Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Andrey Kortunov: Ermenistan muhalefetinin “Karabağ kartını” kullanma teşebbüsü hiçbir işe yaramayacak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı ve başkentte 150 kadar kişinin gözaltına alındığı bir protesto gösterisi düzenlendi. Hareketin lideri Başpiskopos Bagrat Galstanyan, genel grev çağrısında bulunmuştu.

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü Andrey Kortunov, Erivan ile Bakü arasında sınır belirleme konusunda atılan adımları ve Ermenistan’da oluşan muhalefeti yorumluyor.


Andrey Kortunov: Ermenistan muhalefetinin “Karabağ kartını” kullanma teşebbüsü hiçbir işe yaramayacak

Nana Hoştarya

Moscow-baku.ru

22 Mayıs 2024

Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi (RIAC) Akademik Direktörü Andrey Kortunov, mülakatında Ermenistan’daki yeni muhalif protesto hareketinin “Karabağ kartını” kullanmasını ve bunun nereye varacağını yorumladı.

Andrey Vadimoviç, Erivan ile Bakü’nün sınır belirleme sürecini başlatmasının ardından Ermenistan’da Tavuş Başpiskoposu liderliğindeki muhalif protestolar devam ediyor. Yeni muhalefet lideri, Paşinyan’ın istifasını talep etmenin yanı sıra Karabağ konusunda da oldukça agresif açıklamalar yapıyor. “İntikam alacağız,” diyorlar. Dün Erivan’da ayrılıkçı Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin eski hükümetinin üyeleriyle bir araya geldi. Hükümet, geçen yıl eylül ayında kendini feshetmiş ve Dağlık Karabağ Cumhuriyeti’nin varlığı sona ermiş olmasına rağmen, ayrılıkçılar bir gün önce Başpiskopos ile Karabağ’a dönüş konusunun görüşüldüğüne ve Karabağ’ın bağımsızlığının ilan edilmesi gerektiğine dair açıklamalar yaptılar. Protestolar ve bu tür beyanlar nereye varır?

Ermenistan’ın siyasi hayatı son 30 yıldır Karabağ ile yakından alakalı olduğu için mevcut durum öngörülebilirdi. Nikol Paşinyan’ın aksine, ondan önceki Ermeni liderlerin [Koçaryan, Sarkisyan] Karabağ’da doğduklarını ve Karabağ savaşının başlangıcıyla doğrudan ilişkili olduklarını biliyoruz, bunlar Ermeni Karabağ hareketinin liderleriydi. Ermenistan’ın ve Ermenilerin İkinci Karabağ Savaşı’ndaki şok edici mağlubiyeti, bölgedeki jeopolitik durumdaki müteakip değişim, Karabağ’ın tamamen kaybedilmesi ve bölgenin Ermenistan makamları tarafından resmen Azerbaycan toprağı olarak tanınmasının Ermenistan Cumhuriyeti’nin iç siyasi hayatını uzun süre etkileyeceği aşikâr. Bugün Ermenistan Cumhuriyeti’ndeki periyodik protesto dalgalarında gözlemlediğimiz şey, bir yandan Karabağ ve diğer kaybedilmiş topraklar konusundaki hayali acılar, diğer yandan da insanların Karabağ’la ilgili bu hüsranının bazı çıkarcı güçler tarafından suistimal edilmesi, yani “Karabağ kartının” geleneksel olarak kullanılması.

Burada kesinlikle bir dış etki var. Tarih, yurt dışındaki, yani Avrupa ve ABD’deki Ermeni diasporasının bazı gruplarının bazen Ermenistan’daki Ermenilerden bile daha radikal, daha kararlı olduğunu gösterdi.

Mevcut muhalif protesto dalgasının akıbetine konuşacak olursak, sokak eylemlerinin; insanlar sokağa çıkmaları, tutumlarını ve duygularını ifade etmelerinin Ermenistan’da bir tür yerleşik gelenek olduğu sır değil. Buna şaşırmamak lazım.

Bugün Ermenistan’daki gerçek siyasi güç dengesini değerlendirecek olursak da bu durum görevdeki Başbakan Nikol Paşinyan’ın ikna edici bir zafer kazandığı parlamento seçimleri sırasında ortaya çıkmıştı.

Paşinyan’ın iktidardaki görevi sırasında ülke için tekrarlanan kritik durumlara rağmen, muhalefetin periyodik öfke patlamalarına rağmen, hiç kimsenin onu devirmeyi başaramadığını da belirtmek lazım. Buradan şu sonuç çıkıyor; muhalefetin periyodik öfke patlamaları ülkedeki siyasi güç dengesini değiştiremedi. Bugün muhalefet başka bir taktiğe yöneldi; kiliseyi temsil eden yeni bir karizmatik şahsiyet protesto hareketinin yeni lideri olarak seçildi. Bir başpiskopos siyasi güç dengesini değiştirebilir mi? Görünüşe göre muhalefet, Robert Koçaryan ve Serj Sarkisyan gibi ülkenin eski liderleri halihazırda toplumun kayda değer bir kısmı için olumsuz bir çağrışıma sahipken, yeni bir “taze” sima çıkarmaya karar verdi. Protestoların çehresini değiştirmek lazımdı. Bu mantıklı bir hamle ve şu ana kadar sadece bu hamlenin ülkedeki siyasi durumu nasıl etkileyeceğini gözlemleyebiliyoruz. Şu ana kadar mevcut hükümeti ciddi şekilde tehdit eden bir eğilim yok.

