Bizi Takip Edin

AVRUPA

Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması mı?

Yayınlanma

Ulrike Guérot ve Hauke Ritz
European Democracy Lab

Önümüzdeki haftalarda ve aylarda European Democracy Lab [Avrupa Demokrasi Laboratuvarı] kendisini “Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması” konusuna adamak ve bu konuda araştırma ve yayın yapmak istiyor.

Avrupa’nın siyasi, iktisadi, toplumsal ve entelektüel olarak kritik bir durumda olduğuna ve bu nedenle dünyanın şu anda yaşadığı muhtemelen en kapsamlı jeopolitik ve jeoekonomik duraklama [caesura] ile yüzleşemeyeceğine inanıyoruz. Aşağıdaki soruları ele almak istiyoruz:

Avrupa siyasi ilişkilerinde bir Latin Amerikalılaşma ile mi karşı karşıya? Eğer öyleyse, bu terim esasında neyi tanımlıyor? İlk olarak bu terim, bir zamanlar etkin olan ve kamu yararına odaklanan devletin önemli ölçüde daha düşük bir gelişmişlik düzeyine gerilemesini tanımlıyor. Aslında, tüm ülkelerin gelişmişlik düzeyindeki bu tür düşüşler, özellikle 20. yüzyılda Latin Amerika’da sık sık meydana gelmiştir. Bu durum, 1860-1930 yılları arasında muazzam bir iktisadi büyüme yaşayan, 1950’lerin ortalarına kadar gelişmiş bir sanayi ülkesi seviyesini koruyabilen, fakat daha sonra kısa kesintilerle günümüze kadar devam eden bir gerileme evresine giren Arjantin örneğinde açıkça görülüyor. Ülke şu anda dramatik bir enflasyon yaşıyor. Nüfusun bir kısmı yeterli beslenebilmek için mücadele ediyor.

Arjantin’in düşüşü, tüm Latin Amerika’nın düşüşünü özellikle sert bir şekilde yansıtıyor. Bütün bir kıtanın bu şekilde gerilemesi, bir zamanlar izin verilen ve daha sonra ilerlemeye devam eden egemenlik kaybının sonucudur. 1823 gibi erken bir tarihte ABD, Monroe Doktrini’nin bir parçası olarak Latin Amerika’yı kendi nüfuz bölgesi ilan etti; bu adım başlangıçta Avrupa emperyalizmine karşı atılmıştı, fakat 20. yüzyılda giderek daha açık bir şekilde ABD-Amerikan emperyalizmine dönüştü. Latin Amerika ülkelerinin kendi çıkarlarını ABD müdahalesinden korumaları giderek zorlaştı. Kıta, ABD’nin coğrafi olarak ana rakibi Sovyetler Birliği’nden uzakta, burada deneyebildiği neo-emperyal güç teknikleri için bir test alanı haline geldi. Orta Amerika’da, Guatemala, Kosta Rika, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ nde başladı ve daha sonra burada test edilen güç tekniklerini Ekvador (1961/63), Brezilya (1964), Peru (1968), Bolivya (1971), Uruguay (1973), Şili (1973) ve Arjantin (1976) gibi daha büyük devletlerde uyguladı. Hedef ülkenin askeri aygıtıyla ilişkiler geliştirildi ve bazı birimleri darbe yapmak için kullanıldı. 1964 yılında Brezilya Devlet Başkanı João Goulart, solcu hükümetinin bağımsız bir dış siyasete sahip olduğunu iddia etmesi nedeniyle devrildi. Brezilya’da ilk kez ölüm mangaları kullanıldı. Özellikle de demokratik yollarla seçilmiş Başkan Salvador Allende’nin 11 Eylül 1973’te vurularak öldürüldüğü ve takip eden haftalar ve aylarda partisinin çok sayıda üyesinin öldüğü Şili’de çok yüzsüz davrandılar. Tutuklamalar, adam kaçırmalar ve infazlar aşamasından sonra ülkeye ilk neoliberal şok terapisi dayatıldı. Şili, daha sonra diğer Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinin sanayisizleştirilmesi için bir model haline geldi. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Şili, Uruguay ve Bolivya gizli servislerinin ortak çalışması olan, teknik olarak ABD tarafından desteklenen ve bu ülkelerdeki muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlayan Condor Operasyonu da unutulmazlar arasındadır. Yazar William Blum, Killing Hope – US Military and CIA Interventions since World War II (1) [Umudu Öldürmek – II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD Askeri ve CIA Müdahaleleri] adlı kitabında (2) bu tür müdahalelerin uzun bir listesini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

