Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 2014 yılındaki Maydan darbesi, ulusötesi şirketlerin Ukrayna kaynaklarından yararlanmaları için en ideal ortamı yaratmış oldu. Talanın başlangıcı, şüpheye mahal yok ki 1992’de aranmalı. 30 yıldır ulusötesi tarım ve biyoteknoloji firmaları, Ukrayna’nın tarım ve hayvancılık yasalarına sürekli olarak müdahale ediyor. Ukrayna’nın yakın tarihine dair çalışmalarıyla tanınan yazar Peter Korataev, Batı’nın Ukrayna’nın tarım sektöründe uyguladığı talanı anlattığı yazı dizisinin ilk bölümünde özelleştirme sürecinin nasıl işlediğini anlatıyor.


Ukrayna’nın özelleştirilen tarımı: Küresel gıda güvenliğinin aç garantörü

Peter Korotaev
The Canada Files
17 Mayıs 2023

Editörün notu: Bu yazı, Kanada ve daha geniş anlamda Batı’nın, Maydan darbesi sonrası sadık bir hükümeti, sıradan Ukraynalıların ciddi zararına olacak şekilde tarımı özelleştirmek için nasıl kullandığına dair üç bölümlük yazı dizisinin birinci bölümü. Bu bölüm, genel özelleştirmenin nasıl taşa oturtulduğuna ve şu an nasıl işlediğine odaklanıyor.

Kanada’nın eski Kiev Büyükelçisi Roman Waschuk, Ukrayna’nın IMF’nin “ekonomik deneyler” yaptığı bir ülke olduğunu söyledi. Ukrayna, sıradan Ukraynalıların bu politikalardan görecekleri zarara bakmaksızın, radikal neoliberal politikaların test edildiği bir laboratuvar.

Ukrayna’nın 60 milyon hektarlık arazisinin yüzde 55’i (33 milyon hektar) tarıma elverişli olarak kabul ediliyor ki bu Avrupa’daki en yüksek rakam. Bazı daha iyimser tahminlere göre bu rakam yüzde 74. Dünya ortalaması ise yüzde 12,6. Dünyadaki ekilebilir arazinin yüzde 2,3’ü Ukrayna’da bulunuyor. Ukrayna’dan sık sık “Avrupa’nın ekmek sepeti” olarak bahsedilir; hakikaten de Ukrayna’nın ekilebilir arazileri Avrupa’nınkinin yüzde 25’ini oluşturuyor.

Ukrayna’nın kapitalist, özelleştirilmiş tarımı söz konusu olduğunda işler o kadar da güllük gülistanlık değil. Bol miktarda ayçiçek yağı ve mısır ihraç etmesine rağmen gıda üretimi on yıllardır düşüyor, topraklar büyük tarım işletmelerinin tekelinde, sürdürülebilir olmayan tarım uygulamaları nedeniyle toprağın kalitesi hızla düşüyor ve nüfus Latin Amerika ülkeleriyle aynı veya daha ağır düzeyde açlık çekiyor.

Büyük tarım holdinglerinin gücü; Ukrayna’nın tarımsal ilişkileri

1990’larda Sovyet kolektif çiftlik sisteminin özelleştirilmesi söz konusuydu. Ancak 2001 yılında tarım arazilerinin alım satımı konusunda bir moratoryum ilan edildi. Sonuç olarak Ukrayna’daki tarım arazilerinin çoğu hala küçük çiftçilere ait. Bu küçük çiftçilerin sayısı 2019 yılında yaklaşık 7 milyon, yani nüfusun altıda biri kadardı. Geri kalan tarım arazileri ise kamuya ait.

Moratoryum, pek çok Ukraynalı köylünün topraklarını büyük şirketlere, özellikle de yabancılara kaptırmaktan kaygı duyması nedeniyle uygulamaya konmuştu. Yerli ve yabancı “piyasa reformcularının” ısrarlarının aksine Ukraynalı köylülerin çoğu topraklarını özelleştirmeye istekli değil. 2005 yılında yapılan bir anket, Ukraynalı çiftçilerin yüzde 96’sının bireysel çiftçiliğe başlamak istemediğini gösterdi. USAID tarafından 2015 yılında yapılan bir anket, moratoryumun kaldırılmasından sonraki ilk yıl içinde toprak sahiplerinin sadece yüzde sekizinin topraklarını satmak istediğini, 2017 yılında Tarım Ekonomisi Enstitüsü tarafından yapılan bir anket ise toprak sahiplerinin sadece yüzde 10’unun topraklarını satmak istediğini gösterdi.

1 Temmuz 2021’e kadar Ukrayna toprakları satın alınamıyor, sadece kiralanabiliyordu. Ukraynalı köylülerin yoksulluğu nedeniyle, çoğu (yüzde 56) küçük arazilerini özel şirketlere kiralamak zorunda kalıyor. Yüzde 29’u arazilerini kendileri işliyor, yüzde 8’i devlete kiralıyor ve yüzde 7’si de arazileriyle hiçbir şey yapmıyor. Birçoğu daha büyük şirketlere kiralıyor. Devlete ait araziler de genellikle büyük tarım holdinglerine kiralanıyor. Sonuç olarak bu tarım holdingleri Ukrayna’nın kapitalist tarımında baskın bir rol oynuyor.

Tarım holdinglerinin ölçeği

Ukrayna’nın önde gelen tarım ticareti web portalı makul olarak “Latifundist” gösteriliyor. Ukrayna’daki tarımsal ilişkiler sıklıkla Latin Amerika’dakilerle kıyas edilmekle kalmıyor, Ukrayna bu konuda dünya rakamlarının da üstünde yer alıyor.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingleri son derece güçlü. 2017 yılında Ukrayna’nın iki tarım holdingi kontrol edilen arazi miktarına göre sıralanan küresel ilk 20 listesinde yer aldı. Rusya ve Ukrayna’daki arazilerini eşit olarak dağıtan NCH Capital ilk 10’da yer alıyor. Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, 2021 yılında 510 bin hektar araziyi elinde tutuyordu. Kernel, Zelenskiy’in 2020’de tarım arazisi satışına ilişkin moratoryumu kaldırmasıyla ilgili “iyi haberin” ardından bu rakamı 700 bine çıkarmayı planlıyordu. Kernel, 2021 mali yılında 643 milyon dolar brüt kar elde ederek bir önceki yıla göre 5,2 kat daha fazla kar elde etti. Bu şirket tek başına Ukrayna’nın ayçiçek yağı ihracatının yüzde 22’sinden, tahıl ihracatının yüzde 20’sinden ve Ukrayna’nın toplam tahıl ihracatının yaklaşık yüzde 10’undan sorumlu. Tarım holdingleri 2017 yılında Ukrayna’nın toplam tarımsal üretiminin yüzde 22’sinden sorumluydu, ancak daha sonra göreceğimiz gibi, Ukrayna’nın gıda güvenliğiyle çok az hemhal oluyorlar.

Hem bu kiralama yollu sahiplik ilişkilerinin şeffaf olmaması (moratoryumun kaldırılmasından bu yana nispeten az Ukrayna toprağı satıldı) hem de sektörün hızla değişen durumu nedeniyle, Ukrayna topraklarının ne kadarının büyük tarım işletmeleri tarafından kontrol edildiğini söylemek zor. Land Matrix, 2020 raporunda Ukrayna’da 242 arazi anlaşması (buna kiralama ve kira anlaşmaları da dahil) kaydederek, tarım holdingleri tarafından sözleşmeye dayalı kontrol altında tutulan toplam 3,24 milyon hektarlık bir büyüklüğe ulaştığını yazdı. Bu, tüm tarım arazilerinin yüzde 7,6’sına ve tüm ekilebilir arazilerin yüzde 10’una denk geliyor.

Fakat Land Matrix’in de kabul ettiği üzere, sadece şeffaf anlaşmalar dikkate alındığı için bu eksik bir tahmin.

Latifundist’e göre, 2021 yılında Ukrayna’daki en büyük 117 tarım holdingi 6,45 milyon hektar araziyi doğrudan kontrol ediyordu ki bu da tüm tarım arazilerinin yüzde 16’sı ve ekilebilir arazilerin yüzde 20’si anlamına geliyordu. “Eco-action” ve Ukrayna Coğrafya Enstitüsü’ne göre 2020 yılında sadece ilk 10 tarım holdingi 2,66 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyordu. Etkili tarım ticareti haber portalı Landlord’a göre, 45 tarım işletmesi 4,1 milyon hektar ekilebilir araziyi kontrol ediyor ve toplam gelirleri 10,8 milyar Amerikan doları.

Buna kıyasla Romanya (tesadüfen AB’nin en yoksul üyelerinden biri) dışında hiçbir AB ülkesi büyük tarım arazilerine sahip değil. Almanya gibi çoğu ülkede tek bir kişi ya da şirket 30 bin hektardan fazla araziye sahip değilken, tarım arazilerinin ortalama büyüklüğü 20 hektar. Tarımın büyük tarım holdingleri tarafından domine edilmesinin olumsuz sosyal, iktisadi ve ekolojik etkileri nedeniyle sadece Güney Amerika, Asya ve Afrika’daki yoksul, sömürgeleşmiş ülkeler Ukrayna’dakilerle mukayese edilebilir tarım holdinglerine sahip.1

Yabancı tarım holdingleri ne kadar araziyi elinde tutuyor?

Land Matrix’in 2021 tarihli raporuna göre Ukrayna, yabancıların sahip olduğu arazi miktarı — üç milyon hektar — açısından küresel listede ikinci sırada yer alıyor. Sadece Endonezya tarafından geçilen Ukrayna’yı Rusya, Papua Yeni Gine ve Brezilya takip ediyor. Bir başka araştırmaya göre Ukrayna’daki tarım arazilerinin yüzde 15’i, yani ekilebilir arazilerin neredeyse yüzde 20’si yabancılara ait.

