iflas etmiş bankaların arazi teminatlarının son derece önemli satışları için de kullanıldı. Fakat herhangi bir devlet için bu tür varlıklar üzerinde doğrudan kontrol sağlamanın önemine rağmen ProZorro programı, 2017’den 2019 ortasına kadar resmi olarak Uluslararası Şeffaflık Örgütü Ukrayna’nın kontrolünde kaldı. Ukrayna hükümetinin bir devlet şirketi olan Prodajıy’ı “ProZorro”nun yöneticisi yaparak bu sürecin kontrolünü resmen ele alması bir buçuk yıl sürdü. ProZorro, internet sitesinde Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Ukrayna hükümetinin yanı sıra şirketin ana ortağı olarak görünmeye devam ediyor.
ProZorro bir “başarı” vitrini, eğer bu başarı Ukrayna varlıklarının Batılı iş gruplarına son derece bir şekilde indirimli satılması olarak nitelendirilirse.
Batı destekli yargı reformu
2021 yılında Kanada’nın Ukrayna Büyükelçisi Larisa Galadza, G7 ve NATO’nun hedefleriyle ilişkili olarak Ukrayna için üç önemli reform önceliği belirledi. Bunlardan ilki yargı reformu ya da AB dış politika temsilcisi Josep Borrell’in deyimiyle “yolsuzlukla mücadele ve yargı reformu” idi. Yargı reformu makroekonomik istikrar ve ordu reformundan bile daha önemli görülüyordu. Batı uzun zamandır bu “kurumlar arası geçişe” yatırım yapıyor. Mesela Kanada, 2011 yılında Ukraynalı yargıçların eğitimi için 12,5 milyon Kanada doları harcadı. 2012-2017 yılları arasında Ukraynalı yargıçları eğitmek için 7 milyon Kanada doları ve 2016-21 yılları arasında yargıçları eğiterek “Ukrayna’daki yargı reformunu desteklemek” için 12,4 milyon Kanada doları daha harcadı.
Kanada’nın eski Büyükelçisi Roman Waschuk, 2020 yılında verdiği “Batı Ukrayna’da neyi yanlış yaptı” başlıklı konferansta Batı’nın yargı reformlarının önemini şu şekilde tartışıyor:
“Yanukoviç dönemindeki hukuktan sorumlu komiser Andrey Portnov tarafından tasarlanan ve çalışan dört kademeli mahkeme sistemi üç kademeye indirildi; eski Yargıtay feshedildi (ve feshin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle derhal temyize gitti); Avrupa Konseyi, bağımsız yargı ilkesine uygun olarak, hakimlerin kendilerinin ve hukuk camiasının yenilenmede ağırlıklı bir rol oynamasında ısrar etti; ABD/AB/Kanada destekli aşırı şeffaf bir seçim ve eğitim süreci yürütüldü; dünyada bir ilk olarak, sivil topluma her adayın dürüstlük konularında değerlendirilmesinde danışmanlık rolü verildi. Sonuç: yüzde 80’i düz yargıçlardan oluşan bir mahkeme, başında Batı destekli yargı reformunda uzun bir mazisi olan kadın Başyargıç Valentina Danişevska ve ilk iki yılında, oligark İgor Kolomoiskiy’in sahibi olduğu Privatbank’ın kamulaştırılması gibi tartışmalı davalar da dahil olmak üzere saygın bir mahkeme kararları sicili.”
Bu yargı reformu Batı için neden bu kadar önemliydi? Söz konusu reformlar sonucunda Yargıtay feshedildi ve iç hukuk sisteminin özerkliği elinden alınarak doğrudan Batı’nın ve Batı destekli “sivil toplumun” kontrolü altına sokuldu. Batı tarafından desteklenen sözüm ona “bağımsız uzmanların” kontrolü altındaki yargı sistemi, hükümetin aşırı liberal savaş dönemi emek serbestleştirmesine karşı hiçbir mücadele vermedi.
Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) ardından Meksika, Kanada ve ABD’deki işçiler gibi Ukrayna’daki işçiler de düşük ücretler, işsizlik ve iş güvencesinin olmaması nedeniyle sıkıntı çekiyor, öyle ki çoğu zaman AB’ye düşük ücretli göçmen işçi olarak çalışmaya gidiyorlar. Önceki iki makalemizde de gördüğümüz üzere Ukrayna’da tarımın serbestleştirilmesiyle sağlanan sözde “ilerleme”, yerel istihdamın sürekli düşüşte olması nedeniyle sorgulanabilir. 2021 yılında 660 bin kişi Ukrayna’yı kalıcı olarak terk ederek ülke için tarihi bir rekor kırdı. Polonya’nın Ukrayna Büyükelçisine göre, Haziran 2021’de Polonya’da 1,5 milyon Ukraynalı çalışıyordu. Büyükelçi bu sayının 2014 yılına kıyasla iki ila üç kat daha fazla olduğunu ve bu sayının sadece kayıtlı göçmenleri kapsadığını söyledi. Polonya Merkez Bankası, ülkenin 2014-19 yılları arasındaki GSYİH büyümesinin yüzde 11’inin Ukraynalı göçmen işçilerden kaynaklandığını tahmin ediyor. Ukraynalıların ücretleri Polonyalılardan çok daha düşük ve Avrupa’da çalışan Ukraynalılar bazen işverenlerin pasaportlarını çaldığı ve onları istismar ettiği köleci çalışma koşullarına bile maruz kalıyor.