Karabağ Ermenilerinin intikamcı açıklamaları hakkında konuşacak olursak, Ermenistan’ın tarihinin bu sayfasını çevirmesi ve yeni bir sayfa açması gerektiğini defalarca dile getirdim. Bunu yapmanın o kadar kolay olmadığı, bu konuda psikolojik ve siyasi zorluklar olduğu bariz.

Muhalefet Paşinyan’ı aniden devirse bile Karabağ’ı tekrar kontrolü altına almayı nasıl aklına getirebilir ki? Bu mümkün değil. Karabağ’ın tamamen geri verilmesi ya da bağımsızlığının ilan edilmesi yönündeki mevcut çağrılardan da hayırlı bir şey çıkmayacaktır. Bugünkü durumda, Ermenistan’daki herhangi bir siyasi gücün, çözümü sıradan insanlar için burada ve şimdi önemli olan gerçek sorunları gündeme getirmesi gerekiyor. Maksimalist tutum ve muhalefetin “Karabağ kartını” çekmesi doğru olmaz. Bundan olumlu sonuçlar çıkabileceğini zannetmiyorum.

Ermenistan, eğer ilerlemek ve barış içinde yaşamak istiyorsa, Azerbaycan ile yaşanan mevcut durumun gerçeklerini kabul etmeli. Fakat protestoların da gösterdiği gibi, Karabağ meselesinin yeniden ele alınması gerektiğine inanan ve halihazırda kapalı olan Karabağ konusunu kendi amaçları için kullanmaya çalışanlar var. Bu, resmi olarak sona erdikten sonra bile ardında bir tortu bırakan uzun ve sancılı bir çatışmanın ardından yaşanan beklendik bir durum.

Geçtiğimiz sonbaharda Karabağ’ın tamamının Azerbaycan’ın kontrolüne geçmesinin bir sonucu olarak Karabağ’dan Ermenistan’a göç eden Ermenilerin hoşnutsuz olmak için kendi gerekçeleri olabilir. Fakat burası Azerbaycan toprağıdır ve kimse bu gerçeği değiştirmemiştir. Ancak Ermeni nüfusun hayali acılar yaşadığı hakikati, ele alınması gereken ciddi bir konudur, tutarlı bir şekilde ve Azerbaycan tarafıyla temas halinde ele alınmalıdır. Azerbaycan makamları, prensip olarak Ermenilerin Karabağ’a geri dönebileceğini defalarca ifade ettiler ve aslında hiç kimse onları oradan kovmadı. Ermenilerin haklarının, kültürel ve dini faktörlerinin teminat altına alınarak Karabağ’a geri dönmesi önemli bir konudur ve çözümü hem Erivan’ın hem de Bakü’nün çıkarınadır. Ve burada ilerleme kaydedilebilir. Esasında sorunun pratikte çözümü kolay değil, zira yıllar süren çatışmalar nedeniyle insanlar birbirlerine karşı güvensizlik, korku ve nefret geliştirdiler. Ve bu bir anda ortadan kalkmayacaktır. Halkların yakınlaşması, sahada sürekli ve özenli bir çalışma gerektiriyor.

Orada yaşayan Azerilerin Ermenistan’a geri dönüşü konusunda da çalışmalıyız ve Bakü de bu konuya eğilmekte haklı.

İnanıyorum ki her iki taraftan da az sayıda da olsa insanlar geri dönmeye başladığında, bu bir şeylerin değişmeye başladığının ve sorunun çözüme kavuştuğunun işareti olacaktır.

Bu arada, Ermenistan makamları Karabağ ayrılıkçılarının ülke topraklarında siyasi faaliyet yürütme teşebbüslerinin bastırılacağını ve bunun Ermenistan devletinin altına bomba koyma girişimi olduğunu defalarca ifade ettiler. Ve ayrılıkçıları “sürgündeki hükümet” olarak sunmak isteyenler var…

Eski Dağlık Karabağ yetkililerinin bu tür eylemleri Paşinyan’ın kendisine yönelik olduğu için tepki anlaşılabilir. Ne de olsa Karabağ’ı Azerbaycan toprağı olarak tanıyan oydu. Ve bu anayasaya aykırı bir tehdit, parlamento dışı yöntemlerle ülkedeki siyasi durumu etkileme teşebbüs. Fakat aynı zamanda ülkede ciddi sorunlar olduğu inkâr edilemez. Ve bu bağlamda, belki de ülkenin akıbeti hakkında bir tür tartışma gerekli. Muhalefet güçlerinin, kimi temsil ederlerse etsinler, kendi ülkelerine karşı yapıcı ve mantıklı bir tutum takınmaları iyi olur. Zira her şey radikal popülist taleplere indirgenmeye devam ederse, bu sadece muhalefetin itibarını zedeleyecek ve bir güç hakikatle ya da gelecekle hiçbir ilgisi olmayan böylesine radikal bir tutum alırsa, diğer konularda onu dinlemenin bir anlamı olmadığı izlenimini yaratacaktır. Gündemini genişletmek, umutlarını ve taleplerini mevcut gerçeklerle ilişkilendirmeye çalışmak muhalefetin yararına olur.

Ve gördük ki halk da Paşinyan’dan önceki yetkililer tarafından izlenen politikaya geri dönmek istemiyor. Dolayısıyla bugün de benzer bir gündemi zorlarsak, bundan iyi bir şey çıkması pek mümkün değil.

