Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Amerikan muhafazakârları AP seçimlerine bakıyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 2000’lerin başındaki yeni muhafazakâr (neo-con) Bush yönetimine karşı “paleo-muhafazakârlık” olarak bilinen akımı savunan (öyle ki, dergi 2006 seçimlerinde Bush’a karşı Demokratlara oy verilmesi çağrısında bulunmuştu) The American Conservative (TAC) dergisinde yayınlandı. Yazar David Goldman, TAC’nin Avrupa’daki “milli-muhafazakâr” akımların muhabiri gibi davranmaktadır. Makale esas olarak AfD’nin performansına ve Almanya’nın geleceğine odaklansa da, bir bütün olarak Avrupa’daki “milli-muhafazakâr” akımın iktidar olanaklarını da araştırmakta. Esas olarak Ukrayna savaşının AP seçimlerindeki seçmen davranışını etkilediğini düşünen Goldman, “müesses nizam” karşıtı AfD ve BSW’nin eylül ayındaki eyalet seçimlerinde de iktidara gelebilecek gücü elde edebileceğine inanıyor. Goldman’ın, AfD hakkında Elon Musk’ın attığı bir tweeti hatırlatması da ayrıca manidar. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Avrupa, Ukrayna savaşına karşı oy verdi

David P. Goldman
The American Conservative
12 Haziran 2024

Seçmenlerin 9 Haziran Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Müesses Nizam partilerine çarpıcı bir yanıt vermesinden hemen önce, Alternative für Deutschland’ın (Almanya için Alternatif) iç anketörleri, Ukrayna savaşının Alman seçmenler için en önemli endişe kaynağı olduğunu bildirdi. AfD’nin iç belgesine göre, ankete katılanların yüzde 26’sı “barışı güvence altına almanın” bir numaralı kaygıları olduğunu söylerken, bunu yüzde 23 ile sosyal güvenlik ve yüzde 17 ile göç takip ediyor.

Almanya’nın barış partileri AfD ve solcu Sahra Wagenknecht İttifakı oyların sırasıyla yüzde 16 ve yüzde 6’sını alırken, iktidardaki Sosyal Demokratlar sadece yüzde 14 oy alabildi. 2019 seçimlerinde yüzde 20,5 oy alan Yeşiller ise –şimdi Ukrayna Savaşı’nın en ateşli destekçisi– yüzde 12’ye geriledi.

Ukrayna’ya asker gönderme konusunda en istekli Avrupalı lider olan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise sürpriz bir şekilde küçük düştü. Macron’un partisi yüzde 15’in altında oy alırken, sağcı Ulusal Birlik yüzde 31 oy aldı. Barış partilerinin en büyük kazananlar olduğu Almanya’nın aksine, Fransız sağı Ukrayna Savaşı konusundaki tutumunu değiştirdi. Fakat Avrupa’nın Batı askerlerini göndermeye en istekli liderinin reddedilmesi, savaş karşıtı duyguların bir göstergesi.

Pazar günkü oylama bir protestoydu ama henüz bir devrim değildi. Batı Avrupa’nın milli-muhafazakâr partileri tek meseleden, göçmen karşıtı kalıptan çıktılar, fakat henüz kendi ülkelerini yönetmeye hazır değiller. Doğu Avrupa’da Macaristan, Slovakya ve Sırbistan, muhtemelen Ekim 2025 seçimlerinden sonra Çek Cumhuriyeti’nin de katılacağı savaş karşıtı bir blok oluşturuyor.

Yine de pazar günü Avrupa’yı sarsan siyasi depremin bu yıl bitmeden geniş kapsamlı sonuçları olabilir.

Avrupa’nın milli muhafazakârları için bir sonraki dönüm noktası eylül ayında Almanya’nın üç eyaletinde (Saksonya, Brandenburg ve Thüringen) yapılacak ve AfD’nin açık ara önde olduğu eyalet seçimleri olacak. Almanya’nın Müesses Nizam partileri AfD ile hiçbir koşulda koalisyon kurmayacaklarını açıklasalar da AfD’nin üç eyalette alacağı olası bir çoğunluk bu ablukayı kırabilir.

Ana akım yorumcular Avrupa’daki milli muhafazakâr yükselişi göçe karşı bir tepki olarak değerlendiriyor ama veriler bunun aksini gösteriyor: Pazar günkü seçim depremi, seçmenlerin Ukrayna savaşının bir Avrupa çatışmasına dönüşmesi tehlikesine ilişkin endişelerine bir yanıttı.

Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri sınırlı ve Müesses Nizam siyasetçisi Alman Ursula van der Leyen popülist yükselişe rağmen çoğunluğu elinde tutacak. Avrupa Parlamentosu’ndan daha da önemlisi, Avrupa’nın en büyük iki ülkesi Almanya ve Fransa’nın ulusal politikalarındaki tektonik değişim. 

