Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

“ABD’de jeopolitik, ekonominin önüne geçmeye başladı”

Yayınlanma

ABD ile Çin arasındaki gerilim yükselirken, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın yaptığı ‘yeni küresel iktisadi politika’ konuşması bir hayli dikkat çekti. Sullivan özetle, eski neoliberal paradigmanın artık yeterli olmadığını, jeopolitiğin, ulusal çıkarların ve güvenlik kaygılarının ekonomiyi belirleyeceği bir döneme geçtiklerini ilan etti. İçerideki iktisat politikasını dışarıdaki iktisat politikası ile birleştireceklerini kaydeden Sullivan, bu kapsamda müttefiklerini ABD ile yan yana durmaya çağırırken, içeride de partilerüstü bir uzlaşmanın gerektiğini söyledi.

İstanbul Aydın Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Tarık Oğuzlu, artık ABD’de ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkilerde siyasetin daha belirleyici bir role soyunduğunu vurguluyor. Oğuzlu’ya göre, “Washington Konsensüsü” olarak bilinen neoliberal paradigma ile devam edildiği koşullarda Çin’in kendi yerini alacağını anlayan ABD, ekonomide devletin rolünü daha fazla ön plana çıkaran bir yola giriyor. Çin’e bakışta Amerikan iç siyasetinde bir ortaklaşma olduğunu düşünen Oğuzlu, 2024 başkanlık seçimlerinde koltuğu kimin oturduğundan bağımsız olarak bu çizginin devam edeceğini söylüyor. Oğuzlu, Amerikan müttefiklerinin bu yeni yola itirazlarının olabileceğini belirtiyor, fakat son tahlilde Batı Avrupalıların ABD’nin yanında saf tutacağı görüşünde.

Jake Sullivan’ın konuşması, ABD’nin küresel hegemonyasındaki gerilemeye ilişkin bir süredir dile getirilen düşüncelerin bir yansıması gibi görünüyor. Özetle, neoliberalizm ve küreselleşme, ABD için artık işe yaramamaktadır. Artık iktisadi korumacılık, devlet müdahalesi, jeopolitik gündemdedir. Sizce bu temalar, Biden seçimleri kazansa da kazanmasa da Beyaz Saray’a damga vurmaya devam edecek mi?

Kesinlikle devam edecek. Çünkü bu zaten Trump ile başlayan bir süreçti. Trump’ın Çin karşısında belirlediği korumacı ekonomi politikaları, ticarette aldığı tedbirler, Çin’e karşı adeta bir ticaret savaşı başlatması, Biden’ın da iktidara gelmesi ile birlikte devam ettirildi. Şu anda Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasında bir uzlaşma var özellikle Çin konusunda daha sert tedbirlere başvurulması gerektiği hususunda.

Burada önemli olan tespit, ABD’nin Çin’e bakışında güvenlik unsurlarının, jeopolitik unsurların salt ekonomik unsurların önüne geçmeye başlaması, yani ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkileri siyasetin daha fazla belirlemeye başlaması. Tabii dünyanın genelinde böyle bir trend olduğunun farkındayız ama bunun ABD’de bu şekilde dile getirilmiş olması dikkat çekici bir gelişme. Nedeni de şu: ABD çok uzun bir süredir, 1991’den bu yana, neoliberal ekonomik felsefe çerçevesinde, piyasalara fazla müdahale edilmemesi, ürünlerin üretimi ve dağıtımında piyasa aklının her şeyin önünde olması gerektiği kanaatindeydi. ABD bu anlamda küreselleşmenin, özelleştirmenin, serbest piyasa ekonomisinin havarisi gibi davranıyordu ve herkese böyle bir reçete sunuyordu. Ama şimdi ABD’nin kendisi de bu reçetelerin işe yaramadığını görmüş olmalı ki devlete daha fazla ön plana alan; devlet eliyle bir sanayileşmeye, devlet eliyle bir kalkınmaya, devletin stratejik bir akılla ekonomik işleyişe müdahale etmesine meylettiğini görüyoruz.