Ancak bu rakamlar muhtemelen düşük tahminler. Latifundist sadece 10 yabancı tarım şirketinin iki ila üç milyon hektarlık alanı elinde tuttuğunu yazıyor. En büyükleri ABD’li şirketlerdi; en büyük ikisi 300 bin ve 195 bin hektarı kontrol ediyordu. Yabancı işletmelerin Ukrayna’da arazi sahibi olma konusundaki kısıtlamaları aşma yollarından biri de araziyi bir Ukrayna bankasından teminat olarak satın almak. Bu yöntem aynı zamanda son makalemizde detaylandıracağımız Batı programı “ProZorro”nun kullanımı yoluyla Ukrayna topraklarını büyük ölçüde indirimli hale getirdi.

Yabancıların göründüğünden daha fazlasına sahip olmasının bir başka nedeni de Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko. Gubriyenko, tarım holdingleri tarafından kontrol edilen arazilerin yüzde 60 ila 70’inin aslında yabancılara ait olduğunu yazıyor; her ne kadar göstermelik bir Ukrayna paravanı olsa da. Ukrayna tarımı üzerine hazırlanan 2023 tarihki raporuna göre Kernel’in en büyük on hissedarından dokuzu Avrupalı ya da Amerikalı. Ukrayna’nın 2020’deki en büyük dördüncü yatırımcısı hem Kernel’de hem de rakibi tarım holdingi MHP’de hissesi bulunan Norveç’in varlık fonuydu. Blackrock ve Goldman Sachs, Ukrayna tarımına yoğun bir şekilde dahil olan diğer büyük küresel finans gruplarından bazıları.

Tarım holdinglerinin dolaylı sahiplik ilişkileri

Sadece kira sözleşmeleri üzerinden arazi üzerindeki doğrudan hukuki sahipliği dikkate almak da yanıltıcı. Bu, tarımsal sermaye malları üzerinde büyük tarım holdinglerinin hakimiyetinden etkilenen tarımsal ürünler üzerindeki dolaylı sahipliği hesaba katmaz. Ukrayna topraklarının çoğuna nominal olarak sahip olan yoksul çiftçilerin finansal olarak ulaşamayacağı büyük tarım holdingleri; işleme, lojistik, asansör ve depolama ekipmanlarının çoğuna sahip. Uygun ekipman olmadan köylüler ürünlerini çok düşük fiyatlara satmak zorunda kalıyor. Ticaret şirketleri ve tarım holdingleri tüm tarımsal elevatör ekipmanlarının üçte ikisine sahip olduklarından, küçük köylüleri ürünlerini düşük fiyatlara satmaya zorlayabiliyor ve daha sonra daha yüksek fiyatlarla yurt dışına satabiliyorlar.

Kernel yalnızca en büyük tarım holdingi değil, aynı zamanda en büyük tarımsal ürün tüccarı; 2019-20’de Ukrayna’nın tüm tahıl ihracatının yüzde 13’ünden sorumluydu. İlk üç tüccar Ukrayna’nın ihracatının yüzde 30’unu gerçekleştirmekten sorumluydu. Elevatörlerin ilk beş özel sahibi, tüm asansörlerin üçte birini kontrol ediyor. Kernel aynı zamanda elevatörlerin en büyük özel sahibi. Bu da bazı bölgelerde Kernel gibi tarım holdinglerinin elevatörler üzerinde tekel sahibi olduğu anlamına geliyor.

Sonuç olarak tarım holdingleri küçük köylülere fiyatları dikte edebiliyor ve gerçekte, hukuki olarak kontrol ettikleri arazinin gösterdiğinden çok daha fazla tarım endüstrisini kontrol ediyorlar. Bu dolaylı sahiplik yöntemleri, konu üzerinde uzmanlaşmış akademisyenlerden Natalya Mamonova’nın 2015 yılında Ukrayna tarım arazilerinin yüzde 60’ının büyük tarım holdingleri tarafından kontrol edildiğini yazmasının nedeni.

İmtiyazlı devler

Tarım holdingleri ekonomik güçlerine denk bir siyasi güce sahipler. Lobileri olan “Ukrayna Tarım İşletmeleri Kulübü” (UCAB) aracılığıyla, küçük çiftçiler üzerindeki vergileri artıran yasaları savunuyorlar. Benzer 3131 sayılı yasa parlamentodan (Verhovna Rada – VR) geçemezken, 5600 sayılı yasa Aralık 2021’de Devlet Başkanı Zelenskiy tarafından onaylandı. Bu yasa, küçük ve orta ölçekli çiftçiler üzerindeki vergi yükünün artırılmasını içeriyordu. VR uzman komisyonu, çeşitli tarım türlerinin mevsimsel özelliklerini göz ardı ettiğini ve küçük çiftçilerin vergi ödemekten kaçındığı yönündeki kanıtlanmamış varsayıma dayandığını savunarak yasayı eleştirdi.

VR uzman komisyonuna göre:

“[…] küçük üreticiler üzerindeki vergi baskısının artması, bu üreticilerin arazilerini satmalarına veya kiralamalarına yol açabilir [bu, projenin kabul edilmesinin olumsuz sonuçlarından biri olabilir] ve kırsal alanlarda işsizliğin artmasına, iş gücünün kentlere ve yurt dışına göç etmesine, rekabetin azalmasına ve tarımsal üretimin tekelleşmesine, tarımsal üretimin yapısının değişmesine, ihracat-ithalatın emtia yapısının değişmesine, iç tarım-gıda piyasasında fiyat teklifinin artmasına vs. yol açabilir.”

Hükümet tarımda liberalleşmeyi en önemli önceliği haline getirdi ve 2020’de arazi özelleştirilmesini düzenli olarak en büyük başarılarından biri olarak tanımladı. Zelenskiy’in 2020’de çiftçilere yaptığı (cüzi krediler vaat ettiği) acıklı bir konuşmada belirttiği üzere, “toprak reformu olmadan Avrupa’nın ekmek sepeti olma şansımız yok”. Halkın Hizmetkarı partisinin başkanı David Arahamya, 5600 sayılı yasaya övgüler yağdırdı ve uzmanların eleştirilerine rağmen yasanın bir an önce onaylanması için parlamentoya baskı yaptı. İktisadi Kalkınma, Ticaret ve Tarım Bakan Yardımcısı ve piyasa reformlarının önde gelen savunucularından olan Taras Vısotskiy, 2019 yılına kadar UCAB’ın genel müdürlüğünü yaptı.

Dolayısıyla hükümetin Ukrayna’nın 2,3 milyon küçük ve orta ölçekli çiftçisini yoksullaştıran yasaları uygularken, büyük tarım holdingleri için devasa teşvikleri onaylaması şaşırtıcı değil. Ocak-Eylül 2017 döneminde Ukrayna’nın en büyük kümes hayvanı işletmesi ve üçüncü büyük toprak sahibi MHP (Yuriy Kosyuk’a ait), Ukrayna bütçesinden 1,25 milyar grivna “tarımsal destek” teşviği aldı. Karşılaştırmak gerekirse 2017 bütçesinde 1 trilyon grivna harcama yapılmıştı. Kosyuk aynı zamanda dönemin Devlet Başkanı Poroşenko’nun danışmanı ve Ukrayna’nın en zengin altıncı kişisiydi (900 milyon dolar). Bağımsız gazeteciler ayrıca Kosyuk’un ABD’li diplomat Kurt Volker ve Poroşenko’yu birbirine bağlayan Donbass’taki muazzam kaçakçılık planlarında kilit bir aracı figür olduğunu da ortaya çıkardı. Şirket, tüm tarım holdingleri ve Ukraynalı büyük şirketlerin çoğu gibi, merkezi Kıbrıs’ta (daha önce Lüksemburg’daydı) bulunuyor. Bu da şirketin sadece muazzam bütçe teşvikleri almakla kalmayıp aynı zamanda vergi kaçırdığı anlamına geliyor. Şirket, 2019 yılında Ukrayna yerine Balkanlar ve Suudi Arabistan’da yeni yatırımlar yapacağını açıkladı.

MHP, 2017 yılında 230 milyon Amerikan doları (6,2 milyar grivna) saf kar elde etti. Kosyuk’un şirketi 2018 yılında tüm devletin tarım teşviklerinin yüzde 25’ini, yani 970 milyon grivna aldı. 2018 yılında hükümet, büyük tarım işletmelerine (daha önce bu sadece küçük çiftçiler için mümkündü) kredi faizi için devletten tazminat alma hakkı veren yasayı onayladı.

En imtiyazlı ikinci şirket ise 444 milyon grivna ile Kernel’den sonra en fazla tarım arazisine sahip olan UkrLandFarming oldu. Bu şirket ve MHP’nin toplamı 2017 yılında tüm tarım teşviklerinin yarısını aldı. Devlet istatistiklerine göre aynı yıl MHP 1,8 milyar grivna teşvik aldı. Poroşenko’nun parlamentodaki blokunun üyelerine ait iki şirket toplam 3,5 milyon grivna aldı; bu miktar tüm Hmelnytskiy kentinin sokak lambalarının yenilenmesi için harcanan parayla aynı. 60 milyon grivna da parlamentonun Tarım Komisyonuna mensup bir milletvekilinin tarım işleri için alındı. Bu soruşturmayı yürüten Batı yanlısı “Radio Svoboda” bile gerçek rakamların daha yüksek olmasının mümkün olduğunu bildirdi.

Kosyuk gibi Poroşenko’nun müttefiklerine verilen devlet teşviklerinin yanı sıra, vergi kaçırmanın kendisi de bir tür teşvik. Zelenskiy’in 2021 yılında yasalaştırdığı ve tarımın gözde ürünleri mısır, ayçiçeği ve buğdayın da aralarında bulunduğu çeşitli tarım ürünlerinin ithalat ve ihracatında katma değer vergisinin yüzde 20’den yüzde 14’e indirilmesini öngören düzenleme de tam olarak bunu ifade ediyor.