Almanların sadece yüzde 30’u iktidar koalisyonunu oluşturan Sosyal Demokratlar, Yeşiller ya da Hür Demokratlara oy verdi. En kötü performansı gösteren parti ise yüzde 12 oy oranıyla Yeşiller oldu. 2019 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bu oran yaklaşık yüzde 20’ydi. Bir zamanlar Almanya’nın en büyük partisi olan Sosyal Demokratlar ise sadece yüzde 14 oy alabildi. SPD’nin eski solcu lideri Oskar LaFontaine’in eşi Sara Wagenknecht tarafından kurulan yeni parti yüzde 6 oy aldı. Küçük Hür Demokrat Parti ise sadece yüzde 5 ile parlamentoda temsil edilme eşiğinde kaldı.

Bu rakamlar Almanya’da Ekim 2025’te yapılacak bir sonraki ulusal seçime kadar devam ederse, Müesses Nizam partilerinin parlamentoda çoğunluğu elde edebilecekleri bir siyasi aritmetik yok. Eski Blackrock yöneticisi Friedrich Merz’in liderliğindeki Hıristiyan Demokratlar, Ukrayna’ya “eğitmen” göndermeyi ya da Almanya’nın Taurus seyir füzesinin Rusya içindeki hedefleri vurmasına izin vermeyi reddeden iktidardaki Sosyal Demokratlara göre Ukrayna konusunda daha şahin bir tutum sergiliyor. Fakat Yeşiller ile kurulacak bir CDU/CSU koalisyonu parlamentonun yalnızca yüzde 42’sine sahip olacaktır. Hür Demokratlar yüzde 5’i geçemeyebilir ve Federal Meclis’ten düşebilir. Yıpranmış ana akım partilerin salt çoğunlukla bir hükümet kurması teorik olarak mümkün olsa da ülke her açıdan yönetilemez hale gelecektir.

İşte bu nedenle Eylül ayındaki bölgesel seçimler Alman siyasetinde bir dönüm noktası olabilir. Doğu Almanya’nın en büyük eyaleti Saksonya’da AfD yüzde 31,8 oy oranıyla Avrupa Parlamentosu seçimlerinde birinci olurken, Hıristiyan Demokratlar yüzde 21,8 ile ikinci sırada yer aldı. Thüringen’de AfD yüzde 30, Sahra Wagenknecht İttifakı yüzde 16 oy alırken, Hıristiyan Demokratlar yüzde 20, SPD ise yüzde 7 oy aldı. Brandenburg’da da AfD yüzde 25 oy oranıyla önde gidiyor. AfD ve Wagenknecht’in partisinin bu üç eyaletten birini ya da birkaçını yönetmeye yetecek oy oranına sahip olması oldukça olası. Büyük partilerden birinin blokajı kırması ve AfD ile bir hükümet koalisyonu kurması daha muhtemel.

AfD’nin pazar günü yapılan seçimlerde elde ettiği başarı, Almanya’nın ana akım basını ve güvenlik kurumları tarafından aylarca karalandıktan sonra daha da dikkat çekici hale geldi. FBI’ın ülkedeki muadili olan Federal Anayasa Koruma Teşkilatı, bu yılın başlarında AfD’yi “aşırı sağcı örgüt” olarak etiketledi. AfD bu devlet kurumuna dava açmış ancak 13 Mayıs’taki mahkeme kararıyla davayı kaybetmişti. AfD’nin Avrupa Parlamentosu adayı Maximilian Krah (geçtiğimiz ekim ayında bu yayında kendisiyle yapılan röportaj), Donald Trump dışındaki tüm siyasi figürlerden daha fazla eleştiri aldı. 23 Nisan’da Krah’ın parlamento ofisinde çalışan bir kişi Çin için casusluk yaptığı iddiasıyla tutuklandı; daha sonra Bild-Zeitung, Çin kökenli Alman vatandaşlığına geçmiş olan söz konusu casusun uzun süredir Alman güvenlik servislerinin muhbiri olduğunu ortaya çıkardı.

Almanya’nın en önemli haber dergisi Der Spiegel, 26 Nisan’da AfD ile ilgili kapak haberine “Vatana İhanet” başlığını atarak, Moskova ve Pekin’den –kanıt olmaksızın– ödemeler yapıldığını iddia etti. Spiegel, “AfD kendisini vatansever olarak sunuyor,” diyordu, “fakat Rusya’dan ve Çinli olduğu iddia edilen bir casustan aldıkları olası ödemeler onları vatan haini olarak ifşa ediyor.”