Jake Sullivan’ın yapmış olduğu konuşmada bu kendini açıkça gösterdi. Sullivan konuşmasında, Ursula von der Leyen’e de referansla, Çin ile batı arasındaki ekonomik ilişkilerde ‘decoupling’ (ayrıştırma, bağı koparma) olmasa bile ‘derisking’, yani risk alanlarının azaltılması gerektiğine vurgu yaptı. Bu ne demek? Yani, ABD’den Çin’e yapılacak ihracat kalemlerinde, Çin’in yüksek teknolojiye erişiminin engellenmesi, Çin’in ABD’den ithal ettiği teknolojilerin ve ürünlerin askeri amaçlarla kullanılmaması için özen gösterilmesi, çok hassas teknoloji içeren ürünlerin mümkünse Çin’e satılmaması ve yurtdışında (özellikle Çin’de) iş yapmakta olan Amerikan şirketlerinin ya Çin’i yavaş yavaş terk etmeye başlayıp ABD’ye geri dönmeleri, ya da üretim süreçlerini diğer ülkelere kaydırmaları bu noktada dile getirilen görüşler. Zaten Sullivan’ın konuşmasından önce de ABD Hazine Bakanı Janet Yellen’ın yaptığı konuşmada da bu tarz bir ekonomi politikası izleneceğini duymuştuk. O konuşmanın devamı niteliğinde bir konuşma bu.

‘Washington Konsensüsü en çok Çin’e yaradı’

ABD Ulusal Güvenlik Danışmanının Beyaz Saray’ın iktisadi siyasetine dair uzun bir konuşma yapması, küresel ekonominin artık ‘güvenlik’ merceğinden değerlendirildiğinin de bir kanıtı olsa gerek. Bu durumda, Amerikan devleti ile daha büyük bir entegrasyona sahip özel sektör gruplarının daha kazançlı çıkacağını söylemek mümkün müdür? Bu soru tersten de sorulabilir: Önümüzdeki süreçte sermaye grupları arasındaki rekabetin artmasını mı beklemeliyiz, yoksa bazı ‘başların ezildiği’ bazılarının ise uzlaşmaya zorlandığı bir tablo mu göreceğiz?

ABD, Çin’in yaptığı gibi yapmayacak. Çin ne yapıyor? Şirketlerin hangi alanlara yatırım yapacağını, kaynaklarını nereye kanalize edeceğini yukarıdan aşağıya devlet aklıyla belirliyor. Çin Komünist Partisi, bütün şirketlerin yönetiminde yer alıyor. ABD’den böyle bir pratik bekleyemezsiniz, onun tabiatına aykırı bir şey bu. Ama şunu bekleyebilirsiniz: Yatırımın ve üretimin Amerikan topraklarında olmasını cazip hale getirmek adına inisiyatif alacak Amerikan hükümeti. Büyük, Çin’de yatırım yapmaya devam eden çokuluslu şirketler belki de şu sonuca varacak: Biz bu yatırımları Çin’de değil de ABD’de veya başka ülkelere kaydırmamız durumunda daha fazla kâr elde edeceğiz. Böyle bir sonuca varmaları lazım. Yoksa, bir devlet aklıyla ABD Apple’a ve diğer şirketlere, tepeden inmeci bir şekilde, artık yatırımlarınızı sona erdiriyorsunuz, eve taşıyorsunuz tarzında davranırsa bu ABD içinde de sıkıntı yaratabilir. Çünkü serbest piyasa ekonomisi Amerikalıların genetiğinde var ve bunun devlet zoruyla geri çevrilmesini çok olası görmüyorum.