Ukrayna’nın tarım sektörü, ülkenin en büyük vergi mükellefleri listesinde oldukça alt sıralarda yer alıyor. En çok tarım vergisi ödeyen şirket, 2020 yılında 147. sırada yer alan Kernel. Şirket, 2018 yılında sadece 18 milyon dolar vergi ödedi. Aynı yıl Kernel 513 milyon dolar kâr elde etti ve sahibi Ukrayna’nın en zengin 20 kişisi arasında yer aldı. MHP daha da az vergi ödedi.

Ukrayna Tarım Derneği adlı STK’ya göre, 2018 yılında küçük ölçekli çiftçilere verilmesi öngörülen kamu yardımının sadece beşte biri, toplamda sadece 7,4 milyon Amerikan doları hedefine ulaştı. Dünya Bankası, Ukraynalı küçük çiftçilere yalnızca 5,4 milyon dolar destek verdi. Bu küçük miktar bile, büyük tarım işletmelerine verdiği kredilerde olduğu gibi DB’nin kendisinden gelmedi, ancak küçük çiftçilerin sermaye almak için gelecekteki hasatlarını teminat olarak kullanmalarını şart koştu. DB ve diğer Batılı finans kuruluşları, küçük çiftçileri yok eden ve büyük tarım holdinglerinin büyümesini teşvik eden tarımda liberalleşmeyi desteklemeyi çok daha önemli buldular. Bu dizinin son makalesinde Batılı finans kuruluşlarının küçük çiftçilerin aleyhine büyük tarım holdinglerinin yükselişini teşvik etmedeki rolüne daha yakından bakacağız.

Ukrayna’nın tarım ilişkilerini inceleyen analistler de küçük çiftçilerin kredi almasının ne denli zor olduğundan söz ediyor. Bankalar çoğunlukla 500 hektardan fazla arazisi olan müşterilerle çalışıyor ve kapsamlı evrak işlerinin yanı sıra genellikle kısa vadeli ve yüksek faiz oranları şart koşuyor.

Tarımda istihdamın azalması

Sovyet sonrası dönemde, aile çiftçiler tarafından kontrol edilen tarım arazisi miktarında daimî bir düşüş görüldü. Bunun nedeni, dağılan Sovyetler Birliği’nin köylülere büyük teşvikler sağlaması, ürünlerinin çoğunu satın alması ve üretimin diğer yönlerini organize etmesiydi. Dünya Bankası ise Ukrayna tarımının özelleştirme yoluyla kalkınmasının anahtarının “daha yüksek verimliliğe sahip üreticilerin genişlemesi ve düşük verimliliğe sahip üreticilerin arazi fiyatı yükseldikçe gelişmeleri ya da çıkmaları için teşvik edilmesi” olduğunu belirtti.

Tarımsal ilişkiler ne kadar serbestleştirildiyse, kırsal istihdam da o kadar azaldı. 2012-13’te hafif bir artış gösteren istihdam, 2013-14’te 3,3 milyondan 3 milyona düştü. O zamandan bu yana her yıl azalarak 2021 yılına gelindiğinde tarımda sadece 2,69 milyon kişi istihdam ediliyordu. Bu nedenle Ukraynalı çiftçilerin çoğunun bireysel, kapitalist çiftçiler olmak istemediklerini sürekli olarak ifade etmeleri şaşırtıcı değil.

Ukrayna’nın en büyük tarım holdingi olan Kernel, Ukrayna’nın ekilebilir arazisinin yaklaşık yüzde 1,5’ine denk gelen 500 bin hektarlık bir alanı elinde tutuyor ama sadece 15 bin işçi çalıştırıyor. Bu da Ukrayna’nın ekilebilir arazilerinin tamamının Kernel benzeri tarım holdingleri tarafından kullanılması halinde sadece 990 bin işçiye ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor. Tarımsal işletmelerin oldukça az sayıda kişiyi istihdam ettiği göz önüne alındığında, tarım istihdamındaki düşüş kesinlikle bireysel çiftçiler arasında işsizliğin artmasından kaynaklanıyor. Toplam istihdam düşerken, Ukrayna 2014’ten 2021’e kadar tarım holdinglerinin gözdesi olan ay çiçek yağının yıllık ihracatını 12 milyon tondan 16 milyon tona çıkardı.

Tarım arazilerinin özelleştirilmesinde ihtilaflar; kamuoyundan destek görmeyen reformlar

Ukrayna tarımının piyasalaştırılması kamuoyunda her zaman çok destek bulmadı. 2020’deki bir ankete göre Ukraynalıların sadece yüzde 15’i tarım arazilerinin özelleştirilmesini destekliyordu. Yine de Zelenskiy, Kovid karantinasının kamuya açık toplantılara getirdiği kısıtlamaları bahane ederek aynı yıl içinde tarım arazilerinin alım satımı üzerindeki moratoryumu kaldırdı. Zelenskiy, “serbest piyasa demokrasisinin savunucusu” olduğunu ispat etmek için Batılı devletlilere bu eylemini hatırlatmaktan asla vazgeçmiyor. Moratoryumun kaldırılmasının IMF’nin baskısından kaynaklandığı özelleştirme taraftarı Ukraynalı yayın organları tarafından çok iyi biliniyor ve kolayca itiraf ediliyor.

Yukarıda bahsedilenler, moratoryumun kaldırılmasını özellikle “demokratik” olarak tanımlamayı zorlaştırıyor. Demokrasi konusunda Kernel, küçük çiftçileri tehdit ederek ya da başka yollarla arazilerinin haklarını devretmeye zorlayarak arazilerini “yağmalamakla” suçlanıyor. 2016 yılında 7 bin 150 tarım arazisinin yağmacılar tarafından ele geçirildiği vaka kaydedildi.

Tarım ve Gıda Politikaları Bakanı Roman Leşçenko’nun toprak reformunun gerekli olduğuna dair söyleyecek çok şeyi vardı. Ukraynalıların tarım arazilerinin özelleştirilmesine karşı çıkmaları için “korkutulduğunu ve yanlış yönlendirildiğini” iddia ederken, 2020’de arazilerin özelleştirilmesine yönelik “tarihi” karardan çok hoşnuttu. Fakat bu yasanın “son derece muhafazakâr” kalmasından yakındı. Bununla kastettiği, 2020 yasasının yabancıların toprak satın almasına izin vermemesiydi; bu meseleye 2024’ten önce karar verilmeyecekti.

Ancak Ukraynalı gazeteci Roman Gubriyenko, birkaç ay sonra yabancıların araziyi banka teminatı olarak kullanarak satın almalarına imkân veren bir yasa değişikliği yapıldığını gündeme getirdi. Tarımda toprak reformunun en sevilmeyen kısmı bile — yabancıların toprak satın almasına Ukraynalıların yüzde 81’i karşı çıkıyor — böylece Leşçenko’nun korkularına rağmen oldukça kolay bir şekilde geçti. Bu boşluk olmasa bile yabancıların toprağa erişimi oldukça kolaydı; ABD’li, Suudi ve Avrupalı şirketler milyonlarca dönüm araziyi elinde tutuyor.

Arazi bedeli

2020 yılında Ukrayna Ekonomi Bakanı Taras Vısotskiy, Ukrayna’nın arazisinin hektar başına ortalama fiyatının 1480 ila 2224 dolar arasında olacağını öngörmüştü. Fakat çeşitli hükümet yetkililerinden hektar başına 1000 ila 2500 dolar arasında değişen oldukça farklı tahminler çıktı. Vısotskiy ayrıca, Ukraynalı gazeteci Gubriyenko’nun ifadesiyle, özelleştirme sürecinde sahip başına düşen arazi büyüklüğü ya da yabancı yatırımcılar gibi “kısıtlamalar” olması halinde arazi fiyatının 2200 dolardan 1500 dolara düşeceği “tahmininde” ya da tehdidinde bulundu. Bu arada tüm bu tahminler, Ukraynalı çiftçileri özelleştirmeyi kabul etmeye ikna etmek için yıllardır kullanılan Polonya arazisinin hektar başına minimum fiyatı olan 8000 bin 10,000 dolardan çok uzak. Batı Avrupa ülkelerinde arazinin hektarı 30,000 ila 64,000 dolar arasında değişiyor.

Ocak 2020’de Gubriyenko, arazilerin daha da ucuza satılacağını öngördü. Bunu da Ukrayna’da arazilerin sahiplerine genellikle ayda yaklaşık 130 dolar kazandırdığını gösteren 2019 tarihli anket sonuçlarına dayandırdı. Netice olarak hektar başına en iyi ihtimalle 1000 ila 1200 dolar fiyat öngördü. Gubriyenko, arazi arzındaki artışın fiyatı daha da aşağı çekeceğini öngördü. Devlet de 7-10 milyon hektar tarım arazisine sahip ve 2020 yılında arazi satışlarından 1 milyar doların üzerinde gelir elde etmeyi planladığını belirtti. IMF’nin sert bankacılık reformları nedeniyle Ukrayna’da kredi bulmanın zorluğu, arazi bedellerini düşüren bir diğer faktör olarak gösteriliyor. Ukrayna topraklarının kalitesinin düşük olması da bir başka etken ve bu da tarım holdinglerinin yoğun mono ürün ekiminin bir sonucu.

Arazi piyasasının açılmasından sonraki ilk üç ayda hektar başına ortalama fiyat 1690 dolardı. En düşük ortalama ise sadece 830 dolarla Herson oblastındaydı. Ancak süreç şeffaf değildi; bu ortalamalar satışların sadece yüzde 54’ünü dikkate alıyor.

