Dünya Basını
Ucuz silahlar, yeni savaşlar

Çevirmenin notu: İsrail son yıllarda Orta Doğu’nun Silikon Vadisi olduğu şeklinde yakıştırmalar alıyor. Apartheid uygulamaları, Güney Afrika’daki muadiline kıyasla çok daha alengirli, yüksek teknoloji araçlarla taçlandırılıyor. 7 Ekim’de Aksa Tufanı saldırısı bunun söylendiği kadar olmadığının, hatta bütünüyle başarısız ve beyhude bir girişim olduğunu ispatlar nitelikteydi.
Ucuz silahlar, yeni savaşlar
Savaş giderek yüksek teknolojili silahlarla değil düşük teknolojili silahlarla ilgili hale geliyor ve ABD bunun gerisinde kalıyor.
Malcom Kyeyune
27 Kasım 2023
ABD hem iktisadi hem de askeri krizlerle boğuşurken ve İsrail bir yandan Gazze’de Hamas’ı yenmeye çalışırken bir yandan da kuzeyinde Hizbullah’ın ve güneyinde Husi isyancıların saldırılarını savuşturmaya çalışırken, Orta Doğu’daki mevcut durum ile Orta Avrupa’da yaklaşık 600 yıl önce yaşanan bir çatışma arasında bir dizi benzerlik ortaya çıkıyor. 1419-1431 yılları arasında gerçekleşen Hussit Devrimi sadece dinsel bir çatışma değildi; bugün hala devam eden askeri bir devrimin erken bir örneğiydi.
Orta Avrupa 15. yüzyılın başında bir kargaşa dönemine girdi. Bu, Bohemya Krallığı merkezli dini bir anlaşmazlık olarak başladı; Çek teolog ve Hıristiyan reformcu Jan Hus’un sözleri Prag ve civarında yayılmaya başladı ve tam anlamıyla bir devrimi ateşledi. Jan Hus’un 1415 yılında sapkınlık suçundan idam edilmesi savaş ve felaketi durdurmak için çok az şey yaptı; Hus’un kendilerini Hussitler olarak adlandıran takipçileri yeni bir hükümdar seçmeyi reddettiler ve Hıristiyan inancının reformist yorumunda ısrar ettiler. Bu durum onları art arda beş papalık haçlı seferinin hedefi haline getirdi. Bohemya, komşularının pek çoğu tarafından kuşatılmış küçük bir ülke olduğundan, sonuç kaçınılmaz gibi görünüyordu; devrimci Hussitler savaşı daha başlamadan kaybetmiş gibi görünüyordu.
Ama Hussitler kaybetmedi. Sayıca az olmalarına ve askerlerinin Orta Avrupa’nın en iyi askeri seçkinleriyle karşı karşıya gelen köylüler olmasına rağmen Hussitler, erken dönemde muhteşem zaferler kazandılar ve kazanmaya devam ettiler. Mükemmel komutanlara sahip olmalarının yanı sıra —Jan Žižka, genelde tarihteki en iyi askeri komutanlardan biri olarak kabul edilir ve en meşhurudur— Hussitler savaş tarihinin dönüm noktasında yaşadıkları için şanslıydılar.
Toplar ve tabancalar 1419’da yeni değildi ama sistemli bir şekilde kullanılmamışlardı ve savaşta kullanılmaları için henüz taktikler geliştirilmemişti. Böylece Žižka, düşmanlarının daha önce hiç görmediği ve karşı koymanın etkili bir yolunu bulamadıkları yeni stratejilere öncülük ederek gerçek bir avantaj elde etti. Nispeten ucuz seri üretim silahlarla donanmış köylüler, profesyonel askerlerden oluşan çok daha büyük güçleri yenememeliydi, fakat tam olarak böyle oldu. Žižka’nın yenilikçi savunma stratejileri (mobil, kolayca savunulabilir güçlü noktalar oluşturabilen Çek “savaş vagonları” etrafında inşa edilmiş) yeni barutlu silahları daha önce olmadığı şekilde bütünleyici hale getirdi. Vagon kalenin göreli güvenliği içinde, zaman alan yeniden doldurma işlemi o kadar da sorun değildi ve seçkin Alman şövalyelerinin ağır süvari hücumları kolayca geri püskürtülebiliyordu.
Hem İsrail hem de ABD, geleneksel olarak rakiplerinden çok daha güçlü ordulara sahip. İsrail’in binlerce tankı ve dünyanın en büyük hava kuvvetlerinden biri (on milyondan az nüfusa sahip küçük, kaynak yoksulu bir ülke olduğu düşünüldüğünde bu oldukça kayda değer), ABD’nin ise bir düzine uçak gemisi, 10 binden fazla savaş uçağı ve büyük (ancak küçülmekte olan) bir ordusu var. Karşılarında ise çoğunlukla hava kuvvetleri, donanmaları ya da büyük tank ordularına sahip olmayan devlet dışı aktörler var. O halde 2023’teki uluslararası durum neden 20 ya da 30 yıl öncesine göre çok daha içinden çıkılmaz görünüyor?
