Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Avrupa sağı, AB karşıtlığını bırakıyor

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, Avrupa’daki sağcı partilerin kısmi yükselişine tanıklık etse de, meclisteki “merkez” bileşim gücünü korudu. Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, Batı Avrupa’daki birçok “egemenlikçi” ve “Avrupa şüphecisi” partinin yıllar içinde Brüksel bürokrasisi içinde eridğini ileri sürüyor. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Avrupa şüpheciliğinden sonra

Christopher Bickerton
New Left Review
13 Haziran 2024

Avrupa Parlamentosu seçimleri farklı insanlar için farklı anlamlar ifade ediyor. Brüksel’deki basın mensupları için bu seçimler, günlerce süren at pazarlığı ve arka oda anlaşmalarının ardından “üst düzey görevlere” –Konsey ve Komisyon başkanlıkları, parlamento başkanlığı, dış politika yüksek temsilciliği– kimin getirileceğine dair hararetli spekülasyonlar için bir fırsattır. Üye devletlerin liderleri için bu görevler, partilerinin milletvekili sayısını arttırmak ve muhtemelen bir parlamento grubuna liderlik etmek için bir fırsattır – güç ve prestij kazanmanın yanı sıra diğer Avrupa ülkeleriyle pazarlık kozu. Muhalif siyasetçiler için AB parlamentosu, kendi ülkelerinde siyasi fırsatlar ortaya çıkana kadar zaman kazanmak için faydalı (ve kazançlı) bir yol sunar. İtalya’nın şu anki dışişleri bakanı Antonio Tajani yirmi yıldan fazla bir süre parlamentoda görev yaptı; Marine Le Pen ve Nigel Farage da uzun süre AP üyesi olarak görev yaptı.

Bu arada bloğun vatandaşları için seçimlerin önemi genellikle ulusal siyasi mücadelelerin kristalize olmasında yatıyor. Podemos ve 5 Yıldız Hareketi’nin atılım yaptığı 2014 seçimleri, Syriza’nın Pasok’u bir kenara iterek Yunanistan’ın soldaki lider seçim gücü haline gelmesini sağladı. Birleşik Krallık’ta 2019 oylaması Brexit konusunda fiilen ikinci bir referandum işlevi gördü. 2024’te kıta ölçeğinde gerici bir sorpassoya [ele geçirilme] tanık olmamız bekleniyordu: popülistlerin ve aşırılık yanlılarının parlamentonun ana akım siyasi oluşumlarını yıkacağı bir an. Komisyon Başkanı olarak ikinci kez aday olan Ursula von der Leyen, merkezciler ve liberallerden oluşan “büyük koalisyonunu” koruyup koruyamayacağından şüphe duydu ve oylama öncesinde İtalyan Giorgia Meloni ile temasa geçerek aşırı sağ ile bir anlaşma olasılığının sinyalini verdi.

Fakat geçen hafta oylama yapıldığında, ezici bir üstünlükten bahsedilmesinin abartılı olduğu ortaya çıktı. Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük Partisi altı sandalye kazandı ama merkez sol ve yeşiller koalisyonu tarafından yenilgiye uğratıldı. Almanya’da AfD dokuz sandalyeden on beş sandalyeye yükseldi ama 29 sandalye kazanan CDU-CSU ittifakının çok gerisinde kaldı. İspanya’da Vox iki sandalye kazandı ancak oy oranı %10’un altında kalırken, Partido Popular [Halk Partisi] iktidardaki PSOE’nin dört puan önüne geçerek zafer kazandı. Gerçek Finliler de oyların %10’undan azını alarak bir sandalye kaybederken, İsveç Demokratları bir sandalye kazandı fakat ülkenin ana akım partileri ve Yeşiller’in ardından dördüncü sırada yer aldı. Avrupa Parlamentosu’ndaki baskın gruplar da nispeten dirençli olduklarını kanıtladılar. Merkez sağ Avrupa Halk Partisi (EPP) dokuz sandalye kazanarak toplam sandalye sayısını 185’e çıkarırken, merkez sol Sosyalistler ve Demokratlar (S&D) sadece iki sandalye kaybederek 137’ye geriledi. En büyük kaybedenler ise sırasıyla 23 ve 19 sandalye kaybeden liberal Renew Europe ve Yeşiller oldu.

İki ana aşırı sağcı oluşum aralarında sadece on üç sandalye kazandı; Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) 73, Kimlik ve Demokrasi (ID) ise 58 sandalyeye sahip. Bu ikilinin birleşme şansı çok az ve AfD’nin –ikisine de bağlı değil– nereye uyum sağlayacağı hâlâ belirsiz. ECR, 2009 yılında EPP’nin fazla Avrupa yanlısı olmaya başladığını düşünen İngiliz Muhafazakârlar tarafından kurulmuştu. Aşırı sağın daha ılımlı kanadını temsil eder ve radikal sağ milletvekillerini parlamentodaki güçlü pozisyonlardan dışlayan cordon sanitaire’e [güvenlik kordonu] tabi değil. Üyeleri arasında Meloni’nin Fratelli d’Italia’sının yanı sıra Polonya’nın Hukuk ve Adalet partisi de bulunur. Buna karşın ID, Le Pen’in Rassemblement National ve Matteo Salvini’nin Lega’sının yanı sıra Estonya’nın Muhafazakâr Halk Partisi ve Vox’a ev sahipliği yaparak kabul edilemez bulunuyor.

