Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Yeni Sağ’ın ‘dekolonyalist’ mantığı: Denize karşı kara emperyalizmi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda okuyacağınız makale, dünyada sadece kitleler arasında değil, entelektüeller arasında da taraftar sayısını artıran Yeni Sağ düşüncesindeki önemli bir temayı takip ediyor. ‘Tektipleştirici’ küreselci-neoliberal düzene karşı partikülarist, kültüralist, etnomilliyetçi ve ‘yerli kimliği’ne sahip çıkan entelektüellerin, nazizmin aşkın hukukçusu Carl Schmitt’ten devraldıkları ‘imperium, Reich’a karşı’ görüşünü mahir biçimde analiz ediyor ve Yeni Sağ’ın sözümona ‘antikolonyalizminin’, sömürgeciliğe karşı faaliyetleri ile tanınan Frantz Fanon gibi isimlerin düşünceleri ile uzaktan yakından ilgisi olmadığını savunuyor. Yeni Sağ, küresel emperyalizmin çarpık ve geri(ci) bir karşıtını sunmaktadır; hiper-modern küreselciliğe karşı önerdikleri çözüm, modern-öncesi bir etnomilliyetçilikle imparatorlukların bir hercümercidir. Bu anlamda, iki dünya savaşı arasındaki Aydınlanma karşıtı ‘gerici modernizm’ ile faşist-nazist teorileri andırmaktadır. Felsefe ve siyaset ilişkisi ile ilgilenen okur, Yeni Sağ’ın düşünürleri de Benoist ile Dugin’in zihin dünyasındaki Martin Heidegger etkisini de fark edecektir.  Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Deniz ve kara

Miri Davidson
New Left Review
4 Nisan 2024

Aşırı sağ dekolonizasyon istiyor. Fransa’da aşırı sağcı entelektüeller Avrupa’yı rutin olarak küreselci elitler tarafından düzenlenen bir ‘göçmen kolonizasyonunun’ yerli kurbanı olarak gösteriyor. Büyük İkame [The Great Replacement] teorisyeni Renaud Camus, sömürgecilik karşıtı kanonu övmüş –”sömürgecilik karşıtı mücadelenin tüm önemli metinleri, özellikle de Frantz Fanon’unkiler, Fransa için takdire şayan bir şekilde geçerlidir”– ve yerli Avrupa’nın kendi FLN’sine ihtiyacı olduğunu iddia etmiştir. Benzer bir akıl yürütme tarzı, etnomilliyetçiliği radikal yerli eleştirisinin bir biçimi olarak sunmak için Latin Amerikalı sömürgecilik karşıtı teorisyenlerin fikirlerini kullanan Hindu üstünlükçüler arasında da görülmektedir; avukat ve yazar Sai Deepak bunu o kadar başarılı bir şekilde yapmıştır ki, sömürgecilik karşıtı teorisyen Walter Mignolo’yu bir destek yazısı yazmaya ikna etmeyi başarmıştır. Bu arada Rusya’da Putin, Rusya’nın ‘tek kutuplu hegemonyaya karşı sömürgecilik karşıtı hareket’teki öncü rolünü ilan ederken, Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov da ‘sömürgecilikten kurtulma sürecinin tamamlanması için Afrika’nın talepleriyle dayanışma içinde olma’sözü veriyordu.

Bu olgu, gerici söylemde yaygın olan tersine çevirme türlerinin ötesine geçmektedir. Sömürgecilik karşıtı bir perspektif, Avrupa Yeni Sağının önde gelen iki entelektüeli tarafından savunulmaktadır: Alain de Benoist ve Aleksander Dugin. De Benoist’nin durumunda bu, daha önceki sömürgeci bağlılıklarından büyük bir kopuşu içeriyordu. Cezayir Savaşı sırasında siyasi bilince ulaşan de Benoist, Fransız imparatorluğunun çöküşünü engellemeye çalışan beyaz milliyetçi gençlik örgütleri arasında kendini bulmuştur. OAS’yi cesaretinden dolayı övmüş ve ilk iki kitabını Güney Afrika ve Rodezya’da beyaz milliyetçiliğin uygulanmasına adamıştı ve apartheid altındaki Güney Afrika’yı ‘bizim de geldiğimiz Batı’nın son kalesi’ olarak tanımlamıştı. Fakat 1980’lere gelindiğinde de Benoist yön değiştirmiştir. Pagan bir tahayyülü benimseyerek ve beyaz milliyetçiliğe yaptığı açık atıfları bırakarak, düşüncesini kültürel çeşitliliğin savunusu etrafında şekillendirmeye başlamıştı.