AfD’nin yıpratılması, seçimden bir ay önce Alman medyasının birbirini tekrarlayan görüşleri aracılığıyla güçlendirilen Trump’ın Russiagate’inin tanıdık senaryosunu takip etti. Yine de AfD pazar günkü seçimlerde liderliğinin beklediğinden daha iyi bir sonuç elde etti. En önemlisi, AfD’ye Hıristiyan Demokratlar kadar çok sayıda genç Alman oy verdi. Sandık çıkış anketlerine göre gençlerin oylarının yüzde 30’u, genç Almanlar arasındaki derin hoşnutsuzluğu yansıtıyor. Ukrayna için savaşa girmek istemiyorlar. Günlük yaşamlarında saldırgan göçmen çeteleriyle karşı karşıyalar. Ve hükümetlerinin dört kişilik bir aileye verdiği aylık 3.000 avroluk Bürgergeld ya da sosyal yardım ödemesinden şikayetçiler; bu miktar, tipik bir üniversite mezununun vergilerden sonra eve götürdüğünden daha fazla. Bürgergeld alanların dörtte üçü yabancılardan oluşuyor.

Elon Musk 9 Haziran’da, “AfD hakkında neden bu kadar olumsuz bir tepki var?” diye tweet attı. “Sürekli ‘aşırı sağ’ diyorlar ama AfD’nin politikaları hakkında okuduklarım bana aşırı gelmiyor. Belki de ben bir şeyleri gözden kaçırıyorum.” AfD’nin suçu aşırı sağcılık değil, Atlantikçi bir gündem yerine Alman egemenliğini desteklemesi.

Macaristan Başbakanı Viktor Orbán, Ağustos 2023’te Tucker Carlson ile yaptığı bir söyleşide, Almanya’nın Kuzey Akım doğalgaz boru hattının bombalanması konusunda ABD’ye karşı çıkmamasının “aslında egemenlik eksikliğinin bir kanıtı” olduğunu gözlemlemiştii. Macar başbakanı isabetli konuşuyordu: Amerikan derin devleti Almanya’nın güvenlik servisleri, medyası, düşünce kuruluşları ve kamusal yaşamın diğer kurumları üzerinde aşırı bir etkiye sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri’nin ülkede Soğuk Savaş’ın zirvesindeki 200.000 askerden sadece 38.000 askeri var, fakat sanal işgal devam ediyor. 

AfD’nin politikaları Batı yanlısı ya da karşıtı kategorilerine sokulamaz. Liderleri Ukrayna savaşının yararsızlığı konusunda Macaristan lideri Orbán ile hemfikir. Orbán gibi AfD de Gazze çatışması boyunca İsrail’e güçlü destek verdi. AfD, Çin ile ticaret ve yatırıma açık – ama nisan ortasında bir düzine Alman CEO’yu Pekin’e götüren Sosyal Demokrat Şansölye Olaf Scholz da öyle.

AfD liderlerinin çoğu, ülkenin yeniden birleşmesine başkanlık eden ve pek de önemsenmeyen Şansölye Helmut Kohl’ün partisiyle özdeşleşen eski Hıristiyan Demokratlardan oluşuyor. Angela Merkel’in 16 yıllık iktidarında CDU sola kaymış, 2016’daki “Yapabiliriz” [siyaseti] kitlesel göçü desteklemiş ve Yeşilleri yatıştırmak için Almanya’nın nükleer enerji endüstrisini kapatmıştı.

AfD, Hıristiyan Demokratların olması gereken parti olmak istiyor. Partinin bazı üst düzey liderleri henüz hükümet edebilecek liderlik derinliğine sahip olmadıklarını kabul ediyor. Bir AfD lideri bana, “Bu bir maraton, koşu değil,” dedi. Fakat Eylül ayında oylama yapılacak üç eyaletteki muhtemel seçim zaferleri, AfD’ye eyalet düzeyinde güç sahibi olmak için ilk şansını verecek. AfD liderleri bunun partiyi ulusal düzeyde yönetime hazırlayacağını umuyor.

DÜNYA BASINI

“İsrail siyaseti o kadar sağa kaydı ki Netanyahu nispeten ılımlı görülüyor”

Yayınlanma

Yazar

Ahmed Maher tarafından kaleme alınan ve Majalla’da yayımlanan bu makale, İsrail siyasetinin sağa kayışını ve merkez-solun neredeyse yok oluşunu derinlemesine inceliyor. Makale, Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırıcıların Overton Penceresi’ni sağa iterek Netanyahu’yu ılımlı gibi gösterdiğini, İsrail kamuoyunun ise giderek daha militarize olduğunu vurguluyor. Filistin devletine verilen destekteki dramatik düşüşe ve Netanyahu’nun sert politikalarına artan desteğe dikkat çeken yazı, İsrail’in geleceğine dair distopik bir tablo çiziyor.

