Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Çip sarsıntısı

Yayınlanma

Amerika Çin’i, bugüne kadar benzeri görülmemiş biçimde, yüksek teknoloji akışını kesmekle tehdit ediyor. Ta Almanya’ya kadar ulaşabilecek şok dalgalarından korkuluyor.

Almanya’nın Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde ABD’nin Çin’e yönelik ‘yüksek teknoloji’ yaptırımlarını ve yarattığı etkileri tartışan ‘Çip Sarsıntısı’ başlıklı makaleyi dikkatinize sunuyoruz:

Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin tarihi bir dönüm noktasında olduğunu düşünüyor. Amerikan hükümetine göre, diğer süper güç olan Çin ile rekabetin nasıl gelişeceğine önümüzdeki yıllarda karar verilecek.

Başkan Joe Biden’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, geçen hafta yaptığı bir açılış konuşmasında, Amerika’nın Çin’le olan yarışı kazanmak ve Çin’in liberal olmayan vizyonunu yaymasını durdurmak için iyi konumlandığını ve bunda kararlı olduğunu söyledi. Sullivan’a göre, Çin, uluslararası düzeni kendi uygun gördüğü şekilde yeniden şekillendirme niyeti olan tek süper güçtür ve bunu yapma kapasitesi giderek artmaktadır.

Çin ile rekabette en önemli silah, yerli üretime dayalı yüksek teknolojidir. Amerikalılar, eski anlayışları rafa kaldıran yeni sanayi politikasının stratejik önemini şöyle gerekçelendiriyor: Geri durmak artık çağa uygun değil. Sullivan, “Evimizde, ekonomik gücümüze ve teknolojik liderliğimize yatırım yaparak modern bir endüstri ve inovasyon stratejisi izliyoruz. Bu, dünyadaki gücümüzün en derin kaynağı” diye anlatıyor.

Mikroçipler söz konusu olduğunda Amerika’nın jeostratejik vizyonu, son derece hassas yarı iletken teknolojisinin Çin’e ihracatı üzerindeki kısıtlamalarla, artık daha somut hale geliyor. ABD, Çin’i askeri kullanım bulabilecek yüksek performanslı çiplerden uzaklaştırmaya çalışıyor. Bu, genel olarak yüksek teknoloji ve özel olarak mikroçiplerin yerli üretimi ve geliştirilmesi için benzersiz bir sübvansiyon programı ile tamamlanmaktadır.

Yeni kısıtlamalar aynı zamanda Amerikan hükümetinin, Amerikan teknoloji endüstrisinin Çin ile olan rekabette kayıplara uğraması konusunda istekli olduğunun da altını çiziyor. Ticaret kısıtlamaları alışılmadık derecede yayıldı ve yarı iletken üretim ekipmanlarının yanı sıra yüksek performanslı çipleri de etkilemeye başladı. Hatta Çin fabrikalarında çalışan ve orada çip geliştirmeyi ve üretimini destekleyen Amerikalılar üzerinde de kısıtlamalar var.

Intel ve Nvidia olumsuz etkilendi

(Kısıtlamaların) etkileri hemen hissedilmeye başladı. Basında çıkan haberlere göre, Çinli en büyük bellek çipi üreticisi Yangtze Memory Technologies’e Amerikalı tedarikçilerden çalışan göçü başladı. Talaş fabrikalarına ekipman tedarik eden Applied Materials, KLA ve Lam Research gibi şirketler de personel çıkarmaya başladı.

Dünyanın en büyük yarı iletken imalat makineleri üreticilerinden biri olan Applied Materials, kısıtlamaların mevcut mali çeyrekte yaklaşık 400 milyon dolar ve sonraki çeyrekte de benzer bir gelire mal olacağı konusunda uyardı.

Yüzde 27’lik satış payıyla Çin, şirket için ana vatanı olan Amerika’dan çok daha fazla öneme sahip. Hatta Çin şirket için en önemli pazar. Ancak, buradaki satışların büyük bir kısmı, kısıtlamalardan muaf olması muhtemel olan Çinli olmayan müşterilerle gerçekleştiriliyor. Hollandalı yarı iletken şirketi ASML de duruma tepki gösterdi.

Bank of America analisti Vivek Arya, düzenlemelerin akıllı telefonlar, kişisel bilgisayarlar veya video oyun konsollarındaki yarı iletkenleri değil, yüksek performanslı çipleri hedeflediğine dikkat çekiyor. Bu nedenle, Amerikan şirketlerinin yaklaşık yüzde 5’lik yönetilebilir ölçüdeki bir kısmının etkileneceğini kaydediyor.