1419’un (ve giderek 2020’lerin) dinamiğini anlamak açısından faydalı çerçevelerden biri, platformlar ve silahlar arasındaki güç dengesinde süregelen bir değişim olduğudur. Askeri platformlar kaynak ve işgücü açısından pahalı olma eğilimindedir. Genelde karmaşıktırlar ve bu karmaşıklık onlara kimin erişebileceğini sınırlar. Bir tank ya da modern bir savaş uçağı “platforma” iyi bir örnektir. Bunların üretilmesi için son derece karmaşık bir endüstriyel zincir gerekir. Bir savaş uçağı eğitimli bir pilot (ve eğitim masrafları on milyonlarca doları bulabilir), hava üssü altyapısı, yakıt, yedek parça, silah, mekanik ve bakım için diğer destek personeli gerektirir.
Alman ağır süvarileri 1419’un savaş uçağıydı. Atlı, ağır zırhlı bir şövalyeyi ayakta tutmak için bol miktarda servet ve işgücü gerekiyordu; savaş atları özel olarak yetiştiriliyordu ve ucuz da değildi; yüksek kaliteli silahlar ve zırhlar üretmek için çok fazla zaman ve vasıflı iş gerekiyordu, vb. Bugün (biraz anakronik bir şekilde) “feodalizm” olarak adlandırdığımız sistem, bu pahalı tam zamanlı savaşçıları üretmek ve sürdürmek üzere kurulduğu için öyle görünüyordu. İsveç’te soyluluk için kullanılan eski kelime —frälse— “muaf” anlamına gelir: soyluluk, tam anlamıyla monarşiye eğitimli, atlı ve iyi silahlanmış savaşçılar sağladığı için sıradan vergilerden muaf olma statüsüydü.
Bu şövalyeler köylü askerlerle karşılaştıklarında her zaman kazanırlardı. Fakat Hussit savaşları sırasında, Alman şövalyeleri aniden yeni ve nispeten ucuz silahların —zayıflıklarını telafi edecek şekilde kullanıldığında— nispeten eğitimsiz ellerde bile çok fazla hasar verebileceği bir hakikatle karşı karşıya kaldı. Sonraki on yıllar ve yüzyıllarda, ağır süvariler Orta Çağ boyunca sahip oldukları avantajlardan giderek daha fazlasını kaybetti.
Batı askeri teçhizatının ne kadar eski olduğunu unutmak kolay. Tek tek tanklar ya da uçaklar genellikle onlarca yıldır kullanılıyor ve modellerin çoğu 1970’lerden ya da 1980’lerin başından kalma. Bir an için ABD’nin Apollo uzay programının emrinde 72 kilobaytlık salt okunur belleğe sahip bir kılavuz bilgisayar olduğunu düşünün. Bugün, sıradan bir telefon bundan milyonlarca kat daha fazla hesaplama gücüne sahip ve maliyeti de dünyanın dört bir yanındaki çoğu kişi tarafından karşılanabilecek kadar düşük.
Pek çok hava kuvvetinin beygirleri olmaya devam eden F-15 ve F-16 savaş uçakları ilk uçuşlarını 1970’lerin başında gerçekleştirdi. Zaman içinde daha iyi sensörler ve bilgisayarlarla geliştirilmiş olsalar da insanlı savaş uçağı konsepti hala elektroniğin ilkel ve “bilgisayarların” akıl almaz derecede sermaye yoğun olduğu bir zamanda tasarlandı. Havadan bomba atmanın tek yolu oraya uçmak ve bunu bizzat yapmaktı; başka bir deyişle, son derece karmaşık ve pahalı bir platforma yatırım yapmaktı. Uzun zamandır ham askeri gücün sembolü olarak görülen modern uçak gemisi de aynı mantığı izler; temelde elektronik öncesi bir askeri platformdur ve o zamandan beri üzerine elektronik eklenmiştir.
Gerçekten ucuz, ev yapımı silahların ortaya çıkmasının ne kadar devrimci olacağını anlamak için bir savaş uçağından bomba atmanın maliyetini düşünün. Bir F-35 hayalet savaş uçağının maliyeti yaklaşık 90 milyon dolar. Uçağı uçuracak bir pilotu eğitmek kolaylıkla 10 milyon dolara daha mal olabilir. Uçağın hizmette olduğu her yıl için idame masrafları da yaklaşık 10 milyon dolar. Bu da bir uçak, bir pilot ve bir yıllık kullanım için yaklaşık 110 milyon dolar eder. Elbette silahlar ve bu uçakları kullanmak için gereken hava üsleri ya da uçak gemileri de ekstra. Buna karşın İran yapımı yeni Şahid-136 intihar insansız hava aracının fiyatı 20 bin dolar civarında. Bir silah olarak sınırlamaları yok değil (örneğin savaş başlığı yaklaşık 50 kilogram) ama saf maliyet açısından büyük bir avantaja sahip. Sadece bir F-35 pilotunun eğitim maliyetine karşılık bir hava kuvveti bu intihar insansız hava araçlarından 500 tane edinebilir ki bunun ek faydası da çalıştırmak için çok daha az üs altyapısı ya da eğitimli personel gerektirmesidir.