Yatırımları cazip kılmak, enflasyonu düşürme yasa tasarısı, Çin’e çip tasarısının yasaklanması yasası, yeşil enerji dönüşümü enerji şirketlerinin ABD’de daha kârlı bir yatırım sürecine girmesi için alınan tedbirler. Bütün bunların temel esprisi bu. Yani, şirketleri Çin’e fazla bel bağlamamalarına ikna etmeye yönelik bir politika. Tabii işin özünde güvenlik ve jeopolitik güç mücadelesi yatıyor. Çünkü ABD böyle yapmazsa, tamamen piyasanın kendi kuralları çerçevesinde hareket etmesi süreci devam ederse ve buna asla müdahale etmezse, yani mevcut düzen devam ederse, Çin burada daha fazla kazançlı çıkacak. Zaten çıkmış. Geçmiş bize, kural temelli, liberal dünya düzeni diye adlandırdığımız, “Washington Konsensüsü” dediğimiz yapının, ABD’den ziyade Çin’e yaradığını göstermiş. Çin bunu istiyor ama ABD artık yeter, bunu gördüm, daha fazla tahammül göstermeyeceğim diyor.

‘Ticaret devleti olan ülkeler, korumacı duvarlar istemiyor’

Sullivan’ın konuşması, ABD’nin müttefiklerine de bir mesaj görünümünde. ABD’nin kendi ortaklarını da ortak bir iktisadi stratejiye sıkı sıkıya bağlamak istediği koşullarda, ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemeyen veya bu rekabetten faydalanmak isteyen ülkeleri ne beklemektedir?

Zaten bu stratejinin en zayıf halkası bu. Çünkü ABD, AB’yi veya Uzak Asya’daki müttefiklerini yanına çekmezse, Çin karşısında tek başına bu tarz bir “Yeni Washington Konsensüsü” çerçevesinde adımlar atmaya devam ederse başarı göstermeyebilir. Bu özellikle AB ülkelerinde çok tartışılan bir mevzu. Son olarak Macron’un Çin gezisinde yapmış olduğu açıklamalarla tekrar gündeme geldi. Artı, AB içerisinde Çin’e bakışta farklılaşma olduğu görülüyor. AB ülkelerinin kendilerinin de ABD’nin bu “Yeni Washington Konsensüsü” tarzındaki politikalarına ne derece sıcak baktıkları tartışılır. Yani korumacı duvarlar çerçevesinde Amerika ekonomisinin kendini korumaya çalışması, benzer korumacı pratikleri de tetikleyecek. Ama Avrupalılar bence bunu istemiyor. Ticaret devleti olan ülkeler, mesela Japonya ve Almanya gibi ülkeler, korumacı duvarlar örülmesini, parçalanmış bir dünya ortaya çıkmasını kesinlikle istemiyorlar.

Dolayısıyla arada kalan ülkelere bu bir fırsat da sunuyor. Onlar da ABD ile Çin arasındaki bu satranç mücadelesini kendi lehlerine yontmanın derdine düşmüş durumdalar. Görüyorsunuz, Ukrayna savaşından sonra yaşanan gelişmeler bile Avrupa’nın tek sesli bir noktaya getirebilmiş değil. Çin konusunda da hiç böyle hissetmiyorlar, çünkü Çin onlar için uzak bir kıta ve her şeyden önce ekonomik bir perspektiften, ortak ekonomik çıkarlar çerçevesinde değerlendirilen bir ülke. ABD’nin jeopolitik ve güvenlikçi bakış açısına çok yakın değiller.

Ama şunu da görüyorum: ABD’nin bu kararlı ve ‘baskıcı’ tutumu, süreç içerisinde, geleneksel müttefikleri yanına doğru çekmeye başladı, AB bile nereden nereye geldi. 2019’dan itibaren her geçen gün Amerika’nın yanına daha çok yaklaşan bir AB var, Çin karşısındaki politikası söz konusu olduğunda.

‘ABD’nin stratejisi Çin’i ikna etmiyor’

Özellikle Almanya’nın altını çizebiliriz herhalde..