Liberal çokkültürlülük ve kitlesel tüketimciliğin saldırısına karşı de Benoist artık Nouvelle Droite’nin [Yeni Sağ] ‘farklılık hakkını’ korumak için mücadele etmesi gerektiğini savunuyordu. Buradan, Üçüncü Dünya uluslarının kötü durumuyla gecikmiş bir akrabalık iddia etmek için kısa bir mesafe vardı. Charles Champetier ile birlikte kaleme aldıkları Manifesto for a European Renaissance [Avrupa Rönesansı için Manifesto] (2012) adlı eserlerinde, “Misyonerlerin, orduların ve tüccarların himayesinde gerçekleşen gezegenin Batılılaşması, tüm ötekilikleri silme arzusuyla beslenen emperyalist bir hareketi temsil etmektedir,” diye yazmıştı. Yazarlar, Nouvelle Droite’nin ‘yok olma tehdidi altındaki etnik grupları, dilleri ve bölgesel kültürleri eşit şekilde desteklediğini’ ve ‘Batı emperyalizmine karşı mücadele eden halkları desteklediğini’ ısrarla vurgulamışlardır. Bugün, antropolojik farklılığın korunması ve yerli kırılganlık duygusu Avrupa aşırı sağının ortak söylemleridir. Neo-faşist gençlik grubu Génération Identitaire’in [Kimlik Nesli] manifestosu, “Avrupa’nın Kızılderilileri olmayı reddediyoruz,” diyor.

De Benoist’nin yakın bir çalışma arkadaşı olan Dugin, bu sömürgecilik karşıtı ruhu kendi dünya görüşüne daha da derinlemesine entegre etmiştir. Neo-Avrasyacılık ya da Dördüncü Siyaset Teorisi olarak adlandırdığı düşünce sistemi, Lévi-Strauss gibi antropologlardan türetilen bir Avrupa-merkezcilik eleştirisi ile desteklenmektedir. Rusya’nın postkolonyal dünya ile çok şey paylaştığını iddia eder: Rusya da, ontolojik çeşitliliğe sahip bir dünyayı düz, homojen, de-partikülarize edilmiş bir kütleye zorlayan Batı liberalizmine özgü asimilasyon dürtüsünün kurbanıdır (Renaud Camus’nün ‘Farklılaşmamış İnsan Maddesi’ ya da Marine le Pen’in küreselciliğin ‘tatsız lapası’ olarak adlandırdığı şeyi düşünebiliriz). Dugin, bu evrenselleştirici gündemin aksine, her biri kendi ritmine göre hareket eden farklı medeniyetlerden oluşan bir ‘çoklu evrende’ yaşadığımızı ileri sürer. “Tek bir tarihsel süreç yoktur. Her halkın farklı bir ritimde ve bazen farklı yönlerde hareket eden kendi tarihsel modeli vardır.” Mignolo ve Anibal Quijano’nun dekoloniyal ekolüyle paralellikleri gözden kaçırmak zor. Her uygarlık kendine özgü bir epistemolojik çerçeveden yeşerir, fakat bu yeşerme ‘Modernitenin üniter epistemesi’ (Dugin’in sözleri, ama Mignolo’nun da olabilirdi) tarafından sekteye uğratılmıştır.

Modernleşme, Batılılaşma ve sömürgeleştirme “eşanlamlı bir dizidir”: her biri çoğul medeniyetlere dışsal bir kalkınma modeli dayatmayı içerir. Dugin’in savunduğu etnik-ulusal kimliklerin, sömürgeci farklılık üretiminin –sömürüyü ve çıkarımı farklılaştırdığı, kategorize ettiği ve organize ettiği ırksal rejimlerin– eserleri olduğu dikkate alınmıyor. Bu nedenle, geleneksel bir kültüre geri dönmeyi değil, dünya sistemini yeniden inşa etmeyi amaçlayan birçok antikolonyal hareketin özünde modern olan karakteri de dikkate alınmıyor. Fanon’un ifadesiyle, dekolonizasyon ne ‘mistik bir geçmiş lehine bugünden ve gelecekten’ vazgeçebilir ne de yazdığı dönemde ‘atomik ve ruhani parçalanma arasında salınan’ aşağılanmış bir Avrupa’nın ‘steril ayinlerine ve mide bulandırıcı taklitçiliğine’ dayanabilirdi. 

Dugin ve de Benoist bu tür çelişkilerden etkilenmez. Dugin, “Dördüncü Siyaset Teorisi, siyasi bilincin dekolonizasyonu için bir slogan haline geldi,” diyor ve bunun ilk pratik ifadesinin Rusya’nın Ukrayna’yı işgali olduğunu belirtiyor. Bu, Batılı tasarımlar tarafından parçalanan kadim bir pan-Slav uygarlığı olan Avrasya’nın yeniden birleşmesi için uzun zamandır beklenen bir mücadele olarak anlaşılmaktadır; aynı zamanda Dugin’in Büyük Uyanış olarak adlandırdığı, liberal dünya düzenini yıkmak ve çok kutuplu bir dünyayı başlatmak için bin yıllık bir savaşın ilk aşamasıdır. Dugin bu savaşa katılacak dünya çapında bir hareketler koalisyonu öngörüyor: “Amerikalı protestocular bir kanat, Avrupalı popülistler diğer kanat olacak. Rusya genel olarak üçüncü kanat olacak; birçok kanadı olan melek gibi bir varlık olacak: bir Çin kanadı, bir İslam kanadı, bir Pakistan kanadı, bir Şii kanadı, bir Afrika kanadı ve bir Latin Amerika kanadı.” Peki Ukrayna’daki savaş bir emperyal savaş ya da Liz Fekete’nin deyimiyle bir ‘rakip emperyalizmler’ savaşı değil mi? Dugin de buna katılacaktır. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, ‘emperyal rönesans’ının önemli bir adımıdır.

