Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Aleksandr Dugin: Biden bizi Üçüncü Dünya Savaşına sürükleyebilir, peki Trump farklı olacak mı?

Yayınlanma

Demokratlar, Rusya ve Çin ile savaş riskine rağmen ABD’nin küresel hakimiyetinin korunmasına giderek daha fazla odaklanırken, Trump çok kutupluluktan yana.

Aleksandr Dugin
Al-Majalla
10 Temmuz 2024

ABD’de 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri büyük önem taşıyor, zira seçim sonuçları sadece ABD ve Batı’yı değil, insanlığın kaderini de etkileyecek. Yaklaşan bir nükleer savaş tehdidi ve Rusya ile NATO’yu karşı karşıya getirecek bir üçüncü dünya savaşı potansiyeli söz konusu.

Beyaz Saray’da oturacak bir sonraki isim, beşeriyetin hayatta kalıp kalmayacağını belirleyecek, bu nedenle bu seçimdeki birincil adayları iyice incelemek ve tutumlarını ve konumlarını anlamak mecburi.

Son aylarda ve yıllarda Joe Biden, yaşla veya altta yatan tıbbi durumlarla ilgili olabilecek odaklanma bozukluğu belirtileri sergiledi, ancak ABD Demokrat Partisi’nin yerleşik siyasi elitleri için sadece bir figüran olduğu düşünüldüğünde bu önemsiz görünüyor. Biden’ın yönetmek için hayatta olmasına bile gerek yok. İnsanın aklına Sulawesi Adası’ndaki Ma’nene Festivali’nde ve Madagaskar’daki Malgaş etnik geleneklerinde yıllık ritüeller sırasında törenle mezardan çıkarılan cesetler geliyor.

Küreselleşme savunucuları

Darbe olsun ya da olmasın, Biden’ın arkasında Amerika’nın ‘derin devleti’ ile Avrupa ve ötesindeki liberal elitlerin kilit figürlerini içeren birleşik bir küreselci ekibi, yani bir ‘dünya hükümeti’ ya da ‘yönetici tabaka’ durduğu için hükümet etmeye devam edecek.

Biden, beşeriyeti liberal teknokrat elitlerin yönetimi altında birleştirmeyi, egemen ulus-devletleri ortadan kaldırmayı ve farklı halklar ve dinler arasında entegrasyonu -modern bir Babil Kulesi’ni- amaçlayan küreselci bir ideolojiyi benimsiyor. Pek çok Hıristiyan bunu Deccal’in gelişinin bir işareti olarak görüyor.

Aslında bunların bir kısmı bilim kurguya daha yakın. Yuval Harari, Klaus Schwab, Raymond Kurzweil ve Maurice Strong gibi küreselleşme savunucuları, yapay zekanın ve beyin hücrelerini ortadan kaldırabilen ya da gençleştirebilen sinir implantlarının geliştirilmesinin gerekliliğini açıkça tartışıyor.

Bu arada Batı, cinsiyet ve ırkın ortadan kaldırılmasına tanık oluyor. Biden bu ajandanın uygulanmasında çok az etkiye sahip. Kendisi küreselleşmenin sembolik bir temsilcisi olarak hizmet veriyor. Biden’ın partisi Demokrat Parti farklı görüş ve tutumlara ev sahipliği yapıyor, fakat Demokrat solda küreselleşmeyi tam olarak desteklemeyen figürler bile (Bernie Sanders veya Robert Kennedy gibi) onu desteklemek için birleşti.

Dahası, Biden’ın kendi kısıtları endişe verici değil, zira gerçek otorite başkalarında. Ancak kilit nokta bu değil. Çünkü Biden’ın arkasında dünya çapında önemli bir ilgi gören bir ideoloji yatıyor.

Liberaller muhafazakarlara karşı

Küresel elitlerin çoğu farklı derecelerde liberal görüşlere sahip. Liberalizm dünya çapında eğitim, bilim, kültür, bilgi, ekonomi, iş dünyası, siyaset ve hatta teknolojiye nüfuz etti. Biden, bu konuların birleştiği bir odak noktası olarak hizmet veriyor.

ABD Demokrat Partisi liberalizmin siyasi tezahürünü temsil ediyor. Demokratlar giderek Amerikalıların çıkarlarından ziyade, Rusya ve Çin’le savaş riski taşısa ve ABD’nin kendisini tehlikeye atsa bile, küresel hakimiyetin korunmasına odaklanıyor.

Amerikalı neoconlar da Biden’ın destekçileri tarafından desteklenen küresel gündemle uyum içindeler. Bunlar arasında Rusya’ya düşmanlık besleyen ve Batı kapitalizminin tam zaferini takiben küresel bir devrim öngören eski Troçkistler de var. Neoconlar tek kutuplu bir dünyanın şahin savunucuları ve Gazze’deki soykırıma rağmen İsrail’e tereddütsüz destek veriyorlar.

Bazıları Demokrat olduklarını söylese de çoğu Cumhuriyetçi. Donald Trump’a karşıt kutup olarak hizmet ediyorlar. Bir bakıma bu beşinci kol: Demokratlar ve Biden’ın Cumhuriyetçi Parti içindeki fraksiyonu.

Amerikan derin devleti

Son olarak, ‘derin devlet’ var; devlet yetkilileri, üst düzey bürokratlar, askeri ve istihbarat şefleri de dahil olmak üzere partiler üstü elitler. Bunlar Amerikan devletinin koruyucuları olarak görev yapıyorlar. Woodrow Wilson’ın başkanlığından (1913-21) bu yana Demokratların ve Cumhuriyetçilerin geleneksel politikalarını iki yaklaşım temsil etti. Demokratlar küresel hakimiyete ve liberalizmin küresel yayılımına öncelik verirken, Cumhuriyetçiler ABD’nin bir süper güç olarak güçlenmesine öncelik veriyor.

Bunlar birbiriyle çelişen gündemler değil. Bilakis, sadece nüanslı farklılıklarla aynı hedefe ulaşmayı amaçlıyorlar. Amerikan derin devleti bu genel hedefin koruyucusu olarak hareket etmekte ve iki yol arasındaki dengenin zaman zaman değişmesine izin veriyor.

