DÜNYA BASINI
‘Y kuşağı’nın makûs talihi
Yayınlanma

Çevirmenin notu: Türkiye’de de ithal biçimde yoğun olarak tartışılan ‘X, Y ve Z’ kuşakları üzerine Anton Jäger’in yazdığı makale önemli ipuçları sunuyor. ‘İsyankâr’ olarak görülen Y kuşağı (ya da milenyaller), isyanının gerisinde neredeyse hiçbir tortu bırakmadan yaşlanmaya başlamış görünüyor. Yüzer gezerlik, kurumsal örgütlüüğe yönelik düşmanlık, yazarın deyişiyle ‘yalnızlık ve ajitasyonun kendine özgür karışımı’, milenyallerin zihnini belirleyen unsurlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna, ‘postmodern zihin’ demek de mümknü görünüyor. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene ait.
Y Kuşağı Zihni
Anton Jäger
Granta
8 Şubat 2024
Bugün ‘Y kuşağı’ [millennial] olmak ne anlama geliyor? 1981 ve 1996 yılları arasında Batı’da doğan ve ilk olarak 1991’de yarı resmi bir terimle vaftiz edilen nesil, rutin olarak ahlakçı, iflah olmaz bir şekilde literalist ve belirsizliğe tahammülsüz olarak kınandı. Y kuşağı internetle büyümüş ve internetin erken evrimsel sancılarını gözlemlemiş olsa da, zoomer’lar mutlu bir şekilde internetin içine doğmuş gibi görünüyor; Y kuşağı nesiller arası savaşlara (İşgal Et, Domuz Jambonu Seddi(*), vb.) alenen katılırken, X Kuşağı herhangi bir kolektif çabayı tamamen reddetmeye şartlandırılmıştı; boomer’lar trente glorieuses’in [otuz şanlı yıl] meyveleriyle yaşayabilirken, Y kuşağı 2008 çöküşünden sonra çekiç üzerlerine düşene kadar kredi patlamasının yapay dalgalarında sörf yaptı.
Diğer gruplarla karşılaştırıldığında, Y kuşağı kapana kısılmış görünüyor: Ne Z Kuşağı’nın zahmetsiz öznelliğinden ne de baby boomer’ın tarihsel kibrinden hoşlanıyorlar. 1990’larda küreselleşmenin vaadiyle doğan, gezegensel mal ve bilgi akışını özgürleştiren ve yeni bir sivil toplumun habercisi olan 1981 sonrası yaş grubu, yeni yüzyıla karşılanması zor umutlarla girdi.
Y kuşağının şevki ve tıkanıklığı emsalsiz değildir. Weimar Cumhuriyeti’nde kuşak siyaseti genellikle ölümcül bir meseleydi. Almanya Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra belini doğrulturken, nesiller boyunca katmanlaşmış hareketler savaş sonrası düzenin geleceği için savaştı: genç Komünistler parlamentolardan ziyade konseyler cumhuriyeti için çabalarken, yaşlı sosyal demokratlar onları çatışmaya kışkırtan imparatorun istifasından memnundu. 1926’da Alman Komünist Partisi’nin (KPD) önde gelen görevlilerinin yüzde 80’i kırkın altında, yüzde 30’u otuzun altındaydı ve yaş ortalaması otuz dörttü. Karl Kautsky ve Eduard Bernstein gibi Sosyal Demokratların önderleri, genç ırgatların akınının yaşlı sanayi proletaryasının saflarını şişireceğinden endişe ediyorlardı.
Alman sağında ise bölünme daha az keskin değildi. Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ında, muhafazakâr bir ticaret hanedanının nesiller boyu düşüşü yarı-biyolojik yasalara uyuyor gibi görünürken, yirmi yıl sonra Nazi safları 1914’ün neden olduğu ‘medeniyet kırılması’ deneyimi olmayan gençlerle dolup taştı. Aynı nesil, Ödön von Horváth’ın Üçüncü Reich döneminde öğretmenlik görevini anlatan romanında tasvir edilen ‘Tanrısız gençlik’ olacaktı. “Düşünmek, nefret ettikleri bir süreçtir,” diye yakınıyordu Horváth öğrencileri hakkında. “İnsanlara burun kıvırırlar. Vidalar, topuzlar, kayışlar, tekerlekler ya da daha iyisi mühimmat – bombalar, mermiler, şarapneller gibi makineler olmak istiyorlar. . . İsimlerinin bir savaş anıtında yer alması – bu onların ergenlik çağının hayalidir.
Alman sosyolog Karl Mannheim, 1920’lerin ortalarında Kuşak Sorunu (Generationsfrage) olarak adlandırılan konu üzerine ilk kez düşünce taslağı hazırladığında, yaş gruplarının incelenmesi hâlâ toplumu incelemenin nispeten yeni bir yoluydu. Mannheim, nesillerin basit kronolojik oluklar olduğu fikrine katılmadı. Nesiller, biyolojik bir sürekliliğin sıralı bir olay düzeniyle çatışmasından doğan bileşik yapılardı, bu da söz konusu varlığın sadece bir pasaportta doğum yılını değil, kültürel-politik bir deneyimi paylaşması gerektiği anlamına geliyordu. Mannheim’ın iddiasına göre, “kuşaklar arası uyumun sosyolojik olgusu”, kuşkusuz “doğumların ve ölümlerin biyolojik ritmi gerçeği üzerine kurulmuştu.” Fakat biyolojik temelin politik-kültürel