Emperyal rönesans ve dekolonizasyon dilini aynı nefeste konuşmak nasıl mümkün olabilir? Dugin ve de Benoist bu noktada temel kaynaklarını Carl Schmitt’ten alır. Jeopolitik üzerine yazılarında Schmitt, Anglo-Amerikan deniz imparatorluklarının ‘deniz gücünde’ belirli bir tür emperyal tahakküm tanımlar:  dağınık, bölgesel olmayan, yüzen, finansal, akışkan. Deniz gücü, teritoryal tutarlılıktan yoksun dağınık bir imparatorluk doğurur ve yeryüzünü yalnızca bir dizi trafik yolu olarak okuyan mekânsal-hukuksal bir çerçeve üretir. Bu emperyalizm aynı zamanda kendi epistemolojisini de üretir: Schmitt, “Yeryüzüne dağılmış, coğrafi olarak tutarsız bir dünya imparatorluğuna ait hukuksal düşünme biçimi, kendi doğası gereği evrenselci argümantasyona yönelir,” diye yazar. İnsan hakları gibi soyut evrenseller kisvesi altında bu imparatorluk “her şeye müdahale eder.” Schmitt’e göre bu “insancıllık kılıfı altında her şeye müdahale eden bir ideolojidir.”

Schmitt, deteritoryal imperium’un karşısına, meşru, teritoryal bir emperyalizm olarak gördüğü şeyi çıkarır. Bu, onun Grossraum ve Reich kavramlarına dayanır: Grossraum bir medeniyet bloğu olarak anlaşılabilirken, Reich onun manevi, lojistik ve ahlaki merkezidir. Schmitt’in yazdığı gibi, “her Reich, siyasi fikrinin yayıldığı ve yabancı müdahalelerle karşı karşıya kalmaması gereken bir Grossraum’a sahiptir.” Eğer imperium ‘boş, tarafsız, matematiksel-doğal bilimsel bir mekan anlayışına’ karşılık geliyorsa, Grossraum onu işgal eden belirli bir halktan ayrılamaz ‘somut’ bir anlayışı içerir. Schmitt’e göre bu teritoryal mekan kavramı “Yahudi ruhu için anlaşılmazdır.” De Benoist’nin ilan ettiği gibi: “Politika ve ticaret, katı ve sıvı, alan ve ağ, sınır ve nehir arasındaki ayrımı tanımlayan kara ve deniz, kara ve deniz güçleri arasındaki temel ayrım yeniden daha önemli hale gelecektir. Avrupa, ABD’nin deniz gücüne bağımlı olmaktan vazgeçmeli ve yeryüzünün kıtasal mantığı ile dayanışma içinde olmalıdır.” Toprak su tarafından, kalpgahlar [heartlands] liman kentleri tarafından, egemen otorite ulusötesi sermaye akışları tarafından sömürgeleştirilir.

Imperium ve Grossraum arasındaki bu karşıtlıkla Schmitt’in düşüncesi etkileyici bir yeniden düzenleme sağlar: bölgesel imparatorluk inşası belirli bir sömürge karşıtı duyguyla uyumlu hale gelir. Dugin ve de Benoist’nin son yazılarında, ‘sömürgeleştirme’ hor görülen bir deteritoryal meseleyken, ‘emperyalizm’ daha asil, teritoryal bir yayılma biçimine ayrılmıştır. Dolayısıyla sömürgecilik, siyasi ya da askeri tahakküm olgusundan ziyade ‘entelektüel köleleştirme durumu’, Dugin’in ifadesiyle, bir toprak ilhakı meselesinden ziyade ‘sömürgeci düşünce biçimlerine’ tabi olma biçimi anlamına gelmektedir. İhlal edilen zihinlerin, kelimelerin ve kategorilerin ‘egemenliğidir.’ Sömürgecilik, kimlikleri ortadan kaldırarak dünyaya hakim olur: artık kadın yoktur, (Giorgia Meloni’nin terminolojisini kullanırsak) sadece X Cinsiyeti vardır. Özünde ‘etnosidal’dir; kültürel silme ve demografik değiştirme başlıca araçlarıdır. “Askeri, idari, siyasi ve emperyalist sömürgeler, sömürgeleştirilenler için kesinlikle acı vericidir,” diyor Renaud Camus bize, “fakat fethedilen toprakların varlığına dokunan, ruhlarını ve bedenlerini dönüştüren demografik sömürgelerle karşılaştırıldığında bunlar hiçbir şeydir.”

Sömürgeleştirmenin anlamı (küresel ekonominin sömürgeci yapısından başka bir şey olmayan) değişen göç modellerine, değişen toplumsal cinsiyet normlarına ve homojenleştirici bir liberal kültüre atıfta bulunacak şekilde dönüştürüldüğünde, aşırı sağ kendilerini halk egemenliğinin ve halkların kendi kaderini tayin hakkının savunucuları olarak sunabilir. Ayrıca ulusötesi sermayenin tahribatına karşı hayali bir mücadele sahneleyebilirler. Bu düşünürler için sömürgecilikten arındırmak, bir tür kapitalizmi diğerinden ayırmak anlamına geliyor ki bu da aşırı sağ düşüncede yerleşik bir prosedür. Küreselci, köksüz, asalak, finansal kapitalizm (şimdi sömürgeci olarak hayal ediliyor) ırksal, ulusal, endüstriyel kapitalizmden (kendi kaderini tayin eden, hatta sömürgecilikten arındırılmış olarak hayal ediliyor) ayrılır. Böyle bir ayrımın hayali olduğunu söylemeye gerek yok: küresel sermaye birikim sistemleri, iç içe geçmiş gayri maddi spekülasyon ve dünyevi çıkarım süreçleriyle bu şekilde ayrıştırılamaz. Fakat ayrılmaz olanı ayırmak gerici düşünce için bir sorun teşkil etmiyor gibi görünüyor. Aslında, bu onun için hayati önemde olabilir. Çünkü bir kez hayali bir çatışkı [antinomy] inşa edildiğinde, kişi bunun nefret edilen tarafını reddedebilir ve bu şekilde kendi parçalanmış iç dünyası üzerinde hakimiyet kazanmış gibi görünebilir.