Başka bir örnek vermek gerekirse; tek bir Javelin tanksavar füzesinin fiyatı yaklaşık 200 bin dolar. 2022’deki Ukrayna savaşının başlangıcında, bu silah sistemi etrafında çok fazla abartı vardı: askeri modernitenin ve Batı’nın yoksul ve geri kalmış Rusya’ya karşı yüksek teknoloji üstünlüğünün zirvesiydi. Övgüyle bahsedilen “Azize Javelin”in Ukrayna’yı zafere taşıması bekleniyordu. Fakat Javelin’ler, gösterinin gerçek yıldızları olan ucuz FPV (birinci şahıs görüşü) insansız hava araçları ile karşılaştırıldığında modası geçmiş ve oldukça önemsiz kaldı. Eski, ucuz tanksavar savaş başlıkları bile uzaktan kumandalı küçük bir helikoptere bağlandığında büyük bir hassasiyetle ve operatör için neredeyse hiç risk oluşturmadan kullanılabilir; operatörün tek yapması gereken aracı bir tankın zayıf noktasına ya da askerlerle dolu bir sipere yönlendirmektir.
Yirmi yıl önce, İsrail askerlerine havadan saldıran bir “Hamas hava gücü” fikri gülünç karşılanırdı. Bugün Hamas’ın tam da bunu yaptığına —hem İsrail askerlerine hem de tanklara el bombası atmak için bu ucuz, kamera donanımlı araçların kullanıldığına— dair videolar var. Sıradan tüketiciler bugün 1000 dolar gibi düşük bir fiyata bir FPV drone satın alabiliyor; organize bir ordu için maliyet muhtemelen daha düşük olacaktır. Rusya ordusu, başlangıçta bu araçların faydasına şüpheyle yaklaşsa da potansiyellerini görmeye başladı; artık oldukça basit garaj tarzı atölyelerde, önceden üretilmiş bileşenler ve basit el aletleri kullanarak bu araçlardan günde binlerce üretiyor.
Ucuz elektronik, ucuz roketçilik, ucuz patlayıcılar; savaşta etkinliği büyük, pahalı, karmaşık ve sermaye yoğun platformlardan ucuz ve bol silahlara doğru itiyor. Tek bir Javelin füzesi, bir insansız hava aracına takılan eski bir yüksek patlayıcılı tanksavar savaş başlığından iki kat, hatta on kat daha etkili olabilir, ama 200 kat daha etkili olmadığı gibi, kullanımı da o kadar güvenli ve kolay değildir. 12 yaşındaki bir çocuk, aslında bir video oyunu kumandası olan FPV drone ile bir tankı tek başına imha edebilir. Taşınabilir bir füze rampasını bırakın kullanmayı, kaldırmayı bile beceremezler.
Bu, savaş uçaklarının artık bir anlamının kalmadığı ya da İsrail Apache helikopterlerinin değersizleştiği anlamına mı geliyor? Trajik bir anlamda, İkinci Dünya Savaşı’nın arifesindeki savaş gemileri gibi, bu eskimiş ve fevkalade pahalı silahlar artık hayal gücü büyük ölçüde tükenmiş, dünyaya bakışı zaman içinde donmuş bir Batı’yı temsil ediyor.
Tıpkı 1419’da olduğu gibi 2023’te de Batı dünyası, askerî açıdan baskın durumda. Ya da en azından kendimize böyle söylüyoruz. Uçak gemilerimiz giderek eskimiş olabilir, silahlarımız onları ateşleyen askerlerden iki hatta üç kat daha yaşlı olabilir ve uçaklarımız pas ve metal yorgunluğu nedeniyle yavaş yavaş gökyüzünden düşüyor olabilir. Bununla birlikte, 100 yıllık geleneksel bilgeliğe göre, en pahalı ve karmaşık silahlara sahip olan taraf kazanacaktır. Oysa Ukrayna ve Orta Doğu’da Batı, bizim gibi düşünmeyen düşmanlarla karşı karşıya. Yemen’deki Husilerden Lübnan’daki Hizbullah’a ve Irak’taki Haşdi Şabi’ye kadar, bize sorun çıkarmaması gereken dinci ve milliyetçi ordularla karşı karşıyayız. Aynı şey Rusya için de geçerli: GSYİH’si Belçika’nınkinden daha küçük olan bir ülkenin aylar önce yenilmesi, üstün silahlar ve büyük ekonomiler tarafından yerle bir edilmesi gerekirdi ama olmadı.
Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde bir noktada dünya anlayışımız demode oldu. İsrail, savunma bütçesinin çok küçük bir kısmıyla gerçek zararlar verebilen devlet dışı aktörlere karşı giderek daha fazla zorlanırken, füzeler ve insansız hava araçları bölgedeki ABD askeri üsleri el-Esad ve et-Tanf’a giderek daha fazla yağarken, yeni bir Orta Doğu Hussit isyanının parıltısı görülebilir. Ne yazık ki burada biz Çekler değil, Almanlarız.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu6 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa6 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?