Bakü ile Erivan sınırı çizmeye başlamakla kalmadılar, hatta sahada sınırın küçük bir bölümünü tamamladılar. Ermeni tarafı da bu süreci tamamen tamamlanıncaya kadar sürdürmeye hazır olduğunu söylüyor. Buna ek olarak, Azerbaycan’a yönelik eleştiriler, daha önce düzenli olmasına rağmen, Erivan’ın Azerbaycan’a yönelik söyleminden aniden kayboldu…

Bugün şahit olduklarımızın, sınırın belirlenmesi ve sınırların çizilmeye başlanmasının, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki doğrudan müzakerelerin ve bunların etkinliğinin barış sürecinde kayda değer kazanımlar olduğuna inanıyorum. Sınıra gitmiştim, terk edilmiş köyler, yıkılmış binalar gördüm. En hafif tabirle tablo hiç de tozpembe değil. Barış süreci ne kadar hızlı ve kapsamlı ilerlerse her iki taraf için de o kadar iyi olacaktır. Aynı zamanda uçuk beklentilere girilmemesi de çok önemli. Taraflar arasında hala pek çok alanda anlaşmazlıklar var ve Bakü ile Erivan’ın bir uzlaşmaya varması, her iki tarafça da adil olarak algılanacak çözümlere ulaşması çok arzu edilen bir durum olacaktır. Bunu yapmanın kolay olmadığı aşikâr, her zaman memnuniyetsiz insanlar olacaktır ama doğru denen şeyi yapmak gerekir. Bu yönetişim sanatıdır, böylece her ülkede hoşnutsuzluk en aza indirilebilir. İki ülke arasındaki barış muazzam bir atılım olacak ve dünyadaki bir başka çatışmayı daha ortadan kaldıracaktır. Azerbaycan ile Ermenistan arasında yapıcı bir etkileşime, ülkelerin ve bölgenin kalkınmasına, bölgesel ve küresel iktisadi projelere katılıma kapı aralayacaktır.

Bakü ile Erivan’ın yakın vadede bir barış anlaşması imzalaması konusundaki gerçekçi olasılıklar beler? Yoksa süreç, bölge üzerindeki dış etki girişimleri de dahil olmak üzere çeşitli faktörler nedeniyle hala karmaşık mı?

Elbette zorlaştıran faktörler var. Ancak iki ülke arasında bir barış anlaşması imzalanmasının imkânsız olduğunu söyleyemem. Bakü ile Erivan doğru rotayı seçti. Her iki tarafın da, özellikle Ermeni tarafının, aldıkları kararların bu koşullar altında en iyisi olduğuna halklarını ikna etmeleri gerekecek.

Bakü ile Erivan arabulucular olmadan doğrudan müzakerelere başladı. Zira arabuluculuk ancak her iki taraf da buna ilgi duyduğunda mümkün olabilir. Ve her iki tarafa da eşit uzaklıkta bir güç olmalı. Aksi takdirde arabuluculuk etkisiz ve istenmeyen bir şey olarak algılanır. Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki mevcut durumda bir arabulucu nasıl bir rol oynayabilir? Sınır çiziminden bahsedecek olursak, idari sınırı tanımlamak için belirli müzakereler devam ediyor. Bir arabulucu burada ne işe yarasın? Arabuluculuk gereksiz. Muhtemelen, Ermenistan liderliğinin mantığı açısından bakıldığında, dış aktörlerin arabuluculuğu Erivan’ın müzakere sürecindeki pozisyonunu güçlendirebilir.

Bildiğimiz üzere Ermenistan tarafı yakın zamana kadar düzenli olarak bir arabulucuya ihtiyaç olduğunu, Bakü ile olan anlaşmaların uluslararası bir mekanizma aracılığıyla güçlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. Son zamanlarda Erivan aniden bu tür açıklamalar yapmayı bıraktı ve Bakü’nün ısrar ettiği şekilde, Azerbaycan ile doğrudan müzakereler yürütmeye başladı.

Azerbaycan’ın Fransa’nın katılımı gibi arabuluculuk formatlarını kabul etmediği aşikâr. Ermenistan buna karşı çıkabilir mi? Eğer kabul etmediyse, öyle bir sürpriz de gelmedi.

Dolayısıyla barış sürecindeki durum, müzakerelerde arabuluculuğun anlamlı olabileceği aşamayı çoktan geride bıraktı.

Azerbaycan altı aydır ABD’yi eleştiriyor, Bakü’ye karşı yaklaşımının adil olmadığından bahsediyor. Bunu gördük ve ABD Dışişleri Bakanı’nın arabuluculuğu boşa çıktı. Daha geçen gün İlham Aliyev, bugün Azerbaycan’a en çok ABD ve Fransa’nın baskı yaptığını söyledi. Yani barış sürecine de mi baskı yapıyorlar?

ABD’nin pozisyonu Fransa ile hemen hemen aynı. Yaşadığı ülkedeki politikacıları etkileyen bir Ermeni Diasporası var. Burada şaşırtıcı bir şey yok. Prensip olarak ABD’nin mevcut pozisyonundan bahsedecek olursak, bu Biden yönetiminin belirli ideolojik tutumlarını yansıtıyor. Ona göre dünya, demokrasiler ile otokrasiler arasında bir mücadele alanı olarak algılanıyor. Ve bu anlamda Azerbaycan, Washington tarafından bir otokrasi olarak sınıflandırılıyor. Dolayısıyla Biden yönetimi, Ermenistan-Azerbaycan sürecinde daha çok Ermenistan’ın yanında yer alıyor. Fakat bu yaklaşım 1992 yılında da geçerliydi. 1992’de, Birinci Karabağ Savaşı sırasında ABD, eski Sovyet cumhuriyetlerine yardım anlamına gelen “Özgürlük Destek Yasasını” kabul etmişti. Ancak Ermeni lobisinin baskısıyla bu yasada 907 sayılı değişiklik de kabul edildi. Bu değişiklik, “Başkan, Azerbaycan hükümetinin Ermenistan ve Dağlık Karabağ’a yönelik tüm ablukaları ve diğer saldırgan güç kullanımlarını sona erdirmek için kanıt niteliğinde adımlar attığını belirleyip Kongre’ye bildirene kadar” Azerbaycan Cumhuriyeti’ne yardım yapılamayacağı ifadesini içeriyor. Dolayısıyla genel manada ABD’nin bu yönde, Azerbaycan’a yönelik tarihsel olarak oturmuş bir yaklaşımından bahsedebiliriz.

