Bizi Takip Edin

Dünya Basını

CIA Direktörü William Burns yazdı: Casusluk ve devlet idaresi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Daha önce ABD’nin Moskova Büyükelçisi olarak görev yapan ve uzun yıllarda boyunca Dışişleri Bakanlığında çeşitli pozisyonlarda bulunan William Burns, Joe Biden’ın başkanlığa gelmesiyle 2021’de CIA Direktörlüğüne atandı. Aşağıda tercümesi verilen ve önde gelen düşünce kuruluşlarından Council on Foreign Relations’ın yayınında yayımlanan makalesinde Burns, Ukrayna ihtilafı, ABD-Çin çekişmesi ve Amerikan istihbaratının kafasını kurcalayan zorluklara değinmiş.


Casusluk ve devlet idaresi: CIA’in Rekabet Çağı’na uygun dönüşümü

William J. Burns

Foreign Affairs

30 Ocak 2024

Ülkeler birbirlerinden sır sakladıkları süre boyunca birbirlerinden sır çalmaya da çalışmışlardır. Casusluk, teknikleri sürekli gelişse bile, devlet idaresinin ayrılmaz bir parçası olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Amerika’nın ilk casusları Devrim Savaşını birbirleriyle ve yabancı müttefikleriyle yazışmak için şifreler, gizli kurye ağları ve görünmez mürekkep kullanarak geçirdiler. İkinci Dünya Savaşı’nda, gelişmekte olan sinyal istihbaratı alanı Japonya’nın savaş planlarının ortaya çıkarılmasına yardımcı oldu. Soğuk Savaş’ın başlarında, Sovyet askeri tesislerini etkileyici bir netlikle fotoğraflayabilen U-2 ve diğer yüksek irtifa casus uçaklarının ortaya çıkmasıyla ABD’nin istihbarat kabiliyetleri tam anlamıyla stratosfere çıktı.

CIA’in Virginia Langley’deki merkezindeki anıt duvarına kazınmış basit yıldızlar, ülkelerine hizmet ederken hayatlarını kaybeden 140 teşkilat görevlisini onurlandırıyor. Anıt, sayısız cesur eylemin kalıcı bir hatırlatıcısı. Fakat bu kahramanlık örnekleri ve CIA’in pek çok gizli başarısı Amerikan kamuoyu tarafından teşkilatın tarihine zaman zaman gölge düşüren hatalardan çok daha az biliniyor. İstihbaratın belirleyici imtihanı, her zaman karar mercilerinin uluslararası ortamdaki derin değişimleri —her yüzyılda yalnızca birkaç kez ortaya çıkan plastik anlar— öngörmek ve bu değişimleri yönlendirmelerine yardımcı olmak olmuştur.

Başkan Joe Biden’ın da yinelediği üzere ABD, bugün Soğuk Savaş’ın şafağı ya da 11 Eylül sonrası dönem kadar önemli olan nadir dönemlerden biriyle karşı karşıya. Çin’in yükselişi ve Rusya’nın intikamcılığı, ABD’nin artık tartışmasız bir üstünlüğe sahip olmadığı ve varoluşsal iklim tehditlerinin arttığı yoğun stratejik rekabetin yaşandığı bir dünyada göz korkutucu jeopolitik zorluklar ortaya çıkarıyor. Sanayi Devrimi’nden ya da nükleer çağın başlangıcından bile daha kapsamlı bir teknoloji devrimi meseleleri daha da karmaşık hale getiriyor. Mikroçiplerden yapay zekâya ve kuantum hesaplamaya kadar yeni teknolojiler, bilişim mesleği de dahil olmak üzere dünyayı dönüştürüyor. Pek çok açıdan bu gelişmeler, CIA’in işini her zamankinden daha da zorlaştırıyor, düşmanlara kafamızı karıştırmak, bizden kaçmak ve bizi gözetlemek için güçlü yeni araçlar veriyor.

Ancak dünya ne kadar değişirse değişsin, casusluk insan ve teknoloji arasındaki bir etkileşim olmaya devam ediyor. Yalnızca insanların toplayabileceği sırlar ve sadece insanların yürütebileceği gizli operasyonlar olmaya devam edecektir. Teknolojik gelişmeler, özellikle de sinyal istihbaratındaki gelişmeler, bazılarının öngördüğü gibi bu tür insan operasyonlarını önemsiz hale getirmedi, bilakis uygulamalarında devrim yarattı. Yirmi birinci yüzyılda etkili bir istihbarat teşkilatı olabilmek için CIA’in yeni teknolojilere hakimiyeti ile her zaman mesleğimizin merkezinde yer alan insanlar arası becerileri ve bireysel cesareti harmanlaması gerekiyor. Bu da operasyon görevlilerinin sürekli teknolojik gözetimin olduğu bir dünyada casusluk yapabilmeleri için gerekli araç ve tekniklerle donatılması ve analistlerin en iyi insani kararları verebilmeleri için devasa miktarlardaki açık kaynaklı ve gizli olarak elde edilmiş bilgileri sindirebilecek sofistike yapay zekâ modelleriyle donatılması anlamına geliyor.

Aynı zamanda CIA’in topladığı istihbaratı kullanım biçimi de değişiyor. Rakipleri zayıflatmak ve müttefikleri toparlamak için bazı sırların kasıtlı olarak kamuoyuna açıklanması anlamına gelen “stratejik gizlilik kaldırma”, karar mercileri için daha da güçlü bir araç haline geldi. Bunu kullanmak, istihbarat toplamak için kullanılan kaynakları ya da yöntemleri pervasızca tehlikeye atmak anlamına gelmiyor ama her şeyi gizli tutma refleksine mantıklı bir şekilde direnmek anlamına geliyor. ABD istihbarat camiası, aynı zamanda istihbarat diplomasisinin artan değerini öğreniyor, müttefiklere yardım etme ve düşmanlara karşı koyma çabalarının karar mercilerini nasıl destekleyebileceğine dair yeni bir anlayış kazanıyor.

CIA ve tüm istihbarat mesleği açısından tarihi zorlukların yaşandığı, jeopolitik ve teknolojik değişimlerin şimdiye kadar karşılaştığımız en büyük sınavı oluşturduğu bir dönemdeyiz. Başarı, geleneksel insan istihbaratı ile gelişmekte olan teknolojilerin yaratıcı yollarla harmanlanmasına bağlı olacaktır. Başka bir deyişle, değişimle ilgili tek güvenli tahminin değişimin hızlanacağı olduğu bir dünyaya uyum sağlamayı gerektirecektir.

Dizginleri olmayan Putin

Soğuk Savaş sonrası dönem, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal ettiği anda mutlak surette sona erdi. Geçtiğimiz yirmi yıl, büyük bir kısmını Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in içinde barındırdığı kin, hırs ve güvensizliğin yanıcı bileşimini anlamaya çalışarak geçirdim. Öğrendiğim bir şey varsa o da Putin’in Ukrayna’yı ve Ukrayna’nın tercihlerini kontrol etme saplantısını hafife almanın her zaman bir hata olduğudur. Bu kontrol olmadan Rusya’nın büyük bir güç olmasının ya da kendisinin büyük bir Rus lider olmasının imkânsız olduğuna inanıyor. Bu trajik ve acımasız saplantı şimdiden Rusya’ya utanç getirdi ve tek boyutlu ekonomisinden şişirilmiş askeri gücüne ve yozlaşmış siyasi sistemine kadar zayıflıklarını ortaya çıkardı. Putin’in işgali aynı zamanda Ukrayna halkının nefes kesici bir kararlılık ve azim göstermesine de yol açtı. Rusya’nın hava saldırıları ve Ukrayna’nın savaş alanındaki azim ve yaratıcılığının canlı görüntüleriyle noktalanan Ukrayna’ya sık sık yaptığım savaş zamanı gezilerinde onların cesaretine ilk elden şahit oldum.

Putin’in savaşı Rusya açısından pek çok açıdan başarısızlıkla sonuçlandı. Kiev’i ele geçirme ve Ukrayna’ya boyun eğdirme şeklindeki asıl hedefinin aptalca ve hayali olduğu ispatlandı. Ordusu büyük zarar gördü. En az 315 bin Rus askeri öldü ya da yaralandı, Rusya’nın savaş öncesi tank envanterinin üçte ikisi yok edildi ve Putin’in on yıllardır övündüğü askeri modernizasyon programının içi boşaltıldı. Tüm bunlar, Batı’nın desteğiyle Ukraynalı askerlerin cesaret ve becerilerinin doğrudan bir neticesi. Bu arada Rusya’nın ekonomisi uzun vadeli gerilemeler yaşıyor ve ülke akıbetini Çin’in iktisadi vasalı olarak belirliyor. Putin’in abartılı hırsları başka bir şekilde de geri tepti: NATO’nun daha da büyümesini ve güçlenmesini sağladılar.

Putin’in baskıcı tutumu yakın zamanda zayıflayacak gibi görünmese de Ukrayna’daki savaşı ülke içindeki iktidarını sessizce aşındırıyor. Geçtiğimiz haziran ayında paralı asker lideri Yevgeniy Prigojin tarafından başlatılan kısa süreli kalkışma, Putin’in özenle cilalanmış kontrol imajının arkasında gizlenen bazı işlev bozukluklarına bir bakış sunmuştu. Prigojin’in ayak takımı isyancıları Moskova’ya doğru yol alırken Putin, düzenin hakemi olarak özenle ün kazanmış bir liderden ziyade kopuk ve kararsız görünüyordu. Rus seçkinlerinin pek çoğu açısından mesele kralın çıplak olup olmadığı değil, giyinmesinin neden bu kadar uzun sürdüğüydü. Ödeşmenin nihai havarisi olan Putin, kalkışmasını başlattıktan iki ay sonra şaibeli bir uçak kazasında ölen Prigojin ile sonunda hesaplaştı. Fakat Prigojin’in Putin’in savaşının özündeki yalanlara, askeri yanlış kararlara ve Rus siyasi sisteminin kalbindeki yozlaşmaya dönük ısırgan eleştirisi yakında ortadan kalkmayacak.

Bu yıl, Ukrayna’daki savaş alanında, sonuçları ülkenin özgürlüğünü ve bağımsızlığını sürdürmek için verdiği kahramanca mücadelenin çok ötesine geçecek bir dayanıklılık testi olacak gibi görünüyor. Putin, Çin’den aldığı kritik parçaların yanı sıra İran ve Kuzey Kore’den aldığı silah ve mühimmatla ülkenin savunma üretimini yeniden canlandırırken rüzgârın kendisinden tarafa estiğine, Ukrayna’yı ezip geçebileceğine ve onun Batılı destekçilerini yıpratabileceğine dair bahse girmeye devam ediyor. Ukrayna’nın önündeki zorluk Putin’in kibrini kırmak ve yalnızca cephede ilerleme kaydederek değil, aynı zamanda cephe gerisinde daha derin saldırılar düzenleyerek ve Karadeniz’de istikrarlı kazanımlar elde ederek çatışmanın devam etmesinin Rusya’ya maliyetinin yüksek olduğunu göstermektir. Bu ortamda Putin, yeniden nükleer kılıcı sallamaya başlayabilir ve tırmanma riskini tamamen göz ardı etmek aptallık olur. Fakat bu risklerden boş yere korkmak da aynı derecede aptalca olacaktır.