DÜNYA BASINI

Mahmud Abbas birliği korumak için olası baskılara direnecek mi?

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız uzman görüşlerine yer verilen haber Filistinli grupların Pekin’de imzaladığı uzlaşı anlaşmasının sürdürülebilir olup olmadığına yanıt bulmaya çalışıyor. İsrail ve muhtemelen ABD tarafından baltalanacağı düşünülen uzlaşının yumuşak karnı ise Filistin Yönetimi:

****

‘Başarılı olması için baskı var’: Fetih-Hamas birlik anlaşması sürdürülebilir mi?

Analistlere göre Fetih Hareketi’nin siyasi iradesinin olup olmadığı görülecek, İsrail ise anlaşmayı bozmaya çalışabilir.

Mat Nashed

Analistler, Filistinli grupların salı günü bir “ulusal birlik” anlaşması imzalayarak, ideolojik farklılıklarını ve acı dolu geçmişlerini bir kenara bırakıp İsrail’in işgaline son vermek için lobi yapabileceklerine dair hem umut yarattığını ancak bazı şüpheler olduğunu söylüyor.

Çin’in başkenti Pekin’de üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından imzalanan anlaşma, geçici bir “ulusal uzlaşı” hükümetinin savaş sonrası Gazze’nin kontrolünü üstlenmesi ve ortak kendi kaderini tayin etme arayışını ilerletmesi için zemin hazırladı. Ancak Fetih Hareketi ve Hamas arasında daha önce yapılan birçok uzlaşma girişiminin başarısız olması nedeniyle bu atılım kuşkuyla karşılandı.

Katar’ın başkenti Doha’daki Middle East Council on Global Affairs adlı düşünce kuruluşunda İsrail-Filistin uzmanı olarak çalışan Ömer Rahman, “Biraz şüphe olması doğal, ancak bu anlaşmanın kalıcı olacağından umutluyum” dedi.

“Gazze ve Batı Şeria’daki durum göz önüne alındığında bunun başarılı olması için baskı var. Bence tüm taraflar bunun gerçekleşmesi gerektiğini biliyor” diyen Rahman, Gazze’deki savaşın ve işgal altındaki Batı Şeria’da artan yerleşimci şiddeti ve toprak gaspının getirdiği aciliyete atıfta bulundu.

BM uzmanlarına göre, 7 Ekim’de Hamas öncülüğünde İsrail topluluklarına ve askeri karakollarına düzenlenen ve bin 139 kişinin öldürüldüğü ve 251 kişinin esir alındığı saldırıdan bu yana İsrail, Gazze’de soykırıma varabilecek yıkıcı bir saldırıyla karşılık verdi.

İsrail son dokuz ayda 39 binden fazla Filistinliyi öldürdü ve iki milyon 300 binlik Gazze nüfusunun neredeyse tamamını yerinden etti. Gazze’deki savaş uluslararası manşetleri belirlerken, İsrail’in 2024 yılında işgal altındaki Batı Şeria’da son 30 yılda herhangi bir yılda olduğundan daha fazla Filistin toprağını sessizce ele geçirmesine yol açtı.

İsrail işgalini derinleştirirken, Filistinli iki büyük grup Fetih Hareketi ve Hamas bölünmüş durumda kaldı. Fetih Hareketi, Batı Şeria’nın büyük bir bölümünü 1993 Oslo Anlaşmalarından doğan ve Fetih’e şiddetten vazgeçmesi ve İsrail’i tanıması karşılığında Filistin devletinin kurulacağının vaat edildiği Filistin Yönetimi aracılığıyla kontrol ediyor.

Buna karşılık Hamas silahlı mücadeleye bağlı kaldı ve 2007’de iki taraf arasında yaşanan kısa bir iç savaşta Fetih Hareketi’ni kovduğundan beri Gazze’yi kontrol ediyor.

Kanlı geçmişe rağmen, her iki taraf da 12 daha küçük grupla beraber Pekin anlaşmasını imzaladı. El Cezire’nin elde ettiği bir anlaşma kopyasına göre bu anlaşma, nihai olarak İsrail işgali altındaki Doğu Kudüs, geniş Batı Şeria ve Gazze’de (İsrail’in 1967 Arap-İsrail savaşında ele geçirdiği topraklar) bir Filistin devleti kurmayı hedefliyor.

Anlaşma kalıcı olacak mı?

Uluslararası Kriz Grubu (ICG) Filistin uzmanı Tahani Mustafa, Fetih Hareketi ve Ebu Mazen olarak da bilinen Filistin Yönetimi lideri Mahmud Abbas’ın Hamas’la daha önce yapılan uzlaşma anlaşmalarını baltaladığını söyledi.