Kimin çıkarları daha önemli, Ukrayna’nın mı Batı’nın mı?
Batı’nın Ukrayna’nın yargı sistemi üzerinde kontrol sağlama arzusu bu kadar öncelikli zira Ukraynalı yargıçların birçoğunun ülkenin çıkarlarına ilişkin kendi anlayışları var ve bu anlayışlar Batı’nınkinden keskin bir şekilde ayrılıyor.
Yargı sistemindeki bu mücadele, Ukrayna tarımını özelleştirme mücadelesinde özellikle belirgin oldu. 2020 yılının sonlarında Anayasa Mahkemesi, 48 Ukraynalı parlamenterin, Zelenskiy tarafından yürürlüğe konulan tarım arazilerinin özelleştirilmesinin anayasaya aykırı olup olmadığının soruşturulması için yaptığı başvuruyu kabul etti. Parlamenterler, Ukrayna anayasasında yer alan “Toprak, devletin özel ilgi alanına giren başlıca milli servettir” hükmüne atıfta bulundular. Anayasa Mahkemesi’nden bir temsilci verdiği bir söyleşide mahkemenin Zelenskiy’in arazileri özelleştirmesini anayasaya aykırı olarak tanıma kararı alabileceğini belirtti. Anayasa Mahkemesi ve tarım arazilerinin özelleştirilmesiyle ilgili olarak Zelenskiy’in tarım politikasından sorumlu bakanı Roman Leşçenko şunları söyledi:
“Anayasa Mahkemesi mesele değil. Eğer Anayasa Mahkemesi yasayı iptal ederse, size söz veriyorum ki Yüksek Rada yasayı tekrar oylayacaktır. Bunun nedeni sürecin geri döndürülemez olmasıdır. Arazi sahibi olma hakkı gerçekleşecektir. […] Elimizde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yükümlülükleri var; Zelençuk ve Tsyutsyura davalarındaki kararlar vs. Ukrayna davasında Avrupa kurumunun Ukrayna’dan 7 milyon yurttaşımızın arazi sahibi olma hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasını sağlamasını talep ettiği karar var.”
Ukrayna’daki kapitalist reformların “geri döndürülemez” olduğu mantığının çarpıcı bir kristalizasyonu. Ukrayna Anayasa Mahkemesi ne derse desin, Avrupa’nın mülkiyet hakkı konusunda söylediği daha önemli.
Anayasa Mahkemesi’nin Batı’nın (genelde Ukrayna devletinin ekonomik müdahalesini engellemek ve neo-liberalizmi sürdürmek için kullanılan) “yolsuzlukla mücadele reformlarının” Ukrayna anayasasına aykırı olup olmadığını soruşturmaya başladığı 2020 sonundaki bir başka adli krizde Zelenskiy, parlamentodan kendisine tüm Anayasa Mahkemesi yargıçlarını kovma hakkı verilmesini resmen talep etti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Anayasa Mahkemesi, bunu anayasa aleyhinde bir darbe girişimi olarak nitelendirdi. Zelenskiy’in planı o dönemde işe yaramamış olsa da 2022 yılı boyunca savaş dönemi kisvesi altında “sorunlu” Anayasa Mahkemesi yargıçlarının çoğu görevlerinden ayrıldı ya da kaçtı ve Mayıs 2022’de Zelenskiy’in eski düşmanı Aleksandr Tupitskiy’in (Anayasa Mahkemesi başkanı) tutuklandığı duyuruldu.
2022 yılının sonlarında Zelenskiy, Batı’nın uzun zamandır talep ettiği bir reform olan “Avrupa’ya Entegrasyon Yasası”nı imzaladı. Bu yasa, Anayasa Mahkemesi yargıçlarının seçim yöntemlerini değiştiriyor. Yasanın yürürlüğe girmesinden bu yana, seçim altı hukuk uzmanından oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor: bunlardan üçü “bağımsız uzmanlar” (yani yerli Batı uşakları), geri kalanlar ise hükümet, parlamento ve diğer yargıçlar tarafından seçiliyor. Ukrayna Anayasa Mahkemesi artık Batı’nın çıkarlarına engel teşkil etmese de Batı yanlısı gazeteler Zelenskiy’e hala çok fazla güç verdiği için yasadan yine de memnun değil. Kuşkusuz yargı sisteminin tamamen “bağımsız uzmanların” kontrolü altında olmasını tercih ederler.
2020’deki Anayasa Mahkemesi krizi sırasında Uluslararası Şeffaflık Örgütü, mahkemenin “reformları ve Ukrayna’nın Avrupa ile bütünleşme sürecini nasıl yok ettiğinden” yakınmıştı. Yabancı bir STK için sıra dışı ama epey bilindik bir adımla, Batı reformlarına engel olan Anayasa Mahkemesi yargıçlarını istifaya çağırdı. Makale dikkat çekici bir soru sorarak devam ediyor: “Ülkeyi Anayasa Mahkemesi’nin kendi eylemlerinden nasıl koruyabiliriz? Mahkeme, anayasa tarafından korunuyor, dolayısıyla çalışma biçimin değiştirmenin kolay bir yolu yok.”