Günümüze uygulandığında, Latin Amerikalılaşma terimi muhtemelen artık 1964’te Brezilya’da ya da 1973’te Şili’de olduğu gibi hükümet darbelerine atıfta bulunmayacaktır. Bu tür açık güç gösterileri dönemi artık gücün öncelikle psikolojik bir boyut kazandığı ve her şeyden önce medya ve halkla ilişkiler teknikleri aracılığıyla uygulandığı bir dünyaya uymuyor. Fakat bu terim, hükümetin bilgi ve yönlendirme eksikliğiyle başlayan, siyasi kararların dışarıdan alınmasına yol açan ve nihayetinde hükümeti hareket edemez hale getiren borç ve döviz krizleriyle doruğa ulaşan birkaç aşamada gerçekleşen bir egemenlik kaybı sürecini tanımlamaktadır ki bu da ya askeri bir grubun ya da uyuşturucu ve silah ticaretinden suç şebekelerinin giderek daha fazla nüfuz kazanmasına neden oluyor. Refah kaybı, yetkililerin ve karar alıcıların büyük bir kısmının yozlaşmasına neden olacak kadar dramatik bir şekilde geliştiğinde bir ülke Latin Amerikalılaşmış demektir. Bu da yabancı aktörlerin nüfusun kırılganlığı üzerinden ülkede doğrudan nüfuz kazanmasına olanak tanır. Egemenlik kaybı da nüfuzun devamı için gerekli koşulları yarattığı ölçüde, kendi kendini besleyen bir etkiye sahip olur. Aslında, egemenlik kaybının da kara deliğe benzer bir tür olay ufkuna sahip olduğu ve bunun ötesinde gelişmenin artık geri döndürülemeyeceği söylenebilir.

Latin Amerika’nın böylesi bir gelişmeyi sembolize eder hale gelmesinin, tüm Latin Amerika uluslarının görece genç olmaları ve dolayısıyla kendilerine ait bir devlet geçmişlerinin neredeyse hiç olmamasıyla da bir ilgisi olabilir. Sonuç olarak, Latin Amerika ülkeleri dış müdahale girişimlerine karşı dirençten yoksundu. Avrupa’da da Balkanlar ya da Ukrayna gibi devlet geçmişi zayıf olan bölgeler bulunmaktadır. Özellikle bu bölgelerin son otuz yılda defalarca kaosa sürüklenmesi ve hatta savaş alanı haline gelmesi tesadüf değildir. 1990’larda Rusya da kendisini, nüfusun büyük çoğunluğunun sanayisizleşmesine ve yoksullaşmasına yol açan ve aslında Latin Amerikalılaşmayla sonuçlanması gereken kademeli bir olumsuz gelişme dinamiği içinde buldu. Amerikalı jeostratejist Zbigniew Brzezinski, 1997 tarihli Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında Rusya’yı bir kara delik olarak tanımlamış ve o dönemde ülkenin egemenliğini tamamen kaybetmeye doğru giden olay ufkunu çoktan geçtiğine inandığını belirtmiştir.(3) Fakat Ukrayna ve Balkanların aksine Rusya’nın güçlü bir devlet geleneğine ve halk arasında belirgin bir tarih bilincine sahip olması, gözünü bu dev ülkenin tükenmez hammadde rezervlerine dikmiş olan Washington’u hayal kırıklığına uğratarak sürecin kesintiye uğramasına neden oldu.