George W. Bush’un başkanlığı sırasında neoconlar Cumhuriyetçi Parti’ye hakim oldu ve küreselleşme, Atlantikçi eğilimler ve sağcı hegemonya ile yakın bir şekilde birleşti ve hepsi tek kutuplu bir küresel yapı üzerinde anlaştı. Küreselleşmenin tek kutuplu fıtratı göz önüne alındığında, Bill Clinton ve Barack Obama gibi küreselci Demokratlar ile George W. gibi Cumhuriyetçi neoconların dış politikaları arasında çok az fark vardı. Biden’ın yönetimi Amerika’nın en üst kademesinin çıkarlarını ve değerlerini yakından yansıtıyor.

Biden’ın öncelikleri

Biden’ın desteği büyük finans, küresel medya ve şirket tekellerinden geliyor. Yaşından kaynaklanan herhangi bir zihinsel ve/veya fiziksel zayıflık, onu destekleyenlerin onu iktidarda tutmak için haklı ya da haksız yollara başvuracağı anlamına geliyor. Yakın zamanda yaptığı bir kampanya konuşmasında Biden, demokrasiden ziyade özgürlüğe öncelik veriyor gibi göründü. Bu bir sürçme değildi. Bu küreselci bir strateji. İktidarı demokratik yollarla sürdürmek mümkün olmadığında, demokratik olmayan eylemler ‘özgürlük’ kisvesi altında rasyonalize ediliyor.

Bu, özünde, ulusal değil ama uluslararası, küreselleşmiş bir diktatörlüğü tanımlıyor. Rusya ile çatışma yasal bir bahane olarak kullanılabilir. Biden seçimleri iptal ederek Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’i taklit edebilir. Fransa’da Macron ya da Almanya’da Scholz da aynı şeyi yapabilir.

Batı’daki küreselleşme savunucuları diktatörlüğü doğrudan dayatmak ve demokrasinin altını oymak için senaryolar tasarlıyor. İnsanlık için Biden’ın zaferi bir felaket olacaktır. Küreselcilerin projesi olan ‘yeni Babil’ devam edecektir. Mevcut çatışmalar tırmanabilir, yeni çatışmalar alevlenebilir. Biden, sonu ya da sınırı olmayan bir savaşın timsali.

Trump ve Trumpçılık

Donald Trump’ın arkasında tamamen farklı güçler var. Biden’a ve küreselleşmeye karşı bir alternatifi temsil eden Trump, hem Demokrat hem de Cumhuriyetçi öncülerin politikalarından önemli ölçüde farklılaşıyor. Trump’ın ilk başkanlık dönemi sürekli skandallarla geçti. Amerikan müesses nizamı, yerine Biden geçene kadar ona şiddetle karşı çıktı. Biden’ın aksine Trump karizmatik, yenilikçi ve güçlü bir iradeye sahip.

Yaşına rağmen sağlığı yerinde, hevesli, aktif ve enerjik. Biden bir ekibin parçası olarak çalışırken, Trump kişisel başarısıyla Amerikan rüyasını somutlaştıran tek başına bir figür. Narsisizm ve benmerkezciliğiyle tanınan Trump, aynı zamanda son derece yetenekli ve başarılı bir politikacı.

İdeolojik olarak Trump, klasik ya da eski tarz Amerikan muhafazakârları (neoconlar değil) ile aynı çizgide. Cumhuriyetçilerin tarihsel olarak benimsediği ve Trump’ın ‘Önce Amerika’ sloganıyla özetlenen geleneksel izolasyonist yaklaşımı savunuyorlar. Bu ideolojinin önemli savunucuları arasında filozof-siyasetçi Patrick Buchanan ve bir Çay Partisi aktivisti olan Trump’ın eski danışmanı Steve Bannon sayılabilir.

Büyük oranda kendilerini Hıristiyanlığa adamış olan bu isimler, aile merkezli geleneksel değerleri ve gelenekleri savunuyor. Dış politikaları ABD’nin egemenliğine öncelik tanıyor. Trump’ın ‘Yeniden Büyük Amerika’ sloganı bunu örnekliyor. ABD’nin güvenliği ve çıkarları açık bir tehdit altında olmadığı sürece ABD’nin dış müdahalesinden hoşlanmaz ve buna güvenmezler.

Dolaysız mesajlar

İdeolojik olarak Trump ve Biden keskin bir tezat oluşturuyor. Trump küreselci kolektif rakiplerini ‘bataklık’ olarak aşağılıyor. Kendi ideolojisi artık ‘Trumpçılık’ olarak adlandırılıyor. Bu ideoloji, özellikle ABD’nin doğu ve batı kıyıları arasında yer alan ve muhafazakar ve geleneksel değerlere bağlı olan ‘flyover zone’ [ABD’nin doğu ve batı kıyısı arasındaki taşra sayılan kısımları] eyaletlerinde, Amerikalıların büyük bir kesiminden kayda değer destek görüyor.

ABD kültürü bireycidir ve iktidardakiler de dahil olmak üzere başkalarının görüşlerine karşı kayıtsızlığı teşvik eder. Bu da çoğu Amerikalının özgürlükleri kısıtlama yetkisine sahip olmaması gerektiğini düşündüğü federal hükümete şüpheyle yaklaşmasına yol açıyor. Trump’ın siyasi, mali ve medya elitlerini göz ardı ederek bu sıradan Amerikalılara doğrudan hitap etmesi, 2016’da başkan seçilmesinde etkili oldu.

2024’ün Cumhuriyetçi Partisi’nde gelenekçi muhafazakârlar ve neoconlar var ve bu da bölünmeye yol açıyor. Neoconlar Biden ve küreselcilere daha yakın duruyor ve Trumpçılık onların temel ilkeleriyle çatışıyor. Onları birleştiren şey ise Amerikan büyüklüğünün desteklenmesi ve stratejik, askeri ve ekonomik alanlarda gücünün artırılması hedefi.

Cumhuriyetçilerin iki yüzü

Eski Troçkistler on yıllar boyunca etkili entelektüel kurumlar (düşünce kuruluşları ve araştırma merkezleri gibi) kurmuş ve casusları aracılığıyla yerleşik kurumlara sızdılar. Buna karşılık, gelenekçi muhafazakârlar çağdaş söylemi yönlendirecek ‘entelektüel fabrikalara’ sahip değil.

Buchanan 1990’larda neoconların Cumhuriyetçi Parti’yi yönlendirdiğinden ve geleneksel siyasetçileri marjinalleştirdiğinden yakınıyordu. Bu gerilim Trump döneminde de devam ediyor. Trump ilk döneminde (Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak seçilen) gayretli ve agresif John Bolton gibi neoconları atamak zorunda hissetti. Bolton mümkün olan her fırsatta Trump’ın politikalarının altını oymuş, ardından da kişisel olarak Trump’a düşman olmuştu.