bir üstyapıya ihtiyaç duyduğunu vurgulamaya özen gösteriyordu: bir kuşak “kendi içinde anlaşılmaz bir üsttoplam [superadditive] barındırır”, bu grubu doğal olandan insanlık tarihine fırlatan bir tür paylaşılan deneyim. Mannheim, Napolyon zamanında Fransız köylüleri örneğini verdi. Napolyon’un ordularına katılmayanlar, gelenek ve göreneklerin babadan oğula geçtiği ebeveynlerinin ve büyükanne ve büyükbabalarının zihinsel dünyasında kapalı kaldılar. Buna karşılık, Napolyon’un askeri seferlerini, zaferlerini ve yenilgilerini deneyimleyen genç adamlar, onları kendilerinden önce gelenlerden ve takip edenlerden ayıran ortak bir kuşak deneyimi edindiler.
Kendi içinde bir nesil, hiç de bir nesil değildi; sadece kendisi için bilinç kazanarak ve kendisini diğer gruplarla karşı karşıya getirerek, adına layık hale gelebilirdi.
Mannheim’ın zamanında, nesiller arası çatışmalar bariz zaferler getirmedi: Avrupa’nın savaş sonrası refah devleti, savaş öncesi militan zirvesinde işçi sınıfına verilen tavizlerin bir kısmını somutlaştırmış olsa bile, ne bir Nazi İmparatorluğu hayali ne de bir konsey cumhuriyeti hayali Avrupa’da hiçbir zaman sürdürülebilir bir şekilde şekillenmedi. Aynı şey, yirminci yüzyıl kuşak savaşındaki karşı kutuptaki diğer zirve için de geçerlidir: Mayıs 1968, burjuva ebeveynler ve burjuva çocukları, Fransız eleştirmenlerin iddia ettiği gibi, kendilerini ‘barikatın zıt taraflarında’ bulduklarında. Deneyimi daha sonra hatırlayan soixante-huitard’lar [68’liler] için 1968, adetler ve değerler açısından bir gençlik zaferi gibi görünebilirdi, fakat şimdi galipler, 1960’larda gençleri egelleyen kendi rakiplerinden daha yetenekli, yaşlı servet istifçileri.
Bugün, bir kez daha, kuşak tartışmaları onlar hakkında kaçınılmaz bir şekilde kazanılamaz bir şey taşıyor. Y kuşağı, önceki nesillerden daha fazla protesto etti; aslında, 2008-2022 yıllarında protesto faaliyetlerinde küresel bir rekora tanık olduğumuza dair tahminler var. Grup üyeliğine derinden karşı olan ve siyasi katılımı tatsız veya aykırı bulan X kuşağı grubunun aksine, Y kuşağı isyanla pazarlık yapmaya fazlasıyla istekliydi. Aynı zamanda, uzun on yıllık protestolar, serbest piyasa hakimiyeti çağına damgasını vuran örgütsel yaşamdaki düşüşe de katıldı ve onu hızlandırdı. Kültür savaşının, dijital demagojinin ve geçici tıklamaların ana siyasi angajman biçimi haline geldiği bir dünyada, Y kuşağı tuhaf bir militan tipi sunuyor: kurum inşasına ve kolektif eyleme adanmış, fakat Mannheim’ın radikallerinin güçlü örgütsel biçimlerine pek yerleşmiyor.
Yalnızlık ve ajitasyonun güçlü karışımı, Y kuşağının kötü şöhretli hale gelmesine neden olan belirgin ahlaki duyarlılığı açıklamada yararlı olabilir. Y kuşağı olmak güçlü bir ahlaki duruş gerektirir, fakat söz konusu bağlılığı sürdürülebilir bir şekilde kolektif olan herhangi bir şeye kanalize etmek için çok az araç sunar. Ahlakçılık, tercihlerini bir araya getirmek ve alenen müzakere etmek zorunda olmayanlar için lüks ve yoksunluk arasında gidip gelir. Y kuşağı, kamusal ve özel arasında belirgin bir şekilde yeni bir etkileşim moduyla karşı karşıya kaldı: enerjik ama yaygın, çevrimiçi dünyanın akışkanlığına göre modellendi. Mannheim’ın tanık olduğu kitle siyasetini bugün tespit etmek zor; 1990’ların karakteristik özelliği olan post-siyaset gibi, X kuşağı herhangi bir siyasi taahhüdü açıkça reddetti ve kolektif yaşamın sonunu ilan etti. Kuşak standardı taşıyan romancılar David Foster Wallace (X Kuşağı) ve Sally Rooney (Y kuşağı) arasındaki fark, değişimin önemli bir göstergesidir. Wallace’ın dünyasında siyasi çatışma, yalnızca çılgın teröristlerin aktif olarak karşı çıktığı ticarileşmeye ve reklamcılığa esir olan bir kamusal alandan dışarı atıldı. Sonuç, yalnızca bireysel yeniden büyüleme veya terapötik grup terapisi eylemleriyle doldurulabilecek bir boşluk. Buna karşın Rooney, siyasetin aciliyetini açıkça geri kazandığı ve kolektif sınıf kavramlarının yeni keşfedilmiş bir inandırıcılık kazandığı bir kamusal alanda faaliyet gösteriyor. Fakat ortaya çıkan duruş hâlâ temelde kendini ifade etme duruşudur: bir karakter, temizlikçisinin proleter kimliğine serenat yapabilir, bir başkası Marksist olduğunu ilan edebilir, fakat hangi Marksist örgütün üyesi olduğu açık değildir.
