Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Ukrayna’nın yağmalanmasında Kanada’nın rolü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kanada’nın rolüne ışık tutuyor.

***

Kanada, Ukrayna’nın neo-liberalleştirilmesinde nasıl kilit rol oynadı?

Peter Korotaev

The Canada Files

17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin üçüncü bölümü. Bu bölüm, bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde anlatıldığı üzere Kanada’nın Ukrayna’nın yıkıcı ekonomik serbestleştirilmesinin gerçekleştirilmesindeki rolüne odaklanıyor.

2019’da Toronto’da düzenlenen “Ukrayna Reform Konferansı”

“Ukrayna Reform Konferansı”, NATO ülkeleri, G7, Avrupa Birliği ve özel düşünce kuruluşlarından siyasi liderleri Ukrayna ekonomisini reforme etmeyi amaçlayan başlıca reformlara dahil eden ve her yıl düzenlenen bir etkinlik.

“Reform”, Batı destekli Maydan darbesinin ardından 2014 sonrası Ukrayna’sında liberallerin en sevdiği kelimelerden biri. Sadık yabancı müttefikler tarafından savunulan ve Ukrayna’yı içinde bulunduğu yoksulluktan kurtarmak adına tasarlanmış bir dizi girişimi ima ediyor. Gerçekte ise önceki iki makalenin konusu olan neo-kolonyal iktisadi liberalleşmeyi tanımlamanın siyasi olarak iğdiş edilmiş bir yöntemi.

Maydan sonrası Ukrayna’da görülen zararlı reformlardan biri de 2017’de gıda fiyat düzenlemelerinin kaldırılması oldu. Ticaretin serbestleştirilmesi sonucunda Ukrayna’nın yerli gıda üretiminin yok olmasıyla birlikte, bu durum gıda kıtlığına ve birçok Latin Amerika ülkesinin seviyelerini bile aşan açlığa yol açtı.

Chrystia Freeland, Justin Trudeau ve diğer NATO ülkeleri ile Ukrayna’dan delegelerin katıldığı 2019’daki Ukrayna Reform Konferansı’nda tüm olağan şüpheliler hazır bulundu. Gündemdeki en önemli konu “Ukrayna’daki reformların geri döndürülemezliği” idi. Söz konusu reformların istenmemesinin yanı sıra “geri döndürülemezlik” bir grup yabancı ülkenin belirli bir ülkede iktisadi reformların uygulanmasını savunması için pek de demokratik bir yol gibi görünmüyor. Fakat bu Ukrayna Reform Konferansı için fırsat!

Aslında bu reformların “geri döndürülemezliği” demokrasi arayışını doğrudan dışlıyor. 2021 yılı, Yaşam İçin Muhalefet Platformu (OPFL) gibi siyasi parti liderlerinin başkanlık kararnamesiyle hukuki açıdan şaibeli bir şekilde cezalandırılmasına tanık oldu. Esas olarak Ukrayna’nın güneydoğusundaki sanayi işçilerini temsil eden, barış yanlısı ve IMF aleyhtarı bir platformu savunan bu parti, seçmenler arasında sürekli olarak üst sıralarda yer alıyordu. 2021’in başında, anketlerde Zelenskiy’in “Halkın Hizmetkârı” partisinin ardından genellikle yakın bir farkla ikinci geliyordu. Zelenskiy’in 2021’de OPFL’nin medyadaki sesi ve önde gelen siyasetçilerine yönelik tek taraflı yasak ve yaptırımlarının ardından parti seçmenlerinin üçte birini kaybetti. IMF destekli ekonomik serbestleşmenin olumsuz etkilerini anlatan ilişkili medya grupları da 2021 yılında Zelenskiy’in Ulusal Güvenlik ve Savunma Konseyi’nin talimatıyla, hukuk sistemi içindeki yasal süreçleri çiğneyerek kapatıldı. Bunlar arasında ZiK, Strana, 112, NewsOne ve Ukrlive yer alırken, Zelenskiy sosyal demokrat muhalif medya kaynağı Strana’nın genel yayın yönetmenine bile yaptırım uyguladı. Böylesine kaba bir sansürün gerekçesi belirsizdi ve Avrupa Gazeteciler Federasyonu tarafından eleştiri aldı.

Batı da muhalif partilerin susturulmasında suç ortağıydı; ABD’li yetkililer Zelenskiy ile aynı safta yer alarak Batıya entegrasyonu eleştiren Ukraynalı siyasi figürlere yaptırım uyguladı. Yabancı ülkelerdeki muhalif figürler ABD’ye doğrudan bir tehdit oluşturmadığından, yaptırım uygulamak hukuken (hukuki usûl) saçma. OPFL’ye bağlı bağımsız parlamenter Andrey Derkaç yaptırım uygulananlardan biriydi; Batıda daha ziyade Hunter Biden’ın Ukrayna’daki yolsuzluk ilişkilerini gün ışığına çıkarmasıyla tanınıyordu.

Ayrıca Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik geniş çaplı askeri harekatının birinci yılına uzun bir makalede (Zelenskiy hükümeti tarafından yaptırıma tabi tutulan) Strana medya portalı, “Rusya yanlısı” partilerin ve medyanın yasaklanmasının Rusya’yı 2022’de savaşa iten kırılma noktası olduğunu savundu. Daha yakın tarihli bir Rus muhalif gazetede çıkan köşe yazısı da bu argümanı tekrarladı. Tüm barış yanlısı ve jeopolitik tarafsızlık yanlısı siyasi güçlerin yasaklandığı göz önüne alındığında, Ukrayna’nın demokratik yollarla tarafsız ve NATO üyesi olmayan bir ülke olarak kalması için artık makul bir umut kalmamıştı.

2019’da Toronto’da düzenlenen konferansta ne tür “reformlar” kutlanmıştı? Ukrayna Reform Konferansı, Ukrayna’daki “reformların” en büyük “başarılarından” birinin tıbbın serbestleştirilmesi olduğunu ilan etti; bu reform, yaptırımlara maruz kalan sol eğilimli Ukraynalı medya grupları tarafından düzenli olarak eleştirilmişti. Söz konusu reformlardan önce Ukrayna, çeşitli uzman doktorların bulunduğu geniş bir Sovyet modeline sahipti. Reformdan sonra pek çok sağlık personeli işini kaybetti ve uygun fiyatlı uzman doktorların yerini Batılılaşmış pratisyen hekimler ve özel klinikler aldı. Bu reformun beyni olan Ulyana Suprun — kendisi ABD doğumlu ve Maydan darbesinden hemen sonra göreve geldi — bu reform nedeniyle Ukrayna’da nefret objesi; kendisine sıklıkla “Ölüm Doktoru” deniyor.

Aynı zamanda Sergey Sternenko gibi neo-Nazi gazilerin de yakın bir hamisi. 2020’de işkence ve gasp suçlarından yargılanan Sternenko (ayrıca silahsız bir adamı kameralar önünde bıçakla öldürdü ama bunun için hiçbir zaman mahkeme önüne çıkarılmadı), elbette “vatanseverliği” nedeniyle serbest bırakıldı (2014 Maydan darbesinin ilk katılımcılarından ve neo-Nazi örgütü “Sağ Sektör”ün liderlerinden biriydi). Suprun, 2020’deki duruşmasına gelmiş ve kefaletini ödemeyi teklif etmişti.

Tıbbın serbestleştirilmesi, Ukrayna’nın sağlık ve refah alanında bir diğer “taçlandırıcı başarısında” kolaylaştırıcı oldu; ülke dünyadaki en yüksek Kovid ölüm oranlarından birine sahip. Suprun’un özelleştirilen küçük klinikler ve yetersiz finanse edilen kamu hastaneleri sistemi nedeniyle Ukrayna’daki hastanelerde düzenli oksijen stoku bulunmuyordu. Bu arada komşu Belarus’un Sovyet tarzı sağlık sistemi dünyadaki en düşük Kovid ölüm oranlarından birine sahip olmasına sebep oldu. Belarus’ta yalnızca 7 bin 118 kişi veya nüfusun yüzde 0,07’si Kovid’den hayatını kaybederken (herhangi bir karantina olmaksızın) Ukrayna’da 111 bin kişi Kovid’den hayatını kaybetti. Ukrayna’nın nüfusunun Belarus’tan yaklaşık 3,5 kat daha büyük olduğu düşünüldüğünde bu dikkate değer bir istatistik.

2020 yılında Ukrayna Sağlık Bakanı, Suprun’un reformlarını sürdürmenin 50 bin sağlık çalışanının işten çıkarılmasını ve 300 hastanenin kapatılmasını gerektireceğini belirtti. Zelenskiy hükümeti, Suprun’un sağlık sistemini ne kadar yetersiz finanse ettiğinden şikâyet ederken yine de neo-liberal reformlarını sürdürmeye olan bağlılığını resmi olarak belirtti. Ukrayna’daki psikiyatrik bakım tesislerinde çalışan sağlıkçılar Suprun’un reformlarının ne anlama geldiğini ifade ederek sık sık protesto gösterileri düzenlediler:

  • Sektördeki çalışanların yüzde 30’unu işten çıkarıyor;
  • Suprun’un reformlarından sonra psikiyatrik bakım tesisleri için ayrılan bütçe yarı yarıya azaltıldı;
  • Doktorların maaşlarını ayda 140 Amerikan dolarına düşürürken, iş yüklerini artırdı;
  • Rehabilitasyon merkezlerini kaldırarak psikiyatrik hastaların sokağa çıkmaya zorlanmasına yol açtı.

Ukrayna’da liberal reformlar “geri döndürülemez” nitelikte. Bu yıkıcı reformları eleştiren medya kuruluşları ve siyasetçiler demokratik olmayan bir şekilde sansürleniyor. Batıya dönük bu liberalleşme Ukraynalıların sağlığını olumsuz etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda ekonomiyi de sanayisizleştiriyor.

Kanada ile Ukrayna arasındaki ticaret

2016 yılında Kanada ve Ukrayna, 2017 yılında yürürlüğe giren bir ticaret anlaşması (CUFTA) imzaladı. Görünürde bu ikili ticarette pozitif bir gelişme gibi görünse de 2021 istatistikleri Ukrayna’nın 261 milyon dolarlık Kanada malı ithal ettiğini ama kendi malından yalnızca 160 milyon dolar ihraç ettiğini gösterdi.

Ticaretin yapısı da son derece dengesiz. 2021 yılında Ukrayna’nın en çok ihraç ettiği ilk üç ürün demirli metaller, bakır/bakır ürünleri ve işlenmiş bitkisel ürünler (ayçiçeği yağı) oldu. Kanada’nın en çok ihraç ettiği ürünler ulaşım malları, deniz ürünleri, nükleer reaktörler, kazanlar, makineler ve hava taşıtlarıydı. Kanada’nın yüksek teknoloji ürünleri ihracatı 2020 yılına kıyasla yüzde 147 oranında arttı.

Ukrayna sadece düşük ücretli vasıfsız işçi gerektiren ucuz hammadde ihraç ederken, Kanada yüksek ücretli, vasıflı işçi gerektiren daha pahalı mamul mallar ihraç ediyor. Bu da Ukrayna’nın düşük ücretli el işçileri ülkesi olarak daha da “uzmanlaşmasını” teşvik ediyor. Bu yazı dizisinin birinci bölümünde gördüğümüz üzere Ukrayna’nın tarımsal hammadde ihracatçısı olarak uzmanlaşması milyonlarca işçiyi işinden ederek onları Polonya gibi AB ülkelerinde aşırı sömürülen göçmen işçiler olarak çalışmaya zorladı ve böylece ekonomik büyümelerini teşvik etti.

Kanada’nın Ukrayna ile yaptığı serbest ticaret anlaşması, ülkenin Batılı ortaklarıyla yaptığı diğer STA’lar gibi, esasında Ukrayna’ya karşı son derece eşitsiz. STA’yı destekleyenler, Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı ihracatın yüzde 98’ine uygulanan gümrük vergisini iptal ederken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı ihracatın sadece yüzde 72’sine uygulanan gümrük vergisini iptal ettiği için STA’nın Ukrayna’ya Kanada’dan daha fazla fayda sağladığını iddia ediyor. Dikkat edilmesi gereken ilk husus, STA’nın tüm gümrük vergilerinin 7 yıl sonra kaldırılmasını öngördüğü. Bu arada, Kanada’nın gümrük vergisinden muaf tuttuğu yüzde 72’lik mallar arasında sığır eti ve işlenmiş gıda yer alıyor.

Bu durum Ukrayna’nın hayvancılık ve gıda işleme sektörlerini daha da etkileyecektir ki bu sektörler, son makalelerimizde de gösterildiği üzere 2014’ten sonra ticaretin neredeyse tamamen serbestleştiği koşullarda dış rekabetin baskısı altında keskin bir düşüş yaşadı. Kanada ile imzalanan STA da erken ve “yumuşak” aşamasında bile bu eğilime katkıda bulunuyor. Dolayısıyla bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere Kanada’nın Ukrayna’nın domuz eti konusunda en önde gelen kaynakları arasında yer alması şaşırtıcı değil. Bu, Ukrayna’nın ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal ettiği ve on yıllardır yerli üretimi azalan pek çok gıda ürününden biri.