***

Tek boynuzlu atlardan distopiklere: İsrail merkezinin yok oluşu

Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırılık yanlıları Overton penceresini* o kadar sağa itti ki Netanyahu nispeten ılımlı görünüyor.

Ahmed Maher

Gazze savaşının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen İsrail kamuoyu, mevcut hükümetin Filistinlilere, Lübnan’a ve can çekişen iki devletli çözüme yönelik aşırı ve sert politikalarından o kadar etkilendi ki mevcut sağcı politikacıların pozisyonları giderek daha merkezci görünmeye ve ortalama İsrail vatandaşından daha fazla destek almaya başladı.

Bu eğilim, geçen ay yapılan ve Başbakan Binyamin Netanyahu ve sağcı Likud partisinin diğer partilere karşı avantaj elde ettiğini gösteren son seçim anketlerine de yansımış durumda. İsrail’in merkezi yok.

Netanyahu, 120 koltuklu İsrail Knesset’inde 64 üyeden oluşan bir koalisyon kurarak Aralık 2022’de iktidara geldi; bu koalisyonun çoğunluğunu 32 koltuğu olan Likud partisi ve 14 koltuğu olan Dini Siyonistler oluşturuyordu. Netanyahu’nun 7 Ekim 2023 sonrası aylardır düşüşte olan popülaritesi, Gazze savaşının başlangıcından bu yana ilk kez yükselmeye başladı.

En azından mayıs ayından bu yana peş peşe yapılan anketler bu oranın istikrarlı bir şekilde yükseldiğini gösteriyor. İsrail’in şu anda tarihindeki en uzun süreli savaşın içinde olduğu ve Lübnan’da Hizbullah ile giderek tırmanan çatışmaya ve muhtemelen İran ile doğrudan bir savaşa doğru ilerlediği göz önüne alındığında bu dikkate değer bir geri dönüş.

İsrail saldırdıkça Netanyahu’ya destek artıyor

Netanyahu’nun popülaritesi, İsrail’in kurulduğu 1948’den bu yana en büyük hükümet karşıtı gösterilere yol açan tartışmalı yargı ‘reformlarına’, gözetimi altındaki büyük güvenlik başarısızlıklarına, Hamas’ın esaretinden henüz kurtarılmamış düzinelerce rehineye ve Gazze’nin bazı bölgelerini (en azından şimdilik) yeniden işgal etme ısrarına rağmen artıyor.

Bu nasıl açıklanabilir? Öncelikle, İsrail kamuoyunun aşırı söylemlere doyması, ılımlı muhalefet partilerini daha da kenara itti. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotritch gibi radikal isimler, Filistinlilere yönelik ırkçı politikaların ve suç teşkil eden eylemlerin başlıca savunucuları oldular- hatta birincisi bir terör örgütünü desteklemekten hüküm giydi.

Overton penceresi kaydı

Overton penceresini bu kadar sağa iten böylesi aşırılık yanlıları varken, Netanyahu olarak nispeten ılımlı görünüyor. Ancak bunun tek nedeni sol muhalefetin gölgede kalması değil, İsrail’deki merkezci laik figürler de yaklaşan parlamento seçimlerinde oy toplamak için giderek daha sağcı pozisyonlar benimsiyor.

Uzun süredir merkezde yer alan lider Yair Lapid’i ele alalım. Geçen aralık ayında Knesset’te kendisiyle röportaj yaptığımda, o dönemde iki devletli bir çözüme destek verdiğini ifade etmiş, ancak Gazze’deki savaş ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında bunun “önemli ölçüde gecikebileceğini” söylemişti.

Birkaç ay sonra İrlanda, Norveç ve İspanya’nın Filistin devletini tek taraflı olarak tanıma kararını eleştirerek bunu “utanç verici” olarak nitelendirdi. Ayrıca BM’nin en üst mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) da İsrail’in Refah’taki askeri saldırısını derhal durdurmasını öngören bir karar aldığı için eleştirdi.

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

7 Ekim’den önce Lapid’in en önemli özelliği seçmenleri ‘merkezde’ olduğuna, yani ne sol bloğa ne de sağa meyletmediğine ikna edebilmesiydi. Ancak giderek İsrail’in merkez solu merkez sağa kayarken, gerçek solu da neredeyse tamamen yok oldu.

7 Ekim’de yaşananlar İsrail kamuoyunu militarize etti, politikalarını daha da sağa itti ve ülkenin ahlaki sınırlarını zorladı.