Liberal yayın Liga, fiyatların ileride yükseleceğini vaat ediyor. AB destekli bir düşünce kuruluşu olan “Land Transparency” tarafından bir Dünya Bankası yetkilisiyle işbirliği içinde yapılan hesaplamalara da yer verilen haberde, toprak mülkiyetinin yoğunlaşmasına ya da toprak üzerindeki yabancıların sahipliğine getirilecek herhangi bir kısıtlamanın Ukrayna GSYİH’sinin daha yavaş büyümesine ve toprak fiyatlarının daha yavaş artmasına yol açacağı belirtiliyor. En düzensiz senaryoda Ukrayna’nın 10 milyar dolar kazanacağı varsayılıyor. Devlet Başkanlığı makamının neoliberal danışmanlarından Timofey Mılovanov, arazi özelleştirmelerinin GSYİH’yi yılda yüzde 1,5 oranında artıracağını vaat etti.

Aynı Liga, üç ay sonra (Ocak 2022) ortalama arazi fiyatının hektar başına 1500 dolara düştüğünü kaydediyor. Haberde bundan bahsedilmese de savaş tehdidinin burada bir rol oynamış olması muhtemel. Bununla birlikte savaş beklentisi devam ederken (Aralık 2021) Ekonomi Bakanı, Ukrayna topraklarının fiyatının 2-3 yıl içinde 2200 dolara yükseleceği sözünü verdi. Piyasaya olan inanç sınır tanımıyor.

AB ile tarımsal ticaret

Batılı ülkeler ve yerli tarım latifundist’leri, tarım arazilerinin alım satımına ilişkin moratoryumun kaldırılması için Ukrayna hükümetine durmaksızın baskı yaptı. Bu hamle büyük tarım holdinglerine güç verdi. Neye yatırım yapacaklarına AB gibi en önemli ihracat pazarlarındaki fiyat eğilimlerine göre karar veren bu şirketler, Ukrayna’nın AB ile neo-kolonyal ticari ilişkiyi derinleştirmeye başladı. AB, Ukrayna’ya tarımsal üretim araçları ve işlenmiş gıda ürünleri satarken Ukrayna da ucuz tarımsal hammaddeleri geri satıyor.

“Avrupa ile bütünleşmenin” yanılsamaları ve gerçekleri

Ukrayna’nın modern tarihi, AB ile bir serbest ticaret anlaşması (STA) imzalanması meselesiyle değişime uğradı. Bu, destekçileri tarafından genellikle AB’ye katılmakla eşdeğer olarak yanlış anlatıldı.

STA’nın sihirli sonuçları hakkında her türlü vaatte bulunuldu. Maydan’ın (Victoria Nuland’ın telefon görüşmesiyle meşhur olan) başbakanı Yatsenyuk gibi destekçileri tarafından STA’nın anında ekonomik refah getireceği söylendi. AB kapitalistlerine Ukrayna pazarına erişim sağlamanın sanayisizleştirici etkilerine ve anlaşmanın tabiatı gereği eşitsiz koşullarına işaret eden “Avrupa ile bütünleşmeye” şüpheyle yaklaşan herkesi baştan sona çürütmek için sık sık Almanya’nın emeklilik ve ücret seviyelerine atıfta bulunurlardı. Yatsenyuk ve diğer “Avrupa ile bütünleşmenin ilkeli destekçileri” (genellikle Batı’dan burs alan ve bir fabrikaya adım atmamış kentli gazeteciler) “AB ile bütünleşmenin Ukraynalı ihracatçılara dünyanın en büyük pazarına erişim sağlayacağından” bahsetmeye bayılırlardı.

Sorun şu ki, bu durum 2016 yılında uygulamaya giren STA ile her daim bariz biçimde çelişiyordu. Bu anlaşma Ukrayna’nın en önemli ihracat kalemleri için sert kotalar içeriyor. Bu da Ukrayna’nın ihracatının sadece nispeten küçük bir kısmının gümrük vergisi ödemeden AB’ye ulaşabileceği, çok daha güçlü (ve yüksek oranda devlet destekli) Avrupalı üreticilerin ise Ukrayna pazarını istila etmekte serbest olduğu anlamına geliyor.

2019, Maydan sonrası Ukrayna’nın en iyi ticaret yılıydı2 ancak AB’ye ihracat sadece yüzde 3 arttı. 2020 Kovid salgını sırasında AB, pazarlarına erişimi sıkılaştırırken Ukrayna’nın pazarlarını korumak için herhangi bir adım atmasını yasakladı. Sonuç olarak AB’ye yapılan ihracat yüzde 13,2 oranında düştü.

Dünya Bankası’na göre Ukrayna’nın 2019’daki toplam ihracatı sadece 63,5 milyar dolardı. 2012’de ise bu rakam 86,5 milyar dolardı. Hatta AB’ye yapılan sanayi ihracatı yüzde 2,3 oranında azaldı. Ukrayna’nın toplam sebze ihracatı 2010 ve 2020 yılları arasında 6,6 milyar dolardan 17,6 milyar dolara yükselirken makine ve nakliye ekipmanı ihracatı 9,1 milyar dolardan 5,4 milyar dolara geriledi. Avrupa’ya yapılan ihracat, sebze ihracatındaki artışın yalnızca 3 milyar dolarını oluşturuyor; Çin ve hegemonik Maydan sonrası Ukrayna söyleminde çok aşağılanan “barbar Doğu’nun” diğer ülkeleri, ihracat artışının çoğundan sorumlu. AB’ye yapılan ihracattaki yavaş büyüme, sanayi malları için Rusya pazarının kaybını ve STA kaynaklı sanayisizleşme nedeniyle ihracattaki genel düşüşü telafi etmeye yetmedi.

AB Serbest Ticaret Anlaşmasının programlanmış eşitsizliği

2021 yılında, Ukrayna’nın AB serbest ticaret anlaşmasını yeniden müzakere etme hakkına sahip olduğu beş yıllık süre yaklaştı. Konuyla ilgili müzakerelere yaklaşan bir şey gerçekleşti. AB her zamanki gibi Ukrayna Brüksel’in talep ettiği reformları daha sıkı bir şekilde uygulamaya çalışana kadar ticari ilişkilerde bu türden bir gevşeme olamayacağı yanıtını verdi. AB’nin talep ettiği reformlar, örneğin “yolsuzlukla mücadele”, her zaman Ukrayna sanayisine verilen desteğin çekilmesini içeriyor.

AB temsilcisi, Ukrayna’nın ne AB’nin devlet alımları pazarına tam erişim sağlayacağını ne de kota rejiminde gevşeme olacağını açıkladı. İşler ancak 2022’de, Ukrayna sanayisi savaş nedeniyle büyük ölçüde tahrip olduğunda değişti; o sırada AB, Ukrayna’nın sınırlı bir süre için AB pazarlarına gümrük vergisiz erişim sağlayabileceğini açıkladı.

Bu gümrük kotaları nedir? 2016’daki serbest ticaret anlaşması 36 (+4 ekstra) Ukrayna ihracat grubuna tarifesiz erişim sağladı. Sadece tarım ihracatı bu imtiyaza sahipti. Ukrayna sanayi mallarına gümrüksüz erişim konusunda zaman zaman çıkan gürültüler 2022’ye kadar hiçbir sonuca ulaşmadı. STA, zaman içinde bu kotaların bazılarında ufak bir artış içeriyordu. Şuradaki tablo, sadece yıllık hacmi 10 bin tonu aşan ihracatlar için bu gümrüksüz kotaların zaman içindeki değişimini gösteriyor.

Bu kotalar son derece kısıtlayıcı. Ukrayna 2021 yılında tüm dünyaya AB kotalarının izin verdiğinden 42 kat, AB kotalarının ise 21 kat daha fazla buğday ihraç etti. AB, Ukrayna’dan kotaların izin verdiğinden 18,5 kat daha fazla mısır ithal etti. Bu durum, Ukrayna’nın AB için çok önemli bir tahıl kaynağı olmasına ve AB’nin toplam mısır, buğday ve diğer tahıl ithalatının yüzde 14’ünü gerçekleştirerek Fransa’dan sonra ikinci en büyük kaynak olmasına rağmen gerçekleşti.

Ukrayna 2020 yılında 81 bin ton bal ihraç ederken, 2021 kotaları sadece 6 bin tona izin veriyor. STAn’ın izin verdiği süt kotaları toplam Ukrayna üretiminin sadece yüzde 0,007’sini oluştururken Ukrayna, 2015 yılında kotaların izin verdiğinden 66 kat daha fazla et üretti. Ukrayna, 2019 yılında 414 bin ton tavuk eti ihraç ederken AB’ye sadece 19 bin 200 ton gümrüksüz ihracat yapmasına izin verildi. Ukraynalı tavuk üreticisi patron Yuriy Kosyuk’un söylediği gibi:

“[AB] pazarında herhangi bir açılma olmadı. Bilirsiniz, tekerlekte jant teli denilen bir mekanizma vardır. Bir şeyin bir yöne geçmesine izin verir, ancak diğer yöne geçmesine izin vermez. Avrupa pazarlarında şu anda yaşadığımız durum yaklaşık olarak budur. Avrupa Ukrayna ile serbest ticaret bölgesinden bahsediyor ama aynı zamanda Ukrayna mallarının ihracatı için bir dizi istisna ve kısıtlama getirilmiş durumda… 2016 yılında 1,2 milyon ton tavuk eti üretmiş olmamıza rağmen, 16 bin tonluk kotayı aşan her ürüne ton başına 1000 avrodan fazla gümrük vergisi uygulanıyor… Ukrayna bu ‘serbest ticaret anlaşması’ ile kandırılmıştır.”

Kısıtlayıcı kotaların hikayesi kapsamlı bir şekilde devam ettirilebilir. Ukrayna ayrıca meyve suyu, domates ve tahıl kotalarını da düzenli olarak aşıyor.