Analist, kısıtlamaların etkilerini hissedebilecek yarı iletken şirketlere Intel ve Nvidia’yı örnek gösteriyor. Hatta Çin’li Yangtze gibi rakipler zayıflatılırsa, Amerikalı bellek çipi üreticisi Micron gibi şirketler bundan faydalanabilirler.

Amerika, tüm kararlılığına rağmen, hukuki pragmatizmiyle de tanınır. Kağıt üzerinde her şey gerçekte olduğundan daha katı görünüyor. Çin’in çip endüstrisinin umutlandığı unsur da budur. Pekin analiz firması Gavekal Dragonomics’ten Dan Wang, yeni kuralların “kesinlikle Çin çip endüstrisini etkileyeceğini” söylüyor. Ancak ne kadar kötüye gideceği ancak önümüzdeki aylarda ortaya çıkacak.

Sonunda yasak, en büyük müşterileri olan Çin’i kaybetme tehdidiyle karşı karşıya olan Amerikalı üreticileri de vuracak. 2021’de dünyada üretilen tüm çiplerin dörtte üçü, yarı iletkenlerin yalnızca yüzde 15’inin üretildiği Orta Krallık’taki (Çin) müşterilere gitti. Gözlemci Dan Wang’a göre, geçmişte olduğu gibi Intel artık yaptırımları atlatmanın yollarını bulabilir; örneğin yabancı yan kuruluşlar aracılığıyla veya çiplerde Amerikan yapımı bileşenler olmadan üretim yapabilirler.

Çin hoşgörü bekliyor

Çin’de, Amerikalı üreticiler için satış kaybı tehdidi göz önüne alındığında, Washington’daki hükümetin başarısız olabileceği ve yaptırımları hafifletebileceği umudu dile getiriliyor. Kasım ayının sonunda Bali’deki G-20 zirvesinden önce, Başkan Joe Biden, Çin’i Amerikan yüksek teknolojisinden daha da fazla mahrum bırakmakla tehdit ederek, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in “ortağı” Vladimir Putin’e karşı daha sert bir duruş sergilemesi için baskıyı artırmak isteyebilir.

Çin’in en büyük çip üreticisi SMIC’nin hisse fiyatı, yeni yaptırım haberlerinin ardından Hong Kong borsasında yüzde 12 düştü. Grup, Çin’in küresel çip endüstrisindeki muazzam açığını simgeliyor. SMIC, 14 nanometre boyutunda çipler üretirken diğer rakipler Tayvan ve Kore, uzun süredir 5 ve 3 nanometre boyutlarında çok daha güçlü çipler üretiyor.

Baidu, Alibaba veya Bytedance gibi Çinli internet devleri, eğer Amerikan çiplerine ulaşamazsa, bu öncelikle yapay zeka alanındaki gelişmelerini yavaşlatacaktır. Daha önceden sadece Çinli akıllı telefon üreticisi Huawei için geçerli olan kural, Washington’dan gelen yeni talimatlarla değişti. Artık Amerikan çip teknolojisi 28 Çinli şirkete (yaptırım listesindeki) satılamayacak.

Pekin güçsüz değil ve yeni yaptırımlara misilleme ile yanıt verebilir. Ancak analist Dan Wang, Çin hükümetinin kısa vadede kendisini geri planda tutacağına inanıyor. Şimdiye kadar Pekin, daha fazla Amerikalı üreticiyi Çin’e yatırım yapmaya ikna etmeye odaklandı ve böylece Uzak Doğu’daki en büyük müşteriye karşı yaptırımlarda aşırıya kaçmamaları için Washington’daki “şahinler” üzerindeki baskıyı artırdı.

Bununla birlikte partinin (ÇKP), Çin’in, ABD’nin önceki teknolojik liderliğini yakalayabilecek kendi yapay zekasını geliştirmesi konusunda, Amerika’nın Çin’i yavaşlatmak istediğine dair hiçbir yanılsaması yok. Pekin, ABD’nin Çin rekabetinin ”diz kapağını vurma” girişimlerine ”er ya da geç karşılık verebilir”, örneğin Apple’ı, gelecek vaat eden Çin pazarında kısıtlayabilir.