Aynı zamanda bugün ne kadar Ermenistan ile Batı arasındaki hızlı yakınlaşmadan, Erivan ile Washington arasındaki etkileşimin derinleşmesinden konuşulursa konuşulsun ve Paşinyan, daha geçen gün Erivan’da CIA Başkan Yardımcısı ile görüşmüş olsun, Güney Kafkasya’nın ABD için stratejik bir öncelik olmadığını belirtmek isterim. ABD’nin bu bölgeye olan ilgisini belirleyen başlıca unsurlar İran ile yaşanan çatışma, ABD-Türkiye ilişkilerindeki sorunlar ve Rusya’yı kenara itme arzusu. Kanımca Biden, ABD-Türkiye ilişkilerinde ciddi bir krize neden olacak adımlar atmayacaktır ve bunun anlaşılması gerekir.

Evet, Batı bu durumdan istifade ederek Ermenistan üzerinden Güney Kafkasya’daki konumunu güçlendirmeye ve Rusya’yı bölgeden uzaklaştırmaya çalışıyor. Aynı zamanda bu sürecin sınırları var ve hiçbir şeyi abartmamalıyız.

Batı, Ermenistan için elinden geleni yapmayacak. Ermenistan, Avrupa Birliği’ne kabul edilmeyecek, ülkeye tam teşekküllü güvenlik garantileri verilmeyecek. İktisadi iş birliğinin genişletilmesi için bazı programların uygulanması mümkün. Elbette Batı’nın bölgedeki nüfuzunu arttırma girişimleri devam edecek. Fakat Batı’nın bölgenin jeopolitik haritasını tamamen yeniden çizmesi, en azından yakın gelecekte, özellikle de bu sonbaharda ABD Başkanının kim olacağını henüz bilmediğimiz için epey zor. Dolayısıyla şu an ABD ya da Avrupa Birliği’nin Transkafkasya’da büyük ölçekli stratejik kararlar alabileceği bir zamanda değiliz. Şimdi Ermenistan ile Ukrayna’ya dair periyodik karşılaştırmalar duyuyoruz. Batı’nın Ermenistan’ı Rusya’dan koparmaya ve mümkünse Güney Kafkasya bölgesinde bir tür ileri karakol haline getirmeye çalıştığı gerçeği son derece bariz ve kimse bunu saklamıyor.

Hangi Ermenistan?

DÜNYA BASINI

“İsrail siyaseti o kadar sağa kaydı ki Netanyahu nispeten ılımlı görülüyor”

Yayınlanma

Yazar

Ahmed Maher tarafından kaleme alınan ve Majalla’da yayımlanan bu makale, İsrail siyasetinin sağa kayışını ve merkez-solun neredeyse yok oluşunu derinlemesine inceliyor. Makale, Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırıcıların Overton Penceresi’ni sağa iterek Netanyahu’yu ılımlı gibi gösterdiğini, İsrail kamuoyunun ise giderek daha militarize olduğunu vurguluyor. Filistin devletine verilen destekteki dramatik düşüşe ve Netanyahu’nun sert politikalarına artan desteğe dikkat çeken yazı, İsrail’in geleceğine dair distopik bir tablo çiziyor.

***

Tek boynuzlu atlardan distopiklere: İsrail merkezinin yok oluşu

Ben Gvir ve Smotrich gibi aşırılık yanlıları Overton penceresini* o kadar sağa itti ki Netanyahu nispeten ılımlı görünüyor.

Ahmed Maher

Gazze savaşının üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen İsrail kamuoyu, mevcut hükümetin Filistinlilere, Lübnan’a ve can çekişen iki devletli çözüme yönelik aşırı ve sert politikalarından o kadar etkilendi ki mevcut sağcı politikacıların pozisyonları giderek daha merkezci görünmeye ve ortalama İsrail vatandaşından daha fazla destek almaya başladı.

Bu eğilim, geçen ay yapılan ve Başbakan Binyamin Netanyahu ve sağcı Likud partisinin diğer partilere karşı avantaj elde ettiğini gösteren son seçim anketlerine de yansımış durumda. İsrail’in merkezi yok.

Netanyahu, 120 koltuklu İsrail Knesset’inde 64 üyeden oluşan bir koalisyon kurarak Aralık 2022’de iktidara geldi; bu koalisyonun çoğunluğunu 32 koltuğu olan Likud partisi ve 14 koltuğu olan Dini Siyonistler oluşturuyordu. Netanyahu’nun 7 Ekim 2023 sonrası aylardır düşüşte olan popülaritesi, Gazze savaşının başlangıcından bu yana ilk kez yükselmeye başladı.

En azından mayıs ayından bu yana peş peşe yapılan anketler bu oranın istikrarlı bir şekilde yükseldiğini gösteriyor. İsrail’in şu anda tarihindeki en uzun süreli savaşın içinde olduğu ve Lübnan’da Hizbullah ile giderek tırmanan çatışmaya ve muhtemelen İran ile doğrudan bir savaşa doğru ilerlediği göz önüne alındığında bu dikkate değer bir geri dönüş.