İsrailli Yahudilerin %71’i 2010’da Filistin devleti kurulmasını desteklerken bu destek 2020’de yaklaşık %20’ye düştü, Filistinlilerin eşit haklara sahip olmadığı tek devlet çözümüne veirlen destek ise iki katına çıkarak %42’ye ulaştı. Her iki anket de Ramallah’taki Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi ile Tel Aviv Üniversitesi’ndeki Uluslararası Çatışma Çözümü ve Arabuluculuk Programı tarafından yapıldı.

İsrailliler Netanyahu’yu kişisel olarak sevmeseler de genel olarak onun sağcı güvenlik politikalarını destekliyorlar. Ancak merkezciler de sağ ile neredeyse aynı pozisyonları benimserken (İsrail askerlerinin Gazze’de işledikleri iddia edilen savaş suçları nedeniyle yargılanmaması, Filistin devletinin kurulmaması, Gazze’den yakın zamanda çekilmemesi ve şimdi de Lübnan’da yaklaşmakta olan yakıp yıkma politikası) seçmenlerin şu aşamada Netanyahu’yu gözden çıkarması için çok bir neden yok.

Mevcut siyasi iklimde, işgal altındaki Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olmasını savunan herkes tek boynuzlu at gibi görünüyor. Bu arada, kamuoyundaki tartışmalara egemen distopik radikallerin öngörülebilir gelecekte kararları vereceği tahmin ediliyor.

***

*Overton penceresi, toplumda belirli bir dönemde kabul edilebilir veya tartışılabilir sayılan politik fikirler ve politikaların yelpazesini tanımlayan bir kavramdır. Bu pencere, hangi fikirlerin “meşru” ya da “makul” olarak kabul edildiğini ve dolayısıyla kamuoyunda tartışılabilir olduğunu gösterir. Overton penceresi, zamanla toplumdaki değişen normlar, olaylar veya liderler tarafından kaydırılabilir. Örneğin, bir politika veya fikir başlangıçta radikal ya da kabul edilemez görülürken, zaman içinde pencerede meydana gelen kaymalar sonucu toplum tarafından kabul edilebilir hale gelebilir. Bu kavram, genellikle aşırı uçtaki fikirlerin zamanla nasıl ana akım hale gelebileceğini açıklamak için kullanılır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Hizbullah’la olası topyekûn savaş İsrail ekonomisini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale İsrail ekonomisinin 7 Ekim’den sonraki durumuna ve Hizbullah’la olası bir topyekûn savaştan nasıl etkileneceğine odaklanıyor. Makaleye göre savaşın etkisiyle sermaye kaçışları, enflasyonun yükselmesi ve inşaat sektörünün daralması, ülke ekonomisini zor durumda bırakıyor. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in savurgan politikaları ve bütçe açığının hızla artması yatırımcıları endişelendirirken, gelecekte daha geniş çaplı bir savaş senaryosu ekonomiyi daha da derin bir krize sürükleyebilir.

***

İsrail ekonomisi Hizbullah’la topyekûn bir savaşın yükünü kaldırabilir mi?

The Economist

Ülke bankaları sermaye kaçışı yaşıyor.

İsrail ekonomisi toparlanma yolunda ilerliyor olmalıydı. Ne de olsa, savaşmak için işlerini terk eden 300 bin işçinin çoğu şimdi ofislere, fabrikalara ve çiftliklere geri döndü. Ancak aksine durum giderek daha da kötüleşiyor. Bloomberg’e göre nisan ve haziran ayları arasında GSYİH büyümesi yıllık bazda sadece %0,7 oldu. Bu rakam ekonomistlerin beklentilerinin yaklaşık 5,2 puan altında. 16 Eylül’de İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, milletvekillerinden bütçe artışını acil olarak onaylamalarını istemek zorunda kaldı. Bu yıl ikinci kez böyle bir talepte bulundu.

Smotrich’in savurganlığı yatırımcıları endişelendiriyor. Çatışmaların daha da şiddetlenmesi ihtimali de öyle. 23 Eylül’de İsrail, Lübnan sınırı üzerinden hava saldırıları başlatarak yerel yetkililere göre 558 kişiyi öldürdü. Bu saldırılar, Hizbullah tarafından kullanılan çağrı cihazları ve telsizlerin patlaması sonucu 39 kişinin ölmesinin ve Lübnanlı milis grubun aylardır İsrail yerleşimlerine roket saldırıları düzenlemesinin ardından geldi.

Ülkeden para çıkışı başlamış durumda. Mayıs ve temmuz ayları arasında İsrail bankalarından yabancı kurumlara para çıkışı geçen yılın aynı dönemine kıyasla iki katına çıkarak 2 milyar dolara ulaştı. Ülkenin ekonomi politikalarını belirleyenler çatışmanın başlangıcından bu yana hiç olmadıkları kadar endişeli.