Seçimler Cumhuriyetçiler için büyük önem taşıyor. Kongre üyeleri, Senatörler ve Eyalet Valileri de dahil olmak üzere siyasetçiler Trump’ın seçmenler arasındaki popülaritesinin farkındadır ve pragmatik nedenlerle onu desteklemek zorunda hissediyor. Bu da Trump’ın Cumhuriyetçi Parti içindeki etkisinin altını çiziyor. Trump sadece geleneksel muhafazakârlar için değil aynı zamanda kazanmak isteyen pragmatistler için de iktidara giden yolu temsil ediyor. Parti içindeki neoconlar nüfuz sahibi olmaya devam edecek, fakat Trump’ın onlarla bağlarını koparma riskini alması pek mümkün değil.

Trump ile başa çıkmak

Yukarıda bahsi geçen ‘derin devlet’ Trump’a soğuk bakmaya devam ediyor. Onların gözünde Trump kibirli ve daha popüler ve geleneksel fikirlerin yanında uç görüşlere sahip. Merkezi İstihbarat Teşkilatı gibi kurumlarla yaşadığı sorunlar iyi belgelendi, ancak derin devlet Trump’ı desteklemese de popülaritesini göz ardı edemez.

Trump isterse kurumsal bir destek tabanı oluşturabilir ama mizacı buna elverişli değil. Spontane ve dürtüsel, kendi güçlerine güveniyor. Bu da onu kültürel olarak tanıdık bir Amerikan arketipi olarak gören seçmenlerde yankı buluyor. Kamuoyu yoklamalarının çoğunun beklediği gibi kasım ayında Trump kazanırsa, Beyaz Saray ile derin devlet arasındaki ilişki kesinlikle değişecek. Onunla sistematik ilişkiler kurmak için çaba sarf edilecek.

Muhtemelen Biden’ın destekçileri ne pahasına olursa olsun Trump’ın kazanmasını engellemeye çalışacaklar. Suikast düzenleyebilir, hapse atabilir, isyan çıkarabilir, sivil kargaşa başlatabilir, darbe yapabilir ya da daha büyük bir savaşı, muhtemelen bir Dünya Savaşını tetiklemek için denizaşırı askeri çatışmaları tırmandırabilirler. Küreselleşme taraftarları derin devletten önemli ölçüde destek aldıkları için her şey mümkün. Ancak Trump kazanırsa, bunun küresel siyaset üzerinde derin bir etkisi olacak. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeler aniden yeniden ayarlama yapmak zorunda kalacak.

Çok kutuplu dönem

Trump’ın tek kutuplu dünya düzenini ve küreselleşme projesini reddetmesi, ABD içinde olduğu kadar Rusya ve Çin gibi çok kutupluluk yanlılarından da destek bulacaktır. Bu ülkelerdeki pek çok kişi küresel liberal elitin geri döndüğünü görmek istiyor. Trump’ın katalizör olduğu yeni çok kutuplu dünyada ABD önemli bir rol oynamaya devam edecektir, ancak baskın bir rol oynamayacaktır. ‘Yeniden Büyük Amerika’ yine geçerli olacaktır ama farklı bir şekilde.

Bu arada, küreselciler tarafından sürdürülen çatışmalar da kolayca sona ermeyecektir. Trump’ın Rusya’dan Ukrayna’daki savaşı sona erdirmesini talep etmesi pratikte mümkün olsa da uygulamada son derece zorlayıcı olacaktır. Trump’ın hem Gazze’de hem de ötesinde İsrail’e vereceği desteğin Biden’ınki kadar güçlü olması bekleniyor. Trump, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’yu sağcı bir siyasi müttefik olarak görüyor. Aynı şekilde, Trump’ın Çin’e yönelik yaklaşımının da, özellikle ABD’de faaliyet gösteren Çinli şirketlerle ilgili olarak, katı olması muhtemel.

Pragmatizm dogmatizme karşı

Trump ile Biden arasındaki temel fark, Trump’ın rasyonel Amerikan ulusal çıkarlarına (realizm olarak bilinir) öncelik vermesinde yatıyor. Bu, başka bir ülkenin gücü ve kaynakları temelinde ilişkilerin değerlendirilmesine dayanan pratik bir yaklaşım. Buna karşılık Biden’ınki dogmatik ve uzlaşmaz: ABD liderliğindeki küreselciliğin tanrısına boyun eğmeyenler, uluslararası ilişkilere liberal yaklaşımı yansıtan yaptırımlarla ve muhtemelen doğrudan müdahaleyle karşı karşıya kalırlar.

Trump için beşeriyetin sonunu getirecek bir nükleer fırtına hiçbir koşulda kabul edilebilir bir bedel değil. Biden ve ‘yeni Babil’in kuralları için her şey masada. Ne yapmaya hazır oldukları ise bilinmiyor. Trump tecrübeli ve cüretkâr bir aktör olsa da, kararlarına rasyonellik ve fayda-maliyet analizi yön veriyor. Onu ikna etmek zor olabilir, ancak onunla müzakere etmek mümkün olmaya devam ediyor. İrrasyonel aktörler olan Biden ve destekçileri için durum böyle değil.

Kasım 2024’teki ABD seçimleri nihayetinde insanlığın hayatta kalma şansının olup olmadığını belirleyecek. Trump’ın zaferi, var olduğu anlamına gelir.

DÜNYA BASINI

7 Ekim’den sonra İsrail: Dekolonizasyon ve dağılma arasında

Yayınlanma

İsrailli tarihçi ve profesör Ilan Pappé, 7 Ekim 2023’ten bu yana Filistin’de yaşananların ne anlama geldiğini ve tarihin bu sürecin geleceğine nasıl ışık tuttuğunu yazdı. 

Al Jazeera‘de yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

7 Ekim’den sonra İsrail: Dekolonizasyon ve dağılma arasında

İsrail’de ne olacağını tahmin etmek zor, ancak tarih bize bir ipucu verebilir.

Ilan Pappe, 7 Ekim 2024

7 Ekim 2023’ün üzerinden bir yıl geçti. Bu anıtsal olayı ve onu takip eden gelişmeleri daha iyi anlayıp anlamadığımızı keşfetmenin zamanı geldi.

Benim gibi tarihçiler için bir yıl genellikle önemli sonuçlar çıkarmak için yeterli değildir. Ancak geçtiğimiz 12 ay içinde yaşananlar, en azından 1948’e ve hatta 19. yüzyılın sonlarında Filistin’deki ilk Siyonist yerleşimlere kadar uzanan çok daha geniş bir tarihsel bağlam içinde yer alıyor.

