Bizi Takip Edin

Avrupa

Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması mı?

Yayınlanma

Ulrike Guérot ve Hauke Ritz
European Democracy Lab

Önümüzdeki haftalarda ve aylarda European Democracy Lab [Avrupa Demokrasi Laboratuvarı] kendisini “Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması” konusuna adamak ve bu konuda araştırma ve yayın yapmak istiyor.

Avrupa’nın siyasi, iktisadi, toplumsal ve entelektüel olarak kritik bir durumda olduğuna ve bu nedenle dünyanın şu anda yaşadığı muhtemelen en kapsamlı jeopolitik ve jeoekonomik duraklama [caesura] ile yüzleşemeyeceğine inanıyoruz. Aşağıdaki soruları ele almak istiyoruz:

Avrupa siyasi ilişkilerinde bir Latin Amerikalılaşma ile mi karşı karşıya? Eğer öyleyse, bu terim esasında neyi tanımlıyor? İlk olarak bu terim, bir zamanlar etkin olan ve kamu yararına odaklanan devletin önemli ölçüde daha düşük bir gelişmişlik düzeyine gerilemesini tanımlıyor. Aslında, tüm ülkelerin gelişmişlik düzeyindeki bu tür düşüşler, özellikle 20. yüzyılda Latin Amerika’da sık sık meydana gelmiştir. Bu durum, 1860-1930 yılları arasında muazzam bir iktisadi büyüme yaşayan, 1950’lerin ortalarına kadar gelişmiş bir sanayi ülkesi seviyesini koruyabilen, fakat daha sonra kısa kesintilerle günümüze kadar devam eden bir gerileme evresine giren Arjantin örneğinde açıkça görülüyor. Ülke şu anda dramatik bir enflasyon yaşıyor. Nüfusun bir kısmı yeterli beslenebilmek için mücadele ediyor.

Arjantin’in düşüşü, tüm Latin Amerika’nın düşüşünü özellikle sert bir şekilde yansıtıyor. Bütün bir kıtanın bu şekilde gerilemesi, bir zamanlar izin verilen ve daha sonra ilerlemeye devam eden egemenlik kaybının sonucudur. 1823 gibi erken bir tarihte ABD, Monroe Doktrini’nin bir parçası olarak Latin Amerika’yı kendi nüfuz bölgesi ilan etti; bu adım başlangıçta Avrupa emperyalizmine karşı atılmıştı, fakat 20. yüzyılda giderek daha açık bir şekilde ABD-Amerikan emperyalizmine dönüştü. Latin Amerika ülkelerinin kendi çıkarlarını ABD müdahalesinden korumaları giderek zorlaştı. Kıta, ABD’nin coğrafi olarak ana rakibi Sovyetler Birliği’nden uzakta, burada deneyebildiği neo-emperyal güç teknikleri için bir test alanı haline geldi. Orta Amerika’da, Guatemala, Kosta Rika, Haiti ve Dominik Cumhuriyeti’ nde başladı ve daha sonra burada test edilen güç tekniklerini Ekvador (1961/63), Brezilya (1964), Peru (1968), Bolivya (1971), Uruguay (1973), Şili (1973) ve Arjantin (1976) gibi daha büyük devletlerde uyguladı. Hedef ülkenin askeri aygıtıyla ilişkiler geliştirildi ve bazı birimleri darbe yapmak için kullanıldı. 1964 yılında Brezilya Devlet Başkanı João Goulart, solcu hükümetinin bağımsız bir dış siyasete sahip olduğunu iddia etmesi nedeniyle devrildi. Brezilya’da ilk kez ölüm mangaları kullanıldı. Özellikle de demokratik yollarla seçilmiş Başkan Salvador Allende’nin 11 Eylül 1973’te vurularak öldürüldüğü ve takip eden haftalar ve aylarda partisinin çok sayıda üyesinin öldüğü Şili’de çok yüzsüz davrandılar. Tutuklamalar, adam kaçırmalar ve infazlar aşamasından sonra ülkeye ilk neoliberal şok terapisi dayatıldı. Şili, daha sonra diğer Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinin sanayisizleştirilmesi için bir model haline geldi. Arjantin, Brezilya, Paraguay, Şili, Uruguay ve Bolivya gizli servislerinin ortak çalışması olan, teknik olarak ABD tarafından desteklenen ve bu ülkelerdeki muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlayan Condor Operasyonu da unutulmazlar arasındadır. Yazar William Blum, Killing Hope – US Military and CIA Interventions since World War II (1) [Umudu Öldürmek – II. Dünya Savaşı’ndan bu yana ABD Askeri ve CIA Müdahaleleri] adlı kitabında (2) bu tür müdahalelerin uzun bir listesini ayrıntılı olarak anlatmaktadır.