İsrail saldırdıkça Netanyahu’ya destek artıyor

Netanyahu’nun popülaritesi, İsrail’in kurulduğu 1948’den bu yana en büyük hükümet karşıtı gösterilere yol açan tartışmalı yargı ‘reformlarına’, gözetimi altındaki büyük güvenlik başarısızlıklarına, Hamas’ın esaretinden henüz kurtarılmamış düzinelerce rehineye ve Gazze’nin bazı bölgelerini (en azından şimdilik) yeniden işgal etme ısrarına rağmen artıyor.

Bu nasıl açıklanabilir? Öncelikle, İsrail kamuoyunun aşırı söylemlere doyması, ılımlı muhalefet partilerini daha da kenara itti. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben Gvir ve Maliye Bakanı Bezalel Smotritch gibi radikal isimler, Filistinlilere yönelik ırkçı politikaların ve suç teşkil eden eylemlerin başlıca savunucuları oldular- hatta birincisi bir terör örgütünü desteklemekten hüküm giydi.

Overton penceresi kaydı

Overton penceresini bu kadar sağa iten böylesi aşırılık yanlıları varken, Netanyahu olarak nispeten ılımlı görünüyor. Ancak bunun tek nedeni sol muhalefetin gölgede kalması değil, İsrail’deki merkezci laik figürler de yaklaşan parlamento seçimlerinde oy toplamak için giderek daha sağcı pozisyonlar benimsiyor.

Uzun süredir merkezde yer alan lider Yair Lapid’i ele alalım. Geçen aralık ayında Knesset’te kendisiyle röportaj yaptığımda, o dönemde iki devletli bir çözüme destek verdiğini ifade etmiş, ancak Gazze’deki savaş ve sonrasında yaşananlar göz önüne alındığında bunun “önemli ölçüde gecikebileceğini” söylemişti.

Birkaç ay sonra İrlanda, Norveç ve İspanya’nın Filistin devletini tek taraflı olarak tanıma kararını eleştirerek bunu “utanç verici” olarak nitelendirdi. Ayrıca BM’nin en üst mahkemesi olan Uluslararası Adalet Divanı’nı (UAD) da İsrail’in Refah’taki askeri saldırısını derhal durdurmasını öngören bir karar aldığı için eleştirdi.

Baldwin’in 45 yıl öncesinden seslenen mektubu: İsrail devleti Yahudilerin kurtuluşu için kurulmadı

7 Ekim’den önce Lapid’in en önemli özelliği seçmenleri ‘merkezde’ olduğuna, yani ne sol bloğa ne de sağa meyletmediğine ikna edebilmesiydi. Ancak giderek İsrail’in merkez solu merkez sağa kayarken, gerçek solu da neredeyse tamamen yok oldu.

7 Ekim’de yaşananlar İsrail kamuoyunu militarize etti, politikalarını daha da sağa itti ve ülkenin ahlaki sınırlarını zorladı.

İsrailli Yahudilerin %71’i 2010’da Filistin devleti kurulmasını desteklerken bu destek 2020’de yaklaşık %20’ye düştü, Filistinlilerin eşit haklara sahip olmadığı tek devlet çözümüne veirlen destek ise iki katına çıkarak %42’ye ulaştı. Her iki anket de Ramallah’taki Filistin Politika ve Anket Araştırmaları Merkezi ile Tel Aviv Üniversitesi’ndeki Uluslararası Çatışma Çözümü ve Arabuluculuk Programı tarafından yapıldı.

İsrailliler Netanyahu’yu kişisel olarak sevmeseler de genel olarak onun sağcı güvenlik politikalarını destekliyorlar. Ancak merkezciler de sağ ile neredeyse aynı pozisyonları benimserken (İsrail askerlerinin Gazze’de işledikleri iddia edilen savaş suçları nedeniyle yargılanmaması, Filistin devletinin kurulmaması, Gazze’den yakın zamanda çekilmemesi ve şimdi de Lübnan’da yaklaşmakta olan yakıp yıkma politikası) seçmenlerin şu aşamada Netanyahu’yu gözden çıkarması için çok bir neden yok.

Mevcut siyasi iklimde, işgal altındaki Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olmasını savunan herkes tek boynuzlu at gibi görünüyor. Bu arada, kamuoyundaki tartışmalara egemen distopik radikallerin öngörülebilir gelecekte kararları vereceği tahmin ediliyor.

***

*Overton penceresi, toplumda belirli bir dönemde kabul edilebilir veya tartışılabilir sayılan politik fikirler ve politikaların yelpazesini tanımlayan bir kavramdır. Bu pencere, hangi fikirlerin “meşru” ya da “makul” olarak kabul edildiğini ve dolayısıyla kamuoyunda tartışılabilir olduğunu gösterir. Overton penceresi, zamanla toplumdaki değişen normlar, olaylar veya liderler tarafından kaydırılabilir. Örneğin, bir politika veya fikir başlangıçta radikal ya da kabul edilemez görülürken, zaman içinde pencerede meydana gelen kaymalar sonucu toplum tarafından kabul edilebilir hale gelebilir. Bu kavram, genellikle aşırı uçtaki fikirlerin zamanla nasıl ana akım hale gelebileceğini açıklamak için kullanılır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Hizbullah’la olası topyekûn savaş İsrail ekonomisini nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağını makale İsrail ekonomisinin 7 Ekim’den sonraki durumuna ve Hizbullah’la olası bir topyekûn savaştan nasıl etkileneceğine odaklanıyor. Makaleye göre savaşın etkisiyle sermaye kaçışları, enflasyonun yükselmesi ve inşaat sektörünün daralması, ülke ekonomisini zor durumda bırakıyor. Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’in savurgan politikaları ve bütçe açığının hızla artması yatırımcıları endişelendirirken, gelecekte daha geniş çaplı bir savaş senaryosu ekonomiyi daha da derin bir krize sürükleyebilir.