Dolayısıyla tarihçiler olarak yapabileceğimiz şey, geçtiğimiz yılı 1882’den bu yana tarihi Filistin’de yaşanan uzun vadeli süreçlerin içine yerleştirmektir. Bunlardan en önemli iki tanesini inceleyeceğim.

Kolonizasyon ve dekolonizasyon

İlk süreç sömürgeleştirme ve onun karşıtı olan dekolonizasyondur. İsrail’in geçtiğimiz yıl hem Gazze Şeridi’nde hem de işgal altındaki Batı Şeria’da gerçekleştirdiği eylemler, bu iki terimin kullanımına yeni bir itibar kazandırdı. Bu terimler, Filistin yanlısı aktivist hareketlerin ve akademisyenlerinin sözlüğünden Uluslararası Adalet Divanı gibi uluslararası mahkemelerin çalışmalarına geçmiştir.

Ana akım akademi ve medya hala Siyonist projeyi sömürgeci ya da daha doğru bir ifadeyle yerleşimci-sömürgeci bir proje olarak tanımlamayı reddediyor. Ancak İsrail önümüzdeki yıl Filistin’i sömürgeleştirmeyi yoğunlaştırdıkça, bu durum daha fazla kişi ve kurumu Filistin’deki gerçekliği sömürgeci, Filistin mücadelesini de sömürgecilik karşıtı olarak tanımlamaya ve terörizm ve barış görüşmeleri hakkındaki mecazları bir kenara bırakmaya teşvik edebilir.

Gerçekten de, “İran destekli terörist grup Hamas” veya “barış süreci” gibi ABD ve Batı medyası tarafından yayılan yanıltıcı dilleri kullanmayı bırakmanın ve bunun yerine Filistin direnişinden ve Filistin’in nehirden denize dek sömürgesizleştirilmesinden bahsetmenin zamanı gelmiştir.

Bu çabaya yardımcı olacak şey, Batılı ana akım medyanın hem analiz hem de bilgi açısından güvenilir bir kaynak olarak itibarının giderek azalmasıdır. Bugün medya yöneticileri dilde herhangi bir değişikliğe karşı canla başla mücadele ediyor, ancak eninde sonunda tarihin yanlış tarafında yer aldıklarına pişman olacaklar.

Bu söylem değişikliği önemlidir çünkü siyaseti, daha spesifik olarak da Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Demokrat Parti’nin siyasetini etkileme potansiyeline sahiptir. Daha ilerici Demokratlar Filistin’de yaşananlara ilişkin daha doğru bir dil ve çerçeveleme benimsemiş durumdalar.

Kamala Harris’in seçimleri kazanması halinde bunun Demokrat bir yönetimde değişim yaratmak için yeterli olup olmayacağını göreceğiz. Ancak İsrail’in içinde bulunduğu sosyal çöküş süreci, artan ekonomik kırılganlığı ve uluslararası izolasyonu, Demokratların ölü “barış sürecini” diriltmeye yönelik içi boş çabalarına son vermediği sürece böyle bir değişim konusunda iyimser değilim.

Donald Trump kazanırsa, bir sonraki ABD yönetimi en iyi ihtimalle mevcut yönetimle aynı olacaktır ya da en kötü ihtimalle İsrail’e açık çek verecektir.

Önümüzdeki ay yapılacak ABD seçimlerinde ne olursa olsun, bir şey doğru kalacak: Sömürgeleştirme ve sömürgesizleştirmenin bu ikiz çerçevesi, Gazze’deki soykırımı ve İsrail’in başka yerlerdeki maceracılığını durdurma gücüne sahip olanlar tarafından görmezden gelindiği sürece, bölgenin bir bütün olarak huzura kavuşması için çok az umut vardır.

İsrail’in dağılması

Geçtiğimiz yıl tüm gücüyle ortaya çıkan ikinci süreç ise İsrail’in dağılması ve Siyonist projenin olası çöküşü oldu.

Filistinlilerin mülksüzleştirilmesi yoluyla Arap dünyasının kalbine Avrupalı bir Yahudi devleti yerleştirme şeklindeki orijinal Siyonist fikir başından beri mantıksız ve ahlaksızdı ve pratik değildi.

Bu kadar uzun yıllar ayakta kalmasının nedeni, dini, emperyalist ve ekonomik nedenlerle böyle bir devletin, bazen bu çıkarlar birbiriyle çelişse bile, bu ittifakın bir parçası olanların ideolojik veya stratejik hedeflerini yerine getirdiğini düşünen çok güçlü bir ittifaka hizmet etmiş olmasıdır.

İttifakın, Arap dünyasının ortasında sömürgecilik ve emperyalizm yoluyla Avrupa’nın ırkçılık sorununu çözme projesi kader anına giriyor.

Geçmişte olduğu gibi kısa ve başarılı bir savaşa değil, tam bir zafer ihtimali çok az olan uzun bir savaşa giren bir İsrail, ekonomik açıdan, uluslararası yatırıma ve ekonomik refaha elverişli değildir.

Siyasi açıdan, soykırım yapan bir İsrail artık Yahudiler için, özellikle de bir inanç veya kültürel grup olarak geleceklerinin bir Yahudi devletine bağlı olmadığına ve aslında onsuz daha güvende olabileceklerine inananlar için o kadar da çekici değil.

Dönemin hükümetleri hala ittifakın bir parçası, ancak üyelikleri hep birlikte siyasetin geleceğine bağlı. Bununla kastettiğim şu; küresel ısınma, göç krizi, dünyanın pek çok yerinde artan yoksulluk ve istikrarsızlığın yanı sıra geçtiğimiz yıl Filistin’de yaşanan felaketler, pek çok siyasi elitin kendi halklarının temel istek, kaygı ve ihtiyaçlarından ne kadar uzak olduğunu ortaya koymuştur.

Bu kayıtsızlık ve mesafeliliğe meydan okunacak ve bununla başarılı bir şekilde yüzleşildiği her defasında, İsrail’in Filistin’i sömürgeleştirmesini sürdüren koalisyon zayıflayacaktır. Filistin içindeki ve dışındaki insanların etkileyici birliğini ve onlara destek veren küresel hareketin dayanışmasını yansıtan bir Filistin liderliğinin ortaya çıkmasına şahit olamadık. Belki Filistin tarihinin böylesine karanlık bir anında bunu istemek çok fazla, ancak bunun gerçekleşmesi gerekecek ve ben bunun gerçekleşeceğinden oldukça eminim.