O halde AB’de meydana gelen şey, beklenenden daha yavaş bir hızda da olsa, derin bölünmelerden etkilenen popülist-milliyetçi gruplarla birlikte parlamentonun bileşiminde sağa doğru bir kaymadır. Seçim sonuçları her zamanki gibi işlerin devam edeceğini gösteriyor. Von der Leyen “merkezin korunduğu” ve koalisyonunun belki de Yeşiller tarafından desteklenerek bir gün daha yaşayacağı konusunda ısrar etti. Bloğun ana siyasi akımları hegemonyalarını sürdürmek için farklılıklarını bir kenara bırakmaya istekli görünüyor. Fakat Brüksel’deki pek çok kişinin de farkında olduğu üzere, bu büyük koalisyon stratejisi siyasi merkezi daha da farklılaşmamış, iktidara aç politikacılar yığını haline getirebilir, rakiplerine desteği artırabilir ve ileride sorunlara yol açabilir.

En heyecan verici ulusal yarışmalar, iç cephedeki siyasi gelişmelerin habercisi gibi görünen yarışmalardı. Fidesz’in içinden çıkıp muhalif ve ihbarcı olan Péter Magyar’ın güçlü performansı, belki de erken bir şekilde, Viktor Orbán’ın hakimiyetinin azalmakta olduğunun bir işareti olarak yorumlandı. Polonya’da Hukuk ve Adalet Partisi düşüşünü sürdürerek beş sandalye kaybetti ve Donald Tusk’ın Sivil Platformu’na daha fazla zemin kaptırdı. Meloni, destekçilerine seçmen kağıtlarına “Giorgia” yazmalarını söyleyerek oldukça kişiselleştirilmiş bir kampanya yürüttü ve oyların %30’undan biraz azını alarak 14 ekstra sandalye kazandı. Bu arada Scholz’un SPD’si hem ana muhalefet hem de AfD tarafından geçildi ve görevde daha ne kadar kalabileceği konusunda spekülasyonlara yol açtı.

Fakat ulusal düzeyde en fazla drama ödülünü kazanan Fransa oldu. Rassemblement National seçimleri Macron’un ikinci dönemi için bir referandum olarak değerlendirdi ve cumhurbaşkanının seçim oluşumunun iki katından fazla oy aldı. Parti socialiste’den [Sosyalist Parti] Raphaël Glucksmann, yeni ortak listesi için Macron’un partisi ile aynı sayıda on üç sandalye kazanarak merkez solda yeni bir figür olarak ortaya çıktı. La France insoumise [Boyun Eğmeyen Fransa] %10 oy ve dokuz yeni sandalye kazanmış olsa da, parçalanmış NUPES ittifakının diğer partileri genel olarak kötü bir performans sergiledi. Sonuçlar ışığında Macron hükümeti feshetti ve 30 Haziran ve 7 Temmuz için yeni yasama seçimleri planladı. Bu, RN’nin blöfünü görmeye yönelik bir girişim gibi görünüyor. Aşırı sağ hükümete hazır olduğunu söylüyor fakat yaklaşan oylamayı kazanmaları halinde liderleri Jordan Bardella Başbakan olabilir ve Macron bu pozisyonda birinin popülaritesini korumasının zor olduğunu biliyor.

Tüm bunların Avrupa siyasetindeki temel bölünme için ne anlama geldiği, AB’nin destekçileri ve eleştirmenleri arasında daha az yorumlanıyor. Siyaset bilimci Peter Mair bir keresinde bu uluslarüstü kurumun kendine özgü yapısının vatandaşların tek tek politikaları şekillendirmesini ya da bunlara itiraz etmesini zorlaştırdığını gözlemlemişti. Sonuç olarak, bu politikalara karşı muhalefet zorunlu olarak AB’ye karşı muhalefet biçimini almıştır. Avrupa şüpheciliği savaş sonrası dönem boyunca solda öne çıkarken, 1990’lardan itibaren egemenlikçi ve milliyetçi sağ ile ilişkilendirilmeye başlandı; Birleşik Krallık’ta UKIP ve Avusturya’da Özgürlük Partisi tarafından simgeleştirildi. Bu değişim hem Fransa’daki Parti communiste’in [Komünist Parti] göz alıcı düşüşünde olduğu gibi kıtanın komünist partilerinin bir seçim gücü olarak çöküşünü hem de Pasok’un 1970’lerde Avrupa entegrasyonunun baş eleştirmeniyken 1980’lerin sonunda sadık bir destekçiye dönüşmesinde canlı bir şekilde görüldüğü üzere daha geniş solun ulusal egemenlik ilkesini terk edişini yansıtıyor.

Bu yıl, aşırı sağ partiler AB tarihindeki en önemli kazanımları elde ederken, seçimler aynı zamanda bu partilerin kuruma ne ölçüde uyum sağladıklarını da yansıttı. Sert Avrupa şüpheciliğinin yerini Meloni’nin kampanya sloganı olan “İtalya Avrupa’yı Değiştiriyor” ile örneklenen ılımlı reformizm aldı. Bir zamanlar AB’den ayrılmayı savunan Wilders, kampanyanın başlamasıyla birlikte bu tutumundan hızla vazgeçti. Le Pen de 2014 Avrupa seçimlerinde “Frexit”i savunmuş ancak o zamandan beri “içeriden değişim” politikasını benimsedi.