***

İsrail ekonomisi Hizbullah’la topyekûn bir savaşın yükünü kaldırabilir mi?

The Economist

Ülke bankaları sermaye kaçışı yaşıyor.

İsrail ekonomisi toparlanma yolunda ilerliyor olmalıydı. Ne de olsa, savaşmak için işlerini terk eden 300 bin işçinin çoğu şimdi ofislere, fabrikalara ve çiftliklere geri döndü. Ancak aksine durum giderek daha da kötüleşiyor. Bloomberg’e göre nisan ve haziran ayları arasında GSYİH büyümesi yıllık bazda sadece %0,7 oldu. Bu rakam ekonomistlerin beklentilerinin yaklaşık 5,2 puan altında. 16 Eylül’de İsrail Maliye Bakanı Bezalel Smotrich, milletvekillerinden bütçe artışını acil olarak onaylamalarını istemek zorunda kaldı. Bu yıl ikinci kez böyle bir talepte bulundu.

Smotrich’in savurganlığı yatırımcıları endişelendiriyor. Çatışmaların daha da şiddetlenmesi ihtimali de öyle. 23 Eylül’de İsrail, Lübnan sınırı üzerinden hava saldırıları başlatarak yerel yetkililere göre 558 kişiyi öldürdü. Bu saldırılar, Hizbullah tarafından kullanılan çağrı cihazları ve telsizlerin patlaması sonucu 39 kişinin ölmesinin ve Lübnanlı milis grubun aylardır İsrail yerleşimlerine roket saldırıları düzenlemesinin ardından geldi.

Ülkeden para çıkışı başlamış durumda. Mayıs ve temmuz ayları arasında İsrail bankalarından yabancı kurumlara para çıkışı geçen yılın aynı dönemine kıyasla iki katına çıkarak 2 milyar dolara ulaştı. Ülkenin ekonomi politikalarını belirleyenler çatışmanın başlangıcından bu yana hiç olmadıkları kadar endişeli.

Her savaş dönemi ekonomisi bıçak sırtındadır: Hükümet bir yandan silahlı kuvvetlerini genellikle bütçe açığı harcamalarıyla finanse ederken, diğer yandan da barış geldiğinde borçlarını temizleyebilecek kadar sağlam kalmasını sağlamalıdır. İsrail için kâbus senaryosu, çatışmaların ülkenin ticari merkezleri olan (Batı) Kudüs ve Tel Aviv’e yayılmasıdır. Ancak çatışmaların sadece ülkenin kuzeyinde sınırlı kaldığı yoğunluğu daha az bir savaş bile, İsrail ekonomisini çöküşün eşiğine getirebilir.

İsrail’in bol keseden harcayan hükümeti de durumu daha da kötüleştiriyor. Mart ayında, silahlı kuvvetler temmuz ayına kadar bir ateşkes umarken, generaller normal bütçelerine ek olarak 60 milyar şekele (16 milyar dolar ya da İsrail GSMH’sinin %3’ü) ve ardından yeni güvenlik durumuyla başa çıkmak için yılda 30 milyar şekellik kalıcı bir artışa ihtiyaç duyacaklarını hesapladılar. O zamandan bu yana çatışmalar devam ettikçe bütçe açığı tahminleri de yükselmeye devam etti. Açığın bu yıl GSYH’nin %8,1’ine ulaşması bekleniyor; bu, savaş öncesi tahmin edilen miktarın neredeyse üç katı. Çatışmaların daha da yayılmasıyla birlikte bu oran muhtemelen daha da büyüyecek.

Bu durum İsrailli politikacılar için ne anlama geliyor? Ocak ayında ülkenin borçları GSMH’nin %62’sine ulaştı, bu oran çoğunlukla zengin ülkelerden oluşan OECD ortalamasının oldukça altında kaldı. Bu nedenle Smotrich’in biraz nefes alanı var. Ama yalnız biraz. Çatışmalar gelecek yıl da devam ederse mali durum daha da kötüleşecek. Tahvil sahipleri daha fazla savaş harcaması için imkân olduğuna dair güvence istiyor, benzer ülkelerle karşılaştırıldığında, İsrail’deki tahvil sahipleri için kabul edilebilir borçlanma düzeyi daha düşük bir sınırda. Derecelendirme kuruluşları da tedirgin olmaya başladı. Fitch ve Moody’s bu yıl zaten bir kez düşürdükleri İsrail’in notunu muhtemelen yeniden düşüreceklerini söylüyor.

Partisi İsrail’in aşırı sağında yer alan bir Batı Şeria yerleşimcisi olan Smotrich sorunu daha da kötüleştiriyor. Kimse onun ordudan maliyetleri düşük tutmasını isteyeceğine inanmıyor. Ayrıca bütçe açığını dizginlemek için diğer harcamaları kısarak ya da vergileri artırarak başka önlemler almayı da reddetti. İsrail’in refah devletine dokunulmadı. Smotrich’in müttefikleri olan ultra-Ortodoks nüfus ve yerleşimciler, erkekleri evde tutmak için daha fazla sübvansiyon ve yardımdan yararlandılar. Smotrich, gelecek yıl 35 milyar dolarlık tasarruf sözü veriyor, ancak bunun büyük kısmının nereden geleceğini henüz açıklamadı.