Önümüzdeki 12 ay, İsrail’in soykırım politikaları, bölgedeki şiddetin tırmanması ve hükümetlerin, medyalarının da desteğiyle, bu yıkıcı gidişatı desteklemeye devam etmesi açısından geçtiğimiz yılın daha kötü bir kopyası olacak. Ancak tarih bize bir ülkenin kronolojisindeki korkunç bir bölümün bu şekilde sona erdiği söylüyor; yeni bir şeyin böyle başlayacağını değil.

Tarihçiler geleceği tahmin etmemelidir ama en azından gelecek için makul bir senaryo ortaya koyabilirler. Bu anlamda, Filistinlilere yönelik zulmün “bitip bitmeyeceği” sorusunun yerini artık “ne zaman” sorusunun alabileceğini söylemenin makul olduğunu düşünüyorum. “Ne zaman” olacağını bilemeyiz, ancak hepimiz bunun bir an önce gerçekleşmesi için çaba sarf edebiliriz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Yayınlanma

Hasan Nasrallah Filistin’in kurtuluşu yolunda öldü

Ali Abunimah, The Electronic Intifada
28 Eylül 2024
Çeviren: Leman Meral Ünal

İsrail’in geçtiğimiz cuma günü Beyrut’un güney banliyösünde düzenlediği bombalı saldırıda Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah’ı öldürmesi, en azından kısa vadede, Lübnan’da ve bölgede Siyonizm’e karşı direniş cephesini destekleyenler arasında büyük bir şok, umutsuzluk ve moral bozukluğuna yol açacak gibi görünüyor.

Zaten yapılmak istenen de tam olarak buydu.

(Cumartesi günü Hizbullah tarafından da doğrulanan) Nasrallah suikastı, Tel Aviv’in Gazze’deki soykırımına eşdeğer bir barbarlığa dönüşebilecek olan geniş çaplı Lübnan saldırısının ilk aşamalarındaki bir dizi taktiksel başarının ardından geldi.

Bunlar, neredeyse bir yıldır süren soykırımın ardından hazmedilmesi dahi zor düşünceler.

Önce çağrı cihazı ve telsiz saldırıları, ardından Hizbullah’ın üst düzey liderlerinin ve şimdi de bizzat örgütün liderinin peş peşe öldürülmesi…

Nasrallah’ın da son konuşmasında itiraf ettiği gibi, örgüt çağrı cihazı saldırılarıyla gerçekten de ağır bir darbe aldı. Ancak daha da kötüsü kapıdaydı. Güvenlik konusunda ciddi ihlallerin olduğu ise ayan beyan ortada.

Nasrallah’ın taktiksel ve stratejik düşünce yeteneği ile direniş ekseninin en önde gelen, en güven veren ve en çıkışsız zamanlarda dahi destekçilerine sonsuz bir ilham ve güven veren bir lider olduğu [tespiti] abartı değil.

İsrail, Washington ve bazı Arap başkentlerinde yaşanan coşku, Nasrallah’ın sayıca çok daha fazla olan destekçilerinin kederiyle aşılacaktır elbette.

Direniş cephesi açısından yaşanan kaybın hem hakiki hem de trajik olduğu konusunda bir şüphe yok, zira sadece İsrail’in güçlü cephaneliğiyle değil, aynı zamanda ABD’nin ve Batı’nın topyekûn kaynak seferberliği ile karşı karşıyalar.

Bir de tabii İsrail’in bu saldırıları arka arkaya gerçekleştirebilme becerisi, pek çok kişinin gözünde Hizbullah’ın destansı kudreti ve operasyonel güvenliğine olan inancı da sarsacaktır.

Yine bu saldırılar Tel Aviv’in Gazze’de bir yıllık askeri başarısızlığı ve Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki İsrail ordusunun Gazze tümenini yok eden askeri saldırısını önleyememesinin ardından Batılı ve Arap destekçileri nezdinde kaybettiği prestijini geri kazanmasına da yardımcı olacaktır.

Her ne kadar Hizbullah tarihi Filistin’in kuzeyindeki İsrail askeri varlıklarını ve yerleşim yerlerini roketlerle vursa da, bölgedeki pek çok kişi direniş ekseninin İsrail’in artan saldırganlığı karşısında neden daha sert ve acımasız bir karşılık vermediğini sorguluyor- üstelik İsrail’in Lübnan’da ve başkent Beyrut’ta sivillere yönelik bombardımanları bu denli yoğunlaşmışken…

İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi öldürmesinin ardından misilleme sözü veren İran’ın neden bu kadar itidalli davrandığı da yine pek çok kişinin aklındaki bir başka soru. İran’ın tepkisizliğinin İsrail’in daha da küstahlaşan şiddetini cesaretlendirdiği yönünde giderek yaygınlık kazanan bir algı var.

“Şok ve dehşet” zafer demek değil

Gazze’de bir yıldır devam eden ve şimdi İsrail’in Lübnan’a da sıçrattığı soykırım saldırılarının ardından hızla değişen mevcut durumun ve duygu selinin ortasında uzun vadeli bir perspektif koymak zor. Ancak sağlıklı bir analiz için bunu yapmak gerekiyor.

Şunu hatırlamakta fayda var: Neredeyse tüm asimetrik savaşlarda, en güçlü taraf- işgalci ya da sömürgeci- saldırıya geçtiğinde, genellikle hızlı ve çarpıcı bir başarı elde ediyormuş gibi görünür.

Tam da bu yüzden “şok ve dehşet” (1990’larda geliştirilen ve ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde açıkça duyurulan) bir Batı, özellikle de Amerikan askeri doktrininin adıdır.

“Hızlı hakimiyet” olarak da adlandırılan bu doktrin, ezici ve göz alıcı şiddet nümayişiyle karşı tarafı moral olarak çökertmeyi ve felç etmeyi hedefler.

Bu doktrininin planlayıcılarına göre asıl erek, “düşmanın algılarını ve olayları kavrayış yetisini öyle aşırı derecede zorlamaktır ki taktik ve stratejik seviyelerde herhangi bir şekilde direniş gösteremesin.”

Son yıllarda defalarca gördüğümüz, şu anda da tanıklık ettiğimiz işte budur.

Amerika Birleşik Devletleri 11 Eylül saldırılarından yalnızca haftalar sonra Afganistan’a saldırdı ve Usame bin Ladin’i barındırdığı gerekçesiyle Taliban hükümetini hızla devirdi.

