Bizi Takip Edin

Dünya Basını

Rusya: askeri güvenlikte değişiklik eğilimleri – 2

Avatar photo

Yayınlanma

2017’den beri Rusya Genelkurmay Askeri Akademisi komutanı Vladimir Zarudnitskiy’in Rusya silahlı kuvvetlerinin teorik yayın organı Voennaya mısl’da (Askeri Düşünce) yayımlanan yazısının ikinci bölümü Hazal Yalın’ın çevirisiyle.

***

Vladimir Zarudnitskiy

İlk eğilim, askeri güvenliğin sağlanması sistemindeki organları askeri tehditlerin ölçeği ve tipine uyumlu haline getirme zaruretidir. Bu eğilimde başlıca unsur değerlendirmede objektivitedir. Küçümseme, devletin bütün potansiyelinin askeri alana konsantrasyon seviyesinde düşmeye yol açar; abartı ise tersine ülkenin çabalarının askeri faaliyetlerin yürütülmesi için ifrat ölçüsünde konsantre edilmesine. Hem ilki hem de ikincisi neticede askeri güvenliğin durumuna zarar verici olabilir.

Askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yapısı, bu alandaki görevlerin yerine getirilmesinde yer alan kuvvet ve vasıtalar, Rusya’nın askeri güvenliğine yönelik öngörülebilir tehditlerin garantili bir şekilde tasfiyesini temin etmelidir. Bu bağlamda, askeri tehditlerin tip ve ölçeğine bağlı olarak yapı, bunların tasfiyesi için zaruri kuvvetler ve vasıtalar toplamı, keza askeri güvenlik sistemi tarafından çözülecek ödevler değişmelidir. Kimi varyasyonlarda öncelik devletin güvenliğinin sağlanmasında askeri olmayan tedbirlere, başka varyasyonlarda ise askeri kuvvet kullanımına verilebilir. Seçilen varyasyona uygun olarak askeri güvenliği sağlama sisteminin yapısı da dönüşmeli, ortaya çıkan ödevlerin yerine getirilmesi için zaruri kuvvet ve vasıtalar tespit edilmelidir.

Askeri güvenliğin sağlanmasındaki bu eğilim muhakkak ki en önemlilerinden biridir ve bunun hayata geçirilmesi de bu hayata geçirmeyi derinden etkileyen belirsizlik faktörlerinin varlığıyla ilişkilidir. Belirsizlik faktörü, durumun gelişimine veya Rusya’nın çıkarları için öncelikli olan bir bölgedeki askeri-stratejik ortamı önemli ölçüde değiştirebilecek veya devletin askeri güvenliğine doğrudan tehdit teşkil edebilecek siyasi-askeri durumlara dair kesin bir tahmin oluşturma imkânını ortadan kaldırır.

Dolayısıyla bugün, çözümleri fiilen her zaman askeri kuvvet kullanımına yol açan çelişkilerin artmasıyla ilişkili olan ortamın gelişimine dair tahminde bulunmak güçtür. Ukrayna’daki çatışmanın Rusya’yla askeri cepheleşme için kullanılan vekil kuvvetlerden çıkıp genişleyerek Avrupa’da büyük bir savaşa evrilmesi de ihtimal dışı değildir.

Rusya Federasyonu’nun çıkarları için stratejik önem taşıyan, çatışma potansiyeli de belli şartlar altında Rusya’yı askeri çatışmalara sürükleyebilecek olan bölgelerdeki ortam da daha az karmaşık değildir.

İç güvenliğin askeri tehditler açısından önemi de küçümsenemez. ABD ve batılı ülkeler devletimizi zayıflatmak için mümkün olan her yolla Rusya’daki sosyal-siyasi ortamı istikrarsızlaştırmaya çalışıyor, dini, etnik ve uygarlıksal karşıtlıkları kullanıyor; bu karşıtlıklar da askeri kuvvet kullanımına yol açabilir.

Bu yüzden, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yapı, kuvvet ve vasıtaları, ortamdaki olası değişikliklere dair tahminlerin her birine denk düşmelidir. Dolayısıyla, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin potansiyel kabiliyetlerinin tayinine yönelik yaklaşım, ülkenin elde bulunan potansiyeline değil, Rusya Federasyonu’nun jeostratejik ihtiyaçlarına ve askeri kuvvetin yeterliliği ilkesine dayanmalıdır. Bu, savaşları önlemek ve her ölçek ve yoğunluktaki askeri çatışmaları çözmek için, ülkenin askeri güvenliğinin sağlanması sisteminin yapısını askeri tehditlerin ölçek ve tiplerine uyumlu kılma eğilimini de ifade etmektedir.

İkinci eğilim, askeri güvenlik önlemlerinin uygulanmasında modüler ilkeye geçişi tayin eder.