El Cezire’ye konuşan Mustafa, Abbas’ın ve yakın sırdaşlarının İsrail işgaline karşı Filistin yönetimini birleştirmek için gerçek bir siyasi irade göstermediğini söyledi.

Mustafa’ya göre Fetih Hareketi, teoride Filistinlileri uluslararası alanda temsil eden Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) üzerinde tek kontrol sahibi olduğunu ve Hamas ve diğer fraksiyonlar bu yapıda temsil edilirse çoğunluğunu kaybetmekten korkuyor.

Mustafa, “Hamas’ı ve İslami Cihad’ı da eklerseniz, Fetih Hareketi’nin tekeli sona erer” dedi.

İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri de uzlaşma anlaşmasını baltalamaya çalışabilirler.

İsrail, savaş sonrası senaryoda Filistin Yönetimi’nin ya da Hamas’ın Gazze’nin kontrolünü ele geçirmesine izin vermeyi reddederken, ABD de uzun süredir Hamas’ın İsrail’i tanımasını ve Filistin hükümetinin bir parçası olmadan önce şiddetten vazgeçmesini istiyor.

2017’de Hamas, 1967 sınırlarına göre bir Filistin devleti kurulmasını kabul eden yeni bir tüzük sundu. Hamas tarafından daha önce yapılan açıklamalar ve hareketlerle uyumlu olan bu hamle, İsrail’in fiilen tanınması anlamına geliyordu.

Mustafa, “Hamas, İsrail’in var olma hakkını hiçbir zaman [açıkça] tanımadı çünkü İsrail’e aynı şeyi Filistinliler için de yapması yönünde hiçbir zaman baskı yapılmadı” dedi.

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi’nin İsrail-Filistin uzmanı Hugh Lovatt, İsrail’in bu anlaşmayı rayından çıkarmak için Batılı müttefiklerine Filistin Yönetimi’ne verdikleri fonları kesmeleri için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledi.

El Cezire’ye konuşan uzman, “Filistin Yönetimi mevcut haliyle ancak ABD ve Avrupa’nın yakın işbirliği ve finansman desteğiyle ayakta kalabilir” dedi.

Lovatt, “Ancak bu sadece Filistin Yönetimi’nin hayatta kalmasıyla ilgili bir mesele değil, aynı zamanda Filistin Yönetimi’nin kilit isimlerinin kişisel hayatta kalma meselesi… kendi kişisel konumlarını zayıflatabilecek herhangi bir anlaşmaya çok ilgi duymuyorlar” diye ekledi.

El Cezire yorum için Filistin Yönetimi Başkanlığı sözcüsü Nebil Ebu Rudeyne ve Filistin Yönetimi’nin Birleşik Krallık misyonunun başındaki Husam Zomlot’a ulaştı. Her iki isim de haber yayınlanmadan önce yorum taleplerine yanıt vermedi.

Ancak Lovatt, Filistin Yönetimi’nin, İsrail’i resmen tanımak ve şiddetten vazgeçmek gibi Oslo Anlaşmaları’nın şartlarına uymayı reddetmesi nedeniyle önceki birlik anlaşmalarının çökmesinden Hamas’ı sorumlu tuttuğunu söyledi.

“Abbas’ın söylediğini gördüğümüz şey… bir anlaşma istiyoruz ama uluslararası meşruiyete dayanan bir anlaşma” diye ekledi.

Bu anlaşma neden önemli?

Daha önceki uzlaşma anlaşmaları başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Rahman bu anlaşmanın başarıya ulaşmasının hayati olduğunu söyledi.

Rahman’a göre İsrail-Filistin konusunda uluslararası kamuoyunda rüzgarlar değişiyor ve bu da birleşik bir Filistin liderliğinin Gazze’deki “soykırıma” ve İsrail’in Batı Şeria’daki “ilhakçı baskısına” son vermesi için bir fırsat yaratıyor.

Dünya Mahkemesi olarak da bilinen Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) “tavsiye niteliğindeki görüşü”, İsrail’in Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’deki 57 yıllık işgalini kısa bir süre önce “yasadışı” olarak sınıflandırdı. Mahkeme, yerleşim yerlerinin inşası ve genişletilmesi de dâhil İsrail’in işgal altındaki Filistin topraklarında varlığını sürdürmesinin “uluslararası hukuku ihlal ettiğini” söyledi.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu kararı “saçma” olarak nitelendirdi ve İsraillilerin “atalarının yurdundaki kendi topluluklarında yaşamalarının” yasadışı olamayacağını söyledi.

Rahman, “Durum açıkça vahim ve Filistinlilerin uluslararası toplumu Filistinlileri savunmak için bir araya getirecek bir tür birleşik liderliğe ihtiyacı var” dedi.

Ancak bu birlik -en azından şimdilik- savaşın gidişatını şekillendirmede en etkili küresel aktör olan ABD tarafından desteklenmiyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Matthew Miller salı günü düzenlediği basın brifinginde anlaşmayı yorumlarken “Bir terör örgütünün rolü olamaz” dedi.

Hamas ABD, İsrail ve Avrupa Birliği tarafından “terörist” olarak tanımlanan bir grup ancak pek çok Filistinli, Hamas’ı meşru bir direniş grubu olarak görüyor.