Tıpkı Toronto’da düzenlenen 2019 Ukrayna Reform Konferansı’nda neo-liberal reformların “geri döndürülemez” olarak nitelendirilmesi gibi bu makale de “Ukrayna için Rusya yanlısı, hatta tarafsız bir güzergâh seçilmesinin sonucu Ukraynalılar için kaos olacaktır. Son altı yılda buna karşı yapılan reformlar çok zor kazanıldı.”
Açıkçası, neo-liberal reformların geri döndürülemezliği, Rusya ile askeri yumuşamayı takip edecek ve iç iktisadi kalkınmaya odaklanacak daha sosyal demokrat bir hükümetin gelme ihtimalini dışlıyor.
İlginizi Çekebilir
-
Polonya ve Birleşik Krallık savunma harcamalarını artırmayı görüşüyor
-
Merkel’in askeri danışmanı Erich Vad: Alman ordusu perişan halde
-
Alman Savunma Bakanı Trump-Putin ateşkes anlaşmasını eleştirdi
-
ABD, Rusya’nın talebine rağmen Ukrayna’ya istihbarat desteğini kesmeyi reddetti
-
Zelenskiy, Rusya’nın enerji tesislerine saldırıları durdurmayı kabul etti
-
BM Komisyonu, esir alınan Rus askerlerine yapılan işkence konusundaki sessizliğini parasızlıkla açıklıyor
DÜNYA BASINI
Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde
Yayınlanma
2 gün önce19/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.
Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.
Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.
Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.
Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.
Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.
Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.
Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.
Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.
Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.
Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.
Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.
DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.
SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.
Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.
Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.
İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.
Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Amos Harel / Haaretz
İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.
Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.
Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.
İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.
Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.
Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.
Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.
İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.
İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.
ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.
Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.
Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.
Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi
Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.
Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?
Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı
Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…
Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.
İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.
Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…
Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.
Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
4 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

“Qatergate” skandalını soruşturan Şin-Bet Direktörü görevden alındı

Trump fonları keserken Avrupa ABD’li araştırmacıları çekmeye çalışıyor

AB, savunma beyaz kitabında Çin’in askeri eylemlerini “risk” olarak tanımlandı

ABD, Türkiye’nin Gazprombank yaptırımlarından muafiyetini uzattı

Çin’in anti balistik HQ-19 sistemi hipersonik silahlara karşı kalkan oluşturacak
Çok Okunanlar
-
AVRUPA1 hafta önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA2 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Ukrayna’da madene hücum