Batı Avrupa’nın aşırı sağ partileri bu anlamda Orta ve Doğu Avrupa’daki muadillerinin stratejilerini taklit etmeye başladılar. Hukuk ve Adalet yıllardır Brüksel’le kavgalı olmasına rağmen “Polexit” fikrini hiçbir zaman ciddi bir şekilde gündeme getirmedi. Fidesz antlaşmalardan doğan yükümlülükleri nedeniyle AB ile sık sık çatışsa da gemiyi terk etmeyi düşünmüyor. Bu reformist eğilimin bir istisnası, Avro bölgesinden ayrılma ve Alman Markı’nı yeniden yürürlüğe koyma konusunda hala sert bir çizgi izleyen AfD gibi görünmektedir; fakat bu ne partinin varoluş nedeni ne de Almanya’nın kültür savaşlarını körüklemedeki rolüne çok daha fazla borçlu olan başarısının nedenidir.

Bu ılımlı eğilimin bir nedeni Brexit’tir: anayasal bir krize yol açarak ve iç göçü kesemeyerek Avrupa’nın aşırı sağına AB’den ayrılmanın yararları konusunda temkinli olmayı öğreten bir olay. Bir diğeri ise üye ülkelerin çoğunun halkları arasında bloğa verilen desteğin devam etmesi. RN ve Fratelli d’Italia gibi grupların kararsız seçmenlere kur yaparak geleneksel sağ partilerin yerini almaya çalışmasıyla birlikte, AB karşıtı pozisyonlar bir seçim yükümlülüğü haline geldi. Bu tür partilerin liderleri genellikle gözü kara ideologlar olarak lanse edilse de gerçekte çoğu esnek pragmatistlerdir. AfD’nin Maxmilian Krah’ı gibi çok katı olanlar ise genellikle kendilerini marjinalleşmiş olarak buldular. Son yıllarda Avrupa’nın popülist güçleri Brüksel hiyerarşisi içinde yavaş yavaş asimile oldular. Bu seçim, bazılarının tahmin ettiği gibi onların zirveye yükselişini görmemiş olabilir. Ancak Avrupa şüpheciliği ile yollarını ayırarak yükselişlerini kolaylaştırmaya istekli olduklarını gösterdi.

DÜNYA BASINI

2024 İran için zor geçti ama asıl sınav 2025’te

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale 2024 yılının İran açısından nasıl geçtiğini özetliyor ve 2025’e dair öngörülerde bulunuyor:

***

İran 2024’ü zor geçirdi ve 2025 daha kolay olmayabilir

Arash Azizi

İran bu yıla 1 Ocak’ta Batı’ya alternatif güç merkezlerini bir araya getiren BRICS’e katılarak hayırlı bir başlangıç yapmıştı. Böylece, geçen yıl Suudi Arabistan’la ilişkilerin yeniden kurulması ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmasının ardından diplomatik başarılarına bir yenisini daha eklemiş oldu.

2022-2023 protestolarının üstesinden geldikten sonra, hükümet yeniden dengesini buluyor gibi görünüyordu. Ancak, çok az kişi İran’ı ne kadar fırtınalı bir yılın beklediğini tahmin edebilirdi. 2024, hükümetin ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’in politikalarının sürdürülemezliğinin her zamankinden daha belirgin hale geldiği bir yıl oldu.

Bölgesel olarak Tahran, yıllardır dış politikasının merkezinde yer alan Batı ve İsrail karşıtı milislerden oluşan ve Direniş Ekseni olarak adlandırılan koalisyonun eşi benzeri görülmemiş bir şekilde hırpalanmasına tanık olmak zorunda kaldı. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarını sürdürmesiyle birlikte, Eksen üyesi Hamas kapasitesinin büyük bir kısmını kaybetti. İsrail Hamas lideri İsmail Heniyye’yi Tahran’da, Yahya Sinvar’ı ise Gazze’de öldürdü. Ayrıca Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ile birlikte örgütün Lübnan’daki pek çok komutanını da öldürdü.

Eksen’in bu şekilde zayıflaması, Suriye’de on yıl süren iç savaşın ardından Beşar Esad hükümetinin devrilmesinde önemli bir etken oldu. Bu aynı zamanda İran’ın bölgedeki ana devlet müttefikini kaybetmesi anlamına geliyordu.

Eksen’i desteklemek, bu yıla kadar Tahran’ın İsrail’le doğrudan askeri çatışmaya girmek zorunda kalmadan mücadelesini sürdürmesini sağlayan bir stratejiydi. Ancak bu “Hamaney Doktrini” İran ve İsrail’in Nisan ve Ekim aylarında ilk kez doğrudan karşı karşıya gelmesiyle başarısızlığa uğradı.

Fırtınalı bir yıl geçiren İran, iki nükleer güç olan İsrail ve Pakistan’a ait toprakların yanı sıra Irak ve Suriye’ye de saldırılar düzenledi. Hamaney’in savaşı ülkeden uzak tutma iddiası o zamandan beri inandırıcı görünmüyor. Ve yıl sona ererken hem Direniş Ekseni hem de Hamaney Doktrini harabeye dönmüş durumda.

İran ayrıca kendisini Batı’dan diplomatik olarak daha da izole olmuş bir halde buldu.

Haziran ayında Kanada, Devrim Muhafızları Ordusu’nu terör örgütü listesine alarak ABD’ye katıldı. İranlı-Alman bir siyasi mahkûmun idam edilmesine tepki olarak Berlin, Ekim ayında üç İran konsolosluğunu kapattı. Yılın başlarında da Hamburg’da 1950’lerden beri faaliyet gösteren İran destekli bir camiyi kapattı. Almanya ayrıca Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına verdiği destek nedeniyle Tahran’a yeni yaptırımlar uygulanmasında Fransa ve ABD’ye katıldı.