Amerikan yaptırımlarını bu kadar karmaşık yapan şey, küresel işbölümünde aşırı bir şekilde organize olan teknoloji endüstrisinin yapısıdır. Bu değer zincirini bozmak Amerika için bile maliyetlidir. Bu nedenle,  Doğu Asya’daki önemli yarı iletken üreticilerinin yönetici katlarında, en azından dış dünyaya karşı temkinli bir gevşeme var. Güney Kore’deki SK Hynix ve ayrıca Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi (TSMC), Washington’daki Ticaret Bakanlığı’ndan özel bir lisans olmaksızın bir yıllığına yarı iletken tesisleri için ekipman ve makineleri Çin’e ithal etmek için zaten izin aldı. Basında çıkan haberlere göre, Amerikalılar Samsung Electronics’e geçici bir özel izin de verdiler. Ancak Samsung, süreç hakkında şu ana kadar halka açık bir yorumda bulunmadı. Muafiyet izniyle, KLA gibi Amerikan şirketlerinden SK Hynix’e yapılan teslimatlara da izin verilmeye devam edilmelidir. Muafiyet sona erdikten sonra işlerin nasıl devam edeceği ise belli değil. Amerika’nın muafiyetler sebebiyle Güney Kore ve Tayvan’ı kızdırmak istemediğine dair spekülasyonlar var. Washington’daki hükümet de Amerikan ekonomisini olumsuz sonuçlardan korumakla ilgileniyor.

Apple için de risk var

Buna örnek (Apple) bellek çipleridir. Güney Koreli Samsung Electronics ve SK Hynix firmaları dünya pazarında geçici DRAM bellek piyasasının %70’ini ve kalıcı NAND bellek piyasasının da %50’den fazlasını kapsıyor. Elektronik bellek modülleri, diğer şeylerin yanı sıra her akıllı telefonda ve her bilgisayarda bulunabilir. Amerikan ihracat düzenlemeleri sonucunda bu pazarlarda aksaklıklar olsaydı bu Apple gibi Amerikan şirketlerini de etkilerdi.

Samsung, NAND bellek öğelerinin %30’undan fazlasını Çin’in Xian kentinde üretiyor. SK Hynix, DRAM belleğinin yüzde 40’ından fazlasını Wuxi’de üretiyor ve Intel’in Çin’deki NAND bellek işini satın alma sürecinde. Olağanüstü durumlarda, Çin’deki Güney Koreli şirketlerin üretimi başarısız olursa, ancak Micron gibi Amerikalı rakipler tarafından yalnızca kısmen dengelenebilir.

Dünyanın en büyük fason yarı iletken üreticisi olan Taiwan Semiconductor Manufacturing Company, ihracat düzenlemelerinin sonuçlarını gösteren başka bir örnektir. TSMC başkanı C.C. Wei, ihracat düzenlemesinin sonuçlarının “sınırlı ve yönetilebilir” olduğunu söylüyor. Şirket, Çin’in Nanjing kentindeki fabrikasında mikroçip üretimi için Amerikalılardan muafiyet aldı. Bu, fabrikadaki üretimin genişlemesinin devam edebileceği anlamına gelir.

TSMC Çin’in Nanjing kentinde 16 ve 28 nanometre boyutlarında yarı iletkenler üretiyor. Bu eski çipler ABD ihracat düzenlemelerine tabi değildir. Orada yaklaşık 14 nanometre ve daha az boyutlarda yüksek performanslı çipler var. TSMC bu tür modern çipleri Çin’de değil, Tayvan’da üretiyor ve gelecekte de Arizona’daki yeni fabrikasında üretecektir. İhracat düzenlemesinin TSMC gibi şirketler üzerindeki dolaylı etkileri şu anda pek tahmin edilemez.

Diğer büyük soru ise, Amerika’nın yeni jeostratejik vizyonunun Almanya gibi müttefikleri nasıl etkileyeceği. Almanya, Washington tarafından yaptırım rejimine zorlanılacak mı? Ve Almanya hala teknolojik olarak ayak uydurabilir mi? Federal hükümet şu anki gelişme konusunda çok endişeli. Ekonomi Bakanı Robert Habeck bu hafta Alman makine üreticilerine “çökmekte olan dünya ekonomisinin” büyük bir tehdit olduğunu söyledi.

Tehlike sadece Çin’den gelmiyor. Habeck, ABD hükümeti tarafından bu yıl hayata geçirilen enflasyonla mücadele programını “geleceğin teknolojisi için bariz bir sübvansiyon programı” olarak nitelendirdi. Habeck’e göre, 400 milyar doları aşacağı planlanan harcama, Almanya ve Avrupa’daki yatırımları engellemekle tehdit ediyor. Çip Yasası örneğinde olduğu gibi, bakanın (Habeck) da aklında bir Avrupa yanıtı var: “Büyük bir Avrupa yatırım paketine ihtiyacımız var.”