Bu hızlı başarının ardından artan Amerikan özgüveni, Washington’u bir sonraki projesine geçmeye teşvik edecekti: Mart 2003’teki Irak işgali.

Saddam Hüseyin çabucak devrildi; Amerikan tanklarının Bağdat’ı kontrol altına almasıyla Başkan George W. Bush o yılın 1 Mayıs’ında meşhur “Görev Tamamlandı” konuşmasını yaptı- ABD hem Afganistan’da hem de Irak’ta direniş karşısında bir yıpratma savaşına girerken bu sözler peşini bırakmayacaktı.

Bu hızlı zaferler, ya da öyle gibi görünen zaferler, o dönemde Amerikan güçlerinin Şam ve Tahran’a ya da belki de Amerika’nın hedef listesindeki diğer “haydut devletlere” doğru ilerleyeceğine dair hakiki korkuların fitilini ateşledi.

“Afganistan Belgeleri” sayesinde artık eminiz ki, Washington’daki savaş çığırtkanları savaşı kaybettiklerini başından beri biliyorlardı ama neredeyse yirmi yıl boyunca Amerikan halkına kazandıkları yalanını söylediler.

Ve Amerika’nın Afganistan’dan çekildiği Ağustos 2021’e gelindiğinde, Kabil Havalimanı’nda yaşanan o onur kırıcı geri çekilme, tıpkı mağlup Amerikalıların Vietnam Saygon’daki ABD büyükelçiliğinin çatısından helikopterlerle tahliye edildiği kaotik sahnelere benziyordu.

İsrail söz konusu olduğunda da bu durum açıkça görülmekte. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgal ettiğinde – bu saldırıya “Celile Barış Harekatı” adını vermişti- güçleri hızla kuzeye, Beyrut’a kadar ilerledi ve Siyonist yerleşimci devletin tarihinde ilk kez bir Arap başkentini kuşatarak işgal etti.

İsrail on binlerce Lübnanlı ve Filistinli sivili katletmiş ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nü ise sürgüne zorlamıştı. Ancak Tel Aviv’in gözünde, bu başarı kısa sürede başarısızlığa dönüştü.

Uzun süren işgal sırasında İsrail’e karşı direniş büyüdü, özellikle de İsrail işgali sırasında var olmayan bir örgüt olan Hizbullah’tan.

Hizbullah ve diğer direniş örgütleri, İsrail Mayıs 2000’de işgal altındaki Güney Lübnan’dan yenilgiyle çekilene kadar, yirmi yıl boyunca İsrail işgal güçlerine yıpratıcı bir savaş yaşattı.

İsrail’in Gazze’deki Amerikan destekli soykırımı bağlamında bile, Gazze’nin şu ya da bu bölümünün tamamen kontrol altına alındığına dair süreklileşen iddiaları hızla çöküyor. Gerçek şu ki direniş, Gazze’nin her yerinde savaşmaya devam ediyor.

Şimdiye kadar İsrail ve Amerika’nın kafa kafaya vererek kurduğu, yenilmiş bir Hamas’ın yerini Arap destekli Filistinli işbirlikçi bir başka gücün alacağı “ertesi gün” planlarının hepsi birden çöktü.

Tükenmiş bir İsrail’in Gazze’de devam eden başarısızlığını görmezden gelmek, kim bilir belki de İsrail’i Lübnan’da olağanüstü bir “başarı” aramaya iten faktörlerden biridir.

Dönüm noktası

Bu tokat etkisi yaratan içinde bulunduğumuz an, Batı destekli ırkçı, yerleşimci-sömürgeci Siyonizm’den kurtuluş için verilen uzun bölgesel savaşta bir dönüm noktasıdır. Siyonizm’in bir asırlık yağma ve dehşetine rağmen ne Lübnan ne de Filistin halkı teslim oldu ve şimdi de teslim olacaklarına inanmak için elde hiçbir neden yok.

Aksine, ilk şokun ardından direnişin kararlılığı artacak ve kurtuluş mücadelesinin başından bu yana her aşamasında olduğu gibi çember genişlemeye devam edecektir.

Nasrallah’ın Amerikan bombaları, Amerikan savaş uçakları ve muhtemelen Washington’un başkaca yardımlarıyla öldürülmesi, İsrail’in hayatta kalmak için dayandığı güç olan ABD’nin küresel gücünün aşağı doğru düşüşte olan seyrini değiştirmeyecektir.

Bir de tabii Siyonistlerin suikastı her zaman birincil taktik olarak kullandıklarını da hatırlamak gerek. Ancak onların savaşı yalnızca bireysel liderlere dönük değil, kararlılıkları kolayca söndürülemeyecek olan halkların tümünedir.

Nasrallah, selefi Abbas el Musavi’nin 1992 yılında İsrail tarafından öldürülmesinin ardından Hizbullah liderliğini üstlenmişti ve geçen yıllar boyunca örgütü eşi benzeri görülmemiş bir güce ulaştırdı.

Elbette bu güç tek bir kişinin iradesine değil, davaya derinden bağlı ve – Nasrallah’ın kendisinin de belirtmekten asla geri durmadığı gibi- kurtuluş yolunda büyük fedakarlıklar yapmaya istekli dirençli bir sosyal tabana dayanıyor.

Şayet İsrail ordusu “Hamas bir fikir, Hamas bir partidir” diyerek Hamas’ın yok edilemeyeceğini ima ediyorsa, o halde Hizbullah’ı ne yapacağız?

Belki de en ağır gerçek şu ki, Filistin’i ve bölgeyi Siyonizm’den kurtarma savaşı bölge halkları için Cezayir, Vietnam, Güney Afrika ve Avrupa-Amerikan imparatorluğu tarafından hedef alınan diğer özgürlük savaşlarından daha az acımasız olmayacak.

En nihayetinde işgalciler ve sömürgeciler olarak andıklarımız aynı ülkeler ve bu işgalci egemen sınıfların topraklarını ve haklarını gasp etmeye çalıştıkları insanlara karşı besledikleri soykırım nefreti biraz olsun azalmadı.

Nasrallah’a gelince, o tıpkı kendisinden öncekiler gibi Filistin’i özgürleştirme yolunda canını verdi ve mücadele sürüyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Vali Nasr: ‘İran’ın füze saldırısı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi’

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İran’ın İsrail saldırganlığına karşı neden şimdi yanıt verdiğini açıklamaya çalışıyor. Tahran’ı bu saldırıya iten sebepleri ve olası sonuçları değerlendiren makalenin yazarına göre saldırı riskli ancak hesaplanmış bir hamleydi. Tahran’ın hesabının ABD’nin bölgesel savaş istememesine dayandığını savunan yazara göre sonuç, İran’ın düşündüğünden farklı gelişebilir.