Her savaş dönemi ekonomisi bıçak sırtındadır: Hükümet bir yandan silahlı kuvvetlerini genellikle bütçe açığı harcamalarıyla finanse ederken, diğer yandan da barış geldiğinde borçlarını temizleyebilecek kadar sağlam kalmasını sağlamalıdır. İsrail için kâbus senaryosu, çatışmaların ülkenin ticari merkezleri olan (Batı) Kudüs ve Tel Aviv’e yayılmasıdır. Ancak çatışmaların sadece ülkenin kuzeyinde sınırlı kaldığı yoğunluğu daha az bir savaş bile, İsrail ekonomisini çöküşün eşiğine getirebilir.

İsrail’in bol keseden harcayan hükümeti de durumu daha da kötüleştiriyor. Mart ayında, silahlı kuvvetler temmuz ayına kadar bir ateşkes umarken, generaller normal bütçelerine ek olarak 60 milyar şekele (16 milyar dolar ya da İsrail GSMH’sinin %3’ü) ve ardından yeni güvenlik durumuyla başa çıkmak için yılda 30 milyar şekellik kalıcı bir artışa ihtiyaç duyacaklarını hesapladılar. O zamandan bu yana çatışmalar devam ettikçe bütçe açığı tahminleri de yükselmeye devam etti. Açığın bu yıl GSYH’nin %8,1’ine ulaşması bekleniyor; bu, savaş öncesi tahmin edilen miktarın neredeyse üç katı. Çatışmaların daha da yayılmasıyla birlikte bu oran muhtemelen daha da büyüyecek.

Bu durum İsrailli politikacılar için ne anlama geliyor? Ocak ayında ülkenin borçları GSMH’nin %62’sine ulaştı, bu oran çoğunlukla zengin ülkelerden oluşan OECD ortalamasının oldukça altında kaldı. Bu nedenle Smotrich’in biraz nefes alanı var. Ama yalnız biraz. Çatışmalar gelecek yıl da devam ederse mali durum daha da kötüleşecek. Tahvil sahipleri daha fazla savaş harcaması için imkân olduğuna dair güvence istiyor, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında, İsrail’deki tahvil sahipleri için kabul edilebilir borçlanma düzeyi daha düşük bir sınırda. Derecelendirme kuruluşları da tedirgin olmaya başladı. Fitch ve Moody’s bu yıl zaten bir kez düşürdükleri İsrail’in notunu muhtemelen yeniden düşüreceklerini söylüyor.

Partisi İsrail’in aşırı sağında yer alan bir Batı Şeria yerleşimcisi olan Smotrich sorunu daha da kötüleştiriyor. Kimse onun ordudan maliyetleri düşük tutmasını isteyeceğine inanmıyor. Ayrıca bütçe açığını dizginlemek için diğer harcamaları kısarak ya da vergileri artırarak başka önlemler almayı da reddetti. İsrail’in refah devletine dokunulmadı. Smotrich’in müttefikleri olan ultra-Ortodoks nüfus ve yerleşimciler, erkekleri evde tutmak için daha fazla sübvansiyon ve yardımdan yararlandılar. Smotrich, gelecek yıl 35 milyar dolarlık tasarruf sözü veriyor, ancak bunun büyük kısmının nereden geleceğini henüz açıklamadı.

Daha güçlü bir ekonomik büyüme, sıkıntıları hafifletebilir. Yedek askerler işlerine geri dönmüş ve tüketim savaş öncesi seviyelere dönmüş olsa da İsrail ekonomisi hâlâ savaş öncesine göre daha küçük. Smotrich, toplumun en az verimli kesimlerini desteklerken, sanayiye kaynak ayırmayı ihmal etti. İşgücü piyasası son derece sıkı, işsizlik oranı sadece %2,7. Firmalar boş pozisyonlarını doldurmakta zorlanıyor ve İsrail’in küçük yüksek teknoloji şirketleri baskı altında. Düşünce kuruluşu Startup Nation, savaş nedeniyle bu şirketlerin finansman kaynaklarını kaybettikleri uyarısında bulunuyor.

Yaklaşık 80.000 Filistinli işçiye 7 Ekim’den sonra çalışma izin verilmedi ve bu işçilerin yerine yenileri alınmadı. Sonuç olarak, inşaat sektörü geçen yıla göre %40 daha küçük ve bu da ev yapımını ve onarımını büyük ölçüde engelliyor. Şimdilik en büyük etki enflasyon üzerinde görülüyor; ağustos ayında yıllık %3,6’ya ulaşan enflasyon, yaz boyunca hızlandı. Eğer Hizbullah saldırılarının boyutu artarsa, inşaat işçilerinin eksikliği daha büyük bir sorun haline gelebilir.