Çeviren: Gülçin Akkoç

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

INSS: İran dış tehdide karşı kenetlenmiş görünüyor

Yayınlanma

İsrail’in güvenlik bürokrasisine yakınlığıyla bilinen, Tel Aviv Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren yarı resmî düşünce kuruluşu INSS (Ulusal Güvenlik Araştırmaları Enstitüsü), İsrail-İran savaşının gidişatına dair bir değerlendirme yayımladı. İsrail ordusunda 20 yıldan fazla İran uzmanı olarak görev alan, INSS İran ve Şii Ekseni Araştırma Programı Direktörü Dr. Raz Zimmt tarafından kaleme alınan analiz, Tahran’ın savaşta geldiği kritik eşik, İran’ın nükleer altyapısına ve komuta sistemine verilen zarar, İran yönetiminin dayanıklılığı ve önündeki seçeneklere odaklanıyor.

“İran’a Karşı Kampanya: Durum Değerlendirmesi, İkilemler ve Sonuçlar” başlıklı analizde Zimmt, savaşın nasıl sona erebileceğine dair üç olası senaryo üzerinde duruyor. Analiz, hem İran’ın kırılganlıklarını hem de İsrail’in askeri kazanımlarını sürdürme konusunda karşı karşıya olduğu stratejik riskleri ortaya koyarken, ABD’nin pozisyonunun belirleyici rolüne dikkat çekiyor. INSS, savaşın sona erme biçiminden bağımsız olarak İsrail’in uzun vadeli bir “İran tehdidine” karşı hazırlıklı olması gerektiğini vurguluyor.

Makaledeki değerlendirmelerin büyük ölçüde İsrail’in resmî güvenlik bakış açısını yansıttığı ve ülkede uygulanan askeri sansür nedeniyle, İran saldırılarının İsrail’e verdiği zararın kapsamının olduğundan düşük gösterilmiş olabileceği göz önünde bulundurulmalı.

***

İran’a karşı yürütülen savaş: Durum değerlendirmesi, ikilemler ve olası sonuçlar

Dr. Raz Zimmt

İsrail ile İran arasındaki çatışmaların başlamasından üç gün sonra, İran kritik bir dönüm noktasına yaklaşmış durumda. Bu durum, İsrail’in İran’ın stratejik varlık ve kabiliyetlerine ciddi zararlar veren yoğun ve sürekli saldırılarının ardından gelişti. Tahran açısından tablo karmaşık ve çok boyutlu. Bir yandan, İran’ın üst düzey askeri liderliğini hedef alan saldırılarla ciddi bir darbe aldığı görülüyor. Bu saldırı, sadece stratejik bir sürpriz ve ulusal bir aşağılanma olmakla kalmadı, aynı zamanda İsrail’in İran rejiminin güç merkezlerine sızma yeteneğini de bir kez daha gözler önüne serdi. İran Genelkurmay Başkanı, Devrim Muhafızları Ordusu (IRGC) komutanı, istihbarat ve operasyon birimlerinin başkanları ile IRGC Hava-Uzay Kuvvetleri komutanının öldürülmesi, Tahran’ın bu askeri kampanyayı etkin biçimde yönetme kapasitesini geçici olarak sekteye uğrattı.

Son günlerde, İsrail Hava Kuvvetleri İran’ın nükleer programına yönelik saldırılarla operasyonel başarılar elde etmeyi sürdürdü. Bu saldırılar Natanz zenginleştirme tesisine kısmi (tam değil) zarar verirken, nükleer silah geliştirme programıyla bağlantılı olduğu düşünülen ve bu programın gelişiminde kilit rol oynayan ondan fazla bilim insanının hedef alınıp öldürülmesini de kapsıyor. Ayrıca, İran’ın askeri ve güvenlik altyapısı da İsrail tarafından hedef alındı: komuta merkezleri, füze ve hava savunma sistemleri, IRGC’nin istihbarat ağı ve bazı stratejik enerji tesisleri. Saldırıların devam etmesi, İran’ın komuta-kontrol sistemini zayıflatabilir ve rejimin iç sorunları yönetme kabiliyetini giderek aşındırarak genel istikrarını tehdit edebilir.