Daha güçlü bir ekonomik büyüme, sıkıntıları hafifletebilir. Yedek askerler işlerine geri dönmüş ve tüketim savaş öncesi seviyelere dönmüş olsa da İsrail ekonomisi hâlâ savaş öncesine göre daha küçük. Smotrich, toplumun en az verimli kesimlerini desteklerken, sanayiye kaynak ayırmayı ihmal etti. İşgücü piyasası son derece sıkı, işsizlik oranı sadece %2,7. Firmalar boş pozisyonlarını doldurmakta zorlanıyor ve İsrail’in küçük yüksek teknoloji şirketleri baskı altında. Düşünce kuruluşu Startup Nation, savaş nedeniyle bu şirketlerin finansman kaynaklarını kaybettikleri uyarısında bulunuyor.

Yaklaşık 80.000 Filistinli işçiye 7 Ekim’den sonra çalışma izin verilmedi ve bu işçilerin yerine yenileri alınmadı. Sonuç olarak, inşaat sektörü geçen yıla göre %40 daha küçük ve bu da ev yapımını ve onarımını büyük ölçüde engelliyor. Şimdilik en büyük etki enflasyon üzerinde görülüyor; ağustos ayında yıllık %3,6’ya ulaşan enflasyon, yaz boyunca hızlandı. Eğer Hizbullah saldırılarının boyutu artarsa, inşaat işçilerinin eksikliği daha büyük bir sorun haline gelebilir.

Yatırımcılar İsrail’in toparlanma kabiliyetinden emin değil. Şekel dalgalı seyrediyor, İsrail bankaları sermaye kaçışı yaşıyor ve en büyük üç banka tasarruflarını başka ülkelere transfer etmek ya da dolara endekslemek isteyen müşterilerin sayısında ciddi bir artış olduğunu bildiriyor. Enflasyon hedefin üzerinde seyretmesine rağmen, Merkez Bankası toparlanmayı rayından çıkarma korkusuyla ağustos ayındaki para politikası toplantısında önceki politika faizine bağlı kalmayı tercih etti.

Bir de kâbus senaryosu var.  Az sayıda yatırımcı, Hizbullah böyle bir saldırı başlatabilecek kapasitede olsa bile (Batı) Kudüs veya Tel Aviv dahil tüm İsrail’i içine alacak bir savaşa hazırlık yapıyor. Böyle bir senaryoda ekonomik büyüme büyük darbe alır, belki de 7 Ekim sonrasından bile daha ağır. Ordunun giderleri artar. Kaçan yatırımcılar muhtemelen bankaları sarsar ve şekelin değerini düşürür, bu da İsrail Merkez Bankası’nı müdahale etmeye ve rezervlerini kullanmaya zorlar.

Ne olursa olsun, İsrailli ekonomistler durumun daha da kötüleşeceğini kabullenmiş durumda. Genellikle iyimser olan Smotrich bile şimdi yorgun bir hava yayıyor: “İsrail tarihindeki en uzun ve en pahalı savaşın içindeyiz.” Önceki çatışmalar, İsrail için ekonomik felaketle sonuçlanmıştı. Bu sefer de aynı olursa şaşırmayın.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

ABD seçimleri, Ukrayna için ne anlama geliyor?

Yayınlanma

Emekli Yarbay ve ABD’nin eski Ulusal Güvenlik Konseyi Avrupa İşleri Direktörü Alexander Vindman, Foreign Affairs dergisi için kaleme aldığı makalesinde, yaklaşan ABD başkanlık seçimlerinin Ukrayna’nın Rusya ile savaşının geleceğini ciddi şekilde etkileyebileceği uyarısında bulunuyor.

Vindman, seçim sonuçlarının Ukrayna’nın zafer şansını artırabileceğini ya da kimin göreve geleceğine bağlı olarak ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabileceğini vurguluyor.

Vindman, savaşta tutarlı bir stratejinin önemini vurgulayarak başlıyor ve Rusya’nın 2022’deki askeri müdahalesinden bu yana Ukrayna’nın topraklarını başarıyla savunduğunu, ancak kalıcı bir zafer için savunma taktiklerinden fazlasının gerektiğini belirtiyor.

“Taktikler strateji değildir,” diyen Vindman, Ukrayna’nın yıpratma savaşına—yani Rus güçlerini yavaş yavaş tüketmeye—bel bağlamasının savaşı hızlı veya olumlu bir sonuca ulaştırmayacağını ifade ediyor. Bunun yerine, Ukrayna’nın 2025’te yeniden saldırıya geçmesi gerektiğini, ancak bunu başarmak için Batı’dan daha fazla destek alması gerektiğini savunuyor.

Bu desteğin gelip gelmeyeceğini belirleyecek kritik faktör ise Kasım 2024’teki ABD seçimlerinin sonucu. Vindman iki olası senaryo sunuyor: Birincisi, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in başkanlığı kazanması, ikincisi ise eski Başkan Donald Trump’ın yeniden iktidara gelmesi. Harris’in zaferi durumunda, yönetimin Biden politikalarını sürdürerek Ukrayna’ya desteği devam ettireceğini ve hatta artıracağını öngörüyor. Vindman’a göre, “ABD’nin, Rusya’nın yenilgiye uğratılmasını ve Avrupa’ya yönelik daha fazla saldırganlıktan caydırılmasını istemesi,” Washington’un Ukrayna’nın 2025’teki olası bir saldırısını desteklemesini sağlayacak. Bu süreçte, savunma harcamalarını artıran NATO da önemli bir rol oynayacak.