İç politikada ise Hamaney ve müesses nizamdaki diğer kişiler baskıların devam etmesinin hükümetleri için iyi olmayacağını anlamış görünüyorlardı. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerine katılım yüzde 40’ta kaldı ki bu İslam Cumhuriyeti tarihindeki en düşük orandı.

Mayıs ayında meydana gelen bir helikopter kazası durumu bir nebze değiştirdi. Bu kaza İran’ın o zamanki muhafazakâr (ve Hamaney’e sadık) Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin ölümüne yol açtı. Bu ani ölüm, Tahran’a reformist ve merkezci grupları tekrar siyasi arenaya dahil etme fırsatı verdi. İki tur cumhurbaşkanlığı seçimi (yine İran tarihindeki en düşük katılımla) sonrasında halk, yaklaşık 20 yıl sonra ilk kez bir reformisti, Mesud Pezeşkiyan’ı Cumhurbaşkanı seçti.

Pezeşkiyan, 1997-2005 yılları arasında cumhurbaşkanlığı yapan ve ülkeyi demokratikleştirme sözü veren Muhammed Hatemi gibi reformist seleflerine kıyasla daha mütevazı bir programla seçime girdi. Buna karşılık yeni Cumhurbaşkanı, iyi yönetişim ve internet özgürlüğü ve kadınlar için zorunlu başörtüsü gibi alanlarda sınırlı reformlardan biraz daha fazlasını vaat etti.

Dr. Pezeşkiyan’ın yönetimi daha önce ABD ile müzakerelerde yer almış deneyimli isimlerle dolu. Pezeşkiyan, ülkenin diplomatik izolasyonunu hafifletmek ve halkına ekonomik rahatlama sağlamak amacıyla Batılı güçlerle angajmana geri dönme sözü verdi. Başkanlık görevine zor bir başlangıç yapan Dr. Pezeşkiyan’ın işi oldukça zor.

Muhafazakarların çoğunlukta olduğu Parlamento kısa bir süre önce Pezeşkiyan’ın vaatlerine ters düşen acımasız bir hicap yasasını kabul etti. Salı günü, üyelerinin çoğu Dr. Pezeşkiyan’a karşı sorumlu olmayan Siber Uzay Yüksek Konseyi nihayet WhatsApp ve Google Play üzerindeki kısıtlamaların kaldırılmasını kabul etti, ancak bu sadece devede kulak.

Bu arada İran, modern tarihinde çok az örneği olan enerji kıtlığı ve elektrik kesintileriyle karşı karşıya.

Ancak 2024 yılı İran için ne kadar zorlu geçmiş olsa da Dr. Pezeşkiyan ve ülke için en önemli sınav yeni yılda, ABD’nin seçilmiş başkanı Donald Trump’ın göreve başlamasıyla başlayacak.

Trump, İran’a karşı “maksimum baskı” politikasını sertleştirme sözü verdi. Son haberlere göre İsrail yönetimindeki birçok kişi İran topraklarına yönelik saldırıları yeniden başlatmayı planlıyor. Trump’ın bu saldırılara onay verip vermeyeceği belirsiz, ancak Tahran üzerindeki baskıyı arttırmak için bu tehdidi kullanacağı kesin.

Trump’ın ikinci dönemi ne kadar tehditkâr görünse de önümüzdeki dört yıl Tahran’a bir fırsat da sunabilir. Seçilmiş başkan İran’la bir anlaşma yapmayı tercih ettiğini defalarca dile getirdi ve Tahran’ın esneklik göstermesi halinde bu anlaşma gerçekleşebilir. Japonya basınında İran yönetiminin Tokyo’dan Tahran ve Washington arasında arabuluculuk yapmasını isteyebileceğine dair haberler çıkmaya başladı bile.

İran hükümeti Trump ile bir anlaşma yapmak istiyorsa, kayıplarını ve İsrail’i “yok etme” yönündeki romantik ama gerçekçi olmayan vaadinin halkına yalnızca izolasyon ve sefalet getirdiği gerçeğini kabul etmeli. Hükümet, başarısızlıklarını kabul etmeli ve bölgedeki güç dengelerine uygun bir anlaşmayı kabul etmelidir. Ayrıca hem Batı ile bir anlaşmaya hem de ülkedeki popüler taleplere verilecek herhangi bir tavize karşı çıkan kendi içindeki muhafazakarlarına karşı koyması gerekecektir.

Yine de riskler, İran’ın müesses nizamı içindeki pek çok kişiyi daha uzlaşmacı bir yol izlemeye motive edecek kadar yüksek. Dolayısıyla yeni yıl ülke için zorlu geçebilecek olsa da tarihi bir değişim ve reform yılı da olabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İran’ın Suriye’deki yeni stratejisi: Kürt gruplarla yeni bir dönem mi?