Bu cüzi avantajlar da sadece ilkel tarım ürünlerine veriliyor. Ukrayna’nın sanayi malları için bu tür ayrıcalıklar elde etme şansı olmadı. Ekonomi Bakanlığının, yerli sanayiye devlet desteği sağlamaya yönelik (daha sonra AB tarafından engellenen) talihsiz teşebbüsün bir parçası olarak hazırladığı 2020 raporunda ortaya koyduğu bazı çarpıcı rakamlardan bahsetmekte yarar var:

“2019’da motorlu taşıt üretimi 2012 seviyesinin yalnızca yüzde 31,0’ına, vagon endüstrisi ürünleri yüzde 29,7’sine, takım tezgâhı üretimi yüzde 68,2’sine, metalürji ürünleri yüzde 70,8’ine, ziraat mühendisliği ürünleri yüzde 68,4’üne ulaştı. […]

2013-2019 yılları arasında havacılık ve uzay ürünleri ihracatı 4,8 kat (1,86 dolardan 0,38 milyar dolara), vagon ürünleri üretimi 7,5 kat (4,1 dolardan 0,5 milyar dolara), metalürji sektöründeki üretim 1,7 kat (17,6’dan 10,3 milyar dolara), kimyasal ürünler 2,1 kat (4’ten 1,9 milyar dolara) azaldı.”

Öte yandan, üç yıllık bir geçiş döneminin ardından Ukrayna, STA gereği 2019 yılında AB’ye bir dizi ithalat kaleminde gümrük vergilerini kaldırmakla yükümlü. Ukrayna hükümeti 2016 yılında, AB’den ithal edilen ürünlerin çoğunda üç ila 10 yıl içinde ithalat tarifelerini tamamen kaldırmayı ya da azaltmayı kabul etmişti. AB 2017 yılında Ukrayna’ya sadece bir ihracat kotasını aştı; tavuk eti. Domuz eti ihracat kotasının sadece yüzde 5’ini, şeker kotasının ise yüzde 0,5’ini kullandı.

AB’nin tarımsal korumacılığının diğer tezahürleri

Kotaların yanı sıra AB STA’sı Ukrayna ve AB’yi ihracat için “herhangi bir devlet teşviğinden kaçınmakla” da yükümlü kılıyor. Ukrayna tarımının AB’den çok daha zayıf olduğu, AB’nin ise ikiyüzlü bir şekilde kendi çiftçilerine muazzam teşvikler verdiği koşullarda bu durum doğal olarak AB’nin ithalatının hakimiyetine ve Ukrayna üretiminin gerilemesine yol açtı.

Gizli korumacılığın bir başka tezahürü de AB’nin gıda ithalatına getirdiği katı kısıtlamalar. Çeşitli ekolojik ve kalite kontrolleri nedeniyle Ukrayna’nın ihraç ettiği pek çok ürün AB’ye giremiyor. Bu durum, ufak kotalarla birlikte Ukrayna’nın tarım ihracatının Asya ve Afrika’ya yönelmek zorunda kalmasının başlıca nedenlerinden biri.

Neo-kolonyal ticaret ilişkileri

Büyük bir ticaret açığının yanı sıra AB, Ukrayna’ya işlenmiş mallar satarken Ukrayna ucuz hammadde ihraç ediyor. Ukrayna’nın tarım sektörünün ilkel doğasına Ukrayna’nın traktör ticareti iyi bir örnek. Ukrayna, 2020 yılında 4,7 milyon dolar değerinde traktör ihraç ederken 456 milyon dolarlık traktör ithal etti. Bu traktörlerin yüzde 59’u AB’den, yüzde 12’si ise ABD ve Britanya’dan ithal edildi. Müreffeh birinci dünya, Ukrayna’dan ucuz gıda ürünleri ithal ederek bu süreçte büyük gümrük vergisi gelirleri elde ediyor ve Ukrayna’ya bu tarım için gereken endüstriyel makineleri satıyor.

Mesela Ukrayna’nın 2021 yılında AB’ye başlıca ihracatı demir ve çelik (toplam ihracatın yüzde 20,8’i), cevherler, geyik ve kül (yüzde 12,5), hayvansal ve bitkisel katı ve sıvı yağlar (yüzde 8,5); özellikle ayçiçeği tohumu yağı, elektrikli makineler (yüzde 7,8) ve tahıllar (yüzde 7,3) oldu. “Elektrikli makineler” aslında çoğunlukla Avrupalı otomobil üretim zincirlerinin bir parçası olarak küçük atölyelerde kabloların elle vidalanmasından ibaret. AB’nin Ukrayna’ya başlıca ihracatı makine (tüm ihracatın yüzde 14,8’i), ulaşım ekipmanları ve araçları (yüzde 10,2), mineral yakıtlar (yüzde 9,4), elektrikli makineler (yüzde 9,3) ve eczacılık ürünleri (yüzde 5,9).

Avrupalı ihracatçılar Ukrayna pazarına aktif olarak girdi ve bu pazarda uzmanlaştı. 2019 yılında Ukrayna, Avrupa gıda ihracatında büyüme rekoru kırdı. Ukrayna, Avrupa Birliği’nden gelen tarım ürünleri tüketicileri sıralamasında üçüncü sırada yer aldı. AB, 2019’un ilk yarısında tarımsal ihracatını 2018’e kıyasla yüzde 15 artırarak 2,26 milyar avroya ulaştı. 2020 yılında Ukrayna, AB’den ihraç ettiğinden 1000 kat daha fazla tereyağı ithal etti. 2021 yılında Ukrayna’nın AB ile toplam ticaret açığı 4 milyar avronun üzerindeydi.

Yerli üreticiler rekabeti ve rafları Avrupalı üreticilere kaptırıyor. Ukrayna’nın aksine Avrupa’daki üreticiler yüksek gümrük vergileri ve sıkı kotalarla korunuyor ve Avrupa Birliği genel bütçesinden büyük teşvikler alıyor. Ukraynalı ekonomi muhabiri Roman Gubriyenko, konuyla ilgili makalelerinde ithal gıda ürünlerinin hızlı artmasının sadece pazarın ele geçirilmesine ve Ukrayna’nın tarım sektörünün yerinden edilmesine yol açmadığını, aynı zamanda bir sonraki makalenin konusu olan yerli gıda üretiminin temelini de yavaş yavaş yok ettiğini savunuyor.

DÜNYA BASINI

ABD daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Donald Trump’ın göçmenlik politikalarıyla tarihsel bir paralellik kurarak, ABD tarihindeki zorunlu göç, kolonizasyon ve nüfus arındırma politikalarını inceliyor. Metin, 19. yüzyılda Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin kölelik karşıtı ama dışlayıcı politikalarından başlayarak, Thomas Jefferson ve Abraham Lincoln gibi ABD kurucu figürlerinin bu süreçteki tayin edici rollerine değiniyor. Yine, ABD’de tarihsel olarak kimin “gerçek Amerikalı” sayılacağına dair kadim tartışmaları, kölelik, Kızılderili Tehciri, 1924 Göç Yasası ve güncel göç politikalarına uzanan bir bağlamda ele alırken, bunun kapitalist ulus-devletin kurucu unsuru olan işgücü denetimi ve mülkiyet rejimleriyle ne denli iç içe geçebileceğini de nüanslı şekilde vurguluyor.

ABD’nin göç ve nüfus politikalarındaki tarihsel sürekliliğe dair bu hatırlatma, ülkedeki güncel göçmenlik politikalarının bir liderin ideolojik tercihlerinin ötesinde ABD’deki sermaye birikim süreçleri ve üretim ilişkilerinin tarihsel olarak oluşturduğu yapısal zorunluluklar üzerine de yeniden düşünmeye davet ediyor.


Amerika daha önce de kitlesel sınır dışılar yapmıştı

Eric Foner
The Nation
25 Kasım 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Donald Trump’ın başkanlık kampanyası sırasında ortaya attığı sayısız vaat arasında hiçbiri, ABD’de yaşayan tahmini 11 milyon kağıtsız göçmeni sınır dışı etme planı kadar destekçilerinde coşku; karşıtlarında ise esef duygusu yaratmadı. Nüfusun böylesine kitlesel bir şekilde ve zorla yerinden edilmesi, birçok eyaletteki işgücü piyasasını kaosa sürükleyeceği gibi, dünyanın geri kalanı için de sarsıcı bir şok demek. Yine de bir toplumu istenmeyen kişilerden arındırma fikri çok da emsalsiz sayılmaz.

Modern tarihte, 1492’de İspanyol Yahudilerinin ve Yedi Yıl Savaşları sırasında Akadyalılar (İngilizler tarafından Nova Scotia’dan sürülen Fransız yerleşimciler) da dahil olmak üzere büyük nüfus gruplarının zorla yurtlarından edildiği pek çok örnek mevcut. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1830 tarihli Kızılderili Tehcir Yasası, Mississippi Nehri’nin doğusundaki Kızılderili nüfusunun neredeyse tamamının bugünkü Oklahoma’ya sürülmesine yol açmıştı; bu zorunlu yürüyüş bugün hala “Gözyaşı Yolu” olarak anılmakta. Yine 1929 Büyük Buhranı sırasında da eyalet yetkilileri ve ulusal yetkililer Meksika kökenli binlerce kişiyi ABD sınırları dışına sürmüştü.

Amerikan sınırları içinde siyasi liderlerden en büyük desteği alan nüfus arındırma planı ise 1816’da kurulan Amerikan Kolonizasyon Cemiyeti’nin (AKC) öncülüğünde gerçekleştirilmişti. Yeni bir özgür Afrikalı Amerikalı nüfus yaratmadan köleliğe son vermeyi amaçlayan bu topluluk, köleleştirilmiş kadın, erkek ve çocukların (İç Savaş patlak verdiğinde sayıları 4 milyon kadar olan) kademeli olarak özgürleştirilmelerini ve halihazırda özgür olan yarım milyon siyahla birlikte Birleşik Devletler dışına taşınmasını önermişti.