CUFTA’nın Ukrayna’nın lehine olmamasının bir diğer nedeni de Kanada’nın ithal mallara uyguladığı devasa tarım tarifelerinin birçoğunu yürürlükte tutması. Öte yandan Ukrayna’nın serbestleştirilmiş tarımı, benzer şekilde koruyucu tarifelere sahip değil. Bu, gelişmekte olan dünyayla “serbest ticaret” söz konusu olduğunda Batı’nın ikiyüzlülüğünün bariz bir örneği. CUFTA, aralarında kümes hayvanları ve süt ürünleri, yumurta ve şekerin de bulunduğu 108 tarım ürünü grubunu Kanada’ya gümrüksüz ithalattan muaf tutuyor. Bu dizinin birinci ve ikinci bölümlerinde incelendiği üzere bu sektörler diğer Batılı üreticilerin sınırsız rekabeti nedeniyle sürekli olarak gerilemekte olduğundan, bu durum özellikle Ukrayna için sıkıntı yaratıyor.

Muaf tutulan bu mallar, küçük ithalat kotalarının ötesinde hala Kanada’nın devasa gümrük vergilerine (birçoğu ithal ürünün fiyatının yüzde 100’ünden fazla, örneğin kanatlı hayvan eti için yüzde 238’lik olağanüstü bir gümrük vergisi) tabi. “Serbest ticaret” için çok fazla. Ukraynalı ihracatçılar sonunda bu mallar için Kanada pazarına eşit erişim elde etseler bile o zamana kadar Ukrayna’nın tarımı ekonomik serbestleşme nedeniyle o kadar harap olacak ki, bundan yararlanamayacak.

Bu arada Kanada-Ukrayna Ticaret Odası, Ukrayna’nın bu STA’dan faydalanacak tek somut sektörlerinin IT hizmetleri, giyim, ayakkabı, mobilya, çikolata ve diğer şekerlemeler olacağını öngördü. Bu bağlamda dönemin Ukrayna Devlet Başkanı Pyotr Poroşenko’nun “Roshen” şirketi aracılığıyla şekerleme sektöründen milyarlarca dolar kazandığını hatırlatmakta yarar var. Adı geçen diğer sektörler, Ukrayna’nın sanayisizleşme ve düşük ücretli atölyelerde üretilen düşük teknolojili, emek yoğun ürünlerde uzmanlaşma eğilimini temsil ediyor.

IT, Ukrayna’da genellikle ekonominin önde gelen sektörü olarak kabul ediliyor. Ancak Ukraynalıların sadece küçük bir azınlığı başarılı bilgisayar programcısı olabiliyor ve birçoğu fırsat verildiğinde kalıcı olarak göç edecektir. STA taraftarı Ukraynalı bir yayın, STA’nın Ukrayna açısından faydalı olduğunun kanıtı olarak Ukrayna’nın Kanada’ya IT hizmet ihracatındaki artışı gösteriyor.

Ukrayna’nın Kanada ile ticari ilişkilerindeki eşitsizlik hizmetler alanında da kendini gösteriyor. 2017 yılında Ukrayna’nın Kanada’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 62’sini IT hizmetleri oluştururken, Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı hizmet ihracatının yüzde 61’ini devlet ve kamu hizmetleri oluşturuyor. Özünde CUFTA, Kanada’nın Ukrayna hükümetini yönetmesini sağlarken Kanadalı bilişim şirketleri de düşük ücretli Ukraynalı bilişim işçilerine iş yaptırabiliyor.

Sanayisizleşme eğilimi, Kanada ile Ukrayna arsındaki yüksek teknolojili gaz türbini ve otomobil üretimine ilişkin ticarette açıkça görülüyor. 2011 yılında Kanada’ya 20,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç eden Ukrayna, 2021 yılında sadece 4,6 milyon dolar değerinde gaz türbini ihraç etti. Ukrayna’nın Kanada’ya ihracatı arasında otomobillerin de yer alması kolaylıkla yanlış anlaşılabilir. Bu daha ziyade, tipik olarak tarımcı batı Ukrayna atölyelerinde üretilen ve daha sonra batı Avrupa otomobil firmaları tarafından otomobil montajında kullanılan otomobil kablolarına işaret ediyor.

Kanada ile imzalanan STA da her iki ülkedeki üreticilere devlet alımlarına eşit erişim imkânı sağlıyor. Kanada-Ukrayna Ticaret Odası Başkanı Emma Touros’un ifadeleriyle: “Yabancı şirketler artık kamu alım projelerine eşit erişime sahip. CUFTA, Kanadalı şirketlere keşfetmeleri için pek çok avantaj sağlayan modern bir anlaşma”. Kanada’nın endüstriyel gelişimi Ukrayna’nınkinden çok daha ileri düzeyde olduğu için yabancı devlet alımlarında avantaj Kanada’ya aitken, Ukrayna endüstrisine sunulan devlet desteği fırsatları göz ardı ediliyor.

Maydan darbesi sonrası Ukrayna, 2016 tarihli Ukrayna-AB Serbest Ticaret Ortaklık Anlaşması ve 2016 tarihli DTÖ kapsamındaki Devlet Alımları Anlaşması gibi, her ikisi de zengin Batılı ülkelere Ukrayna devlet alımlarına serbest erişim sağlayan başka anlaşmalar da yaptı. Bu anlaşmalar, AB ve ABD tarafından 2020-21’de Ukrayna hükümetine 3739 sayılı yasa tasarısı yoluyla endüstriyel korumacılık teşebbüsünün kabul edilemez olduğunu söylediğinde gerekçe gösterildi. Bu yasa tasarısı, ABD ve AB de dahil olmak üzere çoğu ülkede olduğu gibi Ukraynalı üreticilere devlet alımlarında imtiyaz tanıyacaktı. Ukrayna bu baskı sonucunda tasarıyı AB ve Kuzey Amerika’nın Ukrayna’nın devlet alımlarına erişimine izin verecek şekilde değiştirdi. Yasayı öneren ve savunan İktisadi Kalkınma Bakanlığı ve Parlamento İktisadi Kalkınma Komisyonu, Ukrayna’nın devlet alımlarının yüzde 40’ının yabancı üreticilerden yapıldığı, AB ve ABD’nin ise devlet alımlarının sırasıyla sadece yüzde 8 ve yüzde 5’ini yabancılardan sağladığı gerçeğine dikkat çekti.

CUFTA’nın Ukrayna’ya karşı taraflı olduğu, Ukrayna’nın Kanada’dan ithalatı yüzde 93 artarken Kanada’ya ihracatının sadece yüzde 76 arttığı ve halihazırda fazla olan ticaret açığının daha da büyüdüğü 2017 yılı sonunda bile görülebiliyordu.

Uzun vadeli ticaret istatistikleri incelendiğinde Kanada ile imzalanan STA’nın ticari ilişkileri geliştirmek adına çok az şey yaptığı ortaya çıkıyor. Kanada istatistikleri Ukrayna’nın Kanada ile en son 2012 yılında ticaret fazlası (artı 15,7 milyon Amerikan doları) verdiğini iddia ediyor. 2014 öncesi en büyük açık (eksi 63 milyon Amerikan doları), neo-liberal ve Batı yanlısı Ukraynalı lider Yuşçenko’nun görevi bırakmasının ardından Yanukoviç hükümetinin ilk yılı olan 2010’da yaşanmıştı. 2013 yılında Ukrayna’nın ticaret açığı 97 milyon Amerikan doları iken, 2014 darbesinden sonra bu rakam büyük ölçüde arttı. 2016 yılına gelindiğinde Ukrayna, Kanada ile 158 milyon dolarlık bir ticaret açığı gördü.

Kanada ile ticaret açığı 2021 itibariyle azalmış olsa da daha da büyük bir sorun Ukrayna ile Kanada arasındaki ticaretin düşük hacmi olarak kaldı. Ukrayna’nın 2021’de Kanada’ya ihracatı 2011’dekinden sadece 3 milyon dolar daha yüksekti ve toplam ticaret cirosu 400 milyon doların altındaydı.

Tarım “yardımı” ve hibeler

Kanada’nın Ukrayna’da ne tür bir tarım görmek istediğine dair durum, yardım projelerinin seçiminde anlaşılabilir. 2015 yılında Kanada Dış Ticaret Bakanı Ed Fast, 2014 darbesinin ardından Ukrayna’nın ekonomik serbestleşme reformları için 52 milyon Amerikan doları yardım yapılacağını açıkladı.

Bu projelerden biri Ukraynalı hububat yetiştiricilerine 13,5 milyon dolarlık yardımdı. Kanada, Ukrayna tarımının çeşitlendirilmesini desteklemek yerine Ukrayna’nın bir mısır, buğday ve ayçiçeği yağı ülke genelinde büyük monokültür tarımının daha da geliştirilmesini teşvik etmeyi tercih etti. Bu dizinin ikinci makalesinde de gördüğümüz üzere bu tür yoğun monokültür tarım, gıda güvensizliğini ve uzun vadede tarım arazilerinin bozulmasını daha da kötüleştiriyor.

Bu dizinin birinci bölümünde, “Ukrayna Arazi Şeffaflığı Projesi” tarafından yapılan ve arazi özelleştirmesinin daha yüksek bir GSYİH büyüme oranını beraberinde getirdiği ve arazi piyasasına daha fazla kısıtlama getirilmesinin (yabancıların erişiminin kısıtlanması dahil) büyüme oranını düşürdüğünü iddia eden bir çalışmayı ele almıştık. İlginçtir ki bu STK Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası (DB) tarafından finanse ediliyor ve DB’de çalışan bir iktisatçı olan Klaus Deininger tarafından yönetiliyor. Dünya Bankası Grubunun kurucu üyesi olan Kanada, en büyük 11. hissedar konumunda ve 25 üyeli İcra Direktörleri Kurulu’nda diğer batılı ülkelerle birlikte daimî bir koltuğa sahip. Kanada, DB bütçelerinin yönünü belirlemede büyük bir güce ve etkiye sahip; esasında, yoksul ülkelere kredi ve hibeler için DB’nin imtiyazlı bütçesine en fazla bağış yapan altıncı ülke.

Oakland Enstitüsü adlı düşünce kuruluşu tarafından yakın zamanda yapılan bir çalışma, bu finans kuruluşlarının (ve Avrupa Birliği’nin) Ukrayna’da tarım özelleştirmesinin hızlandırılmasındaki rolüne ışık tuttu. Yevromaydan’dan önce bile Dünya Bankası 2013 yılında devlet arazilerinin özelleştirilmesi ve Ukrayna’da tarım arazilerinin çoğunluğunu oluşturan şahıslara ait arazilerin özelleştirilmesi için 89 milyon dolarlık bir kredi sağlamıştı. IMF, 2015’te 17,5 milyar dolar ve 2018’de 3,9 milyar dolar kredi verdi ve her ikisi de arazi özelleştirmesine bağlıydı. IMF, 2017 yılında tekrar toprak reformu çağrısında bulunduktan sonra Ukrayna bakanlıkları ve Dünya Bankası ile birlikte toprak özelleştirmesini organize etmek üzere bir çalışma grubu kurdu.

Ukrayna’da arazilerin özelleştirilmesi konusunda Dünya Bankası da önemli bir rol oynadı. Dünya Bankası, 2019 yılında tarım piyasasının serbestleştirilmesi için 200 milyon dolarlık bir kredi vereceğini açıkladı. Banka, 2020 ve 2021 yıllarında Ukrayna için “tarım arazileri için şeffaf bir piyasa oluşturulması” ve diğer neo-liberal özelleştirme reformları amacıyla toplam 700 milyon Amerikan doları tutarında iki krediyi onayladı. Zelenskiy’in 2020’de arazi alım satımına ilişkin moratoryumu kaldırmasının nedeni, IMF’nin bunu 5 milyar dolarlık kredi için şart koşmasıydı.

Tarımsal kapasitenin felce uğratılması: Batı’nın Ukrayna’ya sözde ‘yardımı’

Bu dizinin ikinci yazısında, büyük tarım holdinglerine Ukrayna hükümeti tarafından nasıl büyük teşvikler verildiğini incelemiştik. Kanada destekli bu finans kuruluşları Ukrayna’da tarımın özelleştirilmesi için agresif bir şekilde zorlamakla kalmadı, aynı zamanda tarımsal yardımları, Ukrayna’nın toplam tarım arazilerinin yalnızca yüzde 12’sini ekmelerine rağmen, Ukrayna’nın azalan gıda arzının yüzde 50’sinden fazlasını üreten küçük ve orta ölçekli çiftçiler yerine sistematik olarak büyük tarım holdinglerine yönlendirdi.