Avrupa’nın bir bütün olarak Latin Amerikalılaşma tehdidi altında olup olmadığı, nihayetinde Avrupa’daki tarihsel bilincin ve devlet geleneklerinin bugün hâlâ ne kadar güçlü olduğu sorusuna bağlıdır. Tarihin sonu ve hakikatin öznelleştirilmesi şeklindeki postmodern tavrın şimdiden büyük bir direnci etkisiz hale getirdiğine şüphe yok. Bu durum karşısında, Avrupa halklarının siyasi bilinci, egemenliğin zaman içinde giderek kaybolduğunu fark edip bunu önleyebilir mi? Yoksa uzun vadede Avrupa’nın büyük bölümünün Balkanlaşması ve Ukraynalaşması ile mi karşı karşıya kalacağız? AB elitleri kişisel çıkarları için ve Avrupa’nın zararına olacak şekilde yozlaşmaya ne ölçüde izin verecekler? Yoksa tarih bilinci ve devlet gelenekleri nihayetinde kamu bilincine o kadar sağlam bir şekilde yerleşecek ki, belli bir gerileme noktasında karşı bir eğilim mi başlatılacak? Bu soruların ucu şu anda hâlâ açık, fakat iki ya da üç yıl içinde karar verilecek. Çünkü önümüzdeki birkaç yıl Avrupa’nın hangi yolu izleyeceğini belirleyecek: bağımsızlık, kalkınma ve refah mı yoksa egemenlikten vazgeçme, sanayisizleşme ve yoksulluk mu? Çünkü şimdiden net olan bir şey var. Egemenlikten vazgeçmek için yüksek bir bedel ödenmelidir. Bu her zaman ve neredeyse kaçınılmaz olarak refah ve istikrar kaybına yol açar. Kendilerini yabancı bir güce teslim edenler, o güç tarafından kendi çıkarları için kullanılır ve sömürülürler. Latin Amerika’nın kanlı ve trajik tarihi, ABD’nin sömürgelerine nasıl davrandığına tanıklık etmektedir. Bir yandan Avrupa’nın müreffeh olabileceği, diğer yandan ABD’nin arka bahçesi olabileceği fikri bir kurgudur.

Bu analize dayanarak, ikinci adımda AB’nin ötesinde Avrupa egemenliği ve özgürleşmesi olasılığı sorusunu sormak istiyoruz: bu hâlâ mümkün mü, siyasi olarak arzu edilir mi, neye benzemeli?

Öngörülebilir gelecekte BRICS ülkeleri;

– Küresel BM mimarisinin organlarındaki çoğunluklar (Güney Afrika’nın UCM nezdinde İsrail’e karşı yaptığı şikayet, Küresel Güney’in siyasi özgürleşmesine yönelik açık bir adımdır);

– ucuz işgücü
– hammaddeler
– ve dünya nüfusunun ¾’ü,
– SWIFT’in muadili olarak kendi para birimi sistemi ve
– BRICS içi bir ticaret sistemi [kuruyor.]

Buna karşılık, sözde “Batılı değerler”, henüz kodlanmamış ve esasen aşırı borçlanmış bir dolar sistemine bağımlı olan “kurallara dayalı bir düzene” dayanmaktadır.

Bu durum Avrupa’nın nerede olmak istediği sorusunu gündeme getiriyor: aşağıdaki haritada kırmızı çizginin içinde mi, yoksa Avrasya’da mı, yani küresel Güney ülkelerini de hızla fetheden Çin, Hindistan, İran ve Rusya gibi büyük güçlerle eşit düzeyde çıkar odaklı bir alışverişte mi?

Bu da www.Europa2049.eu’nun önüne şu soruyu getiriyor:

Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması ya da Avrupa’nın özgürleşmesi!

Yakında bu projenin ana hatlarını netleştireceğiz: Lütfen çalışmalarımızı destekleyin! Avrupa’nın geleceği hakkında düşünmek hiç bu kadar acil olmamıştı!


Kaynaklar:

(1) 50.000 kişinin öldürüldüğü, 400.000 kişinin esir alındığı ve 350.000 kişinin kaybolduğu tahmin edilmektedir. https://web.archive.org/web/20230325172134/http://www.tagesschau.de/ausland/meldung77018.html.
(2) William Blum, Killing Hope – USMilitary Inerventions since World War II, London 2014.
(3) Bkz: Zbigniew Brzezinski, Die einzige Weltmacht [Tek Dünya Gücü], Berlin 1997, S. 130 ff.

AVRUPA

AB’nin ABD’den ‘dijital bağımsızlık’ arayışı

Yayınlanma

Avrupa Birliği, transatlantik ilişkilerin gerilmesi ile birlikte ABD’nin dijital altyapı ve hizmetlerine olan yoğun bağımlılığından kurtulmak için de baskı altında.

POLITICO‘da yer alan değerlendirmede Amazon, Microsoft ve Google gibi şirketlerin Avrupa pazarının üçte ikisinden fazlasına sahip olması nedeniyle Avrupa’daki verilerin ağırlıklı olarak ABD bulut hizmetlerinde depolandığına dikkat çekiliyor. Avrupa, küresel mikroçip pazarının sadece yüzde 10’unu oluşturuyor ve ayrıca OpenAI ve Anthropic gibi ABD merkezli şirketler yapay zeka devrimine öncülük ediyor.