Yayınlanma

Yazar

İran ordusu

Esad yönetiminin çöküşü, İran’ın Suriye’deki nüfuzunu zayıflatırken Türkiye’nin etkisini artırdı. Ancak aşağıda çevirisini okuyacağınız makaleye göre İran, Suriye’deki etkisini tamamen kaybetmiş değil. Devrim Muhafızları’na yakın isimlerin bazı yorumlarını öne çıkaran makale Suriye’deki Kürt gruplara verilecek desteğin, İran’ın gelecekteki stratejisinin temel taşlarını oluşturabileceğini iddia ediyor:

***

Putin Tahran’da tartışmalara yol açarken Devrim Muhafızları’nın Suriye’den çıkışı gündemde

Amwaj.media

Olay: İran’da, Suriye’deki eski askeri varlığının gerçek boyutu ve ülkeden çekilme koşulları konusunda tartışmalar patlak verdi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Suriye’nin eski lideri Beşar Esad’ın isyancılar tarafından devrilmesi sırasında Rus güçlerinin binlerce “İranlı savaşçıyı” havadan Suriye dışına çıkardığını iddia etti.
İranlı yetkililer bu iddiayı yalanladı. Ancak Putin’in açıklamaları İran’ın Suriye’deki askeri konuşlanmasına ilişkin soru işaretlerini artırdı ve Moskova’nın güvenilir bir ortak olup olmadığına ilişkin tartışmaları yeniden alevlendirdi. Bu gelişme, Şam Büyükelçiliği’ne bağlı İranlı bir Şii din adamının “teröristler” tarafından vurularak öldürülmesinin ardından geldi.

Haber: Putin 19 Aralık’ta düzenlediği yılsonu basın toplantısında İran’ın Suriye’deki varlığıyla ilgili bir dizi tartışmalı açıklama yaptı.

-Rus lider televizyonda yayınlanan etkinlikte Rus güçlerinin Suriye’deki Hmeymim Hava Üssü’nden 4.000 “İran askerini” Tahran’a tahliye ettiğini iddia etti. Putin ayrıca İran yanlısı bazı birliklerin Lübnan ve Irak’a yerleştirildiğini de iddia etti.

-Rusya Devlet Başkanı gazetecilere yaptığı açıklamada “Geçmişte İranlı dostlarımız birliklerini Suriye’ye konuşlandırmak için bizden yardım istemişlerdi, ancak şimdi bizden birliklerini tahliye için yardım istediler” dedi.

-İsyancılar tarafından ele geçirilen ilk büyük şehir olan Halep’in 30 Kasım 2024’te düşmesi hakkında konuşan Putin, 30.000 hükümet askerinin ve İran destekli birliklerin “savaşmadan geri çekildiğini” söyledi.

Tahran’daki yetkililer Putin’in İran güçlerinin tahliyesiyle ilgili iddiasını reddetmekte gecikmedi.

-Dışişleri Bakanlığı sözcüsü İsmail Bekayi 20 Aralık’ta yaptığı açıklamada İran’ın Suriye’de “savaşçıları” değil sadece askeri danışmanları olduğunda ısrar etti. Bekayi İranlı sivillerin ve diplomat ailelerinin Hmeymim Hava Üssü’nden Tahran’a götürüldüğünü ama bunun İran uçaklarıyla yapıldığını da sözlerine ekledi.

-Milletvekili ve eski üst düzey Devrim Muhafızları Komutanı İsmail Kowsari ise İran’ın Suriye’de “hiçbir zaman” 4.000 askeri personeli olmadığını iddia etti. Muhafazakâr milletvekili, Rusya’nın “Lübnan, Afganistan ve diğer ülkelerin Suriye’de danışman sıfatıyla bulunan vatandaşlarını” havadan taşıdığını da belirtti.

İran ordusunun birleşik komutanlığı olan Khatam Al-Anbiya Merkez Karargâhı Başkan Yardımcısı Muhammed Cafer Asadi, 4.000 askerin tahliye edilip edilmediğini “tam olarak bilmediğini” söyledi. Ancak Asadi, tahliye edilenler arasında “uzun süredir Suriye’de yaşayan İranlıların” da bulunduğunu söyledi. Bu kişilerin askeri danışman olmadığını da iddia eden Asadi, İran’ın “Rusya’ya kendi güçlerini tahliye etmesine asla izin vermeyeceğini” söyledi.

Putin’in bu iddiası sosyal medyada da tartışılırken, bazıları Rusya’nın sadık bir ortak olup olmadığını sorguladı.

-Bölgeye odaklanan bir gazeteci ve gözlemci olan Elijah J. Magnier, Rusya’nın “tahliyeye yardımcı olduğunu” iddia etti ancak Esad 8 Aralık 2024’te devrildiğinde Suriye’de “sadece 2.100 İranlı danışman” olduğu iddia etti.

-Putin’in “İranlı dostlar” ifadesini kullanmasına atıfta bulunan siyasi yorumcu Hüseyin Yezdi, bu “dostların” son 200 yıldaki İran-Rusya ilişkilerini gözden geçirmelerini “dilediğini” söyleyerek Tahran’ın Moskova’ya yönelik tarihten gelen güvensizliğine gönderme yaptı.

-İran Ticaret Odası’nın eski başkanlarından Hüseyin Selahvarzi ise “Putin’den daha hain ve geveze biri var mı” diye sordu.

Bu arada İran medyası, Rai al-Youm’un 21 Aralık tarihli bir haberine atıfta bulunarak Sünni İslamcı lider Ebu Muhammed el-Colani’nin Şii Müslümanlara güvence verdiğini aktardı.

-Gerçek adı Ahmed el-Şara  olan Colani’nin Suriyeli Şii bir dini otoriteyle görüştüğü ve Şam’ın dış mahallelerindeki önemli bir Şii merkezi olan Seyyide Zeynep türbesini korumak için bir güvenlik ekibi görevlendirdiği bildirildi.

-İsyancı liderin ayrıca Alevi toplumuna da güvenlik garantisi verdiği bildirildi.