Başarının anahtarı, Ukrayna’ya dönük Batı yardımının korunmasında yatıyor. ABD savunma bütçesinin yüzde beşinden daha az olan bu yardım, ABD açısından kayda değer jeopolitik getirileri ve Amerikan endüstrisi açısından kayda değer getirileri olan nispeten mütevazı bir yatırım. Silah akışının devam etmesi, ciddi müzakereler için bir fırsat doğması halinde Ukrayna’yı daha güçlü bir konuma getirecektir. Bu, Ukrayna için uzun vadeli bir kazanç ve Rusya için stratejik bir kayıp sağlama şansı sunuyor; Ukrayna egemenliğini koruyabilir ve yeniden inşa edebilirken Rusya, Putin’in çılgınlığının kalıcı maliyetleriyle uğraşmak zorunda kalacaktır. ABD’nin bu kritik zamanda çatışmadan çekilmesi ve Ukrayna’ya desteğini kesmesi, kendi kalesine tarihi boyutlarda bir gol atmak olacaktır.

Şi’nin güç oyunu

Hiç kimse ABD’nin Ukrayna’ya sunduğu desteği Çinli liderler kadar yakından takip etmiyor. Çin, ABD’nin hem uluslararası düzeni yeniden şekillendirme niyetine hem de bunu yapabilecek iktisadi, diplomatik, askeri ve teknolojik güce sahip tek rakibi olmaya devam ediyor. Ülkenin son elli yıldaki iktisadi dönüşümü olağanüstü oldu. Bu, Çin halkının büyük övgüyü hak ettiği ve dünyanın geri kalanının müreffeh bir Çin’in küresel bir fayda olduğu inancıyla geniş ölçüde desteklediği bir dönüşüm. Mesele Çin’in yükselişinin kendisi değil, ona giderek daha fazla eşlik eden tehditkâr eylemler. Çin lideri Şi Cinping, üçüncü devlet başkanlığı dönemine Mao Zedong’dan bu yana seleflerinin hepsinden daha fazla güce sahip olarak başladı. Şi, bu gücü Çin’in dönüşümünü mümkün kılan uluslararası sistemi güçlendirmek ve canlandırmak için kullanmak yerine, onu yeniden yazmaya çalışıyor. İstihbarat mesleğinde liderlerin söylediklerini dikkatle inceleriz. Ancak ne yaptıklarına daha da fazla dikkat ederiz. Şi’nin Putin ile “sınır tanımayan” ortaklığından Tayvan Boğazı’nda barış ve istikrara yönelik tehditlerine kadar içeride artan baskısını ve dışarıdaki saldırganlığını görmezden gelmek mümkün değil.

Fakat Batı’nın dayanışmasının Şi’nin ocak ayında yeni Devlet Başkanı Lai Çing-te’yi seçen Tayvan’a karşı güç kullanmanın riskleri konusundaki hesapları üzerindeki etkisi de öyle. ABD’yi sönmekte olan bir güç olarak görmeye meyilli olan Şi açısından Amerika’nın Ukrayna konusundaki liderliği kesinlikle sürpriz oldu. ABD’nin Putin’in saldırganlığına karşı koymak için iktisadi acı çektirme ve bu acıyı absorbe etme istekliliği —ve müttefiklerini de aynı şeyi yapmaları için bir araya getirme becerisi— Pekin’in Amerika’nın ölümcül bir düşüşte olduğuna dair inancıyla güçlü bir şekilde çelişti. Çin kıyılarına yaklaştıkça, Amerika’nın Hint-Pasifik’teki müttefik ve ortak ağının dayanıklılığı Pekin’in düşünceleri üzerinde ayıltıcı bir etki yarattı. Çinlilerin Amerika’nın beceriksizliğine dair algılarını yeniden canlandırmanın ve Çin’in saldırganlığını körüklemenin en kesin yollarından biri Ukrayna’ya verilen destekten vazgeçmek olacaktır. Ukrayna’ya maddi desteğin devam etmesi Tayvan’ın zararına olmaz; ABD’nin kararlılığına dair Tayvan’a yardımcı olacak ciddi bir mesaj gönderir.

Çin ile rekabet, bu ülke ile ABD arasındaki yoğun iktisadi karşılıklı bağımlılık ve ticari bağlar zemininde gerçekleşiyor. Bu tür bağlar iki ülkeye ve dünyanın geri kalanına oldukça iyi hizmet etti ama aynı zamanda ABD’nin güvenliği ve refahı açısından kritik kırılganlıklar ve ciddi riskler yarattı. Kovid-19 salgını, hayat kurtaran tıbbi malzemeler için herhangi bir ülkeye bağımlı olmanın tehlikesini her hükümete açıkça gösterdi; tıpkı Rusya’nın Ukrayna’daki savaşının Avrupa’ya enerji için tek bir ülkeye bağımlı olmanın risklerini açıkça göstermesi gibi. Günümüz dünyasında hiçbir ülke kendisini kritik mineraller ve teknolojiler konusunda tek bir tedarikçinin insafına terk etmek istemez; özellikle de bu tedarikçi söz konusu bağımlılıkları silah haline getirmeye niyetliyse. Amerikalı karar mercilerinin de savunduğu üzere, en iyi yanıt makul bir şekilde “riski azaltmak” ve çeşitlendirmek; ABD’nin tedarik zincirlerini güvence altına almak, teknolojik üstünlüğünü korumak ve endüstriyel kapasitesine yatırım yapmaktır.

Bu istikrarsız ve ayrışmış dünyada “riskten korunan ortanın” ağırlığı giderek artıyor. Demokrasiler ve otokrasiler, gelişmiş ekonomiler ve gelişmekte olanlar ve küresel Güney’deki ülkeler, seçeneklerini en üst düzeye çıkarmak için ilişkilerini çeşitlendirmeye giderek daha fazla niyetleniyorlar. ABD ya da Çin ile tek eşli jeopolitik ilişkilere bağlı kalmanın çok az faydasını ve çok fazla riskini görüyorlar. Daha fazla ülkenin “açık” bir jeopolitik ilişki statüsüne (ya da en azından “karmaşık” bir ilişki statüsüne) yönelmesi, Çin ile ilişkilerini geliştirirken bazı konularda ABD’nin izinden gitmesi muhtemel. Ve eğer mazi emsal teşkil ediyorsa Washington, tarihsel olarak büyük güçler arasındaki çatışmaları tetiklemeye yardımcı olan ve sayıları giderek artan orta güçler arasındaki rekabete dikkat etmeli.

Tanıdık bir engel

Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’de gerçekleştirdiği katliamın yol açtığı kriz, Orta Doğu’nun ABD için oluşturmaya devam ettiği alternatiflerin karmaşıklığını acı bir şekilde hatırlatıyor. Çin ile rekabet Washington’un en yüksek önceliği olmaya devam edecek, ancak bu diğer zorluklardan kaçabileceği anlamına gelmiyor. Bu yalnızca ABD’nin dikkatli ve disiplinli bir şekilde hareket etmesi, aşırıya kaçmaktan kaçınması ve nüfuzunu akıllıca kullanması gerektiği anlamına geliyor.

Son kırk yılın büyük bir kısmını Orta Doğu’da ve Orta Doğu üzerine çalışarak geçirdim ve bu kadar karışık ya da patlamaya hazır bir bölge çok az gördüm. İsrail’in Gazze Şeridi’ndeki yoğun kara harekâtını durdurmak, acı çeken Filistinli sivillerin derin insani ihtiyaçlarını karşılamak, rehineleri kurtarmak, çatışmanın bölgedeki diğer cephelere yayılmasını önlemek ve Gazze’de “ertesi gün” için uygulanabilir bir yaklaşım şekillendirmek inanılmaz derecede çetin meseleler. İsrail’in güvenliğinin yanı sıra Filistin devletini de teminat altına alan ve Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleriyle normalleşme için tarihi fırsatlardan yararlanan kalıcı bir barış umudunu yeniden canlandırmak da öyle. Mevcut krizin ortasında bu ihtimalleri tahayyül etmek ne kadar zor olsa da bu ihtimalleri ciddiyetle takip etmeden krizden çıkmayı hayal etmek daha da zor.

İsrail’in ve bölgenin güvenliğinin anahtarı İran ile başa çıkmaktır. İran rejimi krizden cesaret aldı ve nükleer programını genişletirken ve Rusya’nın saldırganlığını mümkün kılarken son bölgesel vekiline kadar savaşmaya hazır görünüyor. İran’ın müttefiki olan Yemenli isyancı grup Husiler, 7 Ekim’den sonraki aylarda Kızıldeniz’de ticari gemilere saldırmaya başladı ve diğer cephelerde tırmanma riskleri devam ediyor.

ABD, Orta Doğu’nun can sıkıcı sorunlarının çözümünden tek başına sorumlu değil. Fakat bunların hiçbiri, ABD’nin aktif liderliği olmadan çözülmek bir yana, yönetilemez bile.

Bizim gibi casuslar

Jeopolitik rekabet ve belirsizlik —iklim değişikliği ve yapay zekâ gibi benzeri görülmemiş teknolojik ilerlemeler gibi ortak zorluklardan bahsetmiyorum bile—son derece karmaşık bir uluslararası manzara oluşturuyor. CIA açısından mecburiyet, hızla dönüşen bu dünyaya ayak uydurmak için istihbarat yaklaşımını dönüştürmektir. Ulusal İstihbarat Direktörü Avril Haines’in liderliğindeki CIA ve Amerikan istihbarat camiasının geri kalanı, bu anı gerektirdiği aciliyet ve yaratıcılıkla karşılamak için fazlaca çalışıyor.

Bu yeni manzara insan istihbaratına odaklanmış bir teşkilat açısından özel zorluklar ortaya koyuyor. ABD’nin başlıca rakipleri olan Çin ve Rusya’nın küçük ve dar danışman çevreleri içinde faaliyet gösteren kişisel otokratlar tarafından yönetildiği bir dünyada, liderlerin niyetleri hakkında fikir edinmek her zamankinden hem daha önemli hem de daha zor.

Tıpkı 11 Eylül’ün CIA için yeni bir dönemi başlatması gibi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi de yeni bir dönemi başlattı. CIA ve istihbarat ortaklarımızın Başkan ve üst düzey karar mercilerine ve özellikle de Ukraynalılara Putin’i engelleme konusunda yardımcı olmak için yaptıkları çalışmalardan büyük gurur duyuyorum. Birlikte, yaklaşan işgal konusunda erken ve doğru uyarılarda bulunduk. Bu bilgi aynı zamanda Başkan’ın Kasım 2021’de Putin ve danışmanlarını planladıklarını bildiğimiz saldırının sonuçları konusunda uyarmak üzere beni Moskova’ya göndermeye karar vermesini sağladı. Ukrayna’ya hâkim olma fırsatının kapandığına ve yaklaşan kışın elverişli bir fırsat sunduğuna inanan Putin ve danışmanları, kendi konumlarını abartarak ve Ukrayna’nın direnişini ve Batı’nın kararlılığını hafife alarak, kayıtsız ve müdanasız bir tavır sergilediler.