‘Hiperpolitika’ kavramı, Y kuşağının kuşak bilincini ilk kez edindiği 2008 sonrası dönem için bazı ipuçları sunabilir. Hiperpolitika, yirmi birinci yüzyılımızda baskın siyasi angajman biçimidir: kutuplaştırıcı ve yoğun, ancak geçici ve yaygın; özel ve kamusal arasındaki sınırları bulanıklaştırır, ancak kalıcı bir bağlılığa veya bağlılığa dönüştürülmesi zor. Yirminci yüzyılın kitle siyasetinin aksine, hiper siyaset ‘düşük’ bir siyaset biçimidir – düşük maliyetli, düşük girdili, düşük süreli ve çoğu zaman düşük değerli. George Floyd protestoları, milyonları bitimiyle birlikte dağılmak üzere harekete geçirdi; iklim grevleri Almanya’dan ABD’ye okulları sarstı, birkaç ay sonra, hareketin bir hatırasından başka bir şey kalmadı. Finansal piyasaların ve yeni medyanın kısa döngüleri gibi, günümüzün kamusal alanı da kalıcı örgütsel altyapıya asla kristalleşmeden düzensiz bir şekilde sarsılıyor ve daralıyor.
Mekansal olarak, Y kuşağı hiperpolitikası, vatandaşların bir kurumdan diğerine atlamayı daha kolay bulduğu bir toplumla ilişkilendirilebilir. İşyeri dışında, bir aileden, ilişkiden, partiden, gruptan veya arkadaşlık çevresinden ayrılmak, Mannheim’ın zamanına göre daha az zorlu bir süreç haline geldi. Zamansal olarak, bu çıkış seçenekleri, sosyal hayatımızın tüm seviyelerinin giderek daha kısa vadeli mantığa tabi olduğu bir toplum yaratır. Arkadaşlıklar, evlilikler, işler ve siyasi angajmanlar daha kısa zaman dilimlerinde ortaya çıkıyor. Çalışma hayatımızın değişen koordinatları hiperpolitik davranışı daha da teşvik ediyor: kalıcı işlere veya tasarruflara erişimi olmayan çalışanlar, dünyaya yatırımcıların borsaya yaklaştığı gibi yaklaşacak, getiriler artık garanti edilmediğinde fonlarını batıracak ve geri çekecek. Atomizasyon ve hızlanma el ele gidiyor: insanlar yeni yüzyılda daha depresif ama aynı zamanda daha heyecanlı; daha atomize, ama aynı zamanda daha bağlantılı; daha erdemli, ama aynı zamanda kafası daha karışık.
Yalnızlık ve ajitasyonun kendine özgü karışımı, Y kuşağının geliştiği ve hatta zaman zaman öncülük ettiği siyasi projelerin çoğunu mahvetti. Jeremy Corbyn’in İşçi Partisi örneğinde, Britanya’daki sendikal güçteki kalıcı gerileme, genç Corbyncileri, hızlı seçim zaferleri için tasarlanmış bir siyasi araç inşa ederken, kurumlar üzerinde uzun bir sıçrama yapmaya zorladı. Parti ve seçmenleri içinde, borçlu Y kuşağı ile varlık zengini boomer’lar arasındaki uçurum, yalnızca siyasi sorular üzerindeki gerilimleri daha da kötüleştirebilir. Kemer sıkma dogmalarına karşı ortak muhalefetleri aynı zamanda farklılığı da gizledi: yaklaşan servet transferi, varlıklar daha zengin üyelere aktarıldıkça, Y kuşağı grubunun kendisini 1980’lerden beri görülmemiş bir dereceye kadar yeniden katmanlaştıracaktı. Sonuç, uzun vadeli bir ‘Buddenbrooklar etkisi’dir: boomer serveti, onu elde edecek kadar şanslı olanlara akacak ve ardından Y kuşağının nispeten daha küçük bir bölümü bunu kendi çocuklarına verecektir.
Y kuşağı nesiller arası savaşa mahkûm görünüyor: Bir zamanlar eşitsizlik sorununu farklı, sınıf temelli terimleriyle ele almaya çalışan örgütler ve kategoriler olmadan, nesiller arasında bir mücadele artık tek makul seçenek. İroni şu ki, kuşak kategorilerinin artan belirginliği, daha az sosyolojik hale gelen bir dünya için bir sosyoloji sağlıyor: diğer tüm bağlılık ve aidiyet biçimleri zayıfladığında, kuşak ayrımları son çare olarak yeniden ortaya çıkmaya mahkumdur. Irk, cinsiyet veya etnik kökenle birlikte, kuşak belirteçleri, kolektif yaşam krizi için bir çare olmaktan ziyade bir kriz anlamına gelir. Mannheim’ın kendisinin de asla unutmadığı gibi, kuşak düşüncesinin sürekliliği, insanlığın kendisini biyolojiden tamamen özgürleştirmediği anlamına gelir: bu anlamda nesiller arasındaki mücadele, türlerin mücadelesinin bir başka örneğidir.
(*) Yazıda The Great Wall of Gammon (Domuz Pastırması Seddi) olarak geçen ifade, Britanya’da 2010’lu yıllarda, özellikle suratı çeşitli nedenlerle kırmızı görünen beyazlara yönelik olumsuz bir nitelendirme olarak, domuz pastırması türüne (gammon) atıfla kullanılmaya başlandı. ABD’deki ‘redneck’ terimine veya bizdeki ‘çomar’ veya ‘göbeğini kaşıyan adam’a benzetilebilir. (ç.n.)