-İran Dışişleri Bakanlığı 21 Aralık’ta Suriye’de yaşayan ve Şam’daki İran Büyükelçiliği’nde “yerel görevli” olarak çalışan İranlı din adamı Davud Bitaraf’ın 15 Aralık’ta “teröristler” tarafından vurularak öldürüldüğünü açıkladı.

Esad’ın devrilmesi İran’ın Suriye’deki nüfuzunu önemli ölçüde zayıflatırken Türkiye’nin etkisini arttırdı. Ancak sosyal medyada dikkat çeken bir tartışmada iki DMO mensubu ve güvenlik uzmanı oyunun henüz bitmediğini düşünüyor.

-Hadi Masumi Zare, Ali Samadzadeh ile yaptığı tartışmada Suriye’nin en iyi ihtimalle Irak ya da Tunus gibi bir ülke haline geleceğini, ancak çeşitli hatlara bölünmüş bir ülkede tek bir grubun düzeni sağlamasının pek mümkün olmadığını savundu. Zare, bunun dış müdahaleye alan açacağını söyledi.

-Samadzadeh de bu görüşe bir dereceye kadar katılarak yönetim sorunları, iç bölünmeler ve dış rekabetin Suriye’yi İran’ın düşmanları için bir kaynak israfına dönüştüreceğini ileri sürdü.

-Samadzadeh, ABD’nin desteğini daha da zayıflatması halinde İran’ın Kürtler de dahil belirli grupları destekleyerek nüfuzunu yeniden kazanmaya çalışabileceğini sözlerine ekledi.

Esad yönetimindeki Suriye, İran’ın ‘Direniş Ekseni’ndeki tek devlet müttefikiydi ve ağın diğer üyeleri genellikle Tahran’ın “vekilleri” olarak anılıyordu. Ancak İran Dini Lideri Ayetullah Ali Hamaney 22 Aralık’ta bu nitelemeyi açıkça reddetti.

-Hamaney Tahran’da yaptığı bir konuşmada İslam Cumhuriyeti’nin “vekilleri olmadığını” ve Eksen bayrağı altında savaşan silahlı grupların “inançlarının gücü” nedeniyle Eksen’e yöneldiğini ısrarla vurguladı.

-Dini lider, İran’ın başta İsrail olmak üzere düşmanlarıyla savaşmak için “vekil güçlere ihtiyacı olmadığını” da vurguladı.

Bağlam/analiz: İran’ın Rusya’ya duyduğu güvensizlik toprak kayıpları, İran hareketlerinin bastırılması ve yabancı müdahaleler de dahil uzun bir geçmişe dayanan sömürü ve egemenlik ihlallerinden kaynaklanıyor.

-Bu tarihsel şikâyetler, fırsatçı ortaklıklara ilişkin güncel kaygılarla birleşerek İran’da Rusya’ya yönelik keskin görüş ayrılıklarını şekillendirmeye devam ediyor.

Şubat 2022’deki Rusya’nın Ukrayna işgalinden sonra gelişen askeri ortaklığa rağmen, Rusya İran’ın sabrını test etmeye devam etti.

-İran devlet medyası Aralık 2022’de Rusya’nın gelişmiş Sukhoi-35 (Su-35) savaş uçakları sağlayacağını bildirdi. Aradan iki yıl geçmesine rağmen Moskova söz konusu anlaşmayı henüz yerine getirmedi.

-Temmuz 2023’te Moskova, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ile İran’ın Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) tarafından iddia edilen üç ada üzerindeki egemenliğine itiraz eden ortak bir bildiri imzalayarak tartışmalara neden oldu.

-Temmuz 2023’te Moskova hem İran hem de Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) hak iddia ettiği üç ada üzerinde İran’ın haklarını sorgulayan Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ortak bildirisini imzalayarak tartışma yarattı.

-Rusya Eylül 2024’te Azerbaycan’ı Nahçıvan’a bağlayan tartışmalı Zengezur Koridoru’nun kurulmasını destekliyor gibi göründü. Tahran, Ermenistan’la bağlantısını keseceği endişesiyle uzun süredir bu plana karşı çıkıyor.

2013 yılında İran Devrim Muhafızları, silahlı bir ayaklanmayı bastırmak ve Sünni aşırılık yanlısı gruplarla mücadelede Esad’a destek vermek üzere Suriye’ye konuşlandırıldı.

-Çatışma sırasında öldürülen İranlı askeri danışmanların kesin sayısı belirsizliğini koruyor. Ancak Raporlar 2.000’den fazla “türbenin savunucusu”nun -İran destekli güçler için kullanılan bir terim- hayatını kaybettiğini ve ölenlerin çoğunun İran Devrim Muhafızları tarafından organize edilen Afgan uyruklular olduğunu gösteriyor.

-Esad, büyük ölçüde Rus hava desteği ve Lübnan Hizbullahı ile İran tarafından sağlanan kara kuvvetleri sayesinde iktidarını korudu.

Türkiye destekli grupların da katıldığı Sünni İslamcı Heyet-i Tahrir Şam (HTŞ) Kasım ayı sonlarında Esad’a karşı bir yıldırım harekâtı başlattı ve bu saldırı 8 Aralık’ta Esad’ın düşüşüyle sonuçlandı.

-İran devletine bağlı medya, eski Suriye liderinin İran’ın uyarılarını ve yardım tekliflerini reddettiğini söyledi.

Öngörü: Putin’in yorumları İranlı yetkilileri hasar kontrol moduna soktu. Ancak bu tartışmanın ikili ortaklığı etkilemesi pek olası görünmüyor.