İyi istihbarat o zamandan beri Başkan’ın Ukrayna’ya yardım sunmak üzere güçlü bir ülke koalisyonunu harekete geçirmesine ve sürdürmesine yardımcı olmuştu. Aynı zamanda Ukrayna’nın kendisini olağanüstü bir cesaret ve azimle savunmasına da ön ayak olmuştu. Başkan ayrıca stratejik gizliliğin kaldırılmasından da yaratıcı bir şekilde yararlanmıştı. İşgalden önce yönetim, İngiliz hükümeti ile birlikte, suçu Ukraynalıların üzerine atmak ve Rusya’nın askerî harekâtına bahane sağlamak üzere tasarlanmış “sahte bayrak” operasyonlarına dönük planlarını ifşa etmişti. Bu ve daha sonraki ifşaatlar, Putin’in geçmişte sık sık silah olarak kullandığını gördüğüm sahte anlatıları reddetti. Onu rahatsız edici ve alışık olmadığı bir şekilde geri adım atmak zorunda bıraktılar. Ve hem Ukrayna’yı hem de onu destekleyen koalisyonu güçlendirdiler.

Bu arada, savaşa karşı duyulan hoşnutsuzluk, devlet propagandası ve baskının kalın yüzeyinin altında Rus liderliğini ve Rus halkını kemirmeye devam ediyor. Bu hoşnutsuzluk akımı CIA için nesilde bir kez görülebilecek bir adam toplama fırsatı yaratıyor. Bunun boşa gitmesine izin vermeyeceğiz.

Rusya en yakın tehdit olsa da Çin uzun vadede daha büyük bir tehdit ve son iki yıldır CIA kendisini bu önceliği yansıtacak şekilde yeniden organize ediyor. Uzun zaman önce öğrendiğim bir kurumsal hakikati kabul ederek işe başladık; bütçeler onları yansıtmadığı sürece öncelikler gerçek değildir. Bu doğrultuda CIA, dünya genelinde Çin ile ilgili istihbarat toplama, operasyon ve analiz çalışmalarına önemli ölçüde daha fazla kaynak ayırdı; yalnızca son iki yılda Çin’e odaklanan genel bütçemizin yüzdesini iki katından fazla artırdık. Latin Amerika’dan Afrika’ya ve Hint-Pasifik bölgesine kadar dünyanın dört bir yanında Çin ile rekabet edebilmek için çabalarımızı artırırken daha fazla Mandarin konuşanı işe alıyor ve eğitiyoruz.

CIA’in on kadar “görev merkezi” var, bunlar kurumun çeşitli müdürlüklerinden görevlileri bir araya getiren konuya özel gruplar. 2021 yılında sadece Çin’e odaklanan yeni bir görev merkezi kurduk. Tek ülkeli tek görev merkezi olan bu merkez, bugün CIA’in her köşesine yayılmış bir iş olan Çin ile ilgili çalışmaları koordine etmeye yönelik merkezi bir mekanizma sağlıyor. Ayrıca Pekin’deki muhataplarımızla istihbarat kanallarını sessizce güçlendiriyoruz ki bu da karar mercilerinin gereksiz yanlış anlamalardan ve ABD ile Çin arasında kasıtsız çarpışmalardan kaçınmalarına yardımcı olmak için önemli bir araç.

Çin ve Rusya, CIA’in dikkatinin büyük bir kısmını meşgul etse de teşkilat terörle mücadeleden bölgesel istikrarsızlığa kadar diğer zorlukları ihmal etmeyi göze alamaz. ABD’nin Temmuz 2022’de Afganistan’da El Kaide’nin kurucularından ve eski lideri Eymen ez-Zevahiri’ye karşı gerçekleştirdiği başarılı saldırı, CIA’in terör tehditlerine karşı mücadeleye odaklandığını ve bu konuda önemli kabiliyetlerine sahip olduğunu gösterdi. CIA ayrıca her yıl on binlerce Amerikalının ölümüne neden olan sentetik opioid fentanil istilasıyla mücadeleye yardımcı olmak için kayda değer kaynaklar ayırıyor. Ve yalnızca Kuzey Kore ve Güney Çin Denizi gibi uzun zamandır stratejik olarak önemli kabul edilen yerlerde değil, aynı zamanda Latin Amerika ve Afrika gibi jeopolitik önemi önümüzdeki yıllarda artacak olan dünyanın bazı bölgelerinde de tanıdık bölgesel zorluklar ortaya çıkıyor.

Daha akıllı casuslar

Bu arada biz de gelişen teknolojiye yaklaşımımızı dönüştürüyoruz. CIA, bireylerden istihbarat toplamaya dönük eski tekniklerle —insan istihbaratı ya da HUMINT— yüksek teknoloji araçlarını harmanlamak için çalışıyor. Teknoloji elbette casusluğun pek çok yönünü her zamankinden daha zor hale getiriyor. Her sokakta video kameraların bulunduğu ve yüz tanıma teknolojisinin giderek yaygınlaştığı akıllı kentler çağında casusluk yapmak çok daha zor hale geldi. Sürekli gözetim, yurt dışında düşman bir ülkede çalışan ve değerli bilgiler sunmak için kendi güvenliklerini riske atan kaynaklarla görüşen bir CIA görevlisi için ciddi bir tehdit oluşturuyor. Ancak bazen CIA’in aleyhine işleyen aynı teknoloji —ister teşkilatın faaliyetlerindeki kalıpları ortaya çıkarmak için büyük veri madenciliği olsun, ister bir ajanın her hareketini izleyebilen devasa kamera ağları olsun— CIA’in lehine ve başkalarının aleyhine de işleyebilir. CIA yeni teknolojileri kullanmak için rakipleriyle yarışıyor. Teşkilat, ilk teknoloji şefini atadı. Ve Amerikan inovasyonunun kayda değer bir rekabet avantajı sunduğu özel sektörle daha iyi ortaklıklar kurmaya odaklanan yeni bir görev merkezi daha kurdu.

CIA’in kurum içi bilimsel ve teknolojik kabiliyetleri halen mükemmel. Teşkilat yıllar içinde depolar dolusu casus aygıtı geliştirdi; benim favorim yusufçuk gibi görünen ve havada süzülen tasarımlı Soğuk Savaş kamerası. Yapay zekâ alanındaki devrim ve gizli olarak topladığımız bilgilerin yanı sıra açık kaynaklı bilgilerin çığ gibi büyümesi, CIA analistleri açısından tarihi yeni fırsatlar yaratıyor. Tüm bu materyalin daha hızlı ve daha verimli bir şekilde sindirilmesine yardımcı olacak yeni yapay zekâ araçları geliştiriyoruz ve böylece görevlilerin en iyi yaptıkları işe (karar mercileri açısından neyin en önemli olduğu ve ABD’nin çıkarları için neyin en önemli olduğu konusunda mantıklı yargılar ve içgörüler sağlamaya) odaklanmalarını sağlıyoruz. Yapay zekâ, insan analistlerin yerini almayacak ama şimdiden onları güçlendiriyor.

Bu yeni dönemde bir diğer öncelik de CIA’in dünya çapında sahip olduğu eşsiz istihbarat ortaklıkları ağını derineşiyor ki bu ABD’nin yalnız rakiplerinin şu anda sahip olmadığı bir değer. CIA’in ortaklarından —onların koleksiyonlarından, uzmanlıklarından, bakış açılarından ve pek çok yerde teşkilatın yapabildiğinden daha kolay faaliyet gösterme kapasitelerinden— faydalanabilmesi başarısı için kritik öneme sahip. Diplomasi bu eski ve yeni ortaklıkların yeniden canlandırılmasına bağlı olduğu gibi istihbarat da buna bağlı. İstihbarat mesleği özünde insani etkileşimlerle ilgilidir ve en yakın müttefiklerimizle bağlarımızı güçlendirmek, en azılı düşmanlarımızla iletişim kurmak ve aradaki herkesi geliştirmek için doğrudan temasın yerini hiçbir şey tutamaz. Direktör olarak görev yaptığım yaklaşık üç yıl boyunca 50’den fazla yurt dışı seyahatinde bu ilişkilerin tüm aşamalarını yaşadım.

Bazen istihbarat görevlileri açısından diplomatik temasın resmi tanıma anlamına gelebileceği durumlarda tarihi düşmanlarla uğraşmak daha uygun. Bu nedenle Başkan beni, ABD birliklerinin nihai çekilişinden hemen önce Taliban liderliğiyle temas kurmam için 2021’in ağustos ayının sonlarında Kabil’e göndermişti. Bazen CIA’in dünyanın karmaşık bölgelerindeki ilişkileri, insani ateşkes ve Gazze’deki rehinelerin serbest bırakılması için Mısır, İsrail, Katar ve Hamas ile devam eden müzakerelerde olduğu gibi pratik olanaklar sunabilir. Bazen bu tür bağlar siyasi iniş çıkışlarla dolu ilişkilerde sağduyulu bir denge sağlayabilir. Bazen de istihbarat diplomasisi çıkarların yakınlaşmasını teşvik edebilir ve ABD’li diplomatların ve karar mercilerinin çabalarını sessizce destekleyebilir.

Gölgelerde

Her gün dünyanın dört bir yanındaki istasyonlardan gelen telgrafları okurken, yabancı başkentlere seyahat ederken veya merkezdeki meslektaşlarımla konuşurken CIA görevlilerinin kabiliyet ve cesaretlerinin yanı sıra karşılaştıkları amansız zorlukları da hatırlıyorum. Zor yerlerde zor işler yapıyorlar. Özellikle 11 Eylül’den bu yana inanılmaz hızlı bir tempoda çalışıyorlar. Hakikaten de bu yeni ve ürkütücü çağda CIA’in misyonunu yerine getirebilmesi, çalışanlarımıza sahip çıkmamıza bağlı. Bu nedenle CIA, merkezdeki ve sahadaki tıbbi kaynaklarını güçlendirdi, aileler, uzaktan çalışanlar ve iki kariyerli çiftler için programlar geliştirdi ve özellikle teknoloji uzmanları için daha esnek kariyer yolları araştırdı, böylece görevliler özel sektöre geçebilir ve daha sonra teşkilata geri dönebilir.

Yeni görevliler için işe alım sürecimizi kolaylaştırdık. Artık başvurudan nihai teklife ve güvenlik iznine geçmek iki yıl öncesine göre dörtte bir oranında daha kısa sürüyor. Bu iyileştirmeler, CIA’e olan ilginin artmasına katkıda bulundu. 2023 yılında, 11 Eylül’ün hemen sonrasından bu yana herhangi bir yılda olduğundan daha fazla başvuru aldık. İşgücümüzü çeşitlendirmek için de çok çalışıyoruz. 2023’te işe alınan kadın ve azınlık görevlilerin yanı sıra teşkilatın en üst kademelerine terfi edenlerin sayısı bakımından tarihi zirvelere ulaştık.