Lovatt, Filistin Yönetimi karar alma sürecinde Hamas ve diğer gruplara danışarak anlaşmayı uygulamaya kararlı olsa bile ABD baskısının Filistin birliğini sabote edebileceğini söyledi.

Lovatt şunu ekledi: “Bu gerçekten de belirleyici faktör olabilir. Asıl soru şu: [Abbas] kararlılığını sürdürecek mi, yoksa uluslararası baskı karşısında geri adım mı atacak?”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Batı artık küresel ilişkilerin merkezi değil

Yayınlanma

Samir Puri, Nikkei Asia
25.07.2024

Dünya meselelerinde bir geçiş dönemi yaşıyoruz. Batılı ülkelerin küresel meselelerin nihai hakemleri olarak hareket etme gücü ve birliği çökmüyor, ancak açık bir düşüş içinde.

Çoğumuz bu noktada hemfikiriz, ancak bu geçiş dönemini Batı’nın içinden mi yoksa dışından mı izlemek daha doğru olur? Perspektif her şeydir. Atlantik’in her iki yakasındaki Batılı ülkelerde yaşayan bizler için popülizm siyaseti, değişen dünyayı izlerken kaçınılmaz olarak önemli bir tartışma konusu haline geliyor.

Daha “ulus öncelikli” liderler ve partiler güç kazandıkça, Batı’nın siyasi karakterinin hızla değişmekte olduğu açıktır. Kasım ayındaki ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın olası zaferi ya da Macaristan Cumhurbaşkanı Viktor Orban’ın ülkesinin Avrupa Birliği dönem başkanlığını kullanarak geleneksel Batılı dış politika elitlerine çelişkili mesajlar vermesi buna örnek olarak gösterilebilir.

Bu durum zamanla Batı’nın küresel kişiliğini değiştirecektir.

2020’den bu yana Batı’daki evimden ziyade, Asya’da gelişen bu olayları Singapur’daki görüş noktamdan izliyorum. “Batısızlık: Büyük Küresel Yeniden Dengelenme” adlı yeni kitabımda yazdığım gibi, Batı’nın küresel varlığının yeniden şekillenmesini uzaktan izlemek kendi perspektiflerini sunuyor.

Asya’da, dünyanın değişen ekonomik dengesi Çin ve Hindistan’ın yükselişinde açıkça görülüyor ve Endonezya gibi ülkeler de gelecekte önemli bir büyüme göstermeye hazırlanıyor.

Dünyanın yeniden dengelenmesi sadece “Asya’nın yükselişi” ile sınırlı değildir. Suudi Arabistan, Türkiye ve hatta Güney Afrika gibi ülkelerin küresel meselelerde kendi yollarını çizmek için gösterdikleri stratejik özerklik her geçen ay artıyor.

Batılı olmayan ülkeler için stratejik özerklik ekonomik büyümeden kaynaklansa da bundan çok daha fazlasıyla ilgilidir. BRICS gibi Batılı olmayan kulüplerin genişlemesini de içeriyor. Güney Afrika’nın Batı destekli İsrail’e karşı Hamas’a karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Uluslararası Adalet Divanı’nda açtığı dava gibi gelişmeler de bunu kanıtlamaktadır. Batılı olmayan ülkeler küresel görüşün değişmesine yardımcı oldukça, Batılı ülkeler tarafından 7 Ekim’den sonra İsrail’i desteklemek için alınan ilk tutumlar artık “kurallara dayalı uluslararası düzen” kullanılarak inandırıcı bir şekilde sorgulanabilir.

Batılı olmayan dünyanın yükselen başlıca güç merkezleri hızla kendi momentumlarını geliştiriyor. Yüzyıllardır ilk kez Batı her zaman öncü bir rol oynamıyor. Avrupa liderliğindeki deniz sömürge imparatorluğunun önceki dönemleri ve ardından ABD liderliğindeki küreselleşme dönemi düşünüldüğünde, dünya meselelerinde ortaya çıkan dönemin gerçekten de çok farklı olacağı görülecektir.

Batı çökmeyeceği ve ABD ekonomisi canlılığını koruduğu için yanlış sonuçlara varmak kolaydır. Tüm bunları gayri safi yurtiçi hasıla büyüklüğüne göre bir analize indirgemek ve yalnızca ABD ile Çin arasında iki atlı bir yarış olarak görmek çok basite indirgemek olacaktır.

Kişi başına düşen GSYH’ye bakıp, önde gelen Batılı ülkelerin modernleşmenin standart taşıyıcıları olarak diğerlerinin fersah fersah önünde olduğu sonucuna varılabilir. Ya da güçlü ABD dolarının kalıcı gücüne odaklanılabilir.

Bunlar indirgemeci sonuçlara varmaktır. Evet, ekonomik performans, yaşam standartları ve para biriminin gücü büyük önem taşımaktadır. Ancak diğer gelişmelerle birlikte ele alındığında Batı’nın düşüşte olduğu görülmektedir.

Demografi gibi bazı eğilimler ölçülebilir niteliktedir. Diğer eğilimler ise küresel anlaşmazlıkları çözme gücü ve ahlaki güçle ilgilidir. Küresel yeniden dengelenme yalnızca sert güç ve ekonomiyi değil, aynı zamanda standartları belirleme, dikkati yönetme ve krizleri çözme becerisini de içermektedir.