– İranlı yetkililerin açıklamalarındaki tutarsızlıklar, iç anlaşmazlıkların ya da Suriye’deki önceki askeri varlıkla ilgili belirli bir anlatıyı öne sürme çabalarının göstergesi olabilir.

Colani’nin Şii Müslümanlara verdiği bildirilen güvenceler hem kendi imajını hem de grubunun imajını yumuşatma çabasıyla uyumlu.

-Tahran, Şii Müslümanların korunmasını memnuniyetle karşılarken, Suriye’deki nüfuzunu sürdürmek için diplomatik ya da başka yollar arayacaktır.

-Esad’ın düşüşünün tozu dumanı dindikçe, İran’ın adapte olmuş duruşunun içeriği -özellikle Kürt gruplara yaklaşılırsa daha geniş yansımalar da dahil- muhtemelen daha belirgin hale gelecektir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Trump’ın Pax Americanası ve Orta Doğu’da değişen dengeler

Yayınlanma

Trump-Erdoğan

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Baas yönetiminin devrilmesi ile hızlanan Orta Doğu’daki güç dengelerini değiştiren sürecin Türkiye ve İsrail’i öne çıkardığını ve bu iki ülkenin Trump’ın öngördüğü yeni Pax Americana’ya yatırım yaparak avantaj sağlamaya çalıştığını belirtiyor. Makalede bu çabalar, iki ülkenin çıkarlarının farklılığı nedeniyle kalıcı bir stratejik ortaklıktan çok, taktiksel bir ittifak şeklinde değerlendiriliyor. Trump’ın hedefi, maliyeti ABD’nin üstlenmediği ama kârlı bir Amerikan hegemonyası sağlamak. Bu noktada makalenin yazarı ABD’nin çıkarının Türkiye’nin çıkarı ile uyuştuğunu düşünüyor:

***

İsrail ve Türkiye, Trump’ın Pax Americanasına Yatırım Yapıyor

Raghida Dergham

Hem İsrail hem de Türkiye için mevcut dönem, önümüzdeki yıllarda kalıcı bir bağ kurmak adına altın bir fırsat gibi görünebilir. Ancak, iki ülkenin ulusal çıkarlarının çelişkili doğası ve liderlerinin kişilikleri göz önüne alındığında bunun stratejik bir ortaklıktan ziyade geçici ve taktiksel bir ittifak olma ihtimali daha yüksek.

Hem Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump’a hem güvenle hem de tedirginlikle yatırım yapıyor.

Gerçekten de Trump her ne kadar değişken olsa da her şeyin üstünde tuttuğu Amerikan çıkarları söz konusu olduğunda kararlı bir tutum sergiliyor. Trump, dünya liderleriyle olan kişisel ilişkilerde ya da daha geniş politikaları ve gelecekteki eylemleri hakkındaki varsayımlarda rehavetten hoşlanmaz. Henüz Beyaz Saray’a girmeden önce bile etkisi, uluslararası ve bölgesel güç dinamiklerini şekillendirmeye başlamış durumda ve Türkiye ile İsrail’in Orta Doğu’nun yeni haritasındaki konumlarını yeniden tanımlıyor.

Yeni bir Pax Americananın – Amerikan liderliğindeki barış – ana hatları bazılarına güven verirken, bunun çok kutuplu bir dünya pahasına kontrolsüz bir Amerikan hegemonyasına işaret edebileceğinden korkan diğerlerinde paniğe yol açıyor.

Ancak, geleneksel anlamda bir Pax Americana Trump’ın hedefi değil. Trump, bu tür bir barışı sürdürmenin maliyetini ABD’nin üstlenmesini istemiyor. NATO üyesi ülkelere yönelik tutumunda da görüldüğü gibi, başkalarının savunmasının bedelini ödemeye inanmadığını açıkça ortaya koyuyor.

Trump Amerika’nın başka bir ülkede devlet inşasını finanse etmesini istemiyor. Bunun yerine, ABD’ye fayda, kâr ve zenginlik getiren, Amerika’ya yatırım yapılmasını merkezine alan, bu vizyonu gerçekleştirmek için uygun ortamların yaratılmasını ve engellerin kaldırılmasını gerektiren bir Pax Americana öngörüyor.

Orta Doğu, şu ana kadar Rusya’nın Suriye’deki üslerinden çıkarılması ve potansiyel olarak Akdeniz’den atılmasıyla sonuçlanabilecek büyük dönüşümlerden geçiyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Suriye’den çekilmenin terörizme karşı kazanılmış bir “görev tamamlama” zaferi olduğunu iddia etmesine rağmen, Rus üslerinin geleceğine ilişkin açıklamaları dikkat çekici.

Putin, Rusya’nın Suriye’deki üslere ne ölçüde ihtiyaç duyduğunu ve bu üslerin ne gibi faydalar sağlayabileceğini bilmediğini söyledi ve Moskova’nın Suriye’deki varlığının geleceğini yeni Suriyeli yetkililerin eylemlerine göre yeniden değerlendirdiğini belirtti.

Putin’in iddialarına rağmen Akdeniz’deki Hmeymim ve Tartus üslerini kaybetmek Rusya’nın Orta Doğu ve Afrika’daki yeteneklerini zayıflatabilir ve hedeflerini sınırlandırabilir. Suriye’deki kayıp, Rusya’nın Libya ve Afrika’daki konuşlanmaları için ağır bir maliyet oluşturacaktır.