Yatırımcılar İsrail’in toparlanma kabiliyetinden emin değil. Şekel dalgalı seyrediyor, İsrail bankaları sermaye kaçışı yaşıyor ve en büyük üç banka tasarruflarını başka ülkelere transfer etmek ya da dolara endekslemek isteyen müşterilerin sayısında ciddi bir artış olduğunu bildiriyor. Enflasyon hedefin üzerinde seyretmesine rağmen, Merkez Bankası toparlanmayı rayından çıkarma korkusuyla ağustos ayındaki para politikası toplantısında önceki politika faizine bağlı kalmayı tercih etti.

Bir de kâbus senaryosu var.  Az sayıda yatırımcı, Hizbullah böyle bir saldırı başlatabilecek kapasitede olsa bile (Batı) Kudüs veya Tel Aviv dahil tüm İsrail’i içine alacak bir savaşa hazırlık yapıyor. Böyle bir senaryoda ekonomik büyüme büyük darbe alır, belki de 7 Ekim sonrasından bile daha ağır. Ordunun giderleri artar. Kaçan yatırımcılar muhtemelen bankaları sarsar ve şekelin değerini düşürür, bu da İsrail Merkez Bankası’nı müdahale etmeye ve rezervlerini kullanmaya zorlar.

Ne olursa olsun, İsrailli ekonomistler durumun daha da kötüleşeceğini kabullenmiş durumda. Genellikle iyimser olan Smotrich bile şimdi yorgun bir hava yayıyor: “İsrail tarihindeki en uzun ve en pahalı savaşın içindeyiz.” Önceki çatışmalar, İsrail için ekonomik felaketle sonuçlanmıştı. Bu sefer de aynı olursa şaşırmayın.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD seçimleri, Ukrayna için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Emekli Yarbay ve ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa İşleri Direktörü Alexander Vindman, Foreign Affairs dergisi için kaleme aldığı makalesinde, yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinin Ukrayna’nın Rusya ile savaşının geleceğini ciddi şekilde etkileyebileceği uyarısında bulunuyor.

Vindman, seçim sonuçlarının Ukrayna’nın zafer şansını artırabileceğini ya da kimin göreve geleceğine bağlı olarak ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabileceğini vurguluyor.

Vindman, savaşta tutarlı bir stratejinin önemini vurgulayarak başlıyor ve Rusya’nın 2022’deki askeri müdahalesinden bu yana Ukrayna’nın topraklarını başarıyla savunduğunu, ancak kalıcı bir zafer için savunma taktiklerinden fazlasının gerektiğini belirtiyor.

“Taktikler strateji değildir,” diyen Vindman, Ukrayna’nın yıpratma savaşına—yani Rus güçlerini yavaş yavaş tüketmeye—bel bağlamasının savaşı hızlı veya olumlu bir sonuca ulaştırmayacağını ifade ediyor. Bunun yerine, Ukrayna’nın 2025’te yeniden saldırıya geçmesi gerektiğini, ancak bunu başarmak için Batı’dan daha fazla destek alması gerektiğini savunuyor.

Bu desteğin gelip gelmeyeceğini belirleyecek kritik faktör ise Kasım 2024’teki ABD seçimlerinin sonucu. Vindman iki olası senaryo sunuyor: Birincisi, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in başkanlığı kazanması, ikincisi ise eski Başkan Donald Trump’ın yeniden iktidara gelmesi. Harris’in zaferi durumunda, yönetimin Biden politikalarını sürdürerek Ukrayna’ya desteği devam ettireceğini ve hatta artıracağını öngörüyor. Vindman’a göre, “ABD’nin, Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve Avrupa’ya yönelik daha fazla saldırganlıktan caydırılmasını istemesi,” Washington’un Ukrayna’nın 2025’teki olası bir saldırısını desteklemesini sağlayacak. Bu süreçte, savunma harcamalarını artıran NATO da önemli bir rol oynayacak.

Ukrayna’nın bu desteği elde edebilmesi için ise net bir askeri stratejiye sadık kalması gerektiğini vurgulayan Vindman, “Ukrayna’nın elindeki kaynaklarla küçük ama anlamlı zaferler kazanması gerekecek,” diyor. Batılı müttefiklerine 2025’e kadar başarıya ulaşabilecek bir plan sunmanın önemini belirten Vindman, bu planın toprak kazanımları sağlamayı, Rus güçlerine sürekli kayıplar verdirmeyi ve güçlü bir savunma sürdürmeyi içermesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan, Trump’ın zaferinin ABD politikasını köklü şekilde değiştireceği ve ‘Ukrayna için son derece tehlikeli2 olacağı uyarısında bulunan Vindman, Trump’ın Ohio Senatörü J.D. Vance ile muhtemelen izolasyonist bir yönetim yürüteceğini, ABD’nin Ukrayna’ya yönelik askeri ve mali desteğini keseceğini ve Avrupa güvenliğinden uzaklaşacağını belirtiyor.