Öte yandan, İranlı yetkililer sınırlı da olsa bazı kazanımlara işaret edebiliyor. Her ne kadar nükleer program zarar görse de bu zarar henüz kritik düzeyde değil, özellikle de Fordow zenginleştirme tesisinin hâlâ sağlam. Ayrıca rejimin iç istikrarı açısından şu an ciddi ve acil bir tehdit söz konusu değil. İran liderliği dış tehdide karşı birlik, kararlılık ve canlılık mesajı vererek kenetlenmiş görünüyor. Rejime yönelik halkın duyduğu memnuniyetsizlik inkâr edilemez ancak bu aşamada halktan rejime yönelik aktif bir direniş gözlenmiyor. İsrail saldırılarında zarar gören yerleşim bölgelerine ait yıkım görüntüleri ise paradoksal biçimde iç dayanışmayı artırarak milli birlik duygusunu pekiştirmiş görünüyor.

Ayrıca İran, İsrail’in iç cephesine de sınırlı düzeyde zarar vermeyi başardı. Her ne kadar bu zarar kapsam açısından büyük olmasa da İran hükümeti ve medyası bu saldırıların belgelerini kullanarak psikolojik direnç ve uzun vadeli stratejik denge anlatısını güçlendirmeye çalışıyor. Bu söylem, İslam Cumhuriyeti’nin hem direnme hem de zamanla İsrail’e zarar verebilme kapasitesine sahip olduğunu vurguluyor.

İran liderliğinin bu savaş sonrası dönemde bazı temel kazanımları korumayı hedeflediğini değerlendirmek makul olur:

-Rejimin hayatta kalması; iç ve dış tehditlere karşı en öncelikli mesele olarak görülüyor;

-Nükleer programın devamlılığı; rejimin varlığını sürdürmesi için bir tür “sigorta poliçesi” olarak algılanıyor;

-Gelecekteki güvenlik tehditleriyle mücadele edebilmek için gerekli olan füze sistemleri, istihbarat altyapısı ve komuta-kontrol ağları gibi stratejik varlıkların muhafazası.

Tahran’ın bu temel hedefleri sürdürebilme yetisi, önümüzdeki haftalarda savaşın nasıl yönetileceği, ne zaman sona erdirileceği ve savaş sonrası bir düzenlemeye gidilip gidilmeyeceği ya da nükleer stratejide bir değişiklik yapılıp yapılmayacağı gibi kararları belirleyecek.

Şu an itibariyle İran, savaşın yürütülmesine odaklanmış durumda; İsrail saldırılarının etkisini en aza indirirken İsrail’e azami zarar vermeye çalışıyor. Ancak savaş devam edip kayıplar arttıkça, Tahran liderliği önünde birkaç önemli seçenek bulacak:

-Mevcut çatışma biçimini sürdürerek İsrail’i uzun bir yıpratma savaşına çekmek;

-Politik bir düzenlemeyle savaşı sonlandırmaya çalışmak;

-Gerilimi daha da tırmandırarak Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması’ndan (NPT) çekilmek ya da gizli bir tesiste nükleer silah geliştirme hamlesine girişerek uluslararası müdahaleyi tetiklemek ve bu yolla savaşı durdurmak.

Savaşı sürdürmek İran’a İsrail’in iç cephesini hedef almaya devam etme fırsatı tanıyabilir, fakat aynı zamanda giderek ağırlaşan bir tahribatı da göğüslemesini gerektirir ki bu da stratejik varlıklar, kritik altyapı ve nükleer kabiliyetlerin başka unsurlarını tehlikeye atabilir. Zamanla bu tür kayıplar, İran’ın savaş sonrası korumak istediği başarıları güvence altına alma kapasitesini zayıflatabilir. Ayrıca İran’ın mevcut füze ateşleme temposunu sürdürebilme kapasitesi belirsizliğini koruyor. Eğer özellikle de İsrail’in operasyonları kabiliyetlerini daha da aşındırdıkça “savaş ekonomisine” geçmeye zorlanırsa İran’ın İsrail’in hava savunma sistemlerine anlamlı bir tehdit oluşturma gücü azalabilir ve bu da yalnızca zaman zaman yapılacak dağınık saldırılara indirgenebilir.

İran’ın savaşı sona erdirme ve müzakerelere dönme yönünde bir karar alması, İsrail’in ateşkese onay vermesine ve muhtemelen ABD’nin Tahran’ın belirli şartlarını kabul etmesine bağlı olacak. Ancak, İran’ın şu anda bu konuda esneklik ve hazırlık gösterme niyetinde olup olmadığı şüpheli. Dışişleri Bakanı Abbas Irakçi her ne kadar genel bir ateşkes olasılığına açık olduklarını dile getirmiş olsa da İran Dışişleri Bakanlığı ABD ile görüşmelere yeniden başlamanın faydasız olduğunu belirtti; çünkü Tahran, İsrail’in bu saldırıları bağımsız olarak değil, ABD’nin işbirliğiyle ya da en azından Washington’un zımni onayıyla gerçekleştirdiğine inanıyor.