Frederick Douglass’ın gözlemlerine göre “neredeyse her saygın adam” bu topluluğun üyesiydi: John Marshall, James Madison, Daniel Webster, Roger B. Taney ve hatta Harriet Beecher Stowe (Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi adlı kölelik karşıtı romanı, kahramanı George Harris’in “Afrika vatandaşlığını” onaylaması ve Birleşik Devletler’den göç etmesiyle sona erer mesela)… Sömürgeleştirme o topluma özgülüğüyle benzersiz bir Amerikan fikriydi. Harper’s Weekly’nin¹ de belirttiği gibi, Batı Yarımküre’deki birçok toplumda kölelik vardı, ancak başka hiçbir yerde “özgürleşmeden sonra kölelerin kökünün kazınması” önerilmemişti. Kolonizasyon fikri, savunucularının hem kölelikten hem de istenmeyen Afrikalı Amerikalı varlığından kurtulmuş bir toplum hayal etmelerine olanak sağlamıştı.

Günümüzde kağıtsız göçmenlerin sınır dışı edilmesi fikri gibi, kolonizasyon da kimin “gerçek” Amerikalı olduğu ve ulusun kucaklayıcı mı yoksa dışlayıcı mı olması gerektiğine dair çok boyutlu tartışmanın önemli bir yanını oluşturuyor. Kolonizasyon fikrini destekleyenler ABD’nin “beyaz bir cumhuriyet” olması gerektiğine inanıyordu. Bu bağlamda Trump’ın güncel sınır dışı planı, Kızılderililerin tehciri, Çinlilerin dışlanımı ve güney ve doğu Avrupa’dan göçü ciddi şekilde azaltan 1924 yasası da dahil olmak üzere nüfusun arındırılmasına dönük diğer çabalarla birlikte değerlendirilmeli. 1862 yılında, henüz İç Savaş devam ederken, Temsilciler Meclisi Özgürleştirme ve Kolonizasyon Komitesi, “tüm ülkenin” siyahlardan arındırılarak beyazlar tarafından ele geçirilmesi çağrısında bulunmuştu. Bugün bu görüşün yankılarını, göçmenlerin beyaz Amerikalıların yerini aldığına dair komplo teorilerinde ve kitlesel yerinden etmelerin bunun panzehiri olduğunu savunan “ikame teorisi” yanlılarında izlemek mümkün.

Kolonizasyonun belki de en önde gelen savunucularından biri, Virginia Eyaleti Üzerine Notlar adlı monografisinde siyahların fiziksel ve entelektüel kapasiteleri üzerine yaptığı meşhur tartışmaya ek olarak, kademeli özgürleştirme ve sınır dışı etme için ayrıntılı bir plan ortaya koyan Thomas Jefferson’dı. Bu çalışmada ayrıntılandırıldığı üzere, kölelerden doğan çocuklar kamu kaynakları aracılığıyla eğitilecek ve yetişkinliğe ulaştıklarında özgürleştirilip Afrika’ya taşınacaklardı. Eş zamanlı olarak dünyanın diğer bölgelerine gemiler gönderilerek “eşit sayıda beyaz nüfusun” Birleşik Devletler’e getirilmesi sağlanacaktı. Jefferson, “bir grup işçinin yerine bir başkasını koymak” için bu kadar zahmete girmenin anlamsız göründüğünü kabul ediyordu aslında. Ne var ki, kolonizasyon olmaksızın köleliğin sona ermesini ırksal savaşın, ya da örtük şekilde bahsedilen, ırksal “karışım”ın, (ki bu Jefferson’ın kendisinin de uyguladığı ancak daha kitlesel bir nüfus söz konusu olduğunda hiçbir şekilde hoşlanmayacağı bir şeydi) izleyebileceği konusunda endişeliydi.

1824’teki ölümünden kısa bir süre önce Jefferson, federal hükümetin “her yıl artan çocukları” (yeni doğan çocuklar) sınır dışı etmesini önermişti. Trump’ın ilk başkanlık dönemindeki ailelerin ayrılması politikasına [“sıfır hoşgörü”] benzer şekilde, “bebeklerin annelerinden ayrılmasının” insani itirazlara yol açacağını tahmin ediyordu. Ancak bu tür şikâyetler ona “pireyi deve yapmak” olarak göründü. Trump’ın kağıtsız göçmenler hakkındaki aleni yalanları, kolonizasyon topluluğunun başkanlığını yapmış olan Kentuckyli siyasetçi Henry Clay’in sözlerini anımsatıyor. Clay, siyah nüfusu doğuştan suça yatkın olmakla itham etmişti. Bu nedenle özgürlüğüne kavuşturulmuş kölelerin kitlesel olarak sınır dışı edilmesinin “kesinlikle vazgeçilmez” olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu.

“Büyük kurtarıcı” [Abraham Lincoln] bile yıllarca siyah Amerikalıların Afrika, Karayipler ya da Orta Amerika’ya devlet destekli olarak yerleştirilmesini savundu. İç Savaş’tan önce Lincoln, Illinois Kolonizasyon Topluluğu’nun Yönetim Kurulu’nda bulunuyordu. Başkanlığının ilk iki yılında kolonizasyonu teşvik etti ve kanun yapıcıları bunu uygulamak için fon ayırmaya çağırdı. Lincoln, Aralık 1862’de Kongre’ye gönderdiği yıllık mesajında açıkça “Kolonizasyonu şiddetle desteklediğimi daha açık ifade edemem” diyecekti.

Jefferson ve Clay, Lincoln’ün en hayranlık duyduğu devlet adamlarıydı. Fakat onların aksine, Lincoln’ün planı özgürleştirmeyi zorunlu değil “gönüllü kolonileşme” ile birleştiriyordu, zaten bu yüzden de hiçbir yere varamadı. Köle sahipleri, maddi tazminat teklif edildiği durumlarda dahi “insan mülkleri”nden vazgeçmek istemediler; siyah liderler ise, hatta neredeyse tamamı, halklarının Birleşik Devletler’in “renkli vatandaşları” olarak tanınması gerektiğinde ısrarcıydılar. Lincoln ırksal “karışım” ile kafayı bozmuş değildi ve siyahları beyaz Amerikalıların güvenliği için bir tehlike olarak damgalamıyordu. Beyaz Saray’da kendisiyle görüşen bir grup siyah Amerikalıya kolonileşmeyi desteklemesinin ardındaki sebebin, ırkçılığın Amerikan toplumunda fazlasıyla derinlere işlemesi ve eski kölelerin bu ülkede eşitlikten asla tam anlamıyla yararlanamayacağı olduğunu söylemişti.

1862 yılının sonuna gelindiğinde, Özgürlük Bildirgesi’ni yayımlamadan bir gün önce, Lincoln, İç Savaş sırasında Birlik ordusuna sığınan yüzlerce kölenin Haiti açıklarındaki bir adaya taşınması için şaibeli sayılabilecek bir girişimciyle sözleşme imzaladı. Ancak bildiriyle birlikte bakış açısında dramatik bir değişim yaşandı. Belgede sömürgeleştirmeye atıfta bulunulmuyor, bunun yerine azat edilen kölelerin Amerikan toplumunun “üretken birer üyesi” olarak yerlerini almaları öngörülüyordu. Diğer bir deyişle onları ABD’de “makul ücretler karşılığında sadakatle çalışmaya” çağırıyordu. Böylece Lincoln ilk kez siyah erkeklerin askere alınmasına alan açarak onları Amerikan yurttaşları olarak tanımaya dönük önemli bir adım atmış oldu.

Kökten değişen koşullar ve yaygın bir muhalefetle karşı karşıya kalan Lincoln, önceki planından vazgeçmişti. Köleliğe yaklaşımından sömürgeleştirmeyi çıkarması, ABD’nin eşitlerden oluşan iki ırklı bir toplum olarak hayal edilmeye başlanmasını sağladı. Donald Trump’tan da aynı evrimi bekleyebilir miyiz peki? İşte o biraz şüpheli.


¹ İlk kez 1857’de “bir uygarlık dergisi” olarak yayımlanmaya başlayan ve özellikle Amerikan İç Savaşı ile New York’taki Tammany Hall hakkındaki önemli haberlerle dikkat çeken dergi. İlk dönem yayın hayatı 1916’da sona erdikten sonra The Independent’a dâhil edildi. 1920’ler ve 1970’lerde kısa süreli canlandırma girişimlerinde bulunulsa da ancak 2000’lerin başlarında, haftalık bir haber özeti sunan elektronik “Harper’s Weekly Review” aracılığıyla, yeniden yayın hayatına dönebildi. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’ın düşüşü ‘Direniş Ekseni’ için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Seyyid Ali Rıza, Batı Asya uzmanı
Press TV, 8 Aralık 2024

Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad’ın Şam’daki hükümeti, geçen hafta Halep’ten başlayarak savaşın harap ettiği Arap ülkesini kasıp kavuran bir grup militan gruba yenik düştü.

Arap ülkesinin çöküşü, İsrail rejiminin binlerce sivilin hayatına mal olan ancak kayda değer bir askeri hedefe ulaşamayan yaklaşık 70 günlük dizginsiz saldırganlığının ardından geçen hafta başında Lübnan’da ateşkes ilan edilmesinden kısa bir süre sonra başladı.

Heyet Tahrir Eş-Şam (HTŞ)  (eski adıyla al-Nusra) liderliğindeki yağmacı militan gruplar Halep’e yıldırım hızıyla bir saldırı başlattı, ardından İdlib, Hama ve Humus’a doğru hızla ilerledi ve nihayetinde pazar günü erken saatlerde Şam’ı ele geçirdi.

Suriye Arap Ordusu’nun ilk direnişine rağmen hükümet güçleri kilit bölgelerden kademeli olarak geri çekilerek Batılı ve Arap devletlerin yanı sıra İsrail rejimi tarafından da desteklenen militan grupların Şam’a doğru çarpıcı askeri ilerlemeler kaydetmesini sağladı.