Kesinlikle çizebiliriz. Artı, Uzak Asya’da da Güney Kore ve Japonya. ABD’nin ‘sözünden çıkmayan’ ülkeler gibi davranıyorlar. Güvenlik alanında benzer kaygılara sahipler; onlar da Kuzey Kore’den, Çin’den ve Rusya’dan dolayı kendilerini tehdit altında hissediyorlar. Onlar da ekonomik ve güvenlik kapasitelerini iyileştirmeye çalışıyorlar ve bunları ABD ile yakın bir işbirliği içerisinde yapmaya çalışıyorlar. Yani, ABD’nin bu çok kararlı görünen tutumu, ikna etmişe benziyor. Ama şu an için bile çok erken. ABD’nin istediği her şeyi aldığını iddia edemeyiz müttefiklerinden. İşte Macron açık açık söylüyor, bunu da not etmemiz gerekir.

Sullivan’ın konuşmasında sonlara doğru dile getirdiği bir görüş de var. Bir yandan ticaret savaşı yapıyoruz ama bu ABD ile Çin ekonomilerini birbirinden ayırmak istediğimiz anlamına gelmez. Ticaretin hacminde bir artış da var diyor. Yani Sullivan şunun altını çiziyor: Ben tamamen bir ekonomik savaş yapmak istemiyorum Çin’le, ama benim için kritik, stratejik sektörler bağlamında bu korumacılığı yapacağım. Ama ekonomik hayat sadece o sektörlerden ibaret değil. Diğer birçok alanda karşılıklı yatırım ve ticaret devam ediyor.

Burada belki de ABD açısından bir sıkıntı Çin’den kaynaklanabilir. ABD Çin’e şu mesajları veriyor: Hem işbirliği yapacağım, hem rekabet edeceğim, hem de zorda kalırsam çatışacağım. Ama Çin’den bakınca şöyle görünüyor: Sen benimle hem çatışma ve hem inanılmaz bir rekabet içindeyken, benim seninle nasıl işbirliği yapmamı beklersin? Yani Çin daha bütüncül bakıyor. Ya işbirliği yaparız, ticarette sıkıntısız günler yaşarız; ya da sen benim düşmanımsın demek istiyor. Yani ABD’nin bu kompartımanlaştırma stratejisi ikna edici olmayabilir, Çin tarafından samimi görünmeyebilir. 

‘ABD de yeni kalkınma projeleri sunuyor’

Herhalde burada Çin ve Rusya dışında Brezilya, Hindistan, Güney Afrika, Şili gibi ülkeler de ön plana çıkıyor. Bir yandan ABD-Çin rekabetinde taraf olmak istemiyorlar, bir yandan da ABD’nin büyük baskıları ile taraf olmaya zorlanacaklar. Bu ülkelerin ABD-Çin geriliminde, ABD’nin yeni iktisadi politikasında nasıl bir rol oynayacakları önem kazanacak.

Kesinlikle. Bence içinde bulunduğumuz çok kutuplu olmaya yakın dünya düzeni, sizin saydığınız ülkelere inanılmaz bir hareket alanı, manevra kabiliyeti kazandırıyor. Türkiye de bu ülkelerden bir tanesi, o da denge siyasetini böyle bir ortamda daha rahat yapabiliyor. Yine, ABD’nin kendi nüfuz bölgesi olarak tanımladığı Kuzey yarım küre, Latin Amerika ve Karayipler bölgesinde birçok ülkenin birinci ticaret ortağı zaten Çin olmuş. Çin buralarda, ABD’nin burnunun dibinde var. Bu anlamda da bir rekabet içerisinde ABD Çin’le. Sadece Çin ve yakın çevresinde değil.