***

İran Neyi Kanıtlamaya Çalışıyor?

Tahran’daki liderler, Washington’un bölgesel bir çatışmayı önlemek için İsrail’i dizginleyeceğine inanıyor.

Vali Nasr

1 Ekim’de İran bu yıl ikinci kez İsrail’e doğru 200’e yakın füze fırlattı. Bu seferki saldırıda daha gelişmiş füzeler kullanıldı ve çok az ön uyarı yapıldı. Füzeler büyük bir hasara yol açmadı, ancak İran’ın İsrail’e saldırma iradesini ve yeteneğini ve İsrail’in savunma sistemlerini muhtemelen zarar verici şekillerde delme kapasitesini gösterdi. Bu, Gazze’de bir yıldır süren savaşın yanı sıra Ortadoğu’nun güvenliği ve istikrarı açısından da önemli bir dönüm noktasıdır. Peki, İran’ın liderleri neden şimdi İsrail’le bu kadar cüretkâr bir şekilde karşı karşıya gelmeyi seçti ve İran’ın bundan sonra nasıl hareket etmesi bekleniyor?

Bu son saldırının en yakıcı nedeni misillemeydi. İran, İsrail’in temmuz ayında Tahran’da Hamas lideri İsmail Heniyye’yi öldürmesine ve yakın zamanda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve Devrim Muhafızları’ndan General Abbas Nilforuşan’ı Beyrut’ta öldürmesine karşılık verdiğini iddia etti. Tahran, intikam almanın ötesinde, Lübnan’da Hizbullah’a ciddi zarar veren bir dizi olağanüstü askeri ve istihbarat başarısının ardından İsrail’in agresif tavrına karşı bir caydırıcılık kurmayı da ummuş olabilir.

Ancak intikam almak tehlikeli bir kumardır zira bunu İsrail’in güçlü bir misillemesi ve İsrail ve ABD ile topyekûn çatışmaya doğru maliyetli bir sarmalın izlemesi muhtemel.

Atlantik Konseyi: İran’ın İsrail saldırısı “tarihi fırsat”

İran, Gazze’deki İsrail-Hamas savaşını Orta Doğu için stratejik açıdan yeniden konumlanma olarak gördü. Bu, Filistinlilerin kötü durumunun yeniden öne çıkması anlamına geliyordu ve savaşa verilen bölgesel ve küresel tepki İsrail için hızla diplomatik bir ikilem yarattı. Hamas’ın 7 Ekim 2023’teki ilk saldırısından bu yana Tahran ve direniş ekseni olarak bilinen müttefikleri, İran’ı ABD ile doğrudan karşı karşıya getirebilecek daha büyük bir bölgesel savaştan kaçınırken bu ikilemi derinleştirmeye çalıştılar.

İsrail ise Gazze savaşını genişleterek ve İran ile ABD’yi karşı karşıya getirerek içinde bulunduğu ikilemden çıkmak istiyor. ABD, İran ve Hizbullah’ın saldırılarına karşı İsrail’i desteklemek için Orta Doğu’daki askeri varlığını artırdı. İsrail’in Hizbullah ve İran’la yaşadığı çatışmanın açık bir savaşa dönüşmesi halinde Washington da İsrail’in yanında yer alacaktır.

Tahran, Heniyye’nin Tahran’ın kalbinde öldürülmesinin ve ardından Nasrallah’ın Beyrut’taki kalesinde suikasta uğramasının İran’ı bu tuzağa çekmeyi amaçladığı sonucuna vardı. Heniyye’nin öldürülmesinden bu yana İran’ın ikilemi, İsrail’in ekmeğine yağ sürmeden stratejisini nasıl sürdüreceği oldu. Heniyye’nin öldürülmesine tepki vermemeye karar verdi ama Nasrallah öldürüldüğünde bunu yapamadı.

Hizbullah İran’ın bölgedeki en önemli müttefiki ve Tahran kendisini Hizbullah’tan geriye kalanları korumak zorunda hissediyor. Ayrıca, Nasrallah Arap dünyasında geniş bir etkiye sahipti ve İran’ın bölgesel nüfuzunu destekleyen vekil ağının hem beyni hem de hayati önemdeki kilit noktasıydı. Onun suikastı İran için büyük bir darbe oldu; buna tepki vermemek, İslam Cumhuriyeti için bir meşruiyet krizi anlamına gelecekti.

İran Meclis Başkanı Kalibaf’tan İsrail’e: Saldırırsanız yok olursunuz

İsrail’in Hizbullah’ı yok etmek için 17 Eylül’de yüzlerce çağrı cihazının patlatılmasıyla başlayıp Nasrallah suikastıyla ve şimdi de kara harekatıyla devam eden cüretkâr saldırısı, İsrail’in üstünlüğü ele geçirme konusunda kendinden emin olduğunu gösterdi. İran bu imajın tartışmasız kalmasına izin veremezdi.

Tahran’ın eylemsizliği, hem Arap dünyasında genellikle İran’a sempati duyan kesimlerden hem de İran içinde, özellikle de ülkenin bölgesel politikalarını destekleyen muhafazakârlar arasında İran hükümetinin yaygın bir şekilde kınanmasına yol açtı. Hizbullah’ı yüzüstü bırakmak ve İsrail’in baskısı karşısında boyun eğmekle ilgili öfkeli suçlamalar şok etkisi yarattı ve İran yönetimi üzerinde harekete geçme baskısı yarattı. Salı günkü füze saldırısı riskli bir hamleydi ancak fevri bir tepki değildi. Tahran’daki daha karmaşık bir hesaplamanın sonucuydu.

İran, İsrail’i vurabilecek hem cürete hem de kabiliyete sahip olduğunu göstermek istedi. Ancak aynı zamanda, resmi ve İran’a sempati duyan medyada ve sosyal medyada da görüldüğü gibi, Orta Doğu’da İsrail’le doğrudan yüzleşmeye hazır tek ülke olduğunu da göstermek istedi. Bu durum Arap sokaklarında övgü toplayabilir ama muhtemelen İsrail’in misillemesine yol açacak ve İran’ın şimdiye kadar kaçınmayı umduğu savaşa neden olacak.