Devrik Suriye Devlet Başkanı’nın nerede olduğu bilinmiyor; ya Suriye içindeki bir Rus askeri üssünde saklandığı ya da BAE veya Rusya’ya kaçtığı yönünde spekülasyonlar var.

Filistin esas mesele

Suriye her zaman Direniş Ekseni’nin hayati bir dişlisi olmuştur ve olmaya da devam etmektedir; Şam’da kontrolü kim ele geçirirse geçirsin bu durum değişmeyecektir. Ülkenin stratejik önemi azalmadan devam etmektedir.

Dahası, Suriye’deki dramatik gelişmelere rağmen, daha geniş Direniş Ekseni içindeki dinamikler etkilenmemiştir. Filistin, ittifak için temel mesele olmaya devam ediyor.

Suriye tarihsel olarak Lübnanlı ve Filistinli direniş hareketlerine silah ve diğer kaynakların sağlanmasında bir kanal görevi görmüştür. Ancak bu hareketler artık füzeler ve insansız hava araçları da dahil olmak üzere kendi silahlarını üreterek kendi kendilerine yeter hale geldiler.

İran’ın Direniş Ekseni’ne desteği Suriye’nin liderliğinden bağımsız olarak devam edecek ve Filistin, İslami Direniş ve bölgesel müttefikleri için en önemli öncelik olmaya devam edecek.

Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi’nin son dönemde bölge genelinde gerçekleştirdiği diplomatik temaslar, bu gelişmelerin ortasında Filistin meselesinin ön planda kalmasını sağlamayı amaçlıyordu.

Cumartesi günü Doha’da Hamas’ın üst düzey yöneticileriyle bir araya gelen Arakçi, “İran İslam Cumhuriyeti’nin Siyonist rejimin işgal ve saldırganlığına karşı Filistin ve Lübnan halkını ve direnişini destekleyen ilkeli tutumu güçlü bir şekilde devam edecektir” dedi.

Arakçi, Rusya ve Türkiye’den mevkidaşlarıyla birlikte Suriye konulu bölgesel konferansa katılmak üzere Doha’da bulunuyordu.

Hızlı çöküşün sebepleri

Suriye hükümetinin hızla düşmesi pek çok kişinin bunun nasıl olduğunu sorgulamasına neden oldu. Bu çöküş, Taliban’ın yaklaşık üç yıl önce Kabil’i ele geçirmesinden bile daha dramatik olarak nitelendiriliyor.

Ancak bu bir gecede gerçekleşmedi. HTŞ’nin başını çektiği militan gruplar, kaleleri sayılan bölgelerde dış destekle yıllardır bu an için zemin hazırlıyordu.

İsrail’in Gazze’de devam eden soykırım savaşı ve Lübnan’daki saldırganlığıyla daha da şiddetlenen bölgedeki kaos, onlara kararlı bir şekilde saldırma fırsatı sağladı. Bu bekledikleri andı.

Birçoklarının haklı olarak savunduğu gibi bu militan (HTŞ vb.) grupların hiçbiri Gazze ya da Lübnan için ayağa kalkmadı çünkü Tel Aviv rejimini kızdırmak istemiyorlardı. Suriye’ye odaklanmaya devam ettiler.

Geçen haftadan itibaren Esad güçleri çok az bir direnişle geri çekildi. Suriye Arap Ordusu’nun militanların ilerleyişine karşı koyamamasının birkaç nedeni var ve bunlardan biri de Suriye toplumunun her kesimini etkileyen ülkedeki vahim ekonomik durum.

Suriye’nin ekonomik durumu yıllar içinde, özellikle de ABD’nin Aralık 2019’da “Sezar Yasası” kapsamında uyguladığı felç edici yaptırımlardan bu yana endişe verici bir şekilde kötüleşti. Bu yaptırımlar, ekonomik reformları başlatamadığı için Esad hükümetinin karşılaştığı zorlukları daha da artırdı.

ABD ayrıca Esad rejimine muhalif birçok militan gruba da destek verdi ki bu durum sızdırılan telgraflarda ve üst düzey ABD yetkililerinin açıklamalarında geniş bir şekilde belgelenmiştir.

Ancak Esad’ın devrilmesi ne Suriye için istikrara dönüş anlamına geliyor ne de yaptırımların kalkmasını ya da hafiflemesini garanti ediyor. Yeni yöneticiler uyumlu bir yapıdan ziyade farklı ideolojilere, bağlantılara ve siyasi hedeflere sahip militan gruplardan oluşan bir koalisyon.

Aralarında Katar, Türkiye, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu bazı bölge ülkeleri, Esad hükümetini deviren bu militan grupları kendi bölgesel emelleri için doğrudan ya da dolaylı olarak destekledi.

Taliban benzetmesi

Şam’daki yeni iktidar koalisyonu, Kabil’deki de facto Taliban hükümetine benzer şekilde, özellikle uluslararası meşruiyet kazanma konusunda önemli zorluklarla karşılaşacaktır.

Ayrıca bu militan grupların hedefleri temelde uyuşmadığı için eninde sonunda birbirlerine düşmeleri de güçlü bir olasılık. Her bir grubun güçten daha fazla pay alma arayışında olması muhtemeldir.

Bölgesel güvensizlik ve kaostan beslenen İsrail rejiminin durumu daha da kötüleştirmeye devam etmesi bekleniyor. Son raporlar, İsrail’in devam eden kargaşadan faydalanarak Suriye topraklarındaki işgalini halihazırda işgal altında olan Golan Tepeleri’nin ötesine genişletmeye çalıştığını gösteriyor.

Bu militan grupların Siyonist rejim tarafından sağlanan destekten faydalandıkları aşikâr olmakla birlikte, Suriye’nin demokratik yollarla seçilmiş hükümetini devirmiş olmalarından dolayı bu destek artık devam etmeyecektir.

Önümüzdeki günler ve haftalar bölgenin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyecek kritik öneme sahiptir. Ancak kesin olan bir şey var ki o da direniş ekseninin sağlam ve daha güçlü bir konumda olduğu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Üç adımda ‘Çin’in borç tuzağı’ anlatısını çürütmek

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: İsveç’teki Kuşak ve Yol Enstitüsü’nün başkan yardımcısı Hussein Askary, Li Xing Yunshan Lider Akademisyeni ve Çin’deki Guangdong Uluslararası Stratejiler Enstitüsü’nde profesör olan Li Xing’in başkanlığında, 21. Yüzyıl Deniz İpek Yolu 2024 Uluslararası Düşünce Kuruluşu Forumu’nda düzenlenen “Kuşak ve Yol Girişimi ve Küresel Güney” başlıklı konferans oturumunda yaptığı sunumda, “Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek için üç temel soruya odaklanan bir araştırma yöntemi öneriyor. Arkasy’nin ortaya koyduğu verilere göre “Çin’in borç tuzağı” iddiası somut verilere dayanmayan bir propaganda aracı. Bilakis, Çin’in altyapı odaklı kredileri, borç yükü altındaki ülkelerin üretkenliğini artırma potansiyeline sahip. Ancak, bu ülkelerin tüm sorunlarını çözmek için daha geniş kapsamlı finansman stratejilerine ihtiyaç var.


“Çin’in borç tuzağı” anlatısını çürütmek: Üç adımlık yeni bir araştırma yöntemi

Hussein Askary, Li Xing

Brixsweden.org

ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Mayıs 2018’den bu yana geniş çaplı finansman ve medya desteğiyle yoğun şekilde desteklediği Çin’in “borç tuzağı” anlatısına dair araştırmamız, bu iddiayı destekleyecek hiçbir somut kanıt olmadığını ortaya koyuyor.

Bu anlatı, esas olarak, Çin’in önerdiği Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) ilerlemesini engellemek ve Çin’in uluslararası itibarına zarar vermek amacıyla kullanılan bir jeopolitik propaganda aracı olarak hizmet ediyor.

Sri Lanka, Pakistan, Zambiya, Kenya ve Karadağ gibi ülkelerdeki son on yıllık mali ve iktisadi gelişmeleri incelediğimizde tutarlı bir model gözlemledik.

Bu model, bu ülkelerin yaşadığı mali sıkıntıların, hiçbir şekilde doğrudan Çin veya KYG ile ilişkilendirilemeyen, iç ve dış etkenlerin bir kombinasyonundan kaynaklandığını gösteriyor. Bu inceleme sayesinde, bu anlatının içerdiği ana yanlışları ortaya koymayı sağlayan sistematik bir yöntem geliştirdik.

Bu araştırma yöntemi, “Çin’in borç tuzağı” iddiasıyla gündeme gelen herhangi bir ülkenin durumunu incelemek ve böylelikle gerçekle efsaneyi ayırmak için kullanılabilir. Ayrıca, bu araştırma, karar mercilerinin önümüzdeki on yılda altyapı geliştirme kredilerine dair sağlam politikalar belirlemesine yardımcı olacak ve bu da ülkelerinin iktisadi kalkınmasının temel taşını oluşturacaktır.

Bu yöntem, borç tuzağı anlatısını kabul edenlerin şu üç temel soruya yanıt vermesi gerektiğini öne sürüyor:

1- Ülkenin borç yapısı ne?

2- Borçların niteliği nasıl?

3- Ülkenin mali sıkıntılarının kaynağı ne?

***

1. Borç yapısı

Borç yapısından kastedilen, bir ülkenin toplam dış borcunun farklı alacaklılara olan dağılımıdır ve bu dağılım genellikle yüzdelerle ifade edilir [bkz. Şekil 1]. Yaptığımız incelemede, Çin’e olan borcun toplam borcun yalnızca küçük bir kısmını oluşturduğunu hemen fark ettik (2022 yılında Sri Lanka için yüzde 10, 2024 yılında Kenya için yüzde 15,5).