Oakland Enstitüsü’nün bulgularına göre, Dünya Bankası 2004 yılından bu yana Ukrayna’nın en büyük tarım holdinglerine 1 milyar dolar kredi sağladı. DB’nin kredi politikası, küçük çiftçilerin (şu ana kadar sadece 2 bin tanesi) bu fonlara ancak gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmaları halinde erişebilmelerini öngörüyor. DB, küçük çiftçilere kredi vermek için özel bir fon oluşturdu ama bu fon sadece 5 milyon Amerikan doları içeriyor.

Oakland’ın araştırması aynı zamanda Batı’nın Ukrayna tarım ticareti üzerindeki kontrolünü borç kozu aracılığıyla nasıl kullandığını da kapsamlı bir şekilde belgeliyor. Örneğin Ukrayna’nın en büyük tarım işletmelerinden biri ve kontrol edilen arazi yüzölçümüne göre dünyanın sekizinci en büyüğü olan UkrLandFarming’in 2020 yılına kadar Kanada’nın İthalat-İhracat Ajansı da dahil olmak üzere Batılı alacaklılara 1,25 milyar Amerikan doları borcu tahakkuk etti. Bu, alacaklılar tarafından 2016-17 yıllarında 500 milyon Amerikan doları tutarında Eurobond’un yeniden yapılandırılması 6 bin çalışanın işten çıkarılmasına neden oldu.

Kısacası Batı’nın Ukrayna’ya verdiği tarım yardımının her zaman açık — ve sürekli başarılı olan — bir amacı var: Ukrayna’nın tarım piyasasını serbestleştirmek. Bu “yardım”, Ukrayna tarımının bu dizinin ikinci bölümünde gördüğümüz üzere çıkarları Ukraynalıların çoğunun çıkarlarıyla net bir şekilde çelişen büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesini sürekli olarak tahkim ediyor.

Liberalleşme yanlısı “Ukraynalı seslere” yapılan sponsorluk

ABD Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı ve Ukrayna’da 2014 yılında gerçekleşen rejim değişikliğinin başat aktörlerinden biri olan Victoria Nuland, 2014 yılında ABD’nin son 30 yılda Ukrayna’da “demokrasiyi teşvik etmek” için 5 milyar dolar harcadığını söyleyerek övünmüştü. Ukrayna, 2021 yılında USAID fonlarının ulaştığı ülkeler arasında Avrupa’da bir numaraydı (sadece o yıl 300 milyon dolar). Kanada, 2014-2021 yılları arasında Ukrayna’ya yardım için 890 milyon Kanada doları harcadı. Bu yardımın 250 milyon dolardan fazlası kalkınma yardımı, 100 milyon dolardan fazlası Ukrayna ordusu ve polisine yönelikti ve 890 milyon doların geri kalanı da insani yardımdı.

“İnsani” yardım, Batı’nın Ukrayna üzerindeki nüfuzunun önemli bir vektörü oldu. Batı, Ukrayna’da güya “sivil toplum inşa etmek” için muazzam miktarda para harcadı. Bunun daha doğru bir tanımı, Batı’nın Ukraynalı kentli entelektüel sınıfın önemli bir bölümünü satın aldığı ve hatta yarattığı olabilir.

Örneğin Kanada 2014 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da araştırmacı gazeteciliğin güçlendirilmesi” için 2,2 milyon Kanada doları ve 2015 ve 2017 yılları arasında “Ukrayna’da Demokratik Partilerin ve Sivil Toplum Örgütlerinin Güçlendirilmesi” için 2,9 milyon Kanada doları harcadı. Kanada ayrıca 2016 ve 2018 yılları arasında “Ukrayna’da reform ve sosyal uyum diyaloğuna” 500 bin Kanada doları harcadı. Program Doğu Ukrayna’ya odaklanmış ve “Ukrayna’nın merkezi hükümeti ile bölgesel paydaşlar arasındaki diyalog çabaları” yoluyla “sosyal gerilimleri azaltmayı” ve “sosyal uyumu artırmayı” amaçlamıştı. Ağırlıklı olarak sanayileşmiş Doğu Ukrayna’nın AB ortaklık anlaşmasının temsil ettiği yıkıcı ekonomik serbestleşmeye her zaman çoğunlukla karşı olduğu göz önüne alındığında, bu tür bir “yardımın” lazım görülmesi şaşırtıcı değil.

Batı tarafından dikey yönlü hareket kabiliyeti verilen ve Ukrayna’nın görece ayrıcalıklı bir azınlığı olan “sivil toplum”, sponsorlarının amaçlarını savunuyor. Sözüm ona siyasi bilince sahip Ukraynalıların bu sesi, Batı’da işitilen tek ses zira Batı tarafından yaratıldı. Araştırmacı gazetecilikleri, özelleştirme ve ekonomik serbestleşmenin yarattığı sosyal sorunlardan ziyade şahısların yolsuzluk skandallarına odaklanıyor.

Batı tarafından öne çıkarılan “Ukraynalı sesler”, “Ukrayna’nın toprak reformuna”, yani arazi özelleştirmesine ihtiyacı olduğunu vurgulama fırsatını asla kaçırmıyor. Batı tarafından finanse edilen bu “Ukraynalı sesler”, Ukraynalıların çoğunluğunun bu reforma karşı olduğunu kabul etmekle beraber bunun fırsatçı politikacılar tarafından yapılan “zayıf gerekçeli ancak duygu yüklü argümanların” sonucu olduğunu savunuyor. Ukrayna’nın en etkili gazetesi olan Ukrainska Pravda, USAID ve — o da arazi özelleştirmesinin hızlandırılmasını teşvik etme fırsatını asla kaçırmayan — Açık Toplum Vakfı gibi diğer Batılı liberal yapılar tarafından finanse ediliyor.

Bu neo-liberal reformları eleştiren Ukraynalı politikacılar bunu “kendi devletimiz aleyhine çalışan, Batı parasıyla kontrol edilen bir yabancı gazeteci ordusunun” sesi olarak tanımladılar. Ekonomik serbestleşme ve NATO militarizasyonu peşindeki bu Batılı casuslar ordusu, Mustafa Nayyem gibi Batı tarafından finanse edilen gazetecilerin AB ile serbest ticaret anlaşması lehine başlattığı söz konusu “devrimle”, 2013-14 Maydan darbesiyle gerçek niyetlerini ortaya koydu.

Batı, sadık bir siyasi sınıf yaratmanın yanı sıra Ukrayna’nın seçim altyapısına “yatırım yapmayı” da kıymetli buldu. Kanada 2018-19 döneminde “seçim şeffaflığı desteği” için 24 milyon Kanada doları harcadı. Kanada, 2014 ve 18 yılları arasında Ukrayna’daki seçim aktörlerinin kapasitesinin artırılması için 5,4 milyon Kanada doları daha harcadı ve bu kapsamda 60 bin Ukraynalı seçim komiserinin eğitilmesine sponsor oldu.

Viktor Yanukoviç’in Viktor Yuşçenko karşısında zafer kazandığı 2004 seçimlerine şaibe karıştıranlar USAID ve Açık Toplum Vakfı tarafından finanse edilen “seçim gözlemcisi” anketçiler ve STK’lardı. Batı destekli bu “seçim şeffaflığı desteği” ve Batılı hükümetlerin yoğun baskısı sonucunda “turuncu devrim” olarak nitelendirilen süreç yaşandı, anayasaya aykırı bir şekilde tekrarlanan seçimler, geniş kapsamlı neo-liberal iktisadi reformları hayata geçiren Batı taraftarı Viktor Yuşçenko’nun zaferiyle sonuçlandı. Yanukoviç’in seçimleri manipüle ettiği iddiaları hiçbir zaman kanıtlarla desteklenmedi ve Yuşçenko’nun uzun yıllar iktidarda kalmasına ve bu yöndeki teşebbüslerine rağmen esasında, daha önce “seçim hilesi” yapmakla suçlanan organizatörlerden hiçbiri suçlanmadı. Gazeteciler, 2004’teki rejim değişikliğinde Kanada’nın kilit rolü olduğunu vurguladılar.

Ekonomik yardıma gelince, Kanada hükümetinin Ukrayna’ya destek konusundaki resmi tutumu oldukça net: “Kanada özel sektör öncülüğünde kapsayıcı büyümeyi teşvik eder; özellikle tarım alanında yatırım ve istihdam yaratılmasını destekler”. Ayrıca Kanada’nın, Ukrayna’da kırsal kesimdeki kadınlara, ülke içinde yerinden edilmiş kişilere, engellilere ve diğer hassas gruplara yardım etmeyi amaçlayan 25 milyon dolarlık yardım programını da vurgulamakta fayda var.

Kanada’nın eski Ukrayna Büyükelçisi Roman Waschuk’un 2020’de “Batı’nın Ukrayna’da neyi yanlış yaptığını” anlatırken kastettiği tam da buydu. Waschuk, arazi özelleştirilmesi gibi nüfusun çoğunluğuna zarar veren zorunlu ekonomik serbestleşmenin Batı tarafından azınlık gruplara yönelik yardım programlarıyla örtbas edildiğini ve bunun da Batı reformlarının Ukraynalıların çoğu tarafından sevilmemesine yol açtığını savunuyordu. Waschuk bunun “hatalı” bir strateji olduğunu düşünse de bu yaklaşım Batı’nın çıkarlarının zarar gördüğü anlamına geliyor.

Dolayısıyla Kanada’nın Ukrayna’ya yaptığı “yardımının” iki işlevinden söz edebiliriz. Birincisi, azınlıklara yardım gibi çeşitli hayırsever yardım programları; ancak birincil işlev, dikkati Ukrayna’da Batı tarafından zorlanan yıkıcı iktisadi reformlardan başka yöne çekmek. İkincisi ise Kanada’nın iktisadi çıkarlarını doğrudan koruyan projelerin finanse edilmesi. ProZorro programı ve yargı reformu bu projelere örnek olarak verilebilir.

ProZorro

ProZorro, George Soros’un Uluslararası Şeffaflık Örgütü tarafından 2014 yılından sonra oluşturulan devlet alımlarına yönelik bir program. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün görevi sözüm ona yolsuzlukla mücadele olsa da bütçesinin yüzde 60’ı Kanada Dışişleri, Ticaret ve Kalkınma Bakanlığı da dahil olmak üzere devlet kurumlarından geliyor. Kanada’nın Ukrayna’da kendi iktisadi çıkarlarına uygun reformların gerçekleştirilmesindeki hain rolüne ilişkin bugüne kadar öğrendiklerimiz göz önüne alındığında ProZorro ve amaçları şimdiden dikkatleri üzerine çekmeli.

ProZorro ile genelde Batı’nın Ukrayna’daki en büyük reform “başarılarından” biri olarak övünülür. AB’nin Ukrayna Temsilcisi Matti Maasikas, bu reformu Ukrayna’nın en güçlü reformlarından biri olarak nitelendirmiş ve bunun tüm dünya ülkelerine ilham vermesi gerektiğini söylemişti. Kanada’nın Ukrayna’daki eski Büyükelçisi Roman Waschuk da benzer övgülerde bulunmuştu: “ProZorro, bu platformun Ukrayna’daki kamu ihalelerine getirdiği şeffaflıkla uluslararası alanda tanınan, dünyayı yenen bir değişim olarak öne çıkıyor”. 2019 Toronto Ukrayna Reform Konferansı’nda “hesap verebilirliği ve şeffaflığı teşvik etmek için sivil toplum ve özel sektörle ortaklık kurmak”, “Kanada ve uluslararası toplumun Ukrayna ile çalışmadaki” en önemli önceliklerinden biri olarak vurgulanmıştı.

Peki ProZorro için bu kadar övgü neden? Her şeyden önce, internet sitesinin de açıkladığı üzere programın amacı kamu varlıklarını özelleştirmek: “Herhangi bir işletmenin devlet, belediye ve büyük şirketlerin mülkiyetinin fiyatlandırılması ve devri konusunda net bir sürece sahip olmasını sağlıyor”. ProZorro yabancılara karşı da nazik. İktisadi Kalkınma ve Ticaret Bakan Yardımcısı Maksim Nefyodov, ProZorro’nun “Kanadalı şirketlerin burada iş yapmasına ve gelişmesine yardımcı olmak için Ukrayna’da halihazırda mevcut olan pek çok hizmetten” biri olmasıyla övünmüştü.