ABD Başkanı Donald Trump’ın gümrük vergileri tehdidinde bulunması ve Ukrayna’dan desteğini çekmesi üzerine Almanya’nın yeni şansölyesinin Avrupa’nın “ABD’den bağımsızlığını kazanması” gerektiği uyarısında bulunmasıyla bu durum artık sorgulanır hale geldi.

Avrupa’yı teknolojik açıdan daha “egemen” hale getirme çabaları yaygınlaştı. Avrupa Komisyonu’nun ilk “teknoloji egemenliği” şefi Henna Virkkunen oldu. Almanya’nın yeni iktidar partisi merkez sağ Hıristiyan Demokrat Birliği, şubat seçimleri için hazırladığı programda “egemen” teknoloji çağrısında bulundu.

University College London’da inovasyon profesörü ve İtalya Ulusal İnovasyon Fonu eski başkanı Francesca Bria, “Atlantik ötesinde artan sürtüşme, Avrupa’nın kendi teknolojik kaderini kontrol etmesi gerektiğini her zamankinden daha açık bir şekilde ortaya koyuyor,” diyor.

Geçtiğimiz yıl, Bria’nın da aralarında bulunduğu bazı etkili teknoloji politikacıları EuroStack fikri etrafında bir araya geldi. Bir Avrupa teknoloji altyapısı oluşturmak için, birbiri üzerine yığılmış üç temel teknoloji katmanının ele alınması ve eşzamanlı olarak ele alınması gerektiğini iddia ediyorlar.

Bunlardan ilki mikroçipler gibi altyapı; ikincisi bulut platformları, dijital kimlik ya da dijital avro gibi aracılar; üçüncüsü ise yapay zeka ile bağlantılı ve yönlendirilen uygulamalar.

Egemenlik için “üç katman” olduğunu belirten uzmanlar, bunları şöyle sıralıyor: veri merkezlerine güç sağlamak için Avrupa’da tasarlanan çipler ve Avrupa yapay zeka modellerinin eğitildiği verileri yerel olarak depolayan bulut hizmetleri.

Rekabet ekonomisti Cristina Caffarra ocak ayında POLITICO‘ya verdiği demeçte amacın bu katmanlarda ABD’nin büyük teknolojisini ortadan kaldırmak değil, en azından “Avrupa teknolojisi için bir alan yaratmak” olduğunu söylemişti.

Bria, daha Avrupa egemen bir altyapının, ABD ve Çin ile ilişkilerin soğuması halinde bir risk olan “hiçbir dış gücün AB’nin dijital omurgasının fişini çekememesini” sağlayacağını savunuyor.

Avrupa’nın tüm katmanlarda umut verici pilot projeleri oldu, fakat bunlar ya ölçeklendirilemedi ya da uzun vadede sürdürülemezdi. Bulut, Avrupa’nın en büyük zayıflığı. Bulut hizmetleri birçok kamu ve iş hizmetinin omurgasını oluşturuyor ve hassas verileri depoluyor.

Fransız-Alman Gaia-X’in Avrupalı şirketleri verileri yerel olarak Avrupalı sağlayıcılarda depolamaya ikna etme çabalarına rağmen, Avrupalı bulut sağlayıcılarının payı son yıllarda sürekli olarak azaldı.

EuroStack savunucuları, bu eğilimin ancak sürekli yatırım, garantili hükümet talebi ve veri aktarımı ve güvenliğine ilişkin birleşik kurallarla tersine çevrilebileceğini düşünüyor.

Dijital KOBİ İttifakı Genel Sekreteri ve EuroStack üzerine bir çalışmanın yazarlarından biri olan Sebastiano Toffaletti, Avrupa Teknoloji Satın Alma Yasası’nın Avrupa bulutuna doğru belirleyici bir adım olabileceğini iddia ediyor.

AP’deki Fransız milletvekili Sarah Knafo, Avrupa Parlamentosu için hazırladığı taslak raporda hükümetlerin bazı “stratejik pazarlarda” Avrupalı şirketlerden tedariki tercih etmesini önerdi. Komisyon ayrıca hükümetlerin iklim dostu ürünler satın alması için “Avrupalı satın al” önerisinde bulundu.