CIA görevlileri zorunlu olarak gölgelerde, genelde gözden ve akıldan uzakta çalışırlar; aldıkları riskler ve yaptıkları fedakarlıklar nadiren iyi anlaşılır. ABD’nin kamu kurumlarına olan güvenin azaldığı bir dönemde CIA, benim ve teşkilattaki diğer herkesin anayasayı korumak için ettiğimiz yemine ve yasalar karşısındaki yükümlülüklerimize bağlı, kararlı bir şekilde apolitik bir kurum olmaya devam ediyor.

CIA görevlileri aynı zamanda bir ekip duygusuyla ve Amerikan tarihinin bu kritik anında kamu hizmetine olan derin ve ortak bağlılıkla birbirlerine bağlı. Yıllar önce seçkin bir askeri kariyere sahip olan babamdan aldığım tavsiyenin doğruluğunu biliyorlar. İş hayatımda ne yapacağımı düşünürken bana el yazısıyla bir not göndermişti: “Hiçbir şey seni ülkene onurla hizmet etmekten daha fazla gururlandıramaz.” Bu, önce Dışişleri Bakanlığı’nda ve şimdi de CIA’de olmak üzere devlette uzun ve şanslı bir kariyere başlamama yardımcı oldu. Yaptığım seçimden asla pişman olmadım. Kendileri için aynı şeyleri hisseden ve yeni bir çağın zorluklarına göğüs geren binlerce CIA görevlisiyle birlikte hizmet etmekten büyük gurur duyuyorum.

Dünya Basını

Çalışanları kovan şirketler yapay zekanın hatalarını düzeltmek için servet ödüyor

Yayınlanma

Şirketler, maliyetleri düşürmek amacıyla yapay zekaya yöneldi ancak şimdi bu teknolojinin yol açtığı hataları düzeltmek için uzmanlara servet ödüyor. Hem içerik üretimi hem de yazılım alanında yapay zekanın yarattığı sorunları gidermek üzere yeni bir istihdam alanı doğarken, düzeltme masrafları beklenen tasarrufu geride bırakıyor.

Teknoloji dünyasının en popüler kavramı haline gelen yapay zeka, şirketler için personel sayısını azaltma ve maliyetleri düşürme umuduyla benimsendi.

Fakat bu teknolojiye hızla geçiş yapan pek çok firma, şimdi yapay zekanın yaptığı hataları düzeltmek için yeniden insanları işe alıyor ve bu süreçte adeta bir servet harcıyor.

BBC‘nin haberine göre, yapay zekanın yaptığı hataları gidermek üzere işe alınan yazılım mühendisleri ve yazarlar için gelişen yeni bir endüstri ortaya çıktı.

İlgi çekmeyen metinler için 2 bin dolarlık fatura

Arizona’da yaşayan ürün pazarlama müdürü Sarah Skidd’in yaşadıkları, bu durumu özetleyen çarpıcı bir örnek.

Bir içerik ajansı, konaklama sektöründeki bir müşterisi için üretken yapay zekaya yazdırdığı web sitesi metinlerinin beklentiyi karşılamaması üzerine mayıs ayında Skidd’e ulaştı.

Skidd, metinleri “yapay zeka tarafından yazıldığı çok belli olan, temel ve ilgi çekici olmayan” içerikler olarak tanımladı.

Şirket, “Satış yapması ve merak uyandırması gerekirken çok yavandı,” ifadelerini kullandı.

Metinleri baştan yazmak için 20 saat harcayan Skidd, saatlik 100 dolarlık ücretiyle ajanstan 2 bin dolar aldı.

Yapay zeka yeni iş kapısı oldu

Skidd, yapay zekanın kendi işini elinden alacağından endişe duymuyor, aksine bu durumun kendisine daha fazla iş getirdiğini belirtiyor.

BBC‘ye konuşan Skidd, “Belki saf davranıyorum ama eğer işinizde çok iyiyseniz sorun yaşamazsınız,” dedi.

Skidd gibi pek çok yazar artık sıfırdan içerik oluşturmak için değil, yapay zeka tarafından üretilen metinlerin bıraktığı hataları düzeltmek için işe alınıyor.

Bu durum, ChatGPT ve Google Gemini gibi yapay zeka araçlarının iş akışlarını optimize etme ve maliyetleri düşürme vaadiyle popülerleştiği bir dönemde yaşanıyor.

İngiltere Küçük İşletmeler Federasyonu’nun yakın tarihli bir anketine göre, küçük firmaların yüzde 35’i önümüzdeki iki yıl içinde yapay zeka kullanımını artırmayı planlıyor.

ChatGPT kodu siteyi çökertti

Ancak yaşananlar, yapay zekanın insan standartlarına ulaşması için kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu gösteriyor.

Hampshire merkezli dijital pazarlama ajansı Create Designs’ın kurucu ortağı Sophie Warner, son altı ila sekiz ayda yapay zekanın yarattığı karmaşayı düzeltmek isteyen müşteri sayısında artış olduğunu söylüyor.

Warner, “Eskiden müşteriler sitelerinde sorun yaşadıklarında veya yeni bir işlev eklemek istediklerinde bize ulaşırlardı. Şimdi ise önce ChatGPT’ye gidiyorlar,” bilgisini verdi.

Fakat ChatGPT tarafından oluşturulan kodları eklemek, bazı web sitelerini çökmeye yatkın ve siber saldırılara karşı savunmasız hale getiriyor.

Warner’ın anlattığı vakalardan birinde, bir müşteri etkinlik sayfasını nasıl güncelleyeceğini ChatGPT’ye sordu. Bu işlemin manuel olarak sadece 15 dakika süreceğini belirten Warner, yapay zekanın ürettiği kodun web sitesini çökerttiğini, işletmeye üç günlük kesintiye ve yaklaşık 360 sterlinlik bir kurtarma maliyetine neden olduğunu aktardı.

Warner, “Müşteriler hatayı kabul etmek istemediği için neyin yanlış gittiğini bulmak üzere genellikle bir inceleme ücreti talep etmek zorunda kalıyoruz. Bu hataları düzeltme süreci, en başından profesyonellere danışılmış olsaydı gerekenden çok daha uzun sürerdi,” diye ekledi.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu

Yayınlanma

Birleşik Krallık’ın dünya çapındaki vergiden muaf yargı bölgelerinden oluşan “ikinci imparatorluğu”, yolsuzluğu kolaylaştırdığı, kamu bütçelerini tükettiği ve eşitsizliği artırdığına dair çok sayıda kanıt olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir.

Kanadalı tarihçi ve yazar Quinn Slobodian’ın, New York Review of Books’ta, Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı kitaplarını incelediği makalesini Mert Cafer Eral çevirdi.

Makalede, Birleşik Krallık’ın finansal sisteminin gölgesi altında işlenen küresel mali suistimallere dikkat çekilirken, bu statükonun kırılması ve şeffaf, adil bir sisteme geçilmesi için önce bu sistemin iyi anlaşılması gerektiği vurgulanıyor.

***

Vergi Cennetleri

Modern Britanya ne zaman doğdu? Konservatif tarihçiler uzun zamandır modern devletin ortaya çıkışını Blitz ve Dunkirk ruhuna dayandırıyor. Liberal tarihçiler ise NHS’nin kuruluşuna işaret ederek, Küçük İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra refah devletini inşa etmek için kendini toparladığını hayal ediyor.

Oliver Bullough’un Butler to the World ve Kojo Koram’ın Uncommon Wealth adlı iki yeni kitabı ise farklı bir hikaye anlatıyor: İngilizlerin yeni ekonomik düzenin altını oymanın yollarını bulmak için birinci sınıf denizaşırı uçuşlarla uzak noktalara giderek ülkelerini modernleştirdiklerini. ABD, Batı Avrupa’nın harap olmuş ekonomilerinin yeniden inşasına yardım ederken ve Dünya Bankası ile Uluslararası Para Fonu’nu kurarken, Britanya, Londra Şehir Üniversitesi ekonomisti Ronen Palan’ın deyimiyle düşük vergili ve vergisiz bölgelerden oluşan “ikinci imparatorluğunu” kurmakla meşguldü.

Refah devletine paralel ve sonunda onun altını oymaya yardımcı olacak projenin mimarları, bir takas önerdiler: İmparatorluk topraklarını işaretlemek için pembeye boyanmış atlas sonsuza dek yok olduysa ve Britanya’nın fırınları ile fabrikaları bir daha asla dünyaya liderlik edemeyecekse, o zaman en azından imparatorluğun Londra şehrindeki mali çekirdeği yaşayabilirdi. Kıtaların bölgesel kontrolü, bir finans ağının merkezi ve jant telleriyle takas edilecekti. Bugün dünyadaki vergi cennetlerinin yaklaşık yarısı doğrudan İngiltere’ye bağlı ve offshore’da tutulan tahmini 8.7 trilyon doların büyük bir kısmından sorumlu.

Savaş sonrası tarihi vergi cenneti üzerinden görmek, imparatorluğun nasıl sona erdiğini ama aslında çok az şeyin değiştiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Bir hukukçu olan Koram’a göre, birinci ve ikinci imparatorluklar arasındaki erken dönem dönüm noktalarından biri, İran başbakanı Muhammed Musaddık’ın Anglo-İran Petrol Şirketi’ni kısmen millileştirmesinin ardından İngiliz ve ABD istihbaratının yardımıyla 1953 yılında devrilmesiydi. Hiçbir zaman resmi olarak sömürgeleştirilmemiş olan İran’a ve “sömürgecilikten kurtulma vaadiyle heyecanlanan dünyadaki tüm insanlara” verilen mesaj açıktı: “Egemenlik, sandığınız gibi bir kurtarıcı değil”.

Aslında, tamamlanmamış egemenlik eski sömürgeciler için kendi başına bir tür kurtarıcı olabilirdi. İmparatorluk; himayeler, kraliyet kolonileri ve serbest limanlardan oluşan bir çeşitliliği beraberinde getirmişti. Postkolonyal kapitalizm de benzer bir görünüm arz ediyordu. Bugün BP olarak bilinen Anglo-İran Petrol Şirketi, Britanya Adaları’nın yetmiş beş mil güneyindeki Guernsey adasında bulunan bir sigorta iştirakiyle kârlarını kayıt altına alarak milyarlarca doları vergiden koruyor. Üç Kraliyet-Bağlı devletten biri olan Guernsey hiçbir zaman tam egemenliği hedeflemedi; sadece kendi vergi oranlarını belirleyebilecek kadar bağımsızlığı hedefledi.

Bir finans gazetecisi olan Bullough’a göre modern İngiliz tarihini anlamak için en önemli olay, 1956 yılında Londra’da offshore Eurodolar piyasasının ortaya çıkmasıdır. O dönemde ABD, mevduatlara ödeyebilecekleri faiz miktarını sınırlayarak bankalar arasındaki rekabeti sınırlamaya çalıştı. İngiliz bankaları mevduat sahiplerinin hesaplarını dolar cinsinden açmalarına izin vererek ABD’dekinden daha iyi faiz oranları sunmaya ve paralel bir bankacılık sistemi yaratmaya başladı.