AB’nin ProZorro’nun özelleştirme hedeflerini övmesi, devlet alımlarında yerli üretimin tercih edilmesini öngören Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısına karşı mazide verdikleri (başarılı) mücadele göz önüne alındığında şaşırtıcı değil. Bu tasarı, devlet alımlarının yerelleştirilmesine izin vermeyen ProZorro ile çatışıyordu. Dönemin Ukrayna İktisadi Kalkınma Bakanı İgor Petraşko bu nedenle ProZorro’yu eleştirmişti. Ancak sonuçta AB, ABD ve Uluslararası Şeffaflık Örgütü gibi STK’ların çıkarları doğrultusunda Ukrayna’nın 3739 sayılı yasa tasarısı sulandırılarak sadece Batılı olmayan üreticilere uygulanacak hale getirildi. Ayrıca Dünya Bankası, ProZorro’yu “yolsuzluğa bulaşmamış” devlet alım sistemleri için bir vitrin programı haline getirdi ki bu da DB’nin küresel Güney ülkelerindeki neo-liberal ajandasıyla mükemmel bir uyum içinde.

Son olarak ProZorro, tarım arazilerinin açık artırmayla satılmasında da kullanılıyor. Bu arazi iflas etmiş bankaların teminatı olduğundan Ukrayna’nın arazi alım satımına getirdiği kısıtlamalardan etkilenmeden büyük miktarlarda satılabiliyor. ProZorro, bu arazileri açık artırmaya çıkarırken kendine özgü bir mekanizma kullanıyor. Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, bu mekanizmayı analiz etmek için ayrıntılı birkaç makale kaleme almıştı.

Gubriyenko, ProZorro üzerinden birinci sınıf arazilerin normal fiyatın çok altında satıldığını tespit etti. Bağımsız bir denetçi tarafından 3,9 milyon Ukrayna grivnası değerinde olduğu tahmin edilen bir arazi parçası 2021 yılında sadece 602 bin grivnaya satıldı. Gubriyenko, ProZorro üzerinden yapılan binlerce arazi satışını analiz ettikten sonra, bu tür pek çok haddinden fazla indirim vakası keşfetti. Örneğin ProZorro’nun 2021 yılında iflas eden BTB bankasının arsa teminatını sattığı 21 arsa satışını inceledikten sonra, satılan tüm arsaların tahmini toplam fiyatı 17,5 milyon grivna iken, ProZorro’nun satış fiyatını toplamda yalnızca 1,9 milyon grivnaya düşürdüğünü tespit etti. Her bir arsanın ortalama tahmini fiyatı 1 milyon grivnanın üzerindeyken gerçek satış fiyatı sadece 80 bin ila 100 bin grivna (yaklaşık 3 ila 4 bin Amerikan doları) oldu.

Bu inanılmaz indirimlerin nedenlerinden biri, ProZorro’nun alışılmadık türden bir açık artırma sistemi kullanması. Arazi satışı için genellikle “Hollanda müzayedesi” ile çalışıyor. İnternet sitesinin açıkladığı üzere bu şu anlama geliyor: “Tüm açık artırma boyunca lotun başlangıç fiyatı otomatik modda belirli aralıklarla kademeli olarak yüzde 100’den yüzde 20’ye düşürülür. Bu indirim, aktörlerden biri ‘sinirlenip’ ‘satın al’ düğmesine basana kadar devam eder. Bu teklif verme biçimi ProZorro’nun satış sisteminde, lotun minimum piyasa fiyatını belirlemenin zor olduğu durumlarda standart ‘İngiliz’ açık artırma sistemi yerine kullanılır. Hollanda müzayedesine devam etme kararı, organizatör iki kez İngilizce müzayede ilan etmiş ancak hiçbir katılımcı buna katılmamışsa verilir. Bu durumda Hollanda müzayedesi ilan edilir ve minimum başlangıç fiyatı katılımcıların kendileri tarafından belirlenir.”

Gubriyenko, bu gerekçenin Hollanda’daki arazi satış ihalelerini haklı göstermek için kullanılmasını kınıyor. Gubriyenko’nun yaptığı araştırmada bulduğu muazzam arazi indirimleri, başkent Kiev’e yakın birinci sınıf tarım arazileri içindi. Bunlar hiçbir şekilde piyasa değerinin belirlenmesi zor olan “zor varlıklar” değil, yani bunların satışında Hollanda ihalelerinin kullanılması için bir neden yok.

Gubriyenko’nun araştırması, belki de daha skandal bir biçimde bu dramatik indirimli arazi anlaşmalarının birçoğunun Soros’un iş ağına bağlı şirketlere ve diğer Batılı kapitalistlere gittiğini ortaya koyuyor. ProZorro’nun Ukrayna hükümeti tarafından ne ölçüde kontrol edilmediği düşünüldüğünde bu şaşırtıcı değil.

Arazinin yanı sıra ProZorro, iflas etmiş bankaların arazi teminatlarının son derece önemli satışları için de kullanıldı. Fakat herhangi bir devlet için bu tür varlıklar üzerinde doğrudan kontrol sağlamanın önemine rağmen ProZorro programı, 2017’den 2019 ortasına kadar resmi olarak Uluslararası Şeffaflık Örgütü Ukrayna’nın kontrolünde kaldı. Ukrayna hükümetinin bir devlet şirketi olan Prodajıy’ı “ProZorro”nun yöneticisi yaparak bu sürecin kontrolünü resmen ele alması bir buçuk yıl sürdü. ProZorro, internet sitesinde Uluslararası Şeffaflık Örgütü, Ukrayna hükümetinin yanı sıra şirketin ana ortağı olarak görünmeye devam ediyor.

ProZorro bir “başarı” vitrini, eğer bu başarı Ukrayna varlıklarının Batılı iş gruplarına son derece bir şekilde indirimli satılması olarak nitelendirilirse.

Batı destekli yargı reformu

2021 yılında Kanada’nın Ukrayna Büyükelçisi Larisa Galadza, G7 ve NATO’nun hedefleriyle ilişkili olarak Ukrayna için üç önemli reform önceliği belirledi. Bunlardan ilki yargı reformu ya da AB dış politika temsilcisi Josep Borrell’in deyimiyle “yolsuzlukla mücadele ve yargı reformu” idi. Yargı reformu makroekonomik istikrar ve ordu reformundan bile daha önemli görülüyordu. Batı uzun zamandır bu “kurumlar arası geçişe” yatırım yapıyor. Mesela Kanada, 2011 yılında Ukraynalı yargıçların eğitimi için 12,5 milyon Kanada doları harcadı. 2012-2017 yılları arasında Ukraynalı yargıçları eğitmek için 7 milyon Kanada doları ve 2016-21 yılları arasında yargıçları eğiterek “Ukrayna’daki yargı reformunu desteklemek” için 12,4 milyon Kanada doları daha harcadı.

Kanada’nın eski Büyükelçisi Roman Waschuk, 2020 yılında verdiği “Batı Ukrayna’da neyi yanlış yaptı” başlıklı konferansta Batı’nın yargı reformlarının önemini şu şekilde tartışıyor:

“Yanukoviç dönemindeki hukuktan sorumlu komiser Andrey Portnov tarafından tasarlanan ve çalışan dört kademeli mahkeme sistemi üç kademeye indirildi; eski Yargıtay feshedildi (ve feshin anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle derhal temyize gitti); Avrupa Konseyi, bağımsız yargı ilkesine uygun olarak, hakimlerin kendilerinin ve hukuk camiasının yenilenmede ağırlıklı bir rol oynamasında ısrar etti; ABD/AB/Kanada destekli aşırı şeffaf bir seçim ve eğitim süreci yürütüldü; dünyada bir ilk olarak, sivil topluma her adayın dürüstlük konularında değerlendirilmesinde danışmanlık rolü verildi. Sonuç: yüzde 80’i düz yargıçlardan oluşan bir mahkeme, başında Batı destekli yargı reformunda uzun bir mazisi olan kadın Başyargıç Valentina Danişevska ve ilk iki yılında, oligark İgor Kolomoiskiy’in sahibi olduğu Privatbank’ın kamulaştırılması gibi tartışmalı davalar da dahil olmak üzere saygın bir mahkeme kararları sicili.”

Bu yargı reformu Batı için neden bu kadar önemliydi? Söz konusu reformlar sonucunda Yargıtay feshedildi ve iç hukuk sisteminin özerkliği elinden alınarak doğrudan Batı’nın ve Batı destekli “sivil toplumun” kontrolü altına sokuldu. Batı tarafından desteklenen sözüm ona “bağımsız uzmanların” kontrolü altındaki yargı sistemi, hükümetin aşırı liberal savaş dönemi emek serbestleştirmesine karşı hiçbir mücadele vermedi.

Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması’nın (NAFTA) ardından Meksika, Kanada ve ABD’deki işçiler gibi Ukrayna’daki işçiler de düşük ücretler, işsizlik ve iş güvencesinin olmaması nedeniyle sıkıntı çekiyor, öyle ki çoğu zaman AB’ye düşük ücretli göçmen işçi olarak çalışmaya gidiyorlar. Önceki iki makalemizde de gördüğümüz üzere Ukrayna’da tarımın serbestleştirilmesiyle sağlanan sözde “ilerleme”, yerel istihdamın sürekli düşüşte olması nedeniyle sorgulanabilir. 2021 yılında 660 bin kişi Ukrayna’yı kalıcı olarak terk ederek ülke için tarihi bir rekor kırdı. Polonya’nın Ukrayna Büyükelçisine göre, Haziran 2021’de Polonya’da 1,5 milyon Ukraynalı çalışıyordu. Büyükelçi bu sayının 2014 yılına kıyasla iki ila üç kat daha fazla olduğunu ve bu sayının sadece kayıtlı göçmenleri kapsadığını söyledi. Polonya Merkez Bankası, ülkenin 2014-19 yılları arasındaki GSYİH büyümesinin yüzde 11’inin Ukraynalı göçmen işçilerden kaynaklandığını tahmin ediyor. Ukraynalıların ücretleri Polonyalılardan çok daha düşük ve Avrupa’da çalışan Ukraynalılar bazen işverenlerin pasaportlarını çaldığı ve onları istismar ettiği köleci çalışma koşullarına bile maruz kalıyor.

Kimin çıkarları daha önemli, Ukrayna’nın mı Batı’nın mı?

Batı’nın Ukrayna’nın yargı sistemi üzerinde kontrol sağlama arzusu bu kadar öncelikli zira Ukraynalı yargıçların birçoğunun ülkenin çıkarlarına ilişkin kendi anlayışları var ve bu anlayışlar Batı’nınkinden keskin bir şekilde ayrılıyor.

Yargı sistemindeki bu mücadele, Ukrayna tarımını özelleştirme mücadelesinde özellikle belirgin oldu. 2020 yılının sonlarında Anayasa Mahkemesi, 48 Ukraynalı parlamenterin, Zelenskiy tarafından yürürlüğe konulan tarım arazilerinin özelleştirilmesinin anayasaya aykırı olup olmadığının soruşturulması için yaptığı başvuruyu kabul etti. Parlamenterler, Ukrayna anayasasında yer alan “Toprak, devletin özel ilgi alanına giren başlıca milli servettir” hükmüne atıfta bulundular. Anayasa Mahkemesi’nden bir temsilci verdiği bir söyleşide mahkemenin Zelenskiy’in arazileri özelleştirmesini anayasaya aykırı olarak tanıma kararı alabileceğini belirtti. Anayasa Mahkemesi ve tarım arazilerinin özelleştirilmesiyle ilgili olarak Zelenskiy’in tarım politikasından sorumlu bakanı Roman Leşçenko şunları söyledi:

“Anayasa Mahkemesi mesele değil. Eğer Anayasa Mahkemesi yasayı iptal ederse, size söz veriyorum ki Yüksek Rada yasayı tekrar oylayacaktır. Bunun nedeni sürecin geri döndürülemez olmasıdır. Arazi sahibi olma hakkı gerçekleşecektir. […] Elimizde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yükümlülükleri var; Zelençuk ve Tsyutsyura davalarındaki kararlar vs. Ukrayna davasında Avrupa kurumunun Ukrayna’dan 7 milyon yurttaşımızın arazi sahibi olma hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin uygulanmasını sağlamasını talep ettiği karar var.”

Ukrayna’daki kapitalist reformların “geri döndürülemez” olduğu mantığının çarpıcı bir kristalizasyonu. Ukrayna Anayasa Mahkemesi ne derse desin, Avrupa’nın mülkiyet hakkı konusunda söylediği daha önemli.

Anayasa Mahkemesi’nin Batı’nın (genelde Ukrayna devletinin ekonomik müdahalesini engellemek ve neo-liberalizmi sürdürmek için kullanılan) “yolsuzlukla mücadele reformlarının” Ukrayna anayasasına aykırı olup olmadığını soruşturmaya başladığı 2020 sonundaki bir başka adli krizde Zelenskiy, parlamentodan kendisine tüm Anayasa Mahkemesi yargıçlarını kovma hakkı verilmesini resmen talep etti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Anayasa Mahkemesi, bunu anayasa aleyhinde bir darbe girişimi olarak nitelendirdi. Zelenskiy’in planı o dönemde işe yaramamış olsa da 2022 yılı boyunca savaş dönemi kisvesi altında “sorunlu” Anayasa Mahkemesi yargıçlarının çoğu görevlerinden ayrıldı ya da kaçtı ve Mayıs 2022’de Zelenskiy’in eski düşmanı Aleksandr Tupitskiy’in (Anayasa Mahkemesi başkanı) tutuklandığı duyuruldu.