Ukrayna’nın bu desteği elde edebilmesi için ise net bir askeri stratejiye sadık kalması gerektiğini vurgulayan Vindman, “Ukrayna’nın elindeki kaynaklarla küçük ama anlamlı zaferler kazanması gerekecek,” diyor. Batılı müttefiklerine 2025’e kadar başarıya ulaşabilecek bir plan sunmanın önemini belirten Vindman, bu planın toprak kazanımları sağlamayı, Rus güçlerine sürekli kayıplar verdirmeyi ve güçlü bir savunma sürdürmeyi içermesi gerektiğini ifade ediyor.

Öte yandan, Trump’ın zaferinin ABD politikasını köklü şekilde değiştireceği ve ‘Ukrayna için son derece tehlikeli2 olacağı uyarısında bulunan Vindman, Trump’ın Ohio Senatörü J.D. Vance ile muhtemelen izolasyonist bir yönetim yürüteceğini, ABD’nin Ukrayna’ya yönelik askeri ve mali desteğini keseceğini ve Avrupa güvenliğinden uzaklaşacağını belirtiyor.

Bu durumda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in cesaretlenebileceğini, ABD desteği olmadan Kiev’in Avrupalı ortaklarının yeterli yardımı sağlamada zorlanacağını ve Ukrayna’nın sınırlı kaynaklarla uzun süren bir savaşa terk edilebileceğini de ekliyor. En kötü senaryoda, ABD’nin çekilmesi Avrupa’da daha geniş çaplı bir çatışmaya bile yol açabilir.

Vindman, böyle bir ihtimale karşı hazırlık yapılması gerektiğini belirterek, Kiev ve Avrupalı ortaklarının ABD desteğinin artık garanti olmadığı bir geleceğe yönelik planlar yapmaya başlamalarını tavsiye ediyor. “Brüksel ve Kiev’in bugün atacağı adımlar, Trump yönetiminin olası etkisini hafifletebilir,” diyor. Avrupa ülkelerinin, çatışmanın Avrupa’nın diğer bölgelerine yayılmasını engellemek için Ukrayna’ya daha fazla maddi destek vermek zorunda kalabileceğini ve hatta asker göndermeyi düşünmeleri gerekebileceğini öngörüyor.

Her ne kadar Trump yönetimi Ukrayna için zorluklar yaratsa da Vindman, Ukrayna’nın 2025 stratejisinin seçim sonuçlarından bağımsız olarak uygulanması gerektiğini vurguluyor. Önümüzdeki aylarda Ukrayna’ya ‘tut, inşa et ve vur’ stratejisini öneren Vindman, bu stratejinin Rus saldırılarını engellemeyi, askeri kapasiteyi artırmayı ve 2025’te saldırıya hazırlanmayı içerdiğini belirtiyor. Ayrıca, Batı’nın Ukrayna’ya daha gelişmiş silahlar, zırh ve mali destek sağlamasını hızlandırması gerektiğini de vurguluyor. “Yeterli mali destek sağlanırsa, Ukrayna askeri-endüstriyel tabanını savaşa uygun şekilde harekete geçirebilir,” diyor.

Maddi yardımın yanı sıra, Vindman Ukrayna’nın daha fazla askeri seferberlik yapması gerektiğini savunuyor. Ukrayna’nın 300 bin askerlik potansiyeli olduğunu ve bu askerlerin savaşın kaderini değiştirebileceğini öne sürüyor. Ancak, bu askerlerin başarılı olabilmesi için daha iyi askeri eğitime ihtiyaç duyulduğunun altını çiziyor. NATO personelinin yöneteceği kapsamlı bir birleşik silahlı eğitim programının, Ukrayna’nın savaş kabiliyetini artırabileceğini söylüyor.

Batı’nın, özellikle de ABD’nin rolü, Ukrayna’nın başarısında kilit olmaya devam ediyor. Vindman, Biden yönetiminin ve Harris’in ulusal güvenlik ekibinin başkanlığı kazanması halinde Ukrayna’nın 2025 askeri stratejisini desteklemeyi taahhüt etmesi gerektiğini savunuyor. Öte yandan, Ukrayna’nın da askeri kapasitesini artırarak, insan gücünü ve sanayi tabanını harekete geçirerek savaşı kazanma kararlılığını göstermeye devam etmesi gerektiğini belirtiyor.

Trump’ın ikinci döneminin olası etkilerine gelindiğinde Vindman, Ukrayna’nın ciddi şekilde zayıflayabileceğini ifade ediyor. Trump’ın dış politikasının, kişisel çıkarlar ve uzun vadeli sonuçlara dair sınırlı bir anlayışla şekilleneceğini ve ABD’nin desteğini keserek Kiev’i Moskova’ya karşı taviz vermek zorunda bırakabileceğini düşünüyor. Trump’ın ilk başkanlık döneminde Putin’i övmesi ve Ukrayna’yı zayıflatma çabaları, ikinci döneminde ne yapabileceğinin işaretleri olarak görülüyor.

Savaşın bir sonraki aşamasının ve Ukrayna’nın zafer şansının büyük ölçüde ABD seçimlerinin sonucuna bağlı olacağını savunan Vindman, “Ukrayna’nın askerî harekâtının bir sonraki aşamasının Putin’le müzakere masasında güçlü bir pozisyona mı yoksa yıpratıcı bir savaşa mı—hatta tehlikeli bir tırmanışa mı—yol açacağı, nihayetinde Amerikalı seçmenlerin kasım ayındaki tercihine bağlı olabilir,” diyor.

Lavrov: Rusya zaferle çıkacak, Batı başka dilden anlamıyor

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English