Manşetlerimize hakim olan ve küresel görüşleri derinden ikiye bölen diğer savaştan işlerin ne kadar hızlı değiştiğine dair net bir örnek alalım.

G7 aracılığıyla çalışan Batı, Rusya’nın Şubat 2022’de başlayan barbarca tam ölçekli işgaline karşı Ukrayna’yı övgüye değer bir şekilde destekledi. Ancak milyarlarca dolar harcayarak silahlandırdığı Ukrayna, hala Rus işgalcileri kovacak kadar güçlü değil. Şimdi, küresel yeniden dengelenmeyle ilgili iki gelişme Ukrayna’daki durumu daha net bir şekilde etkiliyor.

Birincisi, Rus ekonomisi Batı ve G7 liderliğindeki yaptırımlardan ve enerji ihracatına getirilen fiyat sınırlamalarından zarar gördü. Ancak ekonomik ceza tehdidi Putin’i 2022 başlarında Ukrayna’yı işgal etmekten caydırmaya yetmedi. Yaptırımların gerçekliği de Putin’i işgalden vazgeçmeye zorlamak için yeterli değil. Dünya ekonomisindeki yapısal değişiklikler, Rusya’nın Çin, Hindistan ve diğer BRICS ülkelerinin yanı sıra Türkiye, Körfez ülkeleri, Endonezya ve diğerleriyle ticaret yapmaya devam ettiği ve savaş ekonomisini sürdürdüğü anlamına geliyor.

İkinci olarak, Batılı olmayan bu ülkeler bir şekilde Rusya’nın Ukrayna’ya karşı yürüttüğü savaşın müzakere yoluyla sona erdirilmesini savunmuşlardır. Batı ve G7 ise tam tersini savunmuştur. Mükemmel bir ahlaki netlikle, Rusya’nın Ukrayna’da yenilmesi ve saldırganlığı için asla ödüllendirilmemesi gerektiğini savundular. Ancak Trump Beyaz Saray’a dönerse, ABD politikasının bir barış anlaşması lehine Ukrayna’yı terk etmeye kayması bekleniyor.

İronik bir şekilde, Trump’ın dayatacağı böyle bir anlaşma ABD’yi dünyanın geri kalanında genel olarak aynı şeyi savunan kesimlerle daha uyumlu hale getirecektir. Eğer bu gerçekleşirse, Batı’nın küresel haçlı enkarnasyonu bir darbe alacaktır. Onun yerine, otokratik liderlerle anlaşma yapmaktan kaçınmayan, işlevsel yaklaşımları tercih eden popülist bir Batı enkarnasyonu ufukta görünmektedir. Böyle bir dünyadan korkmak başka bir şey, bunun pek çok etmenini anlamak başka bir şeydir.

Sadece Soğuk Savaş sonrası zafer kazanmış Batı’nın sonunu gözlemlemiyoruz, aynı zamanda daha az Batı egemenliğinde bir dünyanın başlangıcını da gözlemliyoruz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Okulu kıran” çocukların ailelerini hapse atmayı öneren başkan adayı: Kamala Harris

Yayınlanma

Editörün notu: Joe Biden’ın çekilmesi ile birlikte Demokratların kasım ayındaki başkan adayı olarak öne çıkan Başkan Yardımcısı Kamala Harris, siyaseten “silik” bir profil olsa da daha önce San Fransisco ve California’daki savcılık deneyimleri karanlık bir geçmişe işaret ediyor. “Beyaz olmayan” ve “ilerici” sayılan bir siyasetçi olmasına rağmen savcılığı döneminde siyahlara yönelik polis şiddeti konusunda tavır almayı reddetmişti. Harris’in en tartışmalı hamlesi ise, “okul asma programı” olarak bilinen 2011 tarihli yasaydı. Bu yasa bölge savcılarının, çocuklarının geçerli bir neden olmaksızın okul yılının yüzde 10’unu kaçırmaları halinde ebeveynleri kabahat işlemekle suçlamalarına ve hapsetmelerine izin veriyordu. Daha sonra sonlandırılan programın, yine en fazla beyaz olmayan toplulukların ebeveynlerine yönelik işlediği yönünde yoğun eleştiriler gelmişti.


“Kamala the Cop”: Biden’ın Olası Halefi Harris’in Karanlık Yüzü

Raphael Schmeller
Berliner Zeitung
23 Temmuz 2024
Çev. Gülçin Akkoç

Sevilmiyor, hata yapmaya meyilli ve kendi partisi içinde tartışmalı durumda. Demokratların başkan adayı olarak yarışa girmesi beklenen Kamala Harris kimdir?

Joe Biden’ın başkanlık yarışından çekilmesinin ardından birçok demokrat coşkuyla Kamala Harris’i desteklemeye başladı. Partinin seçim kampanyası bağışları platformu ActBlue, Biden’ın yerine Demokratların favorisi olan başkan yardımcısı için şimdiden “bağış seli” yaşandığını bildirdi.

Liberal Amerikan medyası Pazar akşamından beri Harris’in seçimi kazanması durumunda ABD’nin en yüksek siyasi makamına gelen ilk kadın, ilk Asya kökenli ve Barack Obama’dan sonra ilk siyahi olacağını tekrarlayıp duruyor. Ancak Harris’in ülkedeki çok sayıda kişi tarafından sevilmediği ve kendi partisinin içinde de tartışmalı olduğu gerçeği söylenmiyor.