2022 yılının sonlarında Zelenskiy, Batı’nın uzun zamandır talep ettiği bir reform olan “Avrupa’ya Entegrasyon Yasası”nı imzaladı. Bu yasa, Anayasa Mahkemesi yargıçlarının seçim yöntemlerini değiştiriyor. Yasanın yürürlüğe girmesinden bu yana, seçim altı hukuk uzmanından oluşan bir komisyon tarafından belirleniyor: bunlardan üçü “bağımsız uzmanlar” (yani yerli Batı uşakları), geri kalanlar ise hükümet, parlamento ve diğer yargıçlar tarafından seçiliyor. Ukrayna Anayasa Mahkemesi artık Batı’nın çıkarlarına engel teşkil etmese de Batı yanlısı gazeteler Zelenskiy’e hala çok fazla güç verdiği için yasadan yine de memnun değil. Kuşkusuz yargı sisteminin tamamen “bağımsız uzmanların” kontrolü altında olmasını tercih ederler.

2020’deki Anayasa Mahkemesi krizi sırasında Uluslararası Şeffaflık Örgütü, mahkemenin “reformları ve Ukrayna’nın Avrupa ile bütünleşme sürecini nasıl yok ettiğinden” yakınmıştı. Yabancı bir STK için sıra dışı ama epey bilindik bir adımla, Batı reformlarına engel olan Anayasa Mahkemesi yargıçlarını istifaya çağırdı. Makale dikkat çekici bir soru sorarak devam ediyor: “Ülkeyi Anayasa Mahkemesi’nin kendi eylemlerinden nasıl koruyabiliriz? Mahkeme, anayasa tarafından korunuyor, dolayısıyla çalışma biçimin değiştirmenin kolay bir yolu yok.”

Tıpkı Toronto’da düzenlenen 2019 Ukrayna Reform Konferansı’nda neo-liberal reformların “geri döndürülemez” olarak nitelendirilmesi gibi bu makale de “Ukrayna için Rusya yanlısı, hatta tarafsız bir güzergâh seçilmesinin sonucu Ukraynalılar için kaos olacaktır. Son altı yılda buna karşı yapılan reformlar çok zor kazanıldı.”

Açıkçası, neo-liberal reformların geri döndürülemezliği, Rusya ile askeri yumuşamayı takip edecek ve iç iktisadi kalkınmaya odaklanacak daha sosyal demokrat bir hükümetin gelme ihtimalini dışlıyor.

Dünya Basını

Savunma sanayiinde ‘Amerikan malı’ baskısı geri tepiyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız makale, Amerikan dış politikasının savunma sanayii çıkarlarıyla kurduğu karmaşık ve çoğu zaman çelişkili ilişkiye dair kritik bir analiz sunuyor. Defense One gibi, ABD ulusal güvenlik aygıtına yakın ve savunma bürokrasisiyle iç içe geçmiş bir platformda yayımlanmış olması, yazının içeriğini yalnızca aktardıklarıyla değil, aynı zamanda aktarmadıklarıyla da düşünmeyi gerektiriyor. Makale, “Avrupa’nın savunmada özerkliği” söylemini benimserken, bunu Amerikan silah satışlarına zarar vermeyecek biçimde yeniden çerçeveleyerek hem stratejik otonomi fikrini daraltıyor hem de emperyal savunma piyasasının sınırlarını tartışmadan kabul ediyor.

Bu yönüyle metin, ABD’nin küresel hegemonyasını koruma refleksleri ile müttefikler arası çıkar çatışmalarının güncel bir tezahürünü yansıtsa da bu çelişkilerin yapısal kökenlerine inmeden, çözümü daha “akıllı” bir Amerikan yönetişiminde arıyor.


“Amerikan satın al” baskısı geri tepiyor

Emma Ashford
Defense One
6 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Hiç şüphe yok ki ABD Başkanı Donald Trump, ABD savunma sanayisinin büyük bir hayranı. “Dünyanın en iyi füzelerine sahibiz” demişti yakın zamanda gazetecilere verdiği demeçte, “Dünyanın en iyi denizaltıları bizde. En iyi tanklar, en güçlü silahlar da.” Hatta 79. doğum gününde Washington’da Amerikan silahlarını sergilemek için bir askerî geçit töreni düzenlemeyi bile planlıyor.

Ancak Trump’ın Amerikan silahlarına ve dışarı silah satışına olan bu tutkusu, bazı diğer politika hedeflerini giderek daha fazla riske atıyor.

Trump yönetimi, Avrupa’da birbiriyle çelişen iki politika izliyor: Bir yandan Avrupa devletlerinin savunma harcamalarının artırmasını ve kendi güvenliklerine daha fazla yatırım yapmasını isterken, diğer yandan bu kaynakların ABD menşeli silahlara harcanmasında ısrar ediyor. Bu ikili tutum, Avrupa siyasi elitlerinin tepkisini çekiyor ve kıtanın savunma alanında özerkleşme sürecini yavaşlatma, hatta raydan çıkarma riski taşıyor. Oysa uzun vadede, kendi savunmasını yapabilen güçlü bir Avrupa, savunma sanayi kârlarından feragat edilse bile ABD için önemli bir kazanım olabilir.

Trump yönetimi, Avrupa’nın savunma kapasitesinin artırılmasını istediğini açıkça ifade etti. Savunma Bakanı Pete Hegseth’in bu yılın başlarında NATO müttefiklerine hatırlattığı gibi, “Avrupa’nın güvenliğini sağlamak, öncelikle Avrupalı üyelerin sorumluluğu olmalı”. Bu söylem, Ukrayna’ya verilen askeri desteğin geçici olarak azaltılması ve Avrupa ülkelerinin savunmaya GSYİH’nın yüzde 5’ine varan oranlarda kaynak ayırması yönündeki baskılarla da destekleniyor.

Ve nihayet Avrupa, ABD’nin “yük paylaşımı” konusundaki söylemlerini ilk kez ciddiye alıyor gibi duruyor. Almanya’daki yeni hükümet nisan ayında, “borç freni”ni gevşeterek savunma harcamalarını artırmayı kabul etti; bu, birkaç yıl öncesine kadar düşünülemez bir adımdı. 23 NATO üyesi artık savunmaya GSYİH’larının yüzde 2’sini ayırıyor. Avrupa Komisyonu ise ortak savunma alımlarını koordine etmek için “Avrupa’yı Yeniden Silahlandır” (ReArm Europe) girişimini başlattı.

Ancak Trump yönetimi, bu süreçte müttefiklerini hem kendileri hem de Ukrayna için ABD yapımı silahlar satın almaya zorlamaya devam etti. Dışişleri Bakanı Marco Rubio, Avrupalı yetkililerle yaptığı bir toplantıda, ABD savunma şirketlerinin Avrupa yatırımlarından dışlanmasının “Washington’da olumsuz karşılanacağını” söyleyerek AB’nin ReArm projesine açık bir uyarı yapmış oldu.

Bu, ABD’nin Avrupa’ya yönelik uzun süredir devam ettirdiği bir politika. 2019 yılında ilk Trump yönetimi, AB’nin ortak savunma sanayi girişimi PESCO kapsamında yabancı silahlara getirilecek kısıtlamalara karşı çıkmış, hatta Avrupalı silah üreticilerine misilleme yapmakla tehdit etmişti.

Bu tutum, Trump’ın küresel politikalarıyla da uyumlu. Nitekim gümrük savaşlarından Körfez ülkelerine yapılan ziyaretlere kadar pek çok hamle, ABD şirketlerinin yurtdışı silah satışlarını artırma odaklıydı. Trump’ın ilk döneminde, Beyaz Saray yeni silah satış anlaşmalarını büyük başarılar olarak lanse etmiş; Dışişleri Bakanlığı’nı ABD müttefiklerine “Amerikan satın almaya” zorlamayı teşvik etmişti.

Ne var ki bugün, Avrupa’yı “Amerikan satın al” baskısı altında tutmak sorun yaratıyor. Bu tür bir dayatma, Avrupa ülkeleri arasında Amerikan ürünlerini satın almaları mı yoksa Avrupa içinde yatırım yapmaları mı gerektiği konusunda bölünmelere yol açarak ortak bir konsensüs oluşturmayı zorlaştırıyor. Örneğin, Almanya’nın F-35 alım kararı, Fransız yetkilileri öfkelendirdi; zira bu kararın Avrupa’nın ortak savaş uçağı projesi FCAS’ı (Geleceğin Muharebe Hava Sistemi – Future Combat Air System) baltalayacağı düşünülüyor.

Fransızlar kısmen haklı: Avrupalıları sadece Amerikan silahları satın almaya yönlendirmek, kıtanın savunma sanayi tabanını zayıflatabilir ve Trump yönetiminin desteklediğini söylediği “özerk Avrupa savunması” hedefini baltalayabilir. Belki daha da önemlisi, savunma harcamalarını artırma gibi siyasi açıdan popüler olmayan kararlar, kamuoyuna “yerli yatırım” olarak satılamazsa, Avrupa liderleri bu adımları hiç atamayabilir.

Yine de bazı durumlarda ABD silahlarını satın almak mantıklı olabilir. Avrupa savunma şirketleri hızla büyüse de (sadece 2023 yılında yüzde 17’lik bir artışla) hâlâ üretemedikleri veya seri üretime geçiremedikleri sistemler var. Ve şayet Avrupa ülkeleri önümüzdeki yıllarda sahiden GSYİH’nın yüzde 5’ini savunmaya ayırırlarsa, kıtanın savunma sanayisi bu talebi kısa sürede karşılayamayacaktır.

Bu nedenle, ABD’nin Avrupa’ya silah satışlarının önümüzdeki yıllarda da devam edeceğine pek şüphe yok. Ne var ki ABD’nin kendi savunma sanayii bile ordu ve müttefiklerinin ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanıyor. Güçlü bir Avrupa savunma endüstrisi, transatlantik savunma ekosistemini entegre ederek ortak güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada stratejik bir avantaj sağlayabilir.

Karar vericiler, “şimdi ne alınmalı” (hava savunma sistemleri gibi acil ihtiyaçlar) ve “uzun vadede neye yatırım yapılmalı” (füze teknolojileri gibi) soruları dikkatle değerlendirmeli. Bu, ABD liderlerinin kısa vadeli silah satış kazançlarını değil, uzun vadeli stratejik çıkarları gözetmesini gerektiriyor.

Trump yönetimi, NATO müttefiklerini savunma harcamalarını artırmaya ikna etmede büyük adımlar attı. NATO’nun kurulduğu günden bu yana neredeyse her yönetimi hayal kırıklığına uğratan bir mücadelede en azından bir miktar zafer elde edildiğini iddia edebilirler.

Ancak bu kazanımın sürdürülebilmesi için silah satışları konusunda daha dengeli bir yaklaşım benimsenmeli: ABD, kritik satışları desteklerken Avrupalı müttefiklerine her koşulda “Amerikan satın al” demekten vazgeçmeli. Uzun vadede bu hem Amerika hem de Avrupa’nın yararına olacaktır.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

İran’la savaş kapıda mı?

Yayınlanma

Editörün notu: ABD Başkanı Trump’ın İran’a verdiği ültimatomun süresi dolarken, Tahran’ın sessizliği Washington’u köşeye sıkıştırdı. Trump, müzakereleri zorla kabul ettirmek için savaş söylemini bir taktik olarak kullanıyor, ancak ABD’nin bölgedeki askeri hazırlıklarının sınırlı olması bu tehditlerin ciddiyetini sorgulatıyor. Orta Doğu’da 35 yılı aşkın deneyime sahip savaş muhabiri Elijah J. Magnier, bu durumun gerçekten bir savaşa mı işaret ettiğini, yoksa ABD’nin Umman’da yapılacak görüşmeler öncesi müzakere gücünü artırma hamlesi mi olduğunu tartışıyor.


İran’la savaş kapıda mı?

Elijah J. Magnier
13 Haziran 2025

ABD Başkanı Donald Trump’ın İran’a nükleer anlaşmayla ilgili şartlarını kabul etmesi ve nihai yanıtını vermesi için tanıdığı iki aylık ültimatom bugün doluyor.

Tahran’dan herhangi bir yanıt gelmemesi, Trump’ı köşeye sıkıştırmış durumda. Trump, ilk başkanlık döneminde, 2018’de, İran’ı yeniden müzakere masasına oturtabileceği düşüncesiyle nükleer anlaşmadan çekilmişti.