Şekil 1. Kenya’nın 2024 ve Sri Lanka’nın 2022 yılı toplam dış borç dağılımı

Bununla birlikte, Batılı düşünce kuruluşları ve medya, semantik manipülasyon yaparak toplam dış borç yerine “ikili borç” (bilateral debt) kavramına odaklanıyor. Bu, sık sık şu şekilde sunuluyor: “Çin, Ülke X’in en büyük ikili alacaklısıdır” [bkz. Şekil 2]. Bu seçici çerçeveleme, Çin’in bu ülkelerin finansal sorunlarındaki rolünü orantısız bir şekilde büyüten yanıltıcı bir algı yaratıyor.

Şekil 2. Kenya’nın toplam dış borcu yerine Çin ile olan ikili borcunun vurgulanması

Bu nedenle, araştırmacılar yalnızca medya veya düşünce kuruluşlarının sağladığı bilgilerle yetinmemeli. Bunun yerine, her ülkenin maliye bakanlığı veya merkez bankası gibi kamuya açık resmi verilerini kullanmalı. Şekil 2’de, Kenya Ulusal Hazinesi’nin Ocak 2024 Aylık Bülteni’nden elde edilen bilgiler kullanılıyor.

Toplam borç kompozisyonu grafiklerine baktığımızda, Sri Lanka’nın borcunun yalnızca yüzde 10’unun Çin’e ait olduğunu; buna karşılık, borcun yüzde 80 ila yüzde 90’ının Batılı kurumlara veya Batılı devletlerle bağlantılı kuruluşlara ait olduğunu görüyoruz. Daha da önemlisi, veriler “gözden kaçan asıl gerçeği” ortaya koyuyor: Sri Lanka’nın borcunun yüzde 47’si ticari kredilerden oluşuyor ve bu borcun çoğu Amerikan BlackRock ve İngiliz Ashmore gibi Batılı özel tahvil sahiplerine ait. Bu tahvil sahiplerinin elinde, Çin’in Sri Lanka’ya verdiği kredinin dört katı borç bulunuyor. Kenya’da ise ticari krediler Çin’e olan borç miktarını aşıyor ve çoğunluğu Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’na (IMF) ait olan çok taraflı krediler (multilateral loans), Çin’e olan borcun üç katını buluyor.

2. Borç niteliği

KYG kapsamındaki Çin kredileri neredeyse tamamen ulaşım, enerji, su, eğitim ve sağlık gibi sektörlerde modern altyapı inşasına yönelik. Bu projeler, alıcı ülkelerin üretkenliğini artıran verimli yatırımlar. Altyapıyı geliştiren bu krediler, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerini destekleyerek ekonomilerin gelir elde etmesini ve borçları geri ödeyebilme kapasitesi kazanmasını sağlıyor. Buna karşın, ticari ve çok taraflı kredilerle sağlanan finansal kaynakların büyük kısmı, genelde mali ve ticaret açıklarını kapatmaya yöneliktir. Bahsi geçen ülkeler gibi ciddi iktisadi sıkıntılarla karşılaşan ülkeler, ani ekonomik krizleri çözmek için uluslararası tahvil piyasalarından ağır şekilde borçlanmak zorunda kalıyor.

Ülkeler, eski tahvilleri ödemek için tahvil piyasalarından yeni borçlar alır; ancak bu borçlar genelde çok daha yüksek faiz oranlarıyla yapılır. Örneğin, bu yılın şubat ayında Kenya hükümeti, haziran ayında vadesi dolacak olan 2 milyar dolarlık eurobond’larını geri almak için yeterli nakde sahip değildi. Bunun yerine, 7 yıl vadeli yeni bir tahvil çıkararak 1,5 milyar dolar topladı; ancak bu borç yüzde 6 faiz oranıyla alınan eski tahvillerin aksine, yüzde 10 gibi yüksek bir faiz oranına sahipti. Bu tür yeni borçlarla eski borçları daha yüksek faiz oranlarıyla kapatma döngüsü, tam anlamıyla bir “zehirli hap” etkisi yaratıyor. Hatta borçlanma altyapı projelerinde kullanılacak olsa bile, uzun vadede gelir sağlayacak projeler için kısa vadeli borçlanma yapmak, klasik bir hata olarak öne çıkıyor. İşte bu, gerçek borç tuzağının temel nedenlerinden biri.

Çin kredilerinin bir diğer önemli farkı, daha uzun geri ödeme süreleri ve daha düşük faiz oranları sunması. Örneğin, Çin İhracat-İthalat Bankası’nın Karadağ’daki Bar-Boljare otoyolu için sağladığı kredi, 20 yıl geri ödeme süresi, 6 yıl geri ödemesiz dönem ve yalnızca yüzde 2 faiz oranı gibi avantajlara sahip. Benzer oranlar ve koşullar, Kenya’daki Mombasa-Nairobi Demiryolu ve diğer projelerde de geçerli. Buna karşın, ticari krediler genellikle 5 ila 7 yıl gibi kısa vadeli olup, faiz oranları yüzde 6 ile yüzde 12 arasında değişiyor.

Çin, mali sıkıntı yaşayan ülkelere genellikle borç yapılandırma veya borç hafifletme imkânı sunarken, Batılı tahvil sahipleri Batı mahkemeleri aracılığıyla tam ve zamanında ödeme yapılmasını hukuki yollardan zorluyor.

Ayrıca, Çin kredileri herhangi bir siyasi veya iktisadi ön koşul içermezken, Batılı çok taraflı krediler genelde kur devalüasyonu, kamu altyapı yatırımlarında kesinti, belirli politik değişimlerin uygulanması, devlet işletmelerinin ve doğal kaynakların özelleştirilmesi gibi koşullara sahip. Bu tür koşullar, toplamda ekonomik üretkenliği düşürüyor. Örneğin, IMF’nin talimatıyla Zambiya’daki bakır madenciliğinin özelleştirilmesi sonucunda bu sektör, Batılı çok uluslu şirketlerin kontrolüne geçti ve Zambiya, doğal zenginliğinden ulusal ekonomiye çok az bir katkı alabiliyor. Bu nedenle, farklı borç türlerinin niteliksel farkları göz önünde bulundurularak her vaka incelenmeli.

Bu ülkelerin çoğu, KYG 2013 yılında başlatılmadan önce bile halihazırda mali sıkıntı içerisindeydi. Daha sonra, çeşitli iç ve dış gelişmeler bu sorunları arttı. İç savaşlar, terör, salgın hastalıklar, pandemiler, finansal yönetim eksiklikleri, yolsuzluk ve küresel finansal/para sistemindeki değişiklikler gibi nedenler, bu sıkıntıların kaynağını oluşturuyor ve bunların hiçbiri Çin ile doğrudan ilişkili değil. Başlıca nedenleri şu şekilde sıralayabiliriz:

a. Birçok ülke, yalnızca bir veya iki ana gelir kaynağına bağımlı ve bu durum, fiyat dalgalanmalarına veya faaliyet kesintilerine karşı onları savunmasız hale getiriyor. Örneğin hem Sri Lanka hem de Karadağ, büyük ölçüde turizme bağımlı. Sri Lanka, 2019’da terör saldırılarından etkilendi ve turizmde büyük bir düşüş yaşadı. 2020’de toparlanmaya çalışırken, bu kez Kovid-19 pandemisi ülke ekonomisini vurdu. Aynı şekilde, Karadağ ekonomisi 2021 ve 2022 yıllarında pandemiden ciddi şekilde etkilendi.

b. Sri Lanka ekonomisi düşük üretkenlik sorunlarıyla karşı karşıya. Örneğin, tekstil endüstrisi ithal edilen makineler, yakıt ve pamuk gibi girdilere dayanıyor ve yalnızca düşük maliyetli iş gücüyle katma değer sağlıyor. 2022’de Ukrayna krizi sonrası küresel yakıt fiyatlarının yükselmesi, bu sektördeki kâr marjlarını tamamen erozyona uğrattı.

c. Pek çok ülke, tarımda petrol, doğalgaz ve gübre ithalatına bağımlı. Bazı ülkeler, gıda ithalatı için yabancı kaynaklardan borç alıyor. Küresel fiyatlar arttığında, bu ülkeler ağır darbe alıyor.

d. Kur değer kaybı, borç yükünü kayda değer ölçüde artırıyor. Zira Çin kredileri dahil tüm dış borçlar Amerikan doları cinsinden ve kur değer kaybı, aynı dolar miktarını ödemek için ulusal zenginlikten daha fazla ödeme yapılmasına yol açıyor. Örneğin, ABD’nin 2022 yılında Enflasyon Azaltma Yasası’nı (Inflation Reduction Act) geçirmesiyle Amerikan doları, neredeyse tüm küresel para birimlerine karşı değer kazanmıştı. Bu durum, borçlu ülkeleri ciddi şekilde etkiledi.

Sonuç

Bu üç temel sorunun incelenmesi ve ele alınması, bu ülkelerin borç krizlerinin daha doğru ve nesnel bir şekilde değerlendirilmesini sağlayabilir. Çin, bu sorunların sebebi değil. Esasen, Çin’in bu ülkelere üretken kredi sağlama yaklaşımı, uzun süredir bu borç tuzağına hapsolmuş olan ülkelerin bu durumdan kurtulmalarına yardımcı olacaktır. Altyapı için sağlanan uygun finansman sayesinde, bu ülkeler üretkenliklerini artırabilir, mali dengelerini yeniden kurabilir ve hem Çin’e hem de diğer alacaklılara olan borçlarını daha kolay geri ödeyebilir.

Bu anlamda, Çin ve Kuşak ve Yol Girişimi, borç sorunlarının sebebi değil, çözümünün parçası. Fakat, Çin tek başına bu ülkelerin karşılaştığı tüm sorunları çözemez. Altyapı ve kalkınma projelerinin finansmanı için yeni yöntemler geliştirilmesine ihtiyaç var. Bu konu, ayrı bir makalede ele alınacak.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English