Rusya’ya yönelik askeri tehlike ve tehditler, ortamdaki gelişme şartlarının ve ilk eğilimin sonucu olarak, giderek daha da geniş ölçekli ve çeşitli hale geliyor. Doğal olarak, askeri güvenliğe yönelik tehditlerdeki dönüşüm de muhtelif niteliklerdeki küresel tehditlerin gelişmesinde ortaya çıkan değişikliklerin etkisi altında meydana geliyor. Bunun sonucu, silahlı savunmaya hazırlık ve ülkenin silahlı savunması, sadece askeri tedbirlerle tamamlanamaz ve fiilen bütün toplumun, devlet iktidarının bütün kurum ve organlarının çabalarında konsolidasyon gerektirir.

Rusya’nın güvenliğine yönelik bütün askeri tehditlerin mevcut ortamda sadece askeri kuvvetle tasfiye edilmesi objektif olarak mümkün görünmüyor. Ancak bütün devlet tedbirlerinin kompleks bir şekilde hayata geçirilmesi, bütün toplumun faaliyeti, askeri güvenliğin ödevlerini kesin bir şekilde çözmeye imkân sunar.

Devletin ve toplumun faaliyet istikametlerinden her birinin kendine has işlevleri, yapısı ve dinamiği vardır. Bunlar modüller olarak mülahaza edilmek suretiyle, ortamın gelişiminin, askeri tehditlerin tip ve ölçeğinin tahminine bağlı olarak, askeri tehditlerin tasfiye yolları ve bunun için zaruri modül setleri tayin edilir. Örneğin, bir dizi siyasi tedbirin hayata geçirilmesi sürecinde bu amaçla devlet faaliyetinin enformatif, iktisadi, mali, askeri ve diğer alanlarındaki ödevler çözülür, bunun için de uygun modül setleri yaratılır. Buna karşılık, askeri ödevlerin gereğince çözülmesinde söz konusu ödevler bunun için zaruri olan devlet kurumları tarafından bütün özgül modül setleriyle birlikte kompleks şekilde ele alınır.

Bu yapılırken, modüllerde içkin faaliyetlerin özgünlüğü ihlal edilmez ve kişinin kendi kabiliyetlerinin ötesine geçme ihtimali azaltılır. Farklı modüllerin işlevselliğinin kompleks niteliği ve önceliği de devletin eylem ve stratejik hedefler planlamasına bağlı olarak neticede ülkenin askeri güvenliğini temin eder.

Bu eğilim, askeri güvenliği sağlanması görevinin yerine getirilmesine katılan zaruri kuvvet ve vasıtalar listesinin genişlediği günümüzdeki ortamda özel bir önem taşır.

Üçüncü eğilim, milli güvenlik önceliğinin askeri güvenliğin sağlanması alanına kaymasını tayin eder.

Rusya Federasyonu’nun milli güvenliği hiç tartışmasız, stratejik milli öncelikler tarafından öngörülmüş olan hedeflere ulaşılması ve görevlerin yerine getirilmesi yoluyla, kamu iktidarı organlarının, toplumun örgüt ve kurumlarının kaynak ve çabalarının yoğunlaştırılmasıyla sağlanır. Stratejik milli önceliklerin hayata geçirilmesi, esasen devletin gelişiminde ve askeri güvenliğinin sağlanmasında ifadesini bulan milli menfaatleri temin eder.

Tarihi tecrübe, devletin bütün hayati faaliyet alanlarında menfaatleri mutlak surette savunabilme gücüne sahip olma gayesinin kural olarak çok zorlu bir görev olduğunu gösterir. Bu nedenle, pratikte, özellikle de bugün Rusya ve batı arasındaki çatışma devam ederken olduğu gibi, devletin muhtelif kaynak türlerinin sınırlılığı şartlarında, milli güvenliğin idaresi bazı menfaatlerin güvenliğinin (savunulabilirliğinin) gereken, diğerlerinin ise kabul edilebilir seviyede sağlanmasıyla hayata geçirilmelidir.

Bugünkü aşamada, ortamın bundan sonraki gelişmesine dair tahminleri dikkate alarak, stratejik milli öncelik, yani ülkenin savunması, tayin edici hale geliyor; milli güvenliğin sağlanması hedefi de askeri güvenlik alanıyla giderek daha çok iç içe giriyor. Rusya Federasyonu’nun barışçıl sosyal-iktisadi gelişmesi için şartlar, askeri güvenliği kesin olarak sağlanmadıkça temin edilemez.

Bu nedenle, bu eğilim askeri güvenliğin sağlanması için devlet tarafından yürütülen tedbirlerin amansız bir konsantrasyonunu öngörür. Rusya’nın varoluşuna karşı doğrudan bir tehdit mevcut oldukça, devlet ve toplumun askeri güvenlik ödevlerinin çözülmesiyle ilgili olmayan bütün faaliyetleri destekleyici nitelikte olmalı ve buna uygun bir şekilde düzenlenmelidir.