İlginizi Çekebilir
-
AB’den Ukrayna’ya 40 milyar avroluk askeri yardım planı
-
Alman Dış İlişkiler Konseyi: Avrupa savunmasını ABD’den bağımsızlaştırmalıyız
-
Deripaska: Lizbon’dan Vladivostok’a Avrupa fikri yeniden canlanacak
-
Almanya, silahlanmaya hazırlanırken bütçeyi kısacak
-
Birleşik Krallık 30’dan fazla ülkenin Ukrayna koalisyonuna katılmasını bekliyor
-
Almanya’nın savunma harcamaları Avrupa’yı nasıl etkileyecek?

Amos Harel / Haaretz
İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.
Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.
Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.
İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.
Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.
Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.
Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.
İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.
İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.
ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.
Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.
Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.
Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi
Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.
Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?
Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı
Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…
Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.
İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.
Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…
Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.
Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.
DÜNYA BASINI
Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?
Yayınlanma
2 gün önce17/03/2025

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.
***
Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası
Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.
Yossi Melman
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.
Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.
Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.
Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.
Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.
Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.
Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.
Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.
Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.
Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.
Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.
Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.
7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.
DÜNYA BASINI
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
Yayınlanma
1 hafta önce10/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”
Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:
Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.
Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.
6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.
Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.
Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Almanya, silahlanmanın önünü açan anayasa değişikliğini yaptı

‘Trump-Putin görüşmesinden sonra, diyalog somut bir zemine taşındı’

Trump: Putin ile görüşme ‘iyi ve verimli’ geçti, ateşkes süreci başladı

Beyaz Saray: Trump ile Putin’in görüşmesi olumlu seyirde

Netanyahu’nun asıl hedefi
Çok Okunanlar
-
AVRUPA7 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
GÖRÜŞ3 gün önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump gümrük vergilerini uygulayamıyor
-
ASYA1 hafta önce
Çinli yatırımcılar Elon Musk’ın şirketlerinden özel olarak hisse alıyor
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Küresel kahve sektörü şokta: Fiyatlar yüzde 70 arttı, alımlar durma noktasına geldi