İlk mevduat sahibi, şaşırtıcı bir şekilde, ABD hükümetinin Amerikan bankalarında tutulan mevduatlara el koyma ya da dondurma olasılığından kaçınmak isteyen ama aynı zamanda değerli yabancı parasına faiz kazandırmak isteyen Sovyetler Birliği oldu. 1970’lere gelindiğinde Komünist blok ülkeleri Londra bankalarından en çok borç alanlar arasındaydı. (Bu ülkeler en güvenli müşteriler arasında sayılıyordu çünkü bankacılar otoriter devletlerin gerektiğinde halklarından geri ödeme alabileceklerine inanıyorlardı). IMF’nin müdür yardımcısı 1964 yılında “Euro-dolar piyasası politika tanımaz” demişti. 1969’da The New York Times Euro-dolar’ı bir cin olarak tanımladı: “Onun milliyeti yok, kimseye bağlılık borcu yok ve en büyük finansal ödülleri bulmak için dünyayı dolaşıyor.”

Bullough, bu çıkarcı mantıkla hareket edebilen finansörlere odaklanmaktadır. İdealist olmadıkları için Friedrich Hayek’in çalışmalarını da John Maynard Keynes’in ya da -Allah korusun- Karl Marx’ın çalışmalarını reddettikleri gibi tamamen reddederlerdi. Ekonomistlerden ve onların dünyayı analiz etme biçimlerinden nefret eder, bunun yerine “sağduyu”dan başka bir şeye değer vermezlerdi.

İngiliz bankacılar ve suç ortakları küresel mali düzenlemelerde boşluklar aradılar ve bunları genişletmeye çalıştılar. Bu girişim onları dünyanın dört bir yanına, eski imparatorluklarının uzun süredir ihmal edilen köşelerine götürdü.

Her iki kitapta da yirminci yüzyıl offshore dünyasının oluşumuna ilişkin öncü araştırmalarına atıfta bulunulan tarihçi Vanessa Ogle’un sözleriyle, bu sermaye kaçışı “takımada kapitalizmini” yarattı.

Yeni vergi cennetleri galaksisi, bireylere ve şirketlere kârlarını, gelirlerini ve servetlerini genişleyen mali devletten korumaları için ısmarlama sığınaklar sundu. Sonuç, geçmişteki ırksal hiyerarşilerin birçoğunun damgasını vurduğu bir dünya oldu. 1960’lardaki ulusal özgürleşme dalgasından sonra, birçok beyaz sömürgeci yeni bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerde uzun süre kalmadı. Becerileri, bağlantıları ve servetleriyle birlikte, küçülmekte olan imparatorluğun geri kalan bölgelerinde, eski evlerinin konforunu yeniden yaratabilecekleri mağazalar kurmak üzere ayrıldılar. Michael Riegels adlı bir sömürgeci, 1961’deki bağımsızlığından on yıl sonra Tanzanya’yı terk ederek İngiliz Virgin Adaları’na yerleşti. Orada, kurumlar vergisinden kaçınmak amacıyla şirket kurmak için cazip bir yer haline gelen bir Hollanda toprağı olan Curaçao’nun başarısının tekrarlanmasına yardımcı oldu. 1984 yılında Riegels, Uluslararası İşletme Şirketi’ni (IBC) icat ederek bu modeli daha da geliştirdi. IBC bir paravan şirketti, Riegels’in çok daha düşük ücretini ödemek karşılığında kurumlar vergisinden kaçınmak isteyenler için boş ve davetkar bir saklanma deliğiydi. Hong Konglu milyarder Li Ka-shing, 1980’lerin ortalarında gemicilik varlıklarını bir IBC olarak İngiliz Virgin Adaları’na transfer etti. “Bullough, ”1997 yılına gelindiğinde, BVI yılda 50.000’den fazla şirketi kayıt altına alıyordu” diye yazıyor.

Benzer şekilde, 1953’te ilk banka şubesini açan bir İngiliz Denizaşırı Bölgesi olan Cayman Adaları, şu anda hedge fonların yerleşik olduğu önde gelen bölgedir. Kişi başına düşen GSYİH, ana ülkesinin iki katından fazladır. Daha az tanıdık bir hikayede Bullough, bir başka Britanya Denizaşırı Bölgesi olan Cebelitarık’ın kendisini kumar hizmetlerinin kaydedildiği bir yer olarak nasıl yeniden keşfettiğini bildiriyor; bir zamanlar can çekişen bir tersane olan Cebelitarık, şimdi “Lüksemburg’un önünde, ancak Monako ve en üst sıradaki Katar’ın gerisinde 111.505 dolarlık kişi başına gayri safi yurtiçi hasılaya sahip.”

Bullough, dolandırıcıların ve medya skandallarının hikayelerini anlatırken, Koram vergi cennetlerinin köklerini daha önceki bir dönemin sıradan defterlerinde ve sözleşmelerinde buluyor:

İmparatorluğun büyük kısmı yağmacı generaller ya da fanatik misyonerler tarafından değil, Britanya İmparatorluğu’nun dört bir yanındaki tozlu bodrum katlarında oturan ve serveti sınırlar arasında birbirine bağlayan o en gösterişsiz insanlar, özel avukatlar tarafından üretildi.

Bağımsızlığını yeni kazanan pek çok ülke, İngiliz Özel Konseyi’ni son temyiz mahkemesi olarak koruyarak, yerel yasal geleneklerden çekinen potansiyel yatırımcılara bir İngiliz mahkemesinde yargılanma umudu sunmuştur; bu da vergi cennetinin “siyasetin öngörülemezliğini etkisiz hale getirmesinin” pek çok yolundan biridir. Bir diğeri ise, hukuk filozofu Jeremy Waldron’un hukukun üstünlüğü denilen şeyin çoğu zaman demokratik yönetimden ziyade mülkiyet haklarının güvenliğiyle ilgili olduğu yönündeki argümanının iyi bir örneği olan Emirlikler otokrasisi gibi demokratik olmayan yönetim biçimleridir.

Koram, “Piyasanın her şeyden çok sevdiği şey yasal kesinliktir,” diye belirtmektedir. Koram’a göre finans ve hukuk, IMF gibi kuruluşlar tarafından sık sık kullanılan ve yeni ulusları özgürleşme konusunda iyimserlikle dolu, moral bozucu bir postkolonyal gerçekliğe sıkıştıran bir kıskacın iki tarafıdır. Koram’ın uzun uzun incelediği bir örnekte, Jamaika başbakanı Michael Manley, 1970’lerde Birleşmiş Milletler’de Küresel Güney’in benzer düşünen ulusları arasında Yeni Uluslararası Ekonomik Düzen olarak adlandırılan şeyin teşvik edilmesine yardımcı oldu. Dış yardımların, emtia istikrar fonlarının ve hatta sömürge yönetimi için tazminatların artırılması çağrısında bulundular. Hukuku müşterilerinin sermayesi için sadece bir şifre olarak gören bankacıların aksine, Manley’e göre “uluslararası hukuk, yakın zamanda sömürgelikten kurtulan tüm ülkeleri, artan güçlerini kullanarak küresel ekonominin yeniden dengelenmesi çağrısında bulunmak üzere örgütlemek için mükemmel bir yol sunuyordu.” Ancak 1979’da Federal Rezerv’in faiz oranlarını dramatik bir şekilde yükseltmesinin ardından kredi buharlaşırken, Jamaika’da borç parayla finanse edilen ve giderek daha rafine sanayileşmeyle sürdürülen geniş sosyal demokrasi hayali, IMF tarafından dayatılan yapısal uyumun kemer sıkma politikasıyla yer değiştirdi. Sonuç, kendi kaderini tayin etme fikrinin kendisinden duyulan hayal kırıklığı oldu. Koram, 2011 yılında bir gazetede yapılan ve Jamaikalıların yüzde 60’ının ülkelerinin hiç bağımsızlık kazanmamış olması gerektiğini söylediği bir ankete atıfta bulunuyor.

Vergi cennetlerinden oluşan “ikinci imparatorluk”, yolsuzluğu mümkün kıldığına, kamu bütçelerini tükettiğine ve eşitsizliği arttırdığına dair ezici kanıtlara rağmen varlığını sürdürüyor. Paradise, Pandora ve Panama Belgelerinin seri ifşaatları ultra zengin bir grotesk şölen sundu. Tony Blair gibi sözde iyilikseverlerin ve Volodymyr Zelensky gibi son zaman kahramanlarının offshore hesapları ve yaramaz “servet yönetimi” taktikleri, Batı medyasının sevilen kötü adamları olan Sahra altı despotları, Rus oligarkları ve pembe gömlekli finans kardeşlerininkilerle birlikte gözler önüne serildi. Planlar hem son derece karmaşık hem de nefes kesecek kadar basit: aksi takdirde devlet tarafından vergilendirilecek olan para yurtdışında saklanıyor. Ancak bu transferin araçları o kadar gizemli ki, gazetelerin en bilgili okuyucular dışında herkesi alt edecek interaktif grafikler yaratması gerekiyor.

Skandalların en dikkat çekici yönü, manşetlerden ne kadar çabuk düştükleridir. Anlamak için çok mu karmaşıklar? Zenginlerin eylemleri öfke uyandıramayacak kadar öngörülebilir mi? Bu zeki elitler sınıfına karşı bilinçaltında bir kıskançlık ve hatta hayranlık mı var? Hillary Clinton’ın federal gelir vergisi ödemediği yönündeki eleştirisine Donald Trump’ın verdiği yanıtı hatırlayın: “Demek ki zekiyim!” Kaç kişi -liberaller bile- ona hak veriyor? İngiltere’de dönemin Maliye Bakanı Rishi Sunak’ın eşi Hintli mirasçı ve iş kadını Akshata Murty’nin vergi amacıyla İngiltere’de “yerleşik olmayan” statüsünü koruduğunun ortaya çıkması kısa vadede Sunak’ın popülaritesine zarar verdi, ancak bir yıldan kısa bir süre sonra başbakan oldu. O ve Murty Windsor Hanedanı’ndan daha zenginler.

Servetin vergi toplayan devletten vergi cennetine akması ekonomik küreselleşmenin doğal bir etkisi değildi. Vergi cennetleri kısmen, siyaset bilimci Mancur Olson’un kolektif eylem sorunu olarak adlandırdığı durum nedeniyle var olmaktadır: Kazanacak bir şeyleri olanlar ultra zengin bir elit sınıf olarak örgütlenirken, kaybedecek olanlar dağınık ve kaynaktan yoksundur. Bullough, oligarkların ‘sınırlı ortaklıklar’ adı verilen bir İskoç yasal aracını, sahipliğini takip etmenin imkansız olduğu parayı saklamak için nasıl kullandıklarını gösteriyor. Bir yasal boşluk gibi görünen bu durum kapatılamıyor çünkü Londra’daki özel sermaye fonları da bunu kullanmaktan hoşlanıyor ve lobicileri tüm reform çabalarını başarıyla engelliyor. On yıllardır ülkenin gelecekteki refahını finans, gayrimenkul ve sigorta sektörlerine bağlayan İngiliz politika yapıcılar için, kendi kendilerini baltalamayacak hiçbir reform çabası yoktur. Şirketlerin karlarını biriktirme yeteneğini ortadan kaldırmanın İngilizlerin “rekabet gücünü” tehlikeye atacağına dair temel bir inanç vardır. Bu, anlaşılması zor bir nitelik olmakla birlikte, Dünya Ekonomik Forumu’nun bunun için kendi endeksini oluşturacak kadar önemli kabul edildiği bir konudur. Brexit’in ardından Londra Şehri’nin AB müşterilerine kolay erişimini kaybetmesi, finansal üstünlüğü kaybetme endişesini her zamankinden daha da keskin hale getirmiştir.