Dördüncü eğilim, ortamdaki değişme dinamiğiyle ilişkilidir ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idaresinin yüksek bir operasyonel verimlilik ve merkezileştirilmesini tayin eder.

Askeri güvenliği sağlama sistemi, daha önce de belirtildiği gibi, milli güvenliğin bir unsurudur ve Rusya Federasyonu Devlet Başkanı’nın liderliğinde kamu iktidarı organları, sivil toplum örgüt ve kurumlarının koordineli eylemleri yoluyla stratejik planlama çerçevesinde geliştirilen siyasi, örgütsel, sosyal-iktisadi, hukuki, enformatif, askeri, özel ve diğer tedbirlerin entegre bir şekilde uygulanmasıyla, planlı bir temelde işler.

Devletimizde milli güvenlik ve askeri güvenlik alanında yönetime dair kabul edilmiş olan yaklaşım, barış zamanında, hiç kuşkusuz, konulan hedeflere erişilmesini sağlıyor ve Rusya’nın güvenliğine yönelik yeni (ortaya çıkan) tehditlere cevap verilmesini de mümkün kılıyor.

Ülkenin başkanı, Güvenlik Konseyi, Federal Meclis, hükümet, diğer devlet kurumları, bu bağlamda Savunma Bakanlığı da plan seviyesinde (zaruret ve ortamın değişmesi halinde) askeri güvenliğin sağlanması alanında stratejik planlama belgelerini, ilkeleri ve en genel yöntemleri, keza ülkenin askeri güvenlik hedeflerine ulaşması için hayata geçirebileceği faaliyet istikametlerini netleştirir.

Çağdaş şartlarda askeri güvenliğin sağlanması sisteminin işlevselliği esasen barış zamanından farklı ve ABD ve müttefikleri tarafından hayata geçirilen, ülkemizdeki sosyal-siyasi ortamı istikrarsızlaştırmayı, iktidar değişikliğini ve Rusya’nın toprak bütünlüğünü yıkmak için elverişli şartları oluşturmayı hedefleyen Rusya karşıtı siyasetle tayin olunuyor.

Ukrayna’da çatışmanın başlamasından sonra ortamdaki değişiklik dinamiği köklü şekilde yükseldi. Batılı ülkeler sınırlarımız boyunca ve Rusya’nın milli menfaat alanlarındaki kriz durumlarını kasıtlı olarak provoke ediyor, ülkedeki ortamı mümkün olan her yöntemle istikrarsızlaştırmaya çalışıyor, askeri güvenliğe yönelik yeni tehdit kaynaklarının ortaya çıkış sürecini hızlandırıyor ve bunların tayfını genişletiyor.

Bu da, sadece yeni tehditlerin ortaya çıkmasına cevap vermek için değil muhtelif devlet ve toplum yapılarını zamanın kıt olduğu bu şartlarda merkezi şekilde idare etmek için de gerekli olan askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idare parametrelerinde köklü zaman sınırlamaları getiriyor.

Bununla ilişkili olarak askeri güvenliğin sağlanması görevleri için koşulacak kuvvet ve vasıtaların uygulanmasının tek başlı yönetim ve planlamasının örgütlenmesine yönelik ek ihtiyaçlar da ortaya çıkıyor.

Bu suretle, operasyonel verimliliği ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin idaresinin merkezileştirilmesini hızlandırma eğilimi, muhtelif işlevler taşıyan devlet organlarının, bu kapsamda askeri örgütlerin ve silahlı kuvvetlerin operasyonel idaresi ve tek başlı planlaması zaruretini de, Rusya Federasyonu’nun askeri güvenliğinin sağlanması gereğinden ötürü tayin ediyor.

Beşinci eğilim, askeri güvenlik ödevlerinin çözülmesinde dost devletlerin potansiyelinin artan önemini tayin ediyor.

Bu eğilim, uluslararası ortamda meydana gelen değişiklikler ve askeri güvenliğin sağlanması sisteminin iyileştirilmesinde yakın vadedeki beklentilerle doğrudan ilişkilidir.

Bir açıdan, mevcut dünya düzeninde başlamış bulunan dönüşüm süreci, batının hegemonyasına karşı kendine yeterlilik ve bağımsızlık hedefleyen devletler arasında yeni ilişkilerin kurulmasını da öngörüyor. Pek çok yeni ittifak (koalisyon) ve devletlerarası ikili ilişkiler ortaya çıktı. Ancak dünya kesin bir şekilde bölünmüş değil ve bu, ABD ve müttefiklerinden siyasi ve askeri bağımsızlığını (özerkliğini) kazanmayı hedefleyen büyük bir grup tarafsız devletin ortaya çıkmasına yol açtı. Bunlar pek az istisnayla Rusya’nın kısa vadeli müttefikleridir; ama bu ülkelerin potansiyelini, askeri potansiyel dahil olmak üzere, devletimizin askeri güvenliğinin sağlanması tedbirlerinin planlanmasında hesaba katmak zaruridir. Bu alanda hiç şüphe götürmeyecek ilgi odağı, Afrika kıtasındaki muhtelif ülkeler, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’daki bir dizi devlettir.