NPT’den çekilmek ki bu adım İran Meclisi’ndeki bazı üyeler tarafından halihazırda önerildi, ya da nükleer bir çıkış girişiminde bulunmak, uluslararası müdahaleyi tetiklemek için baskı taktikleri olarak kullanılabilir. Ancak İran’ın bunu gizlice gerçekleştirme kapasitesi oldukça kuşkulu; çünkü nükleer programına yönelik istihbarat sızıntıları ve İran hava sahasında süren yoğun İsrail saldırıları bu olasılığı sınırlandırıyor. Ayrıca böyle bir hamle büyük riskler taşır: Doğrudan ABD askeri müdahalesini kışkırtabilir ki bu, İran’ın kaçınmaya çalıştığı bir senaryo. Bu ayrıca İsrail’in önleyici saldırısı sonrasında elde ettiği uluslararası meşruiyeti de baltalayabilir.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Amerikalı profesör Stephen Walt: İsrail Hegemon Olamaz

Yayınlanma

Uluslararası İlişkiler teorilerinde realist yaklaşımın öne çıkan isimlerinden, Harvard Üniversitesi Profesörü Stephen M. Walt, Foreign Policy için kaleme aldığı makalede İsrail’in neden bölgesel hegemon olamayacağını tartışıyor.

İsrail Hegemon Olamaz

İsrail hükümeti, bölgesel hakimiyet için hamle yapıyor; ancak bu büyük ihtimalle başarılı olmayacak.

Stephen M. Walt, 16 Haziran 2025

İsrail’in İran’a yönelik kapsamlı saldırısı, bölgesel rakiplerinin her birini ortadan kaldırma veya zayıflatma kampanyasının son turudur. Ekim 2023’teki Hamas saldırısının ardından, Filistin halkını anlamlı bir siyasi güç olarak yok etmeye yönelik acımasız bir kampanya yürütmüştür; bu çaba, önde gelen insan hakları kuruluşları ve çok sayıda akademik uzman tarafından soykırım olarak tanımlanmıştır. Hava saldırıları, tuzaklı cep telefonları ve diğer yöntemlerle Lübnan’daki Hizbullah liderliğini yok etmiştir. Yemen’deki Husilere saldırmış ve Esad sonrası Suriye’de silah depolarını yok etmek ve tehlikeli gördüğü güçlerin orada siyasi etki kazanmasını engellemek için bombalamalar gerçekleştirmiştir. İran’a yönelik son saldırılar ise yalnızca bu ülkenin nükleer altyapısına zarar vermeyi ya da onu yok etmeyi değil, daha fazlasını amaçlamaktadır. En azından, İsrail İran’ın nükleer programı üzerindeki müzakereleri sona erdirmek; üst düzey İranlı liderleri, askeri yetkilileri, diplomatları ve bilim insanlarını öldürerek İran’ın karşılık verme kapasitesini felç etmek; mümkünse ABD’yi savaşa daha fazla çekmek istemektedir. En uç noktada ise rejimi çöküşe sürükleyecek kadar zayıflatmayı ummaktadır.

Tüm bu eylemler en azından kısa vadede kısmen başarılı olduğuna göre, artık İsrail’i bölgesel bir hegemon olarak mı düşünmeliyiz? Eğer böyle bir devlet, “belirli bir bölgede tek büyük güç” olarak tanımlanıyorsa ve “başka hiçbir devlet (veya devletler kombinasyonu) tümüyle bir askeri güç sınavında ciddi bir savunma yapamayacaksa”, İsrail bu tanıma uyuyor mu? Eğer öyleyse, komşularının da tıpkı diğer hegemonlarla karşı karşıya kalanların yaptığı gibi hareket etmesi mi beklenmelidir: “Üstün gücünü tanıyıp, hegemonun hayati çıkarları konusunda ona boyun eğmek”?

İlk bakışta, bu olasılık gerçek dışı görünüyor. Nüfusu 10 milyondan az olan (ve bunların sadece %75’i Yahudi olan) bir ülke, birkaç yüz milyon çoğunluğu Müslüman Arap ve 90 milyondan fazla Pers’in yaşadığı geniş bir bölgeyi nasıl egemenliği altına alabilir?