Reformun önündeki bir başka engel de Golyatlardan ziyade Davutlardan geliyor. Bağımsızlıklarının ardından, maden zenginlikleri veya ekilebilir arazileri olmayan küçük ada ülkelerinin yeni hükümetleri, bir kalkınma stratejisi olarak vergi cennetleri haline geldi. 2000’lerin başında, zengin ülkelerin ana koordinasyon hükümetlerarası kuruluşu olan Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü, vergi cennetlerine karşı sert önlemler almaya çalıştı. Karayip ülkeleri delegeleri, vergi cenneti yanlısı grup Center for Freedom and Prosperity’nin lobicileriyle ve Cato Institute ve Heritage Foundation’ın serbest piyasa savunucularıyla ittifak kurarak, bu çabalar için Amerikan desteğini zayıflatmaya çalıştı. Milton Friedman ve James Buchanan’ın desteğini kazandılar ve daha da önemlisi, küçük gelişmekte olan ülkelere yönelik ekonomik önlemler karşısında harekete geçen Kongre Siyahlar Grubu’nun desteğini de aldılar.

Günümüzde, vergi cennetlerinin egemenliğini ihlal etmekle suçlanmadan herhangi bir uluslararası düzenleme önermek zor. Bullough, BVI’nın şu anki başbakanının, ülkesinde düşük ve sıfır vergili şirket kayıtlarını engellemeye yönelik “demokratik olmayan” girişimleri kınadığını aktarıyor: “Biz de Birleşik Krallık halkı kadar kaderimizi kontrol etme hakkına sahibiz.” Koram, Bermuda parlamentosundan bir milletvekilinin vergi cennetlerini düzenleme girişimlerini “modern sömürgecilik” olarak kınadığını aktarıyor. Bu, BM’de koltuğu olmayan ve dış ilişkilerde İngiltere tarafından temsil edilen bir bölgenin liderinden gelen şaşırtıcı bir açıklama.

Bu kitapların da gösterdiği gibi, vergi kaçırma hileleri vergi toplayan devletler var olduğundan beri var olsa da, vergi cennetleri ancak 1990’ların sonunda ciddi bir siyasi sorun haline geldi. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, daha küçük ölçekli terör, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama gibi ulusötesi tehditlere yeni bir ilgi duyulmaya başlandı. OECD, sözde gizlilik yargı bölgelerinin kara listesini oluşturdu ve diktatörler ve suçlular için para saklamadaki rolleri nedeniyle Liechtenstein gibi ülkeleri ifşa etti ve bu ülkelerin gizlilik yasalarını zayıflatmasına neden oldu. Obama yönetimi, ABD vatandaşlarının offshore hesapları hakkında bilgi vermeyen yabancı bankalara para cezası uygulayan Yabancı Hesap Vergi Uyum Yasası’nı yürürlüğe koydu (bu adım, ABD’nin küresel raporlama standartlarına katılmaması ile birleşince, Nevada ve Güney Dakota gibi ABD içindeki vergi cennetlerine ivme kazandırdı). Son skandalların ortasında kamuoyu da yavaş da olsa değişiyor gibi görünüyor. 2020 yılında yapılan bir ankette, İngilizlerin yüzde 82’si offshore vergi cennetlerinde kayıtlı şirketlerin pandemi kurtarma paketlerinden yararlanmasına izin verilmemesi gerektiğini söyledi. Bu muhalefet etkisiz kaldı (İrlanda, Hollanda ve Lüksemburg gibi önde gelen vergi cennetlerinde olduğu gibi), ancak Fransa, Polonya ve Danimarka’da offshore kayıtlı şirketlerin kurtarma paketlerinden yararlanması engellendi.

Hem Koram hem de Bullough, vergi cennetlerinin sürdürdüğü adaletsizliklerin giderilme olasılığı konusunda karamsar. Düzenleme girişimlerinden nadir veya başarısız olarak bahsediyorlar. Yine de 1990’lardan bu yana OECD gibi kuruluşlar, bu önlemlerin samimiyetini nasıl değerlendirirsek değerlendirelim, vergi cennetlerini yöntemlerini değiştirmeleri için baskı yapmaya çalışıyor. (Garip bir şekilde, her iki kitapta da OECD’den bahsedilmiyor.) Her iki yazarın da Birleşik Krallık’ın iç sorunlarının ötesinde düşünmeye ve daha geniş bir dünya perspektifini ele almaya çalıştıkları halde, yine de bazı ulusal dar görüşlülükleri nedeniyle eleştirilebilirler.

2020’deki küresel pandeminin ekonomik etkilerini sınırlama girişimleri, piyasa güçlerini düzenlemek için devlet gücünü kullanma projelerine yeni bir ivme kazandırdı. Bunun sonuçlarından biri, Financial Times’ın “bir asırdır sınır ötesi kurumsal vergilendirme sisteminde yapılan ilk temel değişiklik” olarak nitelendirdiği, 2021’de önerilen küresel vergi anlaşmasıydı. Yüz kırk ülke, şirketlerin yerleşik oldukları yere değil, iş yaptıkları yere göre vergilendirilmesi önerisini imzaladı. Anlaşma ayrıca küresel bir asgari kurumlar vergisi de getirecek. Beyaz Saray, Joe Biden’ın görevdeki ilk yılında bu öneriyi öncülük etse de, proje 2022’de Senatör Joe Manchin’in vetosuyla karşılaştı ve şimdi Cumhuriyetçilerin kontrolündeki Temsilciler Meclisi’nin direnişiyle karşı karşıya. AB yine de baskı yapmaya devam etti ve 2022’nin sonlarında, dünyadaki sekiz bin büyük çokuluslu şirketin yaklaşık dörtte birini kapsayacak bir direktif çıkardı.

Bu arada, OECD’nin “zengin ülkeler kulübü”nün dışında kalan Afrika ülkeleri, vergilendirmeyi düzenlemek ve şirketlerin ve bireylerin sistemi suistimal etmesini önlemek için paralel bir uluslararası çaba sarf ettiler. Afrikalı liderler bunu ülkelerinin ekonomik büyüme beklentileri için çok önemli görüyorlar: haksız avantajlar, güçlü Batı ve Asya çıkarlarına boyun eğmelerini sürdürme tehdidi oluşturuyor. Geçen yıl, Nijerya’nın öncülüğünde BM vergi konvansiyonu oluşturulmasına yönelik bir karar BM Genel Kurulu’ndan geçti. Kararın destekçileri, bu kararın aynı zamanda vergi oranlarının müzakere edilmesi ve belirlenmesi için küresel bir organ oluşturulmasını da sağlayacağını umuyorlar. Bu, uluslararası yönetişimde şimdiye kadar eksik olan bir unsur.

Vergi cennetleri imparatorluğunun ortaya çıkışı, çoğunluğa göre ayrıcalıklı bir sınıfa ayrıcalık tanıyan siyasi tercihlerin sonucuydu. Offshore dünyasının bu tarihi, uzak topraklardaki olayların iç politikayı nasıl dönüştürebileceğini göstererek, İngiliz geçmişine ilişkin standart algıları revize ediyor. Uzak yargı bölgelerinde bir arbitraj oyunu olarak başlayan vergi cenneti olgusu, sonunda Britanya’nın kendi kaderini belirleme gücünü aşındırdı. Bu kitaplar, Gabriel Zucman ve Emmanuel Saez’in “mali demokrasi” olarak adlandırdığı şeyin arayışının merkezinde, sıkıcı vergi meselesinin yer alabileceğini öne sürüyor. İmparatorluk geçmişini anlamak, sadece kendi başına erdemli bir şey değildir. Bu, günümüzün sosyal adaleti için bir ön koşuldur.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız metin, faşizmin yalnızca Avrupa’ya özgü tarihsel bir patoloji ya da belirli ideolojik çevrelerle sınırlı bir sapkınlık olmadığını öne sürerek; bu kavramı bir tarihsel dönemle ya da belirli bir coğrafyayla sınırlı, kapanmış bir istisna olarak değil; farklı bağlamlarda, farklı özneler eliyle yeniden üretilebilen, süreğen ve dönüşken bir siyasal form olarak düşünmeye davet ediyor. Yazar, faşizmin yalnızca ezen sınıfların değil, tarihsel olarak ezilmiş, hatta soykırıma uğramış topluluklar içinde dahi, belirli sınıfsal ve siyasal koşullar altında gelişebileceğini ileri sürüyor. Bu tez, Mussolini İtalyası’nda faşizme angaje olmuş Yahudilerden başlayarak, günümüz İsrail’ine uzanan bir süreklilik hattı üzerinden kuruluyor.

Özellikle erken dönem Siyonizm’in Avrupa faşizmleriyle kurduğu ideolojik ve stratejik akrabalıklara dikkat çeken metin, bu akrabalığın bugün İsrail sağında -ve onun diasporadaki uzantılarında- işgal, etnik temizlik ve apartheid pratikleriyle nasıl yeniden vücut bulduğunu ortaya koyuyor.

Metin yalnızca İsrail’in güncel soykırım rejimini değil, bu rejimi mümkün kılan tarihsel süreklilikleri ve ideolojik zeminleri de açığa çıkarıyor. Filistin halkına yöneltilen ve yıllar içinde soykırım karakteri kazanan saldırıların, başka coğrafyalarda “faşizm” olarak adlandırılmakta tereddüt edilmeyen pratiklerle nasıl örtüştüğünü -ve hatta kimi yönleriyle onları aştığını- ifşa etmiş oluyor.

***

Kimler faşist olabilir? Önce Mussolini’nin İtalya’sına, sonra İsrail’e bakalım

Larry Haiven, 30 Mayıs 2025

Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in Gazze’de 20 aydır sürdürdüğü katliama ve öncesinde giriştiği “yargı darbesi” teşebbüsüne rağmen, Batı kamuoyunun hayal dünyasında inatla yaşamaya devam eden şu efsane var: Bu yaşananlar gerçek olamaz. Ortadoğu’daki sözümona “tek demokrasi” olan İsrail, nasıl faşizme kayıyor olabilir ki? Nitekim sıklıkla bu sorunun farklı bir türeviyle karşılaşıyoruz: Onca acı çekmiş, Holokost’u yaşamış bir halk olarak Yahudiler –İsrail’le özdeşleştirilerek– nasıl olur da Gazze’deki gibi vahşetlere imza atabilirler? İsrail’in (aslında hiç de hak edilmemiş) “uluslar arasında bir ışık” olduğu yönündeki imajını nasıl bu denli yerle bir edebilirler?