İran’ın Nisan ayında Şam’daki konsolosluğuna yönelik İsrail saldırısına verdiği yanıt -İsrail’e karşı yaklaşık 300 drone ve füze fırlatılması- İsrail’in, Heniyye ve Nasrallah suikastlarıyla gelen daha sonraki tırmanışlarını caydırmadı. Bu son füze saldırısının da İsrail’i kesin olarak caydırması mümkün görünmüyor.

Netanyahu’nun misilleme için ABD ile koordinasyon arayışı

Ancak bu, ABD açısından durumu daha kritik hale getiriyor. İran’ın amacı İsrail’i caydırmak değil, ABD’yi bunu yapmaya zorlamaktır. Bu yalnızca bir hayal ya da umutsuz bir girişim değil. Her ne kadar Batı medyasında Biden yönetiminin İsrail’in karar alma mekanizması üzerinde çok az etkisi olduğu ve Nasrallah’ın suikastından önceden haberdar olmadığı yönünde yaygın bir kanı olsa da son dönemde yaşananlar İran’ın aksini düşünmesine yol açtı.

Nisan ayında Washington, arabulucular aracılığıyla Tahran’a yoğun bir şekilde baskı yaparak İran’ın vereceği tepkiyi ayarlamaya çalıştı ve ardından İsrail’e, İran’ın füze saldırısına misillemede ölçülü olması için baskı yaptı. Washington’ın müdahalesi başarılı oldu. İran füze saldırısını önceden duyurdu, bu da İsrail, ABD ve Arap müttefiklerine gelen drone ve füze dalgasını başarılı bir şekilde önlemek için yeterli zamanı verdi. İsrail Heniyye’yi Tahran’da öldürdüğünde Washington, Tahran’ı Gazze’deki olası ateşkes anlaşmasını bir diplomatik fırsat olarak kullanıp tepki vermemesi için ikna etti.

Tahran o zaman ateşkes görüşmeleri sırasında Hamas’ın elini zayıflatmayacağını ve diplomatik bir başarısızlıktan sorumlu tutulmak istemediğini söylemişti. Bu kez de Tahran, İsrail’i dizginlemesi için Washington’a bakacak ve bölgesel bir yangın tehdidinin ABD’yi İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’ya baskı yapmaya zorlayacağını umacak.

İran, İsrail’in bölgedeki tüm güvenlik sorunlarını Hamas, Hizbullah ve Husileri ezecek ve İran’ın elini kolunu bağlayacak büyük bir savaşla kesin olarak çözmek istediğine inanıyor. Bu, uzun ve ABD’nin katılımını gerektirecek bir savaş.

ABD hükümeti, Ortadoğu’da yeni ve maliyetli bir askeri karışıklıktan kaçınmak istese de şu ana kadar İsrail’in bu stratejiyi kararlı bir şekilde sürdürmesine karşı koymayı başaramadı. Kasım ayındaki başkanlık seçimleri yaklaşırken ve Biden yönetimi zaten topal ördek konumundayken ABD son günlerde İsrail’e boyun eğdi.

Başkan Joe Biden, Nasrallah’ın ölümünün ardından yaptığı açıklamada sivil ölümlerinden ya da birkaç yüksek binayı yerle bir eden saldırı sırasında bir yerleşim bölgesinde 2.000 kiloluk sığınak delici bombaların kullanıldığından hiç bahsetmedi. ABD hükümeti Lübnan’da yaşanan ve 1 milyona yakın insanın yerinden edilmesine yol açan insani krizi de görmezden geldi. Benzer şekilde Washington, İsrail’in zaten insani bir felaketin pençesindeki Yemenlileri derinden etkileyecek olan Hudeyde limanını ve Yemen’in yakıt depolarını bombalamasına da itiraz etmedi.

İsrail işgaline ABD koruması

Tahran’daki yetkililere göre ABD’nin vurdumduymazlığının tek istisnası, Washington’un yakın bir bölgesel savaş ihtimaliyle karşı karşıya kalması. Tahran’ın planı, Biden’ı bu senaryoyla yüzleşmeye zorlayarak Washington’u harekete geçirmek. İran ancak ABD’nin daha büyük bir savaştan kaçınma arzusu ile İsrail’in savaşı göze alma stratejisi arasındaki uçurumdan faydalanarak kendi bölgesini ve çıkarlarını koruyabileceğine inanıyor. Buna, İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve dış politika ekibi tarafından açıkça ifade edilen ABD seçimlerinden sonra Batı ile nükleer müzakerelere girme kapısının açık tutulması da dahil.

ABD hükümetinin bölgesel bir savaş istemediği ve hatta bir savaşın içine girmeyi hiç arzu etmediği doğru. Ancak Tahran, İran’ın İsrail’e doğrudan saldırması halinde Washington’un böyle bir savaşı önleme istek ve kabiliyetini muhtemelen abartıyor. İran kısasa kısas bir tırmanışa kilitlendikçe, ABD’nin sempatisi İsrail’den yana olacak ve Washington müdahale ederse, bu müdahale İran’ın İsrail’e karşılık vermesini engellemek için olacaktır ki bu da er ya da geç ABD ile İran arasında bir çatışmaya yol açacaktır.

Nükleer görüşmeler ve İran’a yönelik yaptırımların hafifletilmesi, bu çatışmanın ilk kurbanı olabilir. Aslında, İran ve İsrail arasındaki çatışmalara rağmen görüşmeler bir şekilde devam etse bile İran’ın elde edeceği yaptırımların hafifletmesi kazanımı İsrail ile olan tırmanışa yanıt olarak uygulanacak yeni yaptırımlarla dengelenecektir. İran, ABD müdahalesine güvenerek mevcut duruşunu sürdüremeyecektir.

Ocak 2025’e kadar Orta Doğu güvenliği, hesaplanmış İsrail ve İran tırmanışlarının mengenesinde sıkışıp kalacaktır. Bu güvenliğin korunması, iki aktörden birinin yanlış hesap yapıp yapmamasına bağlı. Ancak ABD’nin tercihi de bir o kadar önemlidir: Washington, gerilimi azaltmak için diplomatik olarak mı müdahil olacak, yoksa İran’ı geri adım atmaya zorlamak için askeri olarak mı devreye girecek?

Washington için de her tırmanışta durumu idare etmeye yönelik mevcut strateji, korkulan savaşı önlemeyecektir. Bunun için, ABD’nin Ortadoğu’yu kasıp kavuran bu çatışmanın nihai sonucunu şekillendirmeye kararlı olması, yalnızca son krizlere tepki vermekten öteye geçmesi gerekmektedir.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English