2011 ve 2013 yıllarında bağışlarla Harris’i destekleyen Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump, çoğu ankette Demokratlardan oldukça önde yer alıyor. Bakıldığında Harris ve Biden arasında rağbet görme açısından önemli farklar yok ve hatta Harris’in durumu kısa bir yükselişten sonra daha kötüye bile gidebilir. Harris son anketlerde Demokratlar için çok önemli olan Michigan, Arizona ve Nevada gibi salıncak eyaletlerde Biden’dan daha kötü performans gösteriyor.

Harris, okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için hapis cezası istemişti

Harris, örnek vermek gerekirse iç politikadaki sert tutumu sebebiyle eleştiriliyor. 2011 yılından itibaren Kaliforniya Başsavcısı olarak kendisini Günışığı Eyaleti’nin(*) ‘’ilk polisi’’ olarak sundu ve sıkı baskısıyla adından söz ettirdi. Aynı zamanda kolluk kuvvetlerindeki yolsuzluklara karşı yeterince kararlı adımlar atmaması konusunda da eleştirildi. Ve hepsinden önce okulu çok sık kıran çocukların ebeveynleri için uygulanmasını savunduğu yüksek para cezaları ve olası hapis cezaları sistemiyle hatırlanıyor.

Bu dönemde Harris, siyahlara yönelik polis şiddeti gibi birçok konuda tavır almayı reddetti ve bu durum birçok Demokrat tarafından yadırgandı. 2014 yılında marihuanayı yasallaştırma girişimine gülmüş, ancak beş yıl sonra başkanlığa adaylığını koyduğunda “kesinlikle desteklediğini” vurgulamıştır. Başsavcılık yaptığı dönem ona ‘’Kamala the Cop’’ (Polis Kamala) lakabını kazandırmıştır.

Harris 2017 yılında Senato’ya seçildi ve 2019 yılında Demokratların başkan adayı olarak yarışa girdi. Başta Biden’ı ırkçılıkla suçlasa da sonrasında korkunç anket oranları sebebiyle yarıştan çekildi ve sonrasında kendisini başkan yardımcısı adayı yapan Biden’ı destekledi.

Başkan Yardımcısı olarak görev yaptığı son 4 yılda pek çok kez kendi siyasi profilini geliştirmemekle suçlandı. Biden, göçü sınırlandırmak için menşe ülkelerdeki göçün nedenleriyle mücadele etme görevini 2021 yılında Harris’e verdi. Ancak Harris’in çabalarına ve Latin Amerika hükümet başkanlarıyla yaptığı görüşmelere rağmen düzensiz sınır geçişlerinin sayısı arttı. ABD Yüksek Mahkemesi 2022 yılında dönüm noktası niteliğindeki Roe v. Wade kararını bozarak ülkenin çoğu yerinde kürtajı fiilen imkansız hale getirdiğinde ise Harris, kürtaj haklarını şiddetle savundu.

Harris pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük olarak görülüyor

Harris, Beyaz Saray’da geçirdiği süre boyunca çoğunlukla kendi yolundan gitti. Röportajlarında ve kamuoyu önünde yaptığı diğer konuşmalarında çeşitli hatalar yaptı ve her zaman kendine güvenen biri olarak görünmedi. Pek çok kişi tarafından politik anlamda sönük ve bazı demokratlar tarafından da bir yük olarak görülüyordu. Hatta 2022 yılının başında yapılan anketlerin sonucuna göre Harris, bugüne kadarki en sevilmeyen Başkan Yardımcısı. Yakın çalışma arkadaşları birçok kez istifa etti ve kaotik çalışma koşulları olduğuna dair söylentiler hep devam etti.

Harris de Biden gibi hatalar yapmaya ve anlaşılması zor konuşmalar yapmaya meyilli. Şu anda sosyal medyada Mayıs 2023’te yaptığı bir konuşma dolaşıyor, Harris dinleyicilere şu açıklamaları yapıyor: “Siz, içinde yaşadıklarınızın ve sizden önce gelenlerin bağlamından oluşuyorsunuz.’’ Sonrasında bu anlattıklarını annesinden bir alıntı yaparak destekledi, ‘’Hindistan cevizi ağacından düştüğünüzü mü sanıyorsunuz?’’ Harris sonrasında saniyelerce kendi şakasına güldü.

Eğer beklendiği gibi Kamala Harris Demokratların adayı olarak gösterilirse yalnızca bu imajını düzeltme zorluğuyla karşılaşmayacak, aynı zamanda seçmenleri Biden-Harris hükümetinin sevilmeyen sonuçlarından kendisini sorumlu tutmamaları için ikna etmeye çalışmak zorunda kalacak. Bu sebeplerle Trump, Harris’i yenmenin Biden’ın kendisini yenmekten daha kolay olacağını iddia ediyor. Bu konuda haklı olabilir.


(*) Yazar Florida ile Kalifornia’yı karıştırıyor olmalı çünkü “Günışığı Eyaleti” (Sunshine State) takma adı Florida’ya ait. Kaliforniya’nınki ise “Altın Eyalet” (Golden State). (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English