1995 yılında, İtalyan yazar Umberto Eco, Benito Mussolini döneminde büyüme deneyimlerine dayanan bir deneme kaleme almıştı. Eco’ya göre, Nazizm’in aksine, İtalyan faşizmi tutarlı bir ideolojiden ziyade, çelişkilerle doluydu. Ancak o yine de tüm otoriter rejimlerin atası, “ilksel faşizm”in (Ur-Faşizm) kaynağıydı. Eco, Ur-Faşizm’in 14 özelliğini sıralıyordu.

Bugünkü siyasal manzarayı düşünürken, bu özelliklerin en azından bir kısmını anımsamakta fayda var: Gerçek ya da uydurma geleneklere dayanma; modernizmin reddi (Aydınlanma sonrası her şeyin yozlaştığı iddiası); eylem ve şiddet kültü; bireysel kimliğin ulus ya da grubun içinde eritilmesi; muhalefetin ya da karşıt düşüncenin ihanetle eşitlenmesi; yabancı ve göçmen düşmanlığı; kültürel ve ekonomik dönüşüm karşısında hayal kırıklığına uğramış orta sınıfa seslenme; düşman tehditlerinin abartılması; “zayıf” olanlara duyulan küçümseme; kahramanlık ve ölüme, özellikle düşmanın ölümüne duyulan hayranlık; erkeksi güç gösterileri; seçici popülizm ve liderin “ortak irade”nin temsilcisi olduğu fikri; içi boş sloganların kullanımı.

Yakın dönemde Yale Üniversitesi’ndeki görevinden ayrılıp iki meslektaşıyla birlikte Kanada’ya yerleşen filozof Jason Stanley, How Fascism Works [Faşizm Nasıl İşler?] adlı kitabında Eco’nun bu tespitlerinin çoğuna katılmakla birlikte, faşizmin esasen belirli siyasi inançlar bütünü olmaktan ziyade, iktidara ulaşmak için kullanılan bir dizi yöntem olduğunu savunur.

Peki, kimler faşist olabilir? Belki de şöyle sorulmalı: Faşizme karşı bağışıklığı olan, yani ona “yakalanmayacak” ya da teslim olmayacak bir topluluk var mıdır? Mesela Yahudiler? Auschwitz’ten sağ kurtulmuş birinin çocuğu ve Bağımsız Yahudi Sesleri (Independent Jewish Voices – IJV ) adlı oluşumun kurucu üyelerinden biri olarak, bu soruya ayrı bir ilgi duyuyorum.

Yanıtım hep aynı oldu: Yahudiler de diğer tüm halklar gibi, bu konuda herhangi bir istisna oluşturmaz. Faşizm altında acı çekmiş olmak, hiçbir halkı faşizme kapılmaktan bağışık kılmaz.

Bir topluluğun doğuştan belirli davranış özelliklerine sahip olduğu düşüncesi, yani “özcülük”, tüm ırkçılık biçimlerinin temelini oluşturur. Yahudilerin “özünde” “anti-faşist” olduğu düşüncesi de tıpkı diğer olumsuz kalıpyargılar kadar yanlıştır. Yahudiler, ne diğerlerinden daha iyi ne de daha kötüdür; bazılarımız faşist olabilir, bazılarımız anti-faşist, bazılarımız ise kafasını kuma gömebilir –tıpkı diğer tüm halklar gibi. Gerçi İsrail’in Filistinlilere karşı soykırım uyguladığı şu dönemde kafayı kuma gömmek epey zorlaşmış durumda ama…

Gerçeği söylemek gerekirse, faşizmin 1920’ler ve 30’lardaki altın çağında da pek çok Yahudi faşistti.

Burada, en baştan beri antisemit olan Nazi Almanyası’ndan söz etmiyorum. Ancak faşizmin ilk örneği olan İtalya’ya dönecek olursak, işte oradan öğrenilecek bazı dersler var.

1991 yılında, İtalyan-Amerikalı gazeteci ve yazar Alexander Stille, Benevolence and Betrayal: Five Italian Jewish Families Under Fascism [İyilik ve İhanet: Faşizm Altında Beş İtalyan Yahudi Ailesi] adlı kitabını yayımladı. Bu kitap, Yahudi tarihinin bu dönemini ele alan ilk ve nadir akademi dışı çalışmalardan biridir.

1861 yılında birleşik bir ulus haline gelen İtalya, kısa sürede Avrupa’daki pek çok ülkeye kıyasla Yahudilere karşı daha hoşgörülü bir yaklaşım benimsedi. Ülke genelindeki Yahudiler, Giuseppe Garibaldi’nin önderliğindeki Risorgimento (Yeniden Doğuş) hareketine hem maddi destek vermiş hem de bizzat katılmışlardı. Garibaldi’nin hamisi olan ve Yahudilere uzun süredir dostane yaklaşan liberal Savoy hanedanı, birleşik İtalya’nın hükümdarı olmuştu. Stille’in aktardığına göre:

“Birkaç on yıl içinde, İtalyan Yahudileri, başka hiçbir ülkede eşi görülmemiş bir kabul düzeyine ulaştı. Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus hakkında şiddetli tartışmalar yaşanırken, İtalyan Yahudiler generallik, bakanlık ve başbakanlık görevlerinde bulunuyordu. 1902 yılına gelindiğinde, kral tarafından atanan 350 senatörün altısı Yahudi idi. Bu sayı 1920’de 19’a yükseldi. Venedikli bir Yahudi olan Luigi Luzzatti 1910’da başbakan oldu. (…) Açıkça görülüyor ki önlerinde hiçbir engel yoktu.”

50 yıl sonra, İtalyan milliyetçiliği faşizme dönüştüğünde, Yahudilerin bir kısmı buna direndi. Ama birçoğu da bu otoriter dönüşümü kendi milliyetçi tutkularının doğal bir uzantısı olarak görerek destekledi. 1922’de Rusya’dan İtalya’ya göç eden Yahudi kökenli bir aileden gelen Stille şöyle diyor:

“İtalyan Yahudilerinin hikâyesini Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarından ayıran şey, Mussolini İtalyası’nda Yahudilerle faşistlerin uzun süreli birlikteliğiydi. İtalyan faşizmi, antisemitik bir yönelime girmeden önce 16 yıl boyunca iktidardaydı. Bu süre zarfında Yahudiler, diğer muhafazakâr İtalyanlar kadar Faşist Parti’ye üye oluyorlardı.”

Hatta Yahudiler, Mussolini’nin, Hitler’in etkisiyle savaş öncesinde çıkardığı “Irk Yasaları”na kadar Faşist Parti’ye kabul dahi ediliyorlardı. Nitekim İtalyan nüfusunun yalnızca yüzde 1’ini oluşturmalarına rağmen, parti içindeki oranları bunun üç katıydı.

Mussolini sonunda onlara düşman olsa da, İtalyan Yahudileri Holokost’ta Avrupa’daki diğer Yahudi topluluklarına oranla daha az kayıp verdi. Irk Yasaları sonrası bile İtalyanlar, Yahudileri Nazi müttefiklerine teslim etmekte görece isteksizdi. Ancak 1943’te Mussolini’nin devrilmesi ve Alman birliklerinin kuzeyi işgal etmesiyle İtalyan Yahudilerine dönük kitlesel sürgün ve katliamlar başladı. Auschwitz’den sağ kurtulan ve Nazi soykırımının (ayrıca İsrail milliyetçiliğinin) en önemli eleştirmenlerinden biri haline gelen partizan Turinli Yahudi Primo Levi’nin kitapları, bu vahşeti tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Yine de İtalyan siyasetinin belirsizliği ve Nazizm’e tam bağlılık konusundaki tereddütler sayesindedir ki, 43,000 İtalyan Yahudisinden yalnızca 7,000’i (yani yüzde 8’i) katledildi – bu oran, Polonya’daki yüzde 90, Macaristan’daki yüzde 61 ve Fransa’daki yüzde 23’e nazaran Avrupa’nın en düşük oranlarından biriydi.

İtalyan faşizminin öne çıkan Yahudi figürlerinden biri de Mussolini’nin 1911–1930 arasındaki sevgilisi ve başdanışmanı Margherita Sarfatti idi. 1925’te Mussolini’nin övgü dolu bir biyografisini yazmıştı. Faşist hiyerarşi içinde yer alan diğer Yahudiler arasında İtalyan korporatizminin teorisyeni Gino Arias, Ferrara Belediye Başkanı Renzo Ravenna ve Trieste Belediye Başkanı Paolo Salem de bulunuyordu.

Stille’in kitabında öne çıkan isimlerden biri de, faşistlerin önde gelen Yahudi destekçisi Ettore Ovazza’ydı. Faşist Parti’yi finanse etmiş ve 1920’deki “Roma’ya Yürüyüş” darbesine katılmıştı. Torino kökenli zengin bir aileden gelen Ovazza, Birinci Dünya Savaşı’nda İtalya için savaşmış, savaş sonrası komünist devrim tehlikesine karşı Mussolini ve Kara Gömlekliler’i desteklemişti. Ne var ki, savaşın sonlarına doğru kendisi ve ailesi SS tarafından infaz edildi. Mussolini’ye duyduğu bağlılık, Il Duce ile tanışmasını anlattığı anılarında açıkça görülmektedir:

“Bizi hafif bir tebessümle nazikçe karşıladı. Sakince masasının başında oturuyordu. Eşikte tereddütle duraksadığımızda içeriye girmemizi işaret etti. İlk kez Duce’nin yüzünü bu kadar yakından görecektim. Yahudilerin anavatana olan sarsılmaz bağlılığını ifade ettiğimde, Ekselansları Mussolini gözümün içine baktı ve kalbime işleyen bir sesle şunları söyledi: ‘Bundan bir an bile kuşku duymadım.’”

Faşist saflarda yer alan Yahudiler kadar, Primo Levi gibi anti-faşist Yahudiler de mücadelede büyük rol oynadı. Bazıları hapse atıldı, komünist fizik profesörü Eugenio Curiel gibi bazıları öldürüldü, doktor ve yazar Carlo Levi gibi bazıları ise Mussolini rejimi tarafından sürgüne gönderildi. Levi, sürgün yıllarını geçirdiği güneyin yoksul kasabasını anlattığı Christ Stopped at Eboli [İsa Eboli’de Durdu] adlı ünlü kitabını yazdı. Yayıncı Angelo Formiggini gibi bazıları ise Modena Katedrali’nin çan kulesinden atlayarak intihar etti.

Evet, Yahudiler de faşist olabilir. Yalnızca İtalya’da değil, İsrail’de de.