Bu arada, Erdoğan’ın Trump’a, diğer NATO liderlerine ve İsrail’e sunabileceği şey, Türkiye’nin yaklaşan seçimleri denetlemeye ve yeni bir anayasa taslağı hazırlamaya yardımcı olabileceği, Türkiye’nin yönetim modelini uygulayabileceği yeni bir Suriye olabilir. Erdoğan, Suriye’nin İslamcı aşırılığın merkezi haline gelmeyeceğini garanti etmese de söz verebilir.

Trump, Erdoğan’ın hırslarına ve kişiliğine duyduğu hayranlığı dile getirerek, ilişkilerini “harika” ve Sayın Erdoğan’ı, daha önce yüzlerce yıl Suriye’ye hâkim olan Osmanlı İmparatorluğu’nun büyüklüğüne layık, “çok güçlü ve akıllı bir adam” olarak nitelendirdi.

Erdoğan’ın Suriye’deki eylemlerini muhalif gruplar aracılığıyla “dostane olmayan bir ele geçirme” olarak niteleyen Trump, “Türkiye’nin çok akıllı olduğunu düşünüyorum” dedi ve Suriye’nin Osmanlı geçmişine atıfta bulunarak “Türkiye ‘binlerce yıldır’ Suriye’nin kontrolünü istiyordu ve şimdi buna sahipler” diye ekledi.

Türkiye Dışişleri Bakanı, Trump’ın Ankara’nın eylemlerini “ele geçirme” olarak tanımlamasına itiraz etti ancak perde arkasında Trump’ın ekibi Erdoğan hükümetine, Amerika’nın Kürtlerle ilgili kırmızı çizgilerine saygı gösterdiği sürece Trump’ın Türkiye’nin yoluna çıkmayacağı konusunda güvence verdi.

Ayrıca ABD, Türkiye’nin F-35 uçaklarını satın almasına, Suriye’de kendi yönetim modelini dayatmasına ve Kuzey Afrika’da Libya’dan Mısır’a kadar nüfuzunu yaymasına karşı çıkmaktan vazgeçebilir.

Gerçekten de ABD’nin çıkarları şu anda Türkiye’nin Washington ve NATO başkentleri adına hareket etmeye hazır olmasıyla örtüşüyor. Türkiye, modelini önce Suriye’de, ardından Mısır ve diğer Arap ülkelerinde uygulamayı başarırsa, bölgesel nüfuzunu daha da artırabilir.

İran liderleri ise ABD’nin İran’a yönelik saldırı başlatma kararı alıp almayacağından endişe duyuyor. ABD’nin saldırmamak için öne sürdüğü şartlar basitçe şöyle: İran’ın nükleer silah edinme projelerini ya da hedeflerini mümkün olan en kısa sürede durdurması. İkincisi, Tahran’ın nüfuzunu genişletmeye ve devrimini sadık vekil güçler ve milisler aracılığıyla ihraç etmeye dayalı doktrininin ortadan kaldırılması.

Şu anda görüldüğü üzere Tahran, belki de kendi iç anlaşmazlıkları nedeniyle bu kurallara uymaya hazır değil. Ancak Trump İran’ın nükleer programını tamamlamasını beklemek istemiyor. İran’ın mevcut stratejik zayıflığının sunduğu fırsatı değerlendirmek istiyor- yani teşviklerden tehditlere geçebilir ve İran’ı nükleer programıyla birlikte ekonomik olarak da felç edebilir.

Trump için Orta Doğu’daki en önemli ilişki, ABD-İsrail ittifakı olarak tanımlanabilir ve seçilmiş başkan, bu ilişkinin en güçlü ittifak olmasını istiyor. İsrail bugün bölgesel olarak en güçlü konumunda ve İran’a yönelik politikalarında, özellikle de İran’ın nükleer kapasitesini vurma konusunda Türkiye’nin işbirliğini istiyor.

Bölgesel güç dengesi, İran’ın nüfuzunun azalması ve Türkiye ile İsrail’in öne çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişti. Arap ülkeleri, ellerindeki kozları etkili bir şekilde kullanmaları halinde ağırlıklarının daha da artabileceğinin farkında olarak temkinli davranıyor. Bazı Körfez ülkeleri ideolojik gruplaşmadan, İran’a karşı bir pozisyon almaktan veya Türkiye-İsrail ilişkilerine karışmaktan kaçınmaya çalışıyor.

Körfez ülkelerinin elindeki en güçlü koz, Filistin devleti ve iki devletli çözüm konusundaki pozisyonlarını korurken, Trump’ın özellikle Suudi Arabistan ve İsrail arasında hayata geçirmek istediği “yüzyılın anlaşmasına” açık olmaları.

Buna ek olarak, Lübnan ve Suriye’nin yeniden inşasında hem sahada pratik olarak hem de Türkiye ve İsrail’in kendi çıkarlarına uygun değişiklikleri dayatmayı amaçlayan projelerine rağmen bu ülkelerin Arap kimliğini koruyacak şekilde yeniden şekillendirilmesinde etkili olabilecek araçlar bulunuyor.

ABD, Türkiye veya İsrail’e Arap ülkelerine müdahale konusunda sınırsız bir yetki tanırsa büyük bir hata yapmış olur. Çünkü yeni Pax Americana önemli fırsatlar sunuyor ve bu fırsatlar Amerikan çıkarlarına Arap dünyası üzerinden hizmet edebilir. Ancak bu, Orta Doğu’yu Türk-İsrail şölenine dönüştürerek ve bu şölenin Amerikan açık çeki eşliğinde gerçekleşmesine izin vererek yapılamaz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English