Hollanda hükümetine danışmanlık yapan siber güvenlik girişimcisi Bert Hubert, şubat ayında yayınladığı bir blog yazısında“Avrupa toplumlarının ve hükümetlerinin işleyişini Amerikan bulutlarına devretmeye devam etmek çılgınlıktır,” dedi.

Merkez sağ Alman Parlamento üyesi Axel Voss da POLITICO’ya verdiği demeçte “Artık güvenilir ortağımız ABD yok,” dedi ve Avrupa’nın buna karşılık olarak kendi “egemen yapay zekasını ve güvenli bulutunu” geliştirmesi gerektiğini söyledi.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

Almanya ve Fransa, silahlanmada “Avrupa” kökeni konusunda anlaşmazlık yaşıyor

Yayınlanma

AB’nin savunma sanayisine 150 milyar avroluk bir kaynak aktarımı önerisi, kıtanın yeniden silahlanma hamlesi ve bunun blok dışındaki ülkeleri de kapsayıp kapsamaması konusunda Fransa ve Almanya arasında uzun süredir devam eden mücadelede yeni bir gerilim noktası haline geldi.

ABD Başkanı Donald Trump’ın Amerikan korumasını sona erdirme tehditlerini gerekçe gösteren Avrupa, savunma harcamalarını önemli ölçüde artırma ve soğuk savaştan bu yana zayıflamış olan yerel askeri kabiliyetlerini büyütme sözü verdi.

Geçtiğimiz hafta Avrupa Komisyonu, askeri üretimlerini artırmaları için başkentlere borç verilmek üzere 150 milyar avro toplanmasını önerdi. Genel fikir oybirliğiyle siyasi destek almış olsa da, paranın blok dışında üretilen silahlara harcanıp harcanamayacağı konusunda yoğun lobi faaliyetleriyle birlikte ayrıntılar hâlâ netleştirilmeyi bekliyor.

Perşembe günü yapılan AB zirvesinde aralarında Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un da bulunduğu çok sayıda lider, girişimin AB üyesi olmayan benzer düşünen ortaklara da açık olması gerektiğini söyledi.

Scholz, “Bununla desteklenebilecek projelerin Avrupa Birliği’nin bir parçası olmayan ama Birleşik Krallık, Norveç, İsviçre veya Türkiye gibi birlikte yakın çalışan ülkelere açık olması bizim için çok önemli,” dedi. 

Fakat Avrupa’nın özerkliğinin artırılmasını ve yerli sanayi üretiminin desteklenmesini uzun zamandır isteyen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, “harcamaların bir kez daha Avrupalı olmayan yeni hazır kitler için yapılmaması gerektiğini” söyledi.

Macron Avrupa’nın hava savunma, uzun menzilli saldırılar, istihbarat, keşif ve hedefleme gibi kritik kabiliyetlerindeki boşluklar için uygulanması gereken yöntemin, “sahip olduğumuz en iyi işadamlarını ve işletmeleri belirlemek” olacağını ekledi. 

Fransız lider buna ek olarak her AB üyesi ülkeden “Avrupa siparişlerine öncelik verilip verilemeyeceğini görmek için siparişleri yeniden incelemelerinin” isteneceğini söyledi.

Financial Times’a (FT) göre Brüksel’deki diplomatlar 150 milyar avroluk girişimin, savunma için 1,5 milyar avroluk hibe dağıtan bir fon olan Avrupa Savunma Sanayii Programı (EDIF) üzerinde anlaşmaya varılmasını bir yıldan fazla geciktiren aynı tartışma nedeniyle raydan çıkmasından endişe ediyor.

Paris’in AB dışı bileşenlere harcanabilecek payın sınırlandırılmasını ve üçüncü ülkelerden gelen fikri mülkiyet korumalı ürünlere yasak getirilmesini talep etmesinin ardından bu kış programın uygulanmasına yönelik çabalar durma noktasına gelmişti.

Önümüzdeki 10 gün içinde ayrıntılı teklifi hazırlamakla görevlendirilen üst düzey komisyon yetkilileri, üye devletlerin onayına sunulduğunda engellenmediğinden emin olmak için Paris, Berlin ve diğer başkentlerle yakın irtibat halinde olmaya çağrıldı.

FT’ye konuşan bir AB yetkilisi, “Bu konuda yapılması gereken çok iş var. Bir hafta önce mevcut değildi ve iki haftadan kısa bir süre içinde hazır olması gerekiyor. Tavizler verilecektir,” dedi.