Böyle bir rekabet ortamında çok katı şartlar dayatan, çok sert bir dil kullanan ve tarafını seç mesajları veren bir küresel dev bence kaybeder. Daha yumuşak, daha ikna edici, köprü kurmaya çalışan bir dil kullanırsa ABD belki başarılı olur. Tabii ABD’nin de bunu gördüğünü zannediyorum. Çin’in Yol ve Kuşak projelerine benzer kalkınma projelerini de dünyaya pazarlamaya başladılar. Birçok ülke uzun süredir bu kalkınma yardımları konusunda Çin’den başka ülke yokmuş gibi düşünüyordu. Halbuki var. Japonya’nın da var, Hindistan’ın da var, Avrupa’nın da var. Global Gateway mesela. ABD’nin de var.

‘ABD içinde Çin konusunda bir konsensüs var’

ABD’nin verili koşullarda kendisini yeniden sanayileştirmesi mümkün müdür? Üstelik Sullivan, bunun için hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin bir konsensüse varmasını bekliyor. Amerikan iç siyasetindeki düğümler böyle bir işbirliğine yol verebilir mi?

Partilerüstücü bakış açısı bana Çin konusunda çok net gibi geliyor. Çin ile geliştirilecek ekonomik ve siyasi ilişkilerin niteliği nasıl olmalıdır sorusunu Cumhuriyetçile Demokratların verdiği cevaplar çok farklı değil. Evet diğer konularda, örneğin kurumlara, kimliklere, Anayasa Mahkemesinin konumuna, vergilere, sosyal devlete bakışlarında bir farklılık var. Ama Çin noktasında ben çok partilerüstü bir yaklaşım geliştirdiklerini düşünüyorum. Düşünün, Biden ve ekibi, Tayvan ile ilişkilerin önemine çok fazla referans veriyorlar ama Kongre’ye bakıyorsunuz, orada da benzer bir durum söz konusu. Tayvan lideri ABD’de Temsilciler Meclisi Başkanı Cumhuriyetçi Kevin McCarthy ile görüştü. Yani, Çin ve Tayvan meselesinde bir uzlaşı varmış gibi görünüyor. Bu durum Biden seçilirse de Trump gelirse de DeSantis gelirse de devam eder. Ama mesela Bernie Sanders gibi bir adam olsa ABD Başkanı, bence devam etmez, onun ekonomik anlamda Çin’e bakışı diğerleri gibi değil. Mesela Hillary Clinton olsa, belki de daha sert bir dış politika görürüz. Yani Çin meselesinde Amerikalılar o kritik eşiği aşmış, kafalarını netleştirmiş görünüyorlar. “Çin benim için tehdit. Yükselişini baskılamam lazım, bu ülkeyi çevrelemem, kuşatmam lazım. Bunları yapmazsam, eski oyunun kuralları ile oynamaya devam edersem bunlar beni geçecek ve benim koltuğuma oturacak,” diye bakıyorlar.

‘Trump seçimleri kazanırsa, Çin bundan avantaj elde eder’

Trump iktidara geldiğinde yaptığı tespitlerden birisi ABD’nin sanayisizleşmesiydi ve ABD’yi yeniden sanayileştirme gibi bir vaatte bulunuyordu. Biden ve ekibi de, Sullivan’ın konuşmasında dikkat çektiği gibi, ABD’nin sanayi temelinin aşındığı tespiti yapıyor. Bu tespit de partilerüstü bir tespit olarak dile getiriliyor. Ama buna yönelik çözümler de herhalde Cumhuriyetçilerle Demokratlar ayrışıyor olabilir. Örneğin Demokratlar yeşil enerjiye geçiş, dijitalleşme gibi alanlarda bastırırken, bazı Cumhuriyetçi ekipler de daha klasik bir sanayileşme stratejisini mi talep ediyorlar sorusu akıllara geliyor.