Ancak İran’ın masaya oturmayı reddetmesi üzerine bir yıldan fazla bir süre boşuna beklemişti. Şimdi ise ikinci dönemindeki aynı başkan, güç kullanarak müzakereleri dayatmak amacıyla Orta Doğu’da savaş tamtamları çalarak farklı bir zorlayıcı diplomasi yöntemi izliyor.

Trump, (kısa sürede teslim olan) Avrupa ile olan ticaret anlaşmazlıkları sırasında da benzer taktikler kullanmış; lehte şartlar üzerinde anlaştıktan sonra geri adım atmadan önce gerilimi tırmandırmıştı.

Fakat Çin’e karşı Trump, aynı şekilde karşılık vermeye hazır, kararlı bir rakiple karşı karşıya kalmıştı. Şimdi ise Trump, bir savaş iklimi yaratmanın İran’ı masaya getireceğine inanıyor gibi görünüyor.

Özellikle de Washington ve Tel Aviv’deki yetkililerin, İran’ın “zayıf” olduğu ve askeri güç kullanılacaksa bunun “ya şimdi ya da asla” yapılması gerektiği yönündeki —yanlış— görüşü paylaştığı bir dönemde.

Tahran’daki diplomatlar, her ne kadar hazırlıklar sürse de diplomasinin hâlâ bir alanı olduğunu ve savaşın kaçınılmaz olmadığını belirtiyor.

Şu ana kadar, kritik görevde olmayan personelin ailelerinin gönüllü olarak ayrılması talimatı dışında, ABD’nin Orta Doğu’daki askeri konuşlandırmalarında önemli bir değişiklik gözlemlenmedi.

Resmi tahliye emirleri, güçlerin kaydırılması, yeniden konuşlandırılması veya diğer maliyetli gerilim adımları atılmadı. Bu durum, ABD hükümetinin henüz savaşa tam anlamıyla hazırlanmadığının bir işareti olarak görülüyor.

Peki, İran’la bir savaş gerçekten kapıda mı, yoksa ABD sadece bu pazar Umman’ın başkenti Maskat’ta yapılacak bir sonraki müzakere turu öncesinde kendi müzakere pozisyonunu güçlendirmeye mi çalışıyor?

İsrail İran’ın nükleer ve balistik programına saldırdı: İran’dan misilleme

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Mevcut jeopolitik değişiklikleri anlamak: Sergey Karaganov ile mülakat

Yayınlanma

Yazar

Rus dış politika uzmanı Sergey Karaganov, liberal uluslararası düzenin Birinci Dünya Savaşı’ndan beri süregelen bir krizde olduğunu ve Batı’nın düşüşünün sömürgeciliğin sonu ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü gibi olaylarla hızlandığını belirtiyor. Karaganov, BM ve IMF gibi mevcut küresel kurumların yetersiz kaldığını, BRICS ve ŞİÖ gibi platformlarda paralel yapılar kurulması gerektiğini savunuyor. Rusya’nın Ukrayna’daki askeri müdahalesi ile “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfettiğini ve bu çoğunluğun askeri-stratejik çekirdeği olduğunu vurguluyor. Ayrıca, Rusya-Çin ittifakının Batı baskısına karşı koymada ve yeni bir dünya düzeni inşa etmede kilit rol oynadığını, ancak Büyük Avrasya konseptiyle Çin’in olası hegemonyasının dengeleneceğini ifade ediyor.


Sergey Karaganov ile mülakat

New South Institute

14 Mayıs 2025

Missing Voices, New South Institute’un (NSI) liberal uluslararası düzenin gelişmekte olan krizini ana akım tartışmalarda genellikle göz ardı edilen sesler aracılığıyla inceleyen bir girişimi. Yeni serinin bu ilk mülakatında Yelena Vidoyeviç, Batı’nın düşüşünün kökenlerini izlemek ve Batı sonrası, çok kutuplu dünyanın nasıl şekillendiğini keşfetmek üzere Sergey Karaganov ile bir araya geliyor.

Karaganov, Rusya’nın Dış ve Savunma Politikaları Konseyi’ne liderlik etme ve uluslararası danışma kurullarında görev alma konusundaki onlarca yıllık deneyimine dayanarak, liberal düzenin Birinci Dünya Savaşı kadar erken bir tarihte çatlamaya başladığını ve sömürgeciliğin sona ermesi, nükleer caydırıcılık ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle hızlandığını savunuyor. Birleşmiş Milletler (BM) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi mevcut kurumların neden günümüz gerçekleriyle artık uyuşmadığını tartışıyor, BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içinde paralel çerçeveler oluşturulmasını öneriyor ve Rusya’nın Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyonu’nun ardından Dünya Çoğunluğu’nu yeniden keşfetmesi üzerine düşünüyor.

Aşağıdaki söyleşinin tamamını okumaya davet ediyoruz. Bu, Missing Voices serisindeki birkaç diyalogdan sadece ilki; yakında Küresel Güney’den akademisyenler ve uygulayıcılarla daha fazla mülakat yayımlanacak.

Sergey Aleksandroviç Karaganov, Ulusal Araştırma Üniversitesi Ekonomi Yüksekokulu, Dünya Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler Fakültesi Fahri Profesörü; Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlığı Onursal Başkanı; Durum Analizi Programı Başkanı. Karaganov, Yevgeniy Primakov’un yakın bir çalışma arkadaşıydı ve hem Boris Yeltsin’e hem de Vladimir Putin’e Devlet Başkanlığı Danışmanlığı yaptı.

Liberal uluslararası düzenin krizde olduğu konusunda yaygın bir fikir birliği var. Ancak, bu krizin temel nedenleri veya Batı modelinin çöktüğünü gösteren erken uyarı işaretleri konusunda daha az fikir birliği bulunuyor. Bu erken göstergeler nelerdi ve mevcut türbülansa en çok hangi faktörler katkıda bulundu?

16. yüzyıla kadar dünyanın çok kutuplu olduğunu, ancak 16. ve 17. yüzyıllardan sonra Batı merkezli hâle geldiğini söyleyebiliriz. Batı’nın askeri üstünlüğü, o zamanlar Avrupa’nın kültürel ve siyasi sömürgeciliği ile ekonomik hakimiyet sisteminin temelini oluşturdu. Sömürgecilik çökmeye başladığında, yerini liberal küreselci sistem olarak da adlandırılan yeni sömürgeciliğe bıraktı. Ancak temeli sürekli çatırdadığı için yeni sömürgecilik de çökmeye devam etti.

Liberal uluslararası düzenin krizi, daha doğrusu Batı’nın krizi, yüz yıldan daha uzun süre önce, Batı’nın kendisine karşı korkunç bir dünya savaşı (Birinci Dünya Savaşı) başlatmasından sonra başladı. Bu, Batı toplumunun birçok normunu ve temelini sarstı. Oswald Spengler, bu durumu bazen Avrupa’nın Çöküşü olarak da adlandırılan Batı’nın Çöküşü adlı kitabında oldukça etkileyici bir şekilde anlatmıştı.

1920’lerin başlarında Sovyetler Birliği hâline gelen Rusya, Batı sisteminden koptu ve diğer şeylerin yanı sıra sömürgecilik karşıtı ve ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemeye başladı. Fakat bu dönem, Batı içindeki çelişkilerden büyük ölçüde kaynaklanan 1930’ların en derin krizi ve İkinci Dünya Savaşı ile aynı zamana denk gelmesine rağmen, henüz Batı ve liberal sistemlerin kriziyle ilişkilendirilmiyordu.

1950’lerde ve 60’larda, eylemlerinin sonuçlarının tam olarak farkında olmasa da kendi güvenliğinden endişe duyan Sovyetler Birliği’nin nükleer silahlar yaratması ve uluslararası sistemdeki 500 yıllık Batı hakimiyetinin temelini yıkmasıyla yeni bir aşama başladı. Bu temel, Avrupa’nın/Batı’nın askeri-teknik ve askeri-örgütsel üstünlüğüne dayanıyordu.

1960’larda Batı savaşları kaybetmeye başladı ve sömürgeciliğin tasfiyesi başladı. Batı artık iradesini zorla kabul ettiremiyordu. Kore Savaşı kaybedildi, Fransa’nın Vietnam’daki savaşı da öyle, bunu Amerika Birleşik Devletleri’nin Vietnam’daki yenilgisi ve petrol ambargosu izledi.

Batı’da ve özellikle Avrupa’da yapısal çelişkiler birikmeye başladı. Avrupa 1960’ların sonlarından itibaren durgunlaşıyordu ve 1970’lerde ve 80’lerde Batı’nın gerilemeye başladığı görülüyordu. Ancak daha sonra Sovyetler Birliği çöktü ve Batı’nın küresel hakimiyet sistemlerine rakip olma rolünü oynamayı bıraktı. Batı mesut oldu ve sorunlarını unuttu, özellikle de Rusya, Orta ve Doğu Avrupa ve tabii ki Çin’de kendisine açılan bir buçuk ila iki milyar düşük ücretli işçiden ve devasa pazarlardan güçlü bir destek aldığı için.

Ancak 2000’lerde, kabul edilebilir, egemen koşullarda Batı sistemine entegre olamayacağını anlayan Rusya, askeri gücünü yeniden tesis etmeye karar verdi ve bunu başardı. Liberal uluslararası düzen, belirli etik, öncelikle Protestan, Hristiyan değerler üzerine kurulmuş olan Batı kapitalizminin ahlaki yozlaşmasıyla aynı zamana denk gelen yeni bir krize sürüklendi. Sonsuz zenginleşmeye ve sürekli artan tüketime dayalı bir model hakim oldu ve böylece yaşamın dokusuna —Dünya gezegenine— zarar verdi.

Rusya bir ölçüde muhtemelen liberal düzen krizinin anahtarıydı, ancak ne Sovyet ne de Rus liderlerin gerçekte ne yaptıklarını tam olarak anladıklarından eminim. Ülkenin güvenliği için endişeleniyorlardı ve geleneksel Rus enternasyonalizmiyle hareket ederek, o zamanlar “Üçüncü Dünya” olarak adlandırılan sömürgecilik karşıtı hareketleri ve ülkeleri desteklediler. Tekrar söyleyeyim: Keskin bir kriz uzun zaman önce patlak verdi, en akut aşaması 1970’lerde/80’lerde başladı, ancak bu, Batı modelinin geçici zaferiyle kesintiye uğradı, ardından kriz hızlandı ve o zamandan beri ivme kazanıyor.

Gelişmekte olan “Batı sonrası” dünyanın tanımlayıcı özellikleri olarak neleri görüyorsunuz? Bu yeni dönemde güç dinamikleri, ekonomik yapılar ve jeopolitik ittifaklar nasıl değişecek? Ayrıca, mevcut küresel yönetişim kurumlarının geçerliliğini koruyacağına mı, yoksa değişen güç dengesini yansıtmak için reforme edilmeleri, hatta değiştirilmeleri mi gerektiğine inanıyorsunuz?

Sorunuzun iki cevabı var. Birincisi, mevcut küresel yönetişim kurumları çoğunlukla açıkça yetersiz. Bu öncelikle IMF, Dünya Bankası ve büyük ölçüde BM bağlantılı kurumlar için geçerli. Dolayısıyla bunları neyle ve nasıl değiştireceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Ancak bunları zamanından önce yok etmeye gerek yok, bu sadece kaosu artırır.

Şimdilik basit reçetem, ŞİÖ, BRICS ve Küresel Güney yerine kullanmayı tercih ettiğimiz ifadeyle Dünya Çoğunluğu içinde paralel kurumlar oluşturmamız ve aynı zamanda bazı kilit uluslararası kalkınma konularında Batı’dan istekli katılımcıları da sürece dahil etmemizdir. Bunlar arasında örneğin iklim değişikliklerinin ve insan kaynaklı felaketlerin sonuçları, gıda kıtlığı, salgın hastalıklar ve biyolojik silahların yayılması yer alıyor. Acil dikkat gerektiren ancak mevcut sistem içinde çözülemeyen daha pek çok konu sayabilirim.

Ancak yine de tüm BM sistemini hemen hurdaya çıkarmamalıyız. Belki 15 ila 20 yıl ya da daha sonra, büyük bir dünya savaşına sürüklenmezsek BM kurumlarına tekrar ihtiyacımız olabilir. BM’nin temel sorunu Tüzüğü değil, son birkaç on yıldır, başta merkezlerinin New York, Cenevre ve Viyana’da bulunması olmak üzere bir dizi koşul nedeniyle, Batılı ülkelerden yetkililer veya kendilerini Dünya Çoğunluğu ile değil Batı ile aynı hizaya getiren yetkililer tarafından kuşatılmış olmasıdır. Bununla birlikte, bu sistem zayıflıyor ve giderek daha az meşru hâle geliyor olsa da yok edilmemelidir. Bunun yerine paralel sistemler oluşturulmalı.