Diğer bir açıdan, devletimiz tarafından batı için stratejik önem taşıyan bölgelerde, öncelikle de ABD sınırlarının yakınında ittifak anlaşmalarının imzalanması, Rusya’nın halihazırda dış siyasette kuvvete dayananlar dışında argüman tanımayan hasımlarının caydırılmasına da yol açar. Bu, Batı’nın stratejik olarak caydırılmasına yönelik çok önemli bir askeri argümandır ve askeri güvenliğe yönelik yeni tehlike ve tehditlere önleyici cevap verme yoluyla Rusya’nın askeri politikasının daha da geliştirilmesi için de bir temeldir.

Bu nedenle, yakın vadede askeri güvenlik görevlerinin yerine getirilmesinde dost ülkelerin potansiyelinin artan önemi, Rusya’nın askeri güvenliğinin sağlanması sistemindeki değişikliğinin öncelikli eğilimlerinden biri olacaktır.

Sonuç olarak: Ukrayna’da çatışmanın bitmesi, Rusya ve batı arasında kriz niteliğindeki karşı karşıya gelişin sonu demek değil. Halihazırda başlamış bulunan, mevcut dünya düzenindeki dönüşüm sürecine, çözümü fiilen her zaman askeri kuvvet kullanımına yol açan çelişkilerin büyümesi eşlik ediyor. Ukrayna’da çatışmanın tırmanarak Avrupa’da büyük kapsamlı bir savaşa dönüşmesi imkânsız değil. Devletimizin kasıtlı olarak yeni askeri çatışmaların içine çekilmesi ihtimali de hızla artıyor.

ABD ve batılı ortakları varlıklarının yolu haline gelen hegemonyalarını bütün vasıtalarla, dünyanın geri kalan kısmı pahasına kendi korumaya çalışıyor. Bunlar tarafından gayet somut bir hedef konulmuş durumda: Rusya’yı “stratejik bozguna” uğratmak, ülkemizdeki ortamı istikrarsızlaştırmak, iktidar değişikliği sağlamak ve Rusya’nın egemenliğini sınırlamak ve toprak bütünlüğünü yıkmak için şartları ortaya çıkarmak.

Rusya’nın varoluşuna karşı bu doğrudan tehdit, askeri güvenliğin sağlanması sistemine yönelik artan talepleri tayin ediyor. Başlıca ödev, askeri güvenliğin sağlanması sisteminin yeni askeri-siyasi ve stratejik ortama ve Rusya’nın yeni statüsüne uygun olmasıdır. Askeri güvenliğin sağlanması sistemi ancak bu durumda şunlara imkân verir: birincisi, devletimize yönelik askeri tehdit kaynaklarının bertaraf edilmesi (bloke edilmesi) ödevlerinin çözümü; ikincisi, küresel ilişkilerin dönüşümü döneminde ülkenin tedrici kalkınmasının sağlanması; üçüncüsü, günümüzdeki aşamada kurulmakta olan yeni (perspektifsel) küresel ve bölgesel güvenlik modellerine organik bir şekilde giriş.

Yazar tarafından gösterilen askeri güvenliğin sağlanması sistemindeki değişiklik eğilimleri yeni araştırmalar gerektiriyor ve herhalde bu eğilimler, sistemin yakın gelecekte iyileştirilmesi için de temel teşkil edecektir. Meydana gelmekte olan ortamı ve devletimizin askeri güvenliğine yönelik yeni tehditlerin dinamik şekilde oluşmasını dikkate alarak, kimi istikametleri bugünkü aşamada hayata geçirmek de uygun olacaktır.

Военная мысль (Askeri Düşünce), № 2 — 2024.

Dünya Basını

ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Yayınlanma

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.


ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?

Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.

12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.

Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.

UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.

İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.

Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.

Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.

Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.

UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.

UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.

Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.

İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.

Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.

İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.

Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.

UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.

Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.

İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.

2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.

CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.

Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.

2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.

El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.

ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.

Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.

Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.

Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.

UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.

2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.

Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.

Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”

Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.

Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.


Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir

Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal

Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.

Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.

Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.

Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.

Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.

Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.

Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.

Okumaya Devam Et

Dünya Basını

Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Yayınlanma

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.

James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025

Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.

Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.

Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.

İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.

İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.

Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?

Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.

Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.

Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.

Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.

Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.

Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.

Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English