Bu ayrışmayı çok da abartmamak lazım. Biden’ın yeşil enerjiye ve yeni teknolojilere yaptığı vurgu önemli. Yeni iş yaratmayı ama bunu da geleneksel sanayiler üzerinden değil de yeşil enerji dönüşü yapılacak alanlara yatırımla yapalım diyor. Evet, Demokratların zihniyeti bu. Ama Cumhuriyetçiler de Trump’ın çevre sorunları olduğuna inanmayan görüşünü artık dile getirmiyorlar. Orada da savunma gibi, petrol gibi, tütün gibi geleneksel üretim alanlarında uzmanlaşmış sektörlerin de bu dönüşüme katılması gerektiğini savunan çok sayıda Cumhuriyetçi var. Trump’ın bu anlamda kendi partisi içinde çok büyük bir bölünme yaratabileceğini düşünmüyorum.

Benim altını çizmek istediğim bir nokta var: Ben Çin’den bakan birisi olsam, isterim ki Trump kazansın. Çünkü Trump ile Biden arasında yoğurt yiyiş farkı var. Trump dünyayı umursamıyor, aşırı milliyetçi, aşırı korumacı, aşırı bencil bir adam. ‘America First’ (Önce Amerika) lafını bile tekrar zikretmeye kalksa, önce Avrupalıları ürkütecek, geleneksel Amerikan müttefiklerini irkiltecek ve Çin’in ekmeğine yağ sürecek. Biden bu topa müttefikleriyle girmek istiyor, onları da kendi yanında saf tutmaya zorluyor. Bir şekilde yumuşak güç, ikna kapasitesi üzerinden bunu yapmaya çalışan, buna emek veren biri, bunun ABD açısından olumlu sonuçlarını da görüyoruz. Yani, Biden mı, Trump mı daha iyi Çin için? Kesinlikle Trump daha iyi. Çin’e bakışlarında temel olarak bir fark olmayabilir; ama yoğurt yiyişleri, üslupları arasında müthiş bir fark var. Trump seçimleri kazanırsa Çin bundan avantaj elde eder diye düşünüyorum. ABD’nin müttefiklerini yanına çekebilir; en azından ABD’den uzaklaştırabilir.

Biden dünyayı ideolojik ve normatif kamplara ayırmaya çalışan biri: liberal demokrasiler bir tarafta, illiberal-otoriter yönetimler bir tarafta. Bu, Çin’e yönelik kötü bir algı oluşturuyor. Trump’ın böyle bir derdi de yok. Yani normatif, ideolojik bir Soğuk Savaş peşinde olan bir adam değil. “Her koyun kendi bacağından asılsın, ben güçlü olmaya çalışırım, gücümün yettiğine de çullanırım,” demek istiyor. Çin rahatlıkla bu oyunu oynayabilir. Ama Biden işi daha sıkı, daha sağlam tutuyor ve her cepheden yükleniyor Çin’e. Sadece ekonomik cepheden değil, normatif cepheden, ideolojik cepheden de yükleniyor, Çin’i yalnızlaştırmaya çalışıyor. Bunu bir nebze başardı da, çünkü Çin’e yönelik algılar son yıllarda olumludan olumsuza doğru seyretmeye başladı. Biden yönetimi Çin’i kızdırmaya çalışıyor, hata yapmaya zorluyor. 

ABD vidaları sıkıyor diyebiliriz herhalde bu durumda.

Kesinlikle sıkıyor. Avrupa Birliği’nin, en azından Avrupa Komisyonu ile Ursula von der Leyen’in temsil ettiği ulus-ötesi Avrupa Birliği’nin, ABD’nin yanında konuşlanmaya hazır. Macron gibi adamlar ara ara çıkıp buna itiraz edecek ama son kertede bu fayda etmeyecek. Çünkü bu kartopu gibi bir şey. Jeopolitik iklim kendini güçlendirdikçe Fransa’nın direnme şansı azalır. Bıçak kemiğe dayandığında, Batı Avrupalılar kesinlikle ABD’nin yanında saf tutarlar. 

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English