1948 öncesi Filistin’deki Yahudi siyasetinde ve sonrasında İsrail’de görülen faşist unsurlar ya da doğrudan faşizmin kendisi yeni bir olgu değildir. Nitekim İsrail’in şu anki başbakanı Benjamin Netanyahu, 1900’lerin başında İtalyan faşizmini benimseyen bir siyasi geleneğin mirasçısıdır. Netanyahu’nun babasının akıl hocası, Vladimir (Ze’ev) Jabotinsk’i İsrailli tarihçi Lenni Brenner’in sözleriyle hatırlatalım:

Jabotinsky’nin ‘Lejyoner’ [Osmanlı’dan Filistin’i almak için İngiliz ordusunda Yahudi birliği kurmayı amaçlayan] militarizmi ve aşırı milliyetçiliğinin, Siyon kampında bir Yahudi faşizmi arayanları cezbetmesi kaçınılmazdı. Liderle ilgili kişisel çekinceleri olsa da, hem kendi tabanından gelen baskılar hem de giderek radikalleşen çizgisinin iç mantığı, Jabotinsky’yi ve Revizyonist Siyonizm’i adım adım İtalyan faşizminin yörüngesine soktu.”

İsrail’in kurucu kadrolarının tamamı, Filistinlilerin etnik temizliğine inanan ve bunu daha kuruluşun ilk günlerinden itibaren fiilen uygulayan milliyetçilerdi. Ancak Jabotinsky, İsrail’in ilk yıllarına damga vuran İşçi Partisi çizgisinin oldukça sağında yer alıyordu. Jabotinsky’nin siyasi takipçileri arasında Netanyahu’nun babası Ben-Zvi Netanyahu ve ve daha sonra Herut (Özgürlük) Partisi’ni kuran terör örgütü Irgun’un lideri Menachem Begin de vardı. Herut, zamanla Likud’a dönüştü.

Sosyal demokrasiyi savunan, daha ihtiyatlı bir diplomasiyle toprak kazanımını gözeten ve bazı Filistinlilerin İsrail yurttaşı olmasına gönülsüz de olsa razı olan İşçi Partisi’nin aksine, Jabotinsky ve mirasçıları çok daha saldırgan, Filistinlilere karşı tahammülsüz ve serbest piyasa yanlısıydı. Canadian Dimension’da daha önce de belirttiğim üzere, özellikle 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan sonra İsrail sosyolojik açıdan, askeri ve bürokratik olmak üzere iki geniş siyasi elit zümreye ayrılmıştı: Kibbutznikler (çoğunlukla seküler, Aşkenaz, sosyal demokrat ve toprak taleplerinde daha mütevazı) ve mithnachlim (daha çok Mizrahi kökenli, dindar, yer yer faşizan, Filistinlilerin sürülmesinden ve yerleşimlerin hızla artırılmasını savunan bir grup). Demografik değişimlerin ve İsrail’in artan uluslararası yalnızlığının etkisiyle ikinci grup güç kazandı, ilk gruba mensup birçok kişi ise ülkeden ayrılmayı tercih etti.

1950’ler ve 60’ların başında Toronto’da büyürken, ana akım Yahudi örgütlerinde Herut’un gençlik kolu Betar’a “faşist” ve hatta “Nazi” dememiz oldukça normaldi. Betar bugün de, ABD kampüslerindeki Filistin yanlısı öğrencileri Göçmenlik ve Gümrük İdaresi’ne (ICE) ihbar eden kampanyaların başını çekiyor.

1948 yılında Albert Einstein, Hannah Arendt ve aralarında önde gelen 26 Yahudi entelektüelin bulunduğu bir grup, New York Times’a yazdıkları ünlü mektupta Amerikalıları Herut ve lideri Menachem Begin konusunda uyarmıştı. Mektupta Herut’un “faşist devlet doktrinini açıkça savunduğu” belirtiliyor ve şu ifadeye yer veriliyordu: “Terörist partinin gerçek karakteri eylemlerinde ortaya çıkmaktadır; geçmişteki icraatları, gelecekte ne yapabileceği konusunda yeterince fikir vermektedir.”

Bu mektubun üzerinden 29 yıl geçmeden, Begin İsrail başbakanı oldu. Onu yine aynı siyasi çizgiden gelen Yitzhak Shamir izledi.

Bugünkü İsrail Parlamentosu Knesset’te sol neredeyse yok denecek kadar az, buna karşın sağ partiler çoğunluğu oluşturuyor. Aşırı sağ ise iki partiyle temsil ediliyor: Itamar Ben-Gvir’in liderliğini yaptığı Yahudi Gücü ve Bezalel Smotrich’in başında olduğu Dini Siyonist Parti. Bu iki parti, 2022 seçimlerinde kullanılan 4,6 milyon oyun yarım milyonunu alarak Knesset’in en büyük üçüncü grubu haline geldi ve Netanyahu’nun iktidar koalisyonunda kilit rol üstlendi.

Bana inanmıyorsanız Smotrich’in kendi sözlerine kulak verin: “Aşırı sağcı, homofobik, ırkçı, faşist biri olabilirim ama sözüm sözdür.” Menachem Begin bile zamanında kendisini böyle tarif etmeyi aklından geçirmezdi. Asıl çarpıcı olan, Smotrich’in bu sözleri sarf etmesi değil, bunları açıkça söyleyip yine de İsrail’de siyasi kariyerini sürdürebilmesidir.

Ben-Gvir, Yahudi ve Araplar arasında katı ayrım ve diğer Filistinlilerin sürgün edilmesini savunan, Nürnberg benzeri ırk yasalarını destekleyen aşırı milliyetçi haham Meir Kahane’nin takipçisidir. Görüşleri nedeniyle Knesset’ten atılan ve 1990’da ABD’de suikasta uğrayan Kahane’nin hatırasını, Ben-Gvir açıkça sahiplenmektedir. 2021’de Knesset’e seçilene kadar Ben-Gvir’in oturma odasında, 1994’te El-Halil’deki İbrahimi Camii’nde namaz kılan 29 Filistinliyi katleden Baruch Goldstein’ın fotoğrafı asılıydı. Ben-Gvir’in aşırı sağcı görüşleri o kadar radikal bulunuyordu ki, askerlik çağına geldiğinde İsrail Savunma Kuvvetleri onu orduya almayı reddetmişti.

Yine bana değil de, Ben-Gvir’in kendi sözlerine kulak verin:

“Haham Kahane için bir Anma Günü’ne ihtiyacımız var. Birkaç hafta önce [sol görüşlü bir siyasetçi] için saygı duruşunda bulunduk, neden Kahane için de bulunmayalım? Rabin’in Anma Günü var da neden Kahane’nin olmasın?”

2014’te üç Yahudinin 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudayr’ı demir çubukla dövüp, boğazına benzin dökerek diri diri yakması hakkında ise şunları söylüyor:

“Ebu Hudayr’ı öldüren [Yahudi] failin idam edilmesine kesinlikle karşıyım ama Yahudi öldüren [Arap] faillerin öldürülmesinden yanayım. Bir milleti yok etmek isteyen terör ile fikirlerine katılmadığım, büyük bir hata yaptığını düşündüğüm insanların eylemleri arasında kıyas kabul etmeyen bir fark var. Suç işlediler, cezalarını çekmeliler. Ama bu [Yahudilerin Ebu Hudayr’ı öldürmesi] terör değildir.”

Smotrich ve Ben-Gvir, Knesett’in ve siyasi yelpazenin marjında kalmış figürler değiller; biri maliye bakanı, diğeri ise ulusal güvenlik bakanı olarak hükümette kilit pozisyondalar. Belki Netanyahu’nun kırılgan koalisyonu devrilecektir, ancak bu aşırı sağcı partilerin ve temsil ettikleri çizginin İsrail siyasetindeki belirleyici rolü sürecek gibi görünüyor.

Peki İsrail, faşist bir devlet mi? Bu soruya kesin bir yanıt vermeden bile, 60 binden fazla Filistinlinin öldürülmesinin dünya kamuoyu ve Yahudi diasporası nezdinde şiddetli bir tepki doğurması gerekirdi. Ama bir şekilde hem dünyanın büyük kısmı hem biz Yahudiler hâlâ çifte standartlara inanmayı sürdürüyoruz. Başkaları böyle şeyler yapabilir. Ama biz Yahudiler yapamayız.

Oysa yapabiliriz. Ve yapıyoruz da.

Güney Asya’daki deneyimlerinden yola çıkan Hintli denemeci ve romancı Pankaj Mishra, acı çeken halkların zulüm uygulamayacağına dair inancı reddediyor:

“Büyük zulümlerin kurbanlarının ahlaken yüce davranacağı ya da bu acılardan güçlenerek çıkacağına inanacak kadar naif değilim. Hindistan’da Dalitler, ki muhtemelen tarih boyunca zulme uğramış en büyük topluluklardan biri, 2002’de Narendra Modi’nin denetimindeki Gujarat katliamı sırasında üst kastlardaki işkencecileriyle birlikte Müslümanları öldürüp tecavüz ettiler. Orta Doğulu Yahudiler ise, Avrupa kökenli İsrail elitlerinin ırkçı ayrımcılığına maruz kalmışken, şimdi Filistinlilere aynı aşağılamaları yaşatır hale geldi.”

Peki İsrail’deki faşizm yükselişinin ve diaspora Yahudilerinin buna dönük açık desteğinin muhtemel nedenleri neler olabilir?

Bunlardan biri, Ettore Ovazza örneğindeki gibi, yönetici sınıflarına mensup hale gelen Yahudilerin, sınıfsal çıkarlarını koruyacaklarına inandıkları için faşizme yönelmeleri olabilir. Bernardo Bertolucci’nin 1900 filmindeki o ikonik sahneyi hatırlayın: Zengin toprak sahipleri ve kapitalistler yükselen faşist hareketle buluşup soldan gelen tehdidi bertaraf edebilmek için onları görevlendiriyorlardı.

Bir diğer neden hem faşizmin hem de Siyonizmin kökenlerinde, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyıl başının yaygın Avrupa aşırı milliyetçiliğinin yatması ve bazı Yahudilerin dışlanmaya karşılık dışlayıcılığı tercih etmeleri olabilir. Nasıl ki İtalyan milliyetçiliği kendini tiranlık biçiminde faşizme, Alman milliyetçiliği ise soykırımcı Nazizme dönüştürdüyse, Siyonizm de zamanla aşırılığa kaydı.

Bir başka açıklama, faşizmin sunduğu güvenlik, öngörülebilirlik ve düzen duygusunda yatıyor olabilir -bütün bunlar kişisel özgürlükler ve başkalarına zarar verme pahasına olsa da.

Son olarak, faşizmin cezbedici “kıyametçiliği”ni göz ardı etmemek gerekir: “Bu, yok olmadan önceki son savaşımız” fikrinin, “zaten dünya bize düşman, öyleyse hiçbir şeyden çekinmeyelim” ruh haliyle birleşmesi yani.

İsrailli gazeteci Gideon Levy, Gazze savaşı sonrasında İsrail’in siyasal yönelimi konusunda en ufak bir şüphe taşımıyor:

“Bu savaş, bir faşist devlet kurma savaşıdır. Kahane Devleti İsrail’de olası hale gelmiştir. Bu süreci mümkün kılan ise Netanyahu’nun kriminal omurgasızlığıdır. Sadece neo-Nazi aşırı sağcı partiler değil, en çok da başbakanın kendi partisi Likud, Kahanizm’i iktidara taşıdı.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English