Müzakerelerde yer alan bir AB diplomatı, “Şu anda mükemmeliyet adına değil, hız adına bu işin halledilmesi gereken bir aşamadayız. Fakat Fransa’nın itirazlarını aşarak 1,5 milyar avroyu vermekte isteksiz davranıldıysa, 150 milyar avroyu nasıl vereceğiz?” diye sordu.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, hava ve füze savunması, topçu ve insansız hava araçları dahil olmak üzere yedi kilit kabiliyeti hedefleyecek olan kredilerin “üye devletlerin taleplerini bir araya getirmelerine ve birlikte satın almalarına yardımcı olacağını” ve ayrıca “Ukrayna için acil askeri ekipman” sağlayacağını söyledi.

Halihazırda AB dönem başkanlığını yürüten ve bloğun bakanlar kurulu toplantılarına başkanlık etmekle görevli Polonya hükümeti, hızlı bir anlaşma sağlanması için baskı altında olacak.

Okumaya Devam Et

AVRUPA

BSW’li De Masi: Federal seçim sonuçları mercek altına alınmalı

Yayınlanma

Almanya’da federal seçimlerde yüzde 4,97 oy alarak Federal Meclis’e girmeyi kıl payı kaçıran Sahra Wagenknecht İttifakı (BSW) seçim sonuçlarının şaibeli olduğunu savunuyor.

Berliner Zeitung için yazan BSW’nin Avrupa Parlamentosu (AP) vekili Fabio De Masi, partilerin oy verme merkezlerindeki oylama ve sayım hataları hakkında şikayette bulunma hakkına sahip olduğunu, fakat sorunları tespit etmek için gerekli olan seçim merkezlerinden elde edilen verilerin, bazı federal eyaletler tarafından ancak seçimin incelenmesi tamamlandıktan sonra kullanıma sunulduğunu vurguluyor. De Masi, bunun yasaların açık bir ihlali olduğuna işaret ediyor.

Ayrıca, Alman seçim yasasına göre, sadece ikinci oyların yüzde 5’inden azını alan partiler Federal Meclis dışında bırakılıyor (Danimarkalı azınlık ve üç doğrudan vekillik elde edenler istisna olmak kaydıyla). Fakat BSW örneğinde, yüzde 5 engeli nedeniyle gerçekten başarısız olup olmadığı tartışmalı. De Masi’ye göre bir de bu nedenle, bu kadar yakın bir seçim sonucu durumunda bir inceleme yapılması zorunlu.

Partisinin pek çok yerde zorlamak zorunda kaldığı kontrollerde ortaya çıktığı üzere, çok sayıda seçim merkezinde BSW’ye çok az oy çıktığını ileri süren Alman siyasetçi, “Bu nedenle BSW oylarının yeniden sayılması zorunludur,” dedi.

Seçimlerden önce kendileri hakkındaki olumsuz kampanyalara da değinen De Masi, anket şirketi Forsa’nın, seçimden kısa bir süre önce “tamamen mantıksız bir şekilde” BSW’nin yüzde 3 aldığını ileri sürdüğünü hatırlattı.

De Masi, geçmişte olduğu gibi, seçim tarihine yakın dönemde seçim anketlerinin yasaklanmasına acilen geri dönülmesi gerektiğini söyledi.

Doğu Almanya eyalet seçimlerinden sonra da aylarca medyada düşmanca haberlerle karşılaştıklarını savunan BSW’li, “Örneğin, Hamburg eyalet derneğini dağıtmaya çalışan BSW isyancıları olduğu iddia edilen kişiler haftalarca medyada yer aldı ve parti içi demokrasinin namuslu savunucuları olarak gösterildi; ta ki sonunda Hamburg eyalet seçim komitesinde bir polis müdahalesini tetikleyene kadar,” diye yazdı.

Ülkedeki kanaat önderlerinin, BSW’nin kıl payı yenilgisini “bir futbol maçı gibi kutladığını” söyleyen AP vekili, “Bu oyunu görmek çok kolay: seçimlerden önce eski partim Sol [Die Linke], TikTok’taki olumlu videoları nedeniyle önde gelen medyada kutlanıyordu. Yılın başında Die Linke aniden sosyal medyada gözle görülür bir erişim elde etti,” iddiasında bulundu ve BSW’nin, mecliste bir “barış partisi” istemeyenler tarafından saf dışı bırakıldığını savundu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English