İkincisi, yeni dünya düzeninin tanımlayıcı özellikleri hakkında. Ben elbette kâhin değilim. Ancak uzun bir dönemin ardından (şu anda tahmin etmek neredeyse imkânsız olsa da bence 10 ila 15 yıl sürecek) ulusların ve medeniyetlerin gelişebileceği, etrafta hegemonların olmadığı, eskilerin kenara çekileceği ve yenilerinin ortaya çıkma şansı bulamayacağı çok kutuplu ve oldukça özgür bir dünya göreceğimiz benim için oldukça aşikar. Bu yüzden o dünyayı gerçekten seviyorum. Onu görecek kadar yaşamayabilirim ama bu başka bir mesele. Batı yanlısı olmayacak. Umarım hür olacak.

Fakat özgürlük çok pahalı bir metadır ve bedelini ödemek zorunda kalacağız. Ona ulaşmak için çok çalışmamız gerekecek. Bu yüzden tüm ülkelerin, halkların ve her bireyin, dünyanın büyük çaplı bir savaşa sürüklenmesini önlemek ve ulusların dağılmasından kaçınmak için bu çalkantılı dönemi olabildiğince sorunsuz atlatmaya çalışması gerekiyor. Bu oldukça zor bir dönem ama üzerinde düşünülmesi gereken bir şey.

Ukrayna’daki Özel Askeri Operasyon (ÖAO), Rusya için sadece Batı ile ilişkilerinde değil, daha da önemlisi, sizin ve meslektaşlarınızın “Dünya Çoğunluğu” olarak adlandırdığı Küresel Güney’i yeniden keşfetmesinde nasıl bir dönüm noktası oldu?

ÖAO —aslında Ukrayna’da Batı ile savaş— Rusya’nın politikasının tüm yönlerini önemli ölçüde etkiledi. Bu operasyon, Rus ekonomisinde ve Rus dış politika düşüncesinde doğuya kayışı hızlandırdı. Çin, Hindistan ve diğer Asya ülkeleriyle ticaret hacmi keskin bir şekilde arttı. Afrika ile ticaret canlanıyor. Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na yönelik devam eden yöneliminin çarpıcı bir şekilde hızlanması da çok önemli. Rusya nihayet gelecekteki büyüme kaynaklarının ve en umut verici ortakların burada olduğunu fark etti.

Ancak Dünya Çoğunluğu’na bu yöneliş ÖAO’dan çok önce tasarlandı ve başladı. Bundan birkaç yıl önce yazdık ve konuştuk. Birkaç yıl önce meslektaşlarımla birlikte Dünya Çoğunluğu’na yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımladık ve ondan beş altı yıl önce de Afrika’ya yönelik yeni politika hakkında bir rapor yayımlamıştık. Yani hazırlıklıydık. Ve şimdi nesnel koşullar Dünya Çoğunluğu ile uyumlanmamızı hızlandırıyor. Dahası, Rusya nihayet bu çoğunluğun bir parçası olduğumuzu, onun askeri-stratejik çekirdeği ve temeli olduğumuzu kabul etmeye başlıyor. Biz sömürgeci güçler arasında değildik.

Sovyetler Birliği sömürgecilikten ve yeni sömürgecilikten kurtuluşu aktif olarak savundu ve Batı’nın askeri üstünlüğünü baltalayarak Dünya Çoğunluğu’nu eski Batı’nın hakimiyetinden kurtarmaya başladık. Ayrıca Rusya’da Doğu, Latin Amerika ve Afrika ülkelerinin kültürüne artan bir ilgi görüyoruz ve halklar arası temaslar genişliyor, bu da çok cesaret verici. Yüksek enternasyonalizmin ve kültürel, dini ve etnik açıklığın çok iyi Rus geleneğine geri dönüyoruz. Size hatırlatayım, 18. yüzyılda etnik bir Etiyopyalının general rütbesine sahip olduğu neredeyse tek ülkeydik. O, Büyük Petro’nun sevilen bir çalışma arkadaşı ve öğrencisiydi. Rusya’nın en büyük şairi Puşkin (ve Puşkin’in bizim her şeyimiz, modern Rus edebi dilinin kurucusu olduğunu söyleriz), bu Afrika kökenlinin torunuydu.

ÖAO’nun Rusya’daki iç politika ve ekonomimiz üzerinde olumlu bir etkisi oldu. Bu askeri operasyonun teşvik ettiği bu iç değişikliklerin, kaçınılmaz bir dünya savaşı riskini taşıyan NATO’nun doğuya doğru genişlemesini durdurmanın yanı sıra, elbette temel hedeflerinden biri olduğunu söyleyebilirim. Daha önce neredeyse durgun olan ekonomi şimdi daha hızlı büyüyor. Bilime, özellikle de teknik bilimlere yeniden yatırım yapıyoruz.

Savaş, Rus seçkinlerini ve toplumunu, geri kalmışlığın bir işareti hâline gelen Batıcılıktan ve Batı merkezcilikten arındırmaya yardımcı oluyor. Batı yaptırımları, komprador burjuvaziden ve onun entelektüel hizmetkârlarından kurtulmamıza yardımcı oluyor. Belki daha da önemli bir sonuç var: Rusya “gerçek benliğine” geri dönüyor. Ahlaki ve manevi bir yükseliş yaşıyor. Başka bir deyişle, çok boyutlu bir ekonomik, kültürel ve manevi Rönesans durumundayız. Elbette bu canlanmanın bedelini en iyi evlatlarımızın kanıyla ödemek zorunda olmamız çok üzücü. Ama biz kazanacağız. Bu canlanma, Doğu’ya ve Küresel Güney’e doğru kayışla birlikte bizde kalacak, özellikle de bu Dünya Çoğunluğu’nun askeri-politik çekirdeği olduğumuzu sürekli vurguladığımız için. Dünya Çoğunluğu’nu Batı’nın boyunduruğundan kurtarıyoruz.

Ukrayna’daki savaşın başlangıcındaki temel açığa çıkışlardan biri, Avrupalı seçkinler arasında —ve bir ölçüde kamuoyunda— “Rusya kaynaklı endişelerin” derinliğiydi. Bu endişeleri ne ölçüde tarihsel olarak yerleşmiş, uzun süredir devam eden jeopolitik anlatılara dayalı görüyorsunuz? Yoksa bu, daha yakın tarihli olaylara ve stratejik gelişmelere bir tepki mi? Mevcut gerilimler göz önüne alındığında, Rusya’nın orta vadede Batı’nın çoğuyla ilişkilerini normalleştirmesi için gerçekçi bir yol görüyor musunuz, yoksa kırılmalar yakın gelecekte uzlaşma için çok mu derinleşti?

Rus düşmanlığı (Russofobi) her zaman, özellikle Avrupa’da ve daha az ölçüde Amerika Birleşik Devletleri’nde çok güçlü olmuştur. Slavlar ten rengi olarak Romano-Cermenlere benzese de bu bir tür ırkçılıktı. Bu, kültürel bir ırkçılık, bir tür üstünlük duygusuydu, zira tarihin belirli bir noktasında Moğol istilası nedeniyle Rusya teknolojik gelişimde geri kalmıştı. Fakat bu Rus düşmanlığının temel nedeni, Rusya’nın Avrupa ile yaptığı savaşları her zaman kazanmış olmasıydı.

Avrupa ile yaklaşık sekiz yüzyıl boyunca savaştık ve her zaman galip çıktık. Tüm Avrupa için özellikle travmatik olan, bizim Büyük Anayurt Savaşı olarak adlandırdığımız İkinci Dünya Savaşı’nda Rusya’ya yenilmesiydi. Yugoslavya ve Yunanistan hariç neredeyse tüm Avrupa ülkeleri Alman ordusuna silah, teçhizat ve yiyecek sağladı. Dahası, neredeyse tüm Avrupa ülkeleri asker verdi. On binlerce İtalyan, on binlerce Rumen ve hatta Fransızlar bize karşı savaştı. Alman Wehrmacht’ı ve SS’lerinin dörtte biri, hatta üçte biri Alman olmayan Avrupalılardan oluşuyordu.

1945’te Alman faşizmini yendiğimizi söyleriz, ama gerçekte bu, Avrupa’ya karşı bir zaferdi. O zamanlar, cömertlikten ve zafer coşkusundan dolayı Müttefiklerle birlikte kazandığımızı söylüyorduk. Doğru, kıta Avrupası’nı Amerikalılar ve İngilizlerle birlikte yendik.

Ama şimdi Avrupa’da Rus düşmanlığının (Russofobi) çamurlu dalgaları yeniden yükseliyor. Mevcut nefret dalgasının bir başka ve çok daha derin nedeni, bugünkü Avrupalı seçkinlerin her cephede kaybediyor olması. Eşitsizlik artıyor, ekonomi yavaşlıyor ve Avrupalıların kendi çıkarları için dünyaya dayattığı sözde “yeşil gündem” başarısız oldu. Avrupa toplumları derin bir ahlaki yozlaşmaya batıyor, bu da onları diğer birçok ulus için “dışlanmış” yapıyor. Avrupa toplumlarında ortaya çıkan ve diğer ülkelere dayatmaya çalıştıkları tüm bu en yeni, çok tuhaf insan sonrası veya insan karşıtı değerlerden bahsediyorum. Bunlar arasında ultra feminizm, LGBT kültürü, tarihin inkârı, transhümanizm vb. yer alıyor.

Buna, son 30 yıldır Avrupa genelinde eşitsizlikteki çarpıcı artışı, orta sınıfın düşüşünü ve sendikaları zayıflatmak ve kendi işgücü maliyetlerini düşürmek amacıyla 1960’larda birkaç göçmen dalgasının ülkeye girmesine izin veren ve şimdi onlarla başa çıkamayan Avrupalı seçkinlerin yaptığı korkunç ve şeytani hatayı da eklemeliyim. Bu sürekli başarısızlıkları örtbas etmek ve iktidarlarını meşrulaştırmak için (iktidardan uzaklaştırılmaları gerekirdi), 10 yılı aşkın süredir Rusya’dan askeri tehdit korkusunu körüklüyorlar.

Şimdi bu askeri tehdit korkusu, askeri bir histeriden başka bir şeye dönüşmüyor. Avrupalılar savaşa hazırlanıyor, bu da bizim ve tüm normal insanlar için gerçekten şok edici. Yüz yılı aşkın bir sürede üçüncü kez kendilerini intihara sürüklüyorlar. Avrupa’nın, iki dünya savaşı da dahil olmak üzere tüm insanlığın sorunlarının kaynağı olduğunu unutmamalıyız. Hiçbir şey öğrenmediler ve bir kez daha yeni bir dünya savaşına doğru gidiyorlar. Umarım Rusya, dünyanın üçüncü bir dünya savaşı kumarını oynamasını durdurabilir ve bu seçkinleri dizginleyebilir. Ama önümüzde zorlu bir yol var.

Şu anda Batı içinde Rusya’ya yaklaşımı ve Ukrayna’daki savaşın geleceği konusunda büyüyen bir ayrışmaya tanık oluyoruz gibi görünüyor. Paradoksal olarak, Rusya ile müzakere veya barış anlaşması olasılığını araştırmaya daha istekli olan ABD iken, pek çok AB lideri en iyi ihtimalle tereddütlü, en kötü ihtimalle ise bu tür tartışmalara kesinlikle karşı çıkıyor. Bu strateji farklılığını neyin tetiklediğine inanıyorsunuz? Bu, ABD ve AB içindeki farklı jeopolitik önceliklerin, ekonomik çıkarların veya iç siyasi baskıların bir yansıması mı? Ve bu bölünmenin, çatışmanın ele alınmasında Batı uyumunun geleceği için ne gibi etkileri olabilir?

Avrupalı ve Amerikalı seçkinler arasındaki farklar açık ve giderek artıyor. Bu savaşın başında, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler genellikle aynı çıkarları güdüyorlardı. Amerikalılar, Rusya’yı stratejik bir düşman olarak mahvetmeyi umuyordu. Avrupalılar ise daha çok savaşı kazanmak ve böylece varlıklarını haklı çıkarmak ya da en azından toplumlarını iç sorunlardan uzaklaştırmak istiyordu. Ancak yıllar geçtikçe bu savaşı kazanamayacaklarını anladıkça, Amerikalı ve Avrupalı seçkinler arasında farklılıklar ortaya çıkmaya başladı.

Her şeyden önce, Rusya Ukrayna’daki NATO saldırganlığına sadece sert bir direniş göstermekle kalmadı, aynı zamanda bu saldırganlık devam ederse er ya da geç Rusya’yı Avrupa’daki hedeflere karşı nükleer silah kullanmaya zorlayacağını da belirtti. Amerikalılar fikir değiştiriyor, zira Avrupa’da nükleer bir savaşa ihtiyaçları yok. Nükleer savaşın neye benzediğini anlıyorlar. Biden son derece saldırgan bir söylem benimsemiş olsa da, daha Biden döneminde geri çekilmeye başladılar. Ancak onun yönetimi altında bile Ukrayna’ya askeri yardım yer yer azalmaya başladı.