Bu durumda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in cesaretlenebileceğini, ABD desteği olmadan Kiev’in Avrupalı ortaklarının yeterli yardımı sağlamada zorlanacağını ve Ukrayna’nın sınırlı kaynaklarla uzun süren bir savaşa terk edilebileceğini de ekliyor. En kötü senaryoda, ABD’nin çekilmesi Avrupa’da daha geniş çaplı bir çatışmaya bile yol açabilir.

Vindman, böyle bir ihtimale karşı hazırlık yapılması gerektiğini belirterek, Kiev ve Avrupalı ortaklarının ABD desteğinin artık garanti olmadığı bir geleceğe yönelik planlar yapmaya başlamalarını tavsiye ediyor. “Brüksel ve Kiev’in bugün atacağı adımlar, Trump yönetiminin olası etkisini hafifletebilir,” diyor. Avrupa ülkelerinin, çatışmanın Avrupa’nın diğer bölgelerine yayılmasını engellemek için Ukrayna’ya daha fazla maddi destek vermek zorunda kalabileceğini ve hatta asker göndermeyi düşünmeleri gerekebileceğini öngörüyor.

Her ne kadar Trump yönetimi Ukrayna için zorluklar yaratsa da Vindman, Ukrayna’nın 2025 stratejisinin seçim sonuçlarından bağımsız olarak uygulanması gerektiğini vurguluyor. Önümüzdeki aylarda Ukrayna’ya ‘tut, inşa et ve vur’ stratejisini öneren Vindman, bu stratejinin Rus saldırılarını engellemeyi, askeri kapasiteyi artırmayı ve 2025’te saldırıya hazırlanmayı içerdiğini belirtiyor. Ayrıca, Batı’nın Ukrayna’ya daha gelişmiş silahlar, zırh ve mali destek sağlamasını hızlandırması gerektiğini de vurguluyor. “Yeterli mali destek sağlanırsa, Ukrayna askeri-endüstriyel tabanını savaşa uygun şekilde harekete geçirebilir,” diyor.

Maddi yardımın yanı sıra, Vindman Ukrayna’nın daha fazla askeri seferberlik yapması gerektiğini savunuyor. Ukrayna’nın 300 bin askerlik potansiyeli olduğunu ve bu askerlerin savaşın kaderini değiştirebileceğini öne sürüyor. Ancak, bu askerlerin başarılı olabilmesi için daha iyi askeri eğitime ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor. NATO personelinin yöneteceği kapsamlı bir birleşik silahlı eğitim programının, Ukrayna’nın savaş kabiliyetini artırabileceğini söylüyor.

Batı’nın, özellikle de ABD’nin rolü, Ukrayna’nın başarısında kilit olmaya devam ediyor. Vindman, Biden yönetiminin ve Harris’in ulusal güvenlik ekibinin başkanlığı kazanması halinde Ukrayna’nın 2025 askeri stratejisini desteklemeyi taahhüt etmesi gerektiğini savunuyor. Öte yandan, Ukrayna’nın da askeri kapasitesini artırarak, insan gücünü ve sanayi tabanını harekete geçirerek savaşı kazanma kararlılığını göstermeye devam etmesi gerektiğini belirtiyor.

Trump’ın ikinci döneminin olası etkilerine gelindiğinde Vindman, Ukrayna’nın ciddi şekilde zayıflayabileceğini ifade ediyor. Trump’ın dış politikasının, kişisel çıkarlar ve uzun vadeli sonuçlara dair sınırlı bir anlayışla şekilleneceğini ve ABD’nin desteğini keserek Kiev’i Moskova’ya karşı taviz vermek zorunda bırakabileceğini düşünüyor. Trump’ın ilk başkanlık döneminde Putin’i övmesi ve Ukrayna’yı zayıflatma çabaları, ikinci döneminde ne yapabileceğinin işaretleri olarak görülüyor.

Savaşın bir sonraki aşamasının ve Ukrayna’nın zafer şansının büyük ölçüde ABD seçimlerinin sonucuna bağlı olacağını savunan Vindman, “Ukrayna’nın askerî harekâtının bir sonraki aşamasının Putin’le müzakere masasında güçlü bir pozisyona mı yoksa yıpratıcı bir savaşa mı—hatta tehlikeli bir tırmanışa mı—yol açacağı, nihayetinde Amerikalı seçmenlerin kasım ayındaki tercihine bağlı olabilir,” diyor.

Lavrov: Rusya zaferle çıkacak, Batı başka dilden anlamıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English