Ancak, İsrail’in komşularına kıyasla birçok avantajı olduğunu düşündüğümüzde bu fikir daha makul hale geliyor. Vatandaşları daha iyi eğitimli, son derece vatansever ve genellikle Arap muadillerinden daha etkili liderler tarafından yönetilmiştir. Zengin ve siyasi olarak etkili bir diasporadan cömert ve tutarlı destek alır, geçmişte ise Büyük Britanya ve Fransa gibi büyük güçlerden paha biçilmez yardımlar görmüştür. Çoğu Arap rakibi iç bölünmeler, isyanlar veya darbelerle karşı karşıya kalmış ve Araplar arası rekabetle bölünmüştür.

Ayrıca modern askeri gücün artık sayısal üstünlükten çok teknolojik hakimiyet, eğitim ve yetkin komuta becerilerine dayandığı için, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) daima karşı karşıya kaldığı güçlerden çok daha yetenekli olmuştur. Savaşlar giderek daha pahalı ve sofistike silahlara bağımlı hale geldikçe bu avantaj daha da artmıştır. Hizbullah ve Hamas zamanla daha yetenekli hale gelmiş olsa da, hiçbiri İsrail’in varlığını tehdit edememiş veya İsrail’in onlara verebileceği zararla boy ölçüşememiştir. İsrail’in geniş nükleer silah cephanesi ve övülen istihbarat yetenekleri, konumunu daha da sağlamlaştırmıştır.

En önemlisi, İsrail Amerika Birleşik Devletleri’nden büyük ve büyük ölçüde koşulsuz destek almaktadır. ABD hükümeti ne yaparsa yapsın İsrail’i desteklemekte ve İsrail’in “niteliksel askeri üstünlüğünü” sürdürme konusunda resmen taahhütte bulunmuştur. Bu yardım olmasaydı, yaklaşık 10 milyon İsrailli kendi topraklarını savunabilir—nükleer silahları olduğunu unutmayın—ama çevre bölgeye hükmetme şansları pek olmazdı.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, İsrail’in daha geniş Orta Doğu’yu egemenliği altına alma fikri o kadar da saçma değildir. Ancak İsrail’i gerçek bir bölgesel hegemon olarak görmek bir hata olur.

Birincisi, bölgesel bir hegemon, komşularına kıyasla o kadar güçlüdür ki artık onlardan ciddi bir güvenlik tehdidiyle karşılaşmaz ve yakın zamanda gerçek bir rakibin ortaya çıkacağı konusunda endişelenmesine gerek yoktur. Bu, ABD’nin 20. yüzyılın başında ulaştığı konumdu: Diğer büyük güçler Batı Yarımküre’den çekilmişti ve bölgede hiçbir ülke veya ülke kombinasyonu, Amerika’nın ekonomik gücü ve askeri potansiyelini yakalayamazdı. Küba füze krizi hariç—ki bu da dış bir gücün (Sovyetler Birliği) yarımküreye nükleer başlıklı füzeler göndermesiyle olmuştu—ABD 19. yüzyıl sonundan bu yana yarımküre içinden ciddi bir askeri tehdit yaşamamıştır. Bu ayrıcalıklı konum, Washington’un dış ve savunma politikalarını Avrasya’ya odaklamasını sağlamıştır; amacı başka hiçbir gücün stratejik önemi olan bir bölgede benzer bir konuma gelmesini engellemekti.

Bugün İsrail bu standardı karşılamıyor. Örneğin Husiler hâlâ meydan okuyor ve IDF, Gazze’de büyük bir yıkım gerçekleştirmesine rağmen hâlâ orada bataklığa saplanmış durumda. İsrail, Hizbullah ve Hamas’ı ciddi şekilde zayıflatmıştır ama bunlar devlet dışı aktörlerdi ve hiçbiri İsrail’in varlığına yönelik varoluşsal bir tehdit oluşturmamıştı. Bugün hiçbir Arap devleti ya da koalisyonu İsrail’e denk değil, ancak hem Türkiye hem de İran önemli askeri güçlere ve çok daha büyük nüfuslara sahip; tümüyle bir savaş durumunda kaybetseler bile inandırıcı bir savunma yapabilirler. Bu da İsrail’in onları hesap dışı bırakamayacağı ya da bu devletlerin ona boyun eğeceğini varsayamayacağı anlamına gelir. İran’ın süregelen direnişi bunu açıkça göstermektedir: Son saldırılara karşılık olarak verdiği yanıt maruz kaldığı zarardan az olsa da hiç de önemsiz değildir ve çatışma sona ermemiştir. Tahran’ın, bu son karşılaşmayı kaybetse bile, gönüllü olarak çıkarlarını İsrail’e tabi kılacağına dair hiçbir işaret yoktur. Bu tek başına bile İsrail’in bölgesel hegemon olmadığını gösterir.