Avrupalılar için durum çok daha karmaşık. Amerikalılar nükleer savaş tehlikesini anlıyor ve istemiyorken, Avrupalı seçkinler akıllarını yitirmiş durumda. Bir “stratejik parazitlik” bulutu içinde yaşıyorlar, savaş korkusunu ve halklarına karşı sorumluluklarını kaybettiler. Bu yüzden yol boyunca her şeyi kaybederek, kendi kendini yok etme riskine rağmen ülkelerini savaşa doğru itiyorlar.

Ayrıca, Amerikalılar bu savaşta zaten çok önemli hedeflere ulaştılar. Hedeflerden biri Rusya ile Avrupa arasında yakın bir uyumu önlemekti. Bu hedefi, Ukrayna kartının ilk kez oynandığı ve Ukrayna’da ilk darbenin gerçekleştiği 2000’li yıllardan beri güdüyorlardı. Ülke sürekli bir gerilim kaynağına dönüştürüldü. Amerikalılar başarmıştı. 2000’lerin başlarında, Rus ve birçok Avrupalı lider tek bir kıtasal ekonomik, siyasi ve güvenlik alanı oluşturmaktan bahsediyordu. Amerikalılar bunu istemedi. Bu yüzden yakın gelecekte böyle bir alanın oluşturulamayacağından emin olmak için ellerinden geleni yaptılar.

Ayrıca, Amerikalıların Ukrayna’da bu savaşı başlatmaktaki hedeflerinden biri de Avrupa’yı soyma yeteneklerini artırmaktı. Amerika, Dünya Çoğunluğu’nu soyma fırsatını kaybediyor çünkü Amerika Birleşik Devletleri nispeten zayıfladıkça Dünya Çoğunluğu daha bağımsız hâle geliyor. Bu yüzden ABD, Dünya Çoğunluğu’nu yağmalama konusundaki bu azalan fırsatı, Avrupa’yı cüretkâr bir şekilde soyarak telafi ediyor. Savaş ve tüm bu süper yaptırımlar nedeniyle, Avrupa Rus doğalgazını ve Rus kaynaklarını reddederek rekabet avantajlarını baltaladığı için, Amerikalılar şimdi hem Avrupa parasını hortumluyor hem de Avrupa sanayisini Amerika Birleşik Devletleri’ne çekiyor. Yani Amerikalılar bu savaşı zaten kazandı, ama sadece Avrupa’ya karşı. Şimdi bu çatışmayı bir şekilde sona erdirmek ve nükleer savaş seviyesine tırmanmasını önlemek için Rusya ile bir anlaşma yapmak istiyorlar. Ama Avrupalılar çıldırdı ve gözü dönmüş bir şekilde uçuruma doğru koşuyorlar.

Ortak yazarı olduğunuz Rusya’nın Dünya Çoğunluğu’na Yönelik Politikası başlıklı raporda, BRICS ve bir ölçüde ŞİÖ, “Batı’nınkine alternatif kurallar koyma, standartlar belirleme, politikalar yürütme ve kurumsal alternatifler yaratma potansiyeline sahip… Dünya Çoğunluğu’nun öncüsü” olarak tanımlanıyor. Özellikle aşırı soldan gelen, BRICS’in yapısal toplumsal dönüşümü yönlendirmek yerine küresel güç yapıları içinde ulusal seçkinleri ilerletmeye yönelik bir platformdan ibaret olduğu yönündeki eleştirilere nasıl yanıt verirsiniz?

Rusya, BRICS ve ŞİÖ’nün gelişimini, uluslararası sistemin yönetilebilirliğinin tamamen çökmesini önlemenin bir yolu olarak görüyor. Batı’nın hakim olduğu eski kurumlar ölüyor. BM sistemi çok zayıfladı, işlevlerinin çoğunu yerine getiremiyor ve Batılı seçkinlerin temsilcileri veya Batı yanlısı yetkililer tarafından kuşatılmış durumda. Yeni bir güç dengesi ve yeni bir kurumsal sistem kuracağımız ya da eskisinin bazı unsurlarını restore edeceğimiz uzun dönem için paralel sistemler oluşturmamız gerektiğine inanıyorum.

Hakikaten de Rusya şimdiye kadar uluslararası kalkınma için alternatif bir sosyo-ekonomik model önermedi. Bahsettiğiniz eleştirinin oldukça yerinde olduğuna inanıyorum. Bu, sizinle birlikte ele almamız gereken çok zor ve karmaşık bir konu.

Modern küreselci liberal kapitalizmin göreceli faydasını yitirdiğini ve şimdi açıkça zararlı olduğunu kabul ediyorum; birincisi, sürekli artan tüketime dayandığı için doğaya, ikincisi ise sonsuz tüketime yapılan vurgu nedeniyle insanların tamamen tüketen hayvanlara dönüşmesine. Kâr arayışı ve bilişim devrimi insanın kendisini yok etmeye başlıyor. Alternatif bir kalkınma modeli tasarlamaya başlamak ve onu uygulamaya çalışmak için Dünya Çoğunluğu’ndan düşünürlerle ve Batı’daki ilerici entelektüellerle birlikte çalışmamız gerekiyor.

Bu konuda Rusya’nın yeterince aktif olmadığına ve bunun bizim zayıflığımız olduğuna inanıyorum. Geçen yıl St. Petersburg Ekonomi Forumu’nda Devlet Başkanımızla konuştuğumda bu konuyu gündeme getirdim. Bir şeylerin devam ettiğini biliyorum ama bu konuda birlikte çalışmamız gerekiyor. Bu sadece “sol” güçleri değil, aynı zamanda insanlığın geleceği için sorumluluk duyan politikacıları ve bilim adamlarını da içermeli. Mevcut kapitalizm modeli insanlığı bir çıkmaza sürüklüyor.

Güney Afrika, Rusya’nın daha geniş dış politika stratejisinde nasıl bir rol oynuyor? Ayrıca iktisadi, siyasi ve güvenlik hususları Rusya’nın Güney Afrika ile ilişkilerini ne ölçüde şekillendiriyor ve bu ilişkinin önümüzdeki yıllarda nasıl gelişeceğini görüyorsunuz?

Güney Afrika ile ilişkilerimizin olumlu yönde geliştiğini görüyoruz, onu gelecek vaat eden bir ortak olarak değerlendiriyoruz. Ticaret hacmi artıyor ve insani temaslar genişliyor. Çoğu uluslararası siyasi konuda birlikte duruyoruz ve BRICS’i birlikte inşa ediyoruz, bu yüzden tek seçenek ilerlemek.

Belki de insani, bilimsel ve eğitimsel bağların geliştirilmesine daha fazla dikkat etmeliyiz. Giderek daha fazla Rus öğrencinin Güney Afrika’da okuduğunu biliyorum. Güney Afrika’dan ve diğer Afrika ülkelerinden mümkün olduğunca çok öğrenciyi Rusya’da okumaya çekmek için ek çaba göstermemiz gerekiyor. Rusya, Afrikalılar için çok uygun bir ülke çünkü burada ırkçılık yok. Elbette bazıları böyle hissedebilir ama prensipte ırkçılık Rus ulusal karakterine yabancıdır. Sanırım Afrikalı dostlarımız, o zamanki Sovyetler Birliği’nde okuyan ve şimdi muhtemelen Afrika ülkeleriyle kurduğumuz dostane ilişkilerin çekirdeğini oluşturan on binlerce Afrikalı öğrencinin hissettiği gibi burada kendilerini çok rahat hissedeceklerdir.

Rusya’nın Çin ile ittifakının uzun vadeli sürdürülebilirliğini nasıl değerlendiriyorsunuz ve böyle bir ortaklık ne gibi riskler taşıyabilir?

Rusya ve Çin gayri resmi müttefiklerdir. Birbirimizi birçok yönden tamamlıyoruz. Çinlilerin işgücü fazlası var, bizim ise devasa kaynaklarımız. Ayrıca çok uzun bir sınırı paylaşıyoruz ve son on yıllarda kurduğumuz iyi ilişki, sınırın her iki tarafında da güvenliğimizi büyük ölçüde artırdı. Sınırdaki asker sayısını keskin bir şekilde azalttık ve Çin de aynısını yaptı. Kuzeyde neredeyse hiç büyük askeri birliği yok. Ama en önemli şey bu değil.

Rusya ve Çin ekonomik alanda çok yakın işbirliği yapıyor. Biz ve Çinli dostlarımız da henüz çok erken oluşum aşamasında olan gelecekteki bir uluslararası kalkınma modeli üzerinde çalışıyoruz. Son olarak, Rusya ve Çin’in fiili müttefik olması, her ülkenin birleşik stratejik gücünü ikiye katlıyor.

Çin’in, arkasında Rusya’nın stratejik gücü olmasaydı Amerika Birleşik Devletleri ve Batı’nın baskısına nasıl direnebileceğini hayal etmek zor. Çin ve ekonomik gücü, Avrupa ile olan çatışmamızda bize çok yardımcı oldu, şimdi de oluyor ve gelecekte de olacak. Rus ve Çinli liderler, 1960’lar ile 1980’ler arasında düşüncesizce kötüleşen iki ülke arasındaki ilişkileri düzeltti. Tanrı, Batılı komşularımızı, özellikle de Amerikalıları çılgınlığa sürükleyerek bize yardım etti. Aynı anda Çin ve Rusya’ya baskı uygulayarak, iki dost ülkeyi bir ittifaka ittiler, böylece her birimizin tek başına potansiyel gücünü ve birleşik gücümüzü çarpıcı bir şekilde artırdılar.

Söylemeye gerek yok, Rusya ve Çin arasında ekonomik güç açısından büyük bir dengesizlik var. Bu, bazı politikacılarımız ve toplumumuz arasında bazı endişelere neden oluyor ama bu dengesizliğin ilişkilerimizi şimdi veya öngörülebilir gelecekte etkileyeceğinden endişe duymuyoruz.

Pekin, ülkemize yönelik Çinli işgücü göçü konusunda son derece dikkatli. Burada çok sayıda Çinli öğrenci ve iş insanı var, ancak pratikte hiç Çinli işçi yok. Yaklaşık 15 yıl önce özel bir araştırma yaptık ve Batı’nın ülkelerimiz arasına nifak sokmak amacıyla iddia ettiği gibi Rusya’da milyonlarca Çinli olmadığını öğrendik. Aslında sayıları, buradaki Alman pasaportlu Almanlardan bile daha azdı. Bugün burada o kadar çok Alman yok elbette, ama yine de ülkemizde çok az Çinli var ve hatta mutfakları nedeniyle burada daha fazlasını görmek isterdim. Ancak uzun vadede bu dengesizlik hakkında oldukça ciddi düşünmek zorunda kalacağız.

Bu dengesizliği göz önünde bulundurarak, ben de dahil olmak üzere biz, yedi sekiz yıl kadar önce Büyük Avrasya konseptini önerdik. Başlangıçta Çinli dostlarımız bu konsepte biraz kıskançlıkla yaklaştılar, ama şimdi Büyük Avrasya Ortaklığı’nı birlikte inşa ediyoruz. Büyük Avrasya Ortaklığı, tüm Avrasya için bir işbirliği, kalkınma ve güvenlik sistemi ve bir noktada belki de gıda, ilaç, doğal ve insan kaynaklı felaketlere müdahale ve ulaştırma sektörlerinde bir güvenlik veya yumuşak güvenlik sistemi anlamına geliyor.

Fakat bu konseptin daha da derin bir anlamı var. Büyük Avrasya konsepti, Avrasya’nın tartışmasız lideri olan Çin’in, yanında Endonezya, ardından Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye ve son olarak Rusya gibi yükselen diğer büyük güçler tarafından dengeleneceği anlamına geliyor. Böylece kimse Çin hegemonyasından korkmayacak. Çinli dostlarımızın başlangıçta bu tür bir dengelemenin gerekli olduğunu kabul etmesi zordu. Ama şimdi eşitler arasında birinci olmanın, herkesin korktuğu bir hegemon olmaktan çok daha iyi olduğunu anlıyorlar. Pekala, önümüzdeki 10 ila 15 yıl içinde ne olacağını göreceğiz.

Bence politikamız bir yandan Çin’den herhangi bir tehdidin ortaya çıkmasını önlemeyi, diğer yandan da ilişkimizi mümkün olan her düzeyde güçlendirmeyi ve onu Büyük Avrasya’nın omurgası yapmayı amaçlıyor. Doğal olarak, bu omurga er ya da geç üçüncü bir desteğe, Hindistan’a, ardından da dördüncü ve beşinci desteklere, yani İran ve Arap ülkelerine ihtiyaç duyacaktır. Ve sonra dünyanın merkezi olması gereken yere, büyük ve barışçıl bir Büyük Avrasya’ya geri dönecektir. Bu terimi benim bulmuş olmamdan dolayı çok mutlu ve gururluyum.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English