Ayrıca, son saldırıların tüm gerekçesi İran’ın bir gün nükleer silah edinme ihtimaliydi. Risk, İran’ın İsrail’e nükleer saldırı düzenlemesi değildi—bu intihar olurdu—ama bir İran bombası, İsrail’in bölgede cezasız güç kullanma kapasitesini sınırlardı. İsrailli liderlerin bu ihtimali—daha temkinli hareket etmeye mecbur kalma ihtimalini—bir tehdit olarak görmesi, ABD’nin uzun süredir sahip olduğu türden “serbest güvenlik”ten yoksun olduklarını gösterir.

İsrail’in son savaş alanı başarıları, İsrail’in kontrol ettiği topraklarda nüfusun yaklaşık yarısını oluşturan Filistinliler sorununu da çözmüş değildir. Üstün askeri ve istihbarat kapasitesi, Hamas’ın 2023 Ekim’inde yüzlerce İsrailliyi öldürmesini engelleyememiştir ve buna karşılık İsrail’in 55.000’den fazla Filistinliyi öldürmesi, bu çatışmaya siyasi bir çözüm getirmeye de yardımcı olmamıştır. Aksine, İsrail’in küresel imajını ciddi şekilde zedelemiş ve uzun süredir müttefik olan çevrelerde bile desteği zayıflatmıştır.

En önemlisi, İsrail hâlâ Amerikan desteğine kritik ölçüde bağımlıdır; komşularına saldırmak için ihtiyaç duyduğu uçakların, bombaların ve füzelerin çoğunu ABD sağlar ve sürekli diplomatik koruma sunar. Gerçek bir bölgesel hegemon, komşularına hükmetmek için başkalarına güvenmek zorunda kalmaz ama İsrail kalıyor. ABD desteği onlarca yıldır sarsılmazdı; bunun sebebi güçlü bir yerli çıkar grubunun etkisidir, ancak bu ilişki son yıllarda bazı gerilim işaretleri göstermiştir ve Amerika’nın küresel güç konumu gerilerken sürdürülmesi daha zor hale gelecektir. Eğer bu son çatışma ABD’yi içine çekerse, Trump’ın barışı koruyacağını düşünen MAGA yanlıları da dahil olmak üzere daha fazla Amerikalı, bu “özel ilişki” için ödenen bedelin ne kadar ağır olduğunu fark edecektir.

Son olarak, kalıcı bölgesel hegemonya, komşu ülkelerin hegemonun baskın konumunu kabul etmesini (ve bazı durumlarda memnuniyetle karşılamasını) gerektirir. Aksi takdirde hegemon, sürekli olarak yeni bir muhalefet doğmasından endişe eder ve bunu önlemek için sürekli eylemlerde bulunmak zorunda kalır. Ayrıcalıklı konumunu başkalarına kabul ettirebilmek için kalıcı bir hegemon, belirli bir hoşgörüyle hareket etmelidir; eski ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in Latin Amerika’ya karşı “iyi komşuluk” politikasını benimsemesi gibi. Napolyon Fransası, Nazi Almanyası veya İmparatorluk Japonya’sı gibi hegemonyaya aday ülkelerin bir süreliğine baskın konum elde ettiklerini ama bu kazanımları pekiştiremediklerini ve sonunda daha güçlü karşı koalisyonlara yenik düştüklerini hatırlamak gerekir.

Komşulara karşı hoşgörüyle davranmak İsrail’in güçlü yönlerinden biri olmamıştır ve ülkedeki sağcı güçlerin ve dini aşırılık yanlılarının artan etkisi bunu daha da olanaksız kılmaktadır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde, İsrail’in bölgesel hegemon olmaktan çok uzak olduğu açıktır. Liderlerinin bu statüyü elde etmeyi istememesi için hiçbir neden yoktur—kim istemez ki—ama bu konum onlara daima ulaşılmaz kalacaktır. Ve bu da İsrail devletinin uzun vadeli güvenliğinin, komşularıyla, özellikle de Filistinlilerle kalıcı bir siyasi anlaşma yapmasına bağlı olduğunu gösteren bir başka hatırlatmadır. Kalıcı güvenliğin yalnızca güçle değil, esasen siyasetle sağlandığını bir kez daha hatırlatır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English