Günümüze uygulandığında, Latin Amerikalılaşma terimi muhtemelen artık 1964’te Brezilya’da ya da 1973’te Şili’de olduğu gibi hükümet darbelerine atıfta bulunmayacaktır. Bu tür açık güç gösterileri dönemi artık gücün öncelikle psikolojik bir boyut kazandığı ve her şeyden önce medya ve halkla ilişkiler teknikleri aracılığıyla uygulandığı bir dünyaya uymuyor. Fakat bu terim, hükümetin bilgi ve yönlendirme eksikliğiyle başlayan, siyasi kararların dışarıdan alınmasına yol açan ve nihayetinde hükümeti hareket edemez hale getiren borç ve döviz krizleriyle doruğa ulaşan birkaç aşamada gerçekleşen bir egemenlik kaybı sürecini tanımlamaktadır ki bu da ya askeri bir grubun ya da uyuşturucu ve silah ticaretinden suç şebekelerinin giderek daha fazla nüfuz kazanmasına neden oluyor. Refah kaybı, yetkililerin ve karar alıcıların büyük bir kısmının yozlaşmasına neden olacak kadar dramatik bir şekilde geliştiğinde bir ülke Latin Amerikalılaşmış demektir. Bu da yabancı aktörlerin nüfusun kırılganlığı üzerinden ülkede doğrudan nüfuz kazanmasına olanak tanır. Egemenlik kaybı da nüfuzun devamı için gerekli koşulları yarattığı ölçüde, kendi kendini besleyen bir etkiye sahip olur. Aslında, egemenlik kaybının da kara deliğe benzer bir tür olay ufkuna sahip olduğu ve bunun ötesinde gelişmenin artık geri döndürülemeyeceği söylenebilir.

Latin Amerika’nın böylesi bir gelişmeyi sembolize eder hale gelmesinin, tüm Latin Amerika uluslarının görece genç olmaları ve dolayısıyla kendilerine ait bir devlet geçmişlerinin neredeyse hiç olmamasıyla da bir ilgisi olabilir. Sonuç olarak, Latin Amerika ülkeleri dış müdahale girişimlerine karşı dirençten yoksundu. Avrupa’da da Balkanlar ya da Ukrayna gibi devlet geçmişi zayıf olan bölgeler bulunmaktadır. Özellikle bu bölgelerin son otuz yılda defalarca kaosa sürüklenmesi ve hatta savaş alanı haline gelmesi tesadüf değildir. 1990’larda Rusya da kendisini, nüfusun büyük çoğunluğunun sanayisizleşmesine ve yoksullaşmasına yol açan ve aslında Latin Amerikalılaşmayla sonuçlanması gereken kademeli bir olumsuz gelişme dinamiği içinde buldu. Amerikalı jeostratejist Zbigniew Brzezinski, 1997 tarihli Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında Rusya’yı bir kara delik olarak tanımlamış ve o dönemde ülkenin egemenliğini tamamen kaybetmeye doğru giden olay ufkunu çoktan geçtiğine inandığını belirtmiştir.(3) Fakat Ukrayna ve Balkanların aksine Rusya’nın güçlü bir devlet geleneğine ve halk arasında belirgin bir tarih bilincine sahip olması, gözünü bu dev ülkenin tükenmez hammadde rezervlerine dikmiş olan Washington’u hayal kırıklığına uğratarak sürecin kesintiye uğramasına neden oldu.

Avrupa’nın bir bütün olarak Latin Amerikalılaşma tehdidi altında olup olmadığı, nihayetinde Avrupa’daki tarihsel bilincin ve devlet geleneklerinin bugün hâlâ ne kadar güçlü olduğu sorusuna bağlıdır. Tarihin sonu ve hakikatin öznelleştirilmesi şeklindeki postmodern tavrın şimdiden büyük bir direnci etkisiz hale getirdiğine şüphe yok. Bu durum karşısında, Avrupa halklarının siyasi bilinci, egemenliğin zaman içinde giderek kaybolduğunu fark edip bunu önleyebilir mi? Yoksa uzun vadede Avrupa’nın büyük bölümünün Balkanlaşması ve Ukraynalaşması ile mi karşı karşıya kalacağız? AB elitleri kişisel çıkarları için ve Avrupa’nın zararına olacak şekilde yozlaşmaya ne ölçüde izin verecekler? Yoksa tarih bilinci ve devlet gelenekleri nihayetinde kamu bilincine o kadar sağlam bir şekilde yerleşecek ki, belli bir gerileme noktasında karşı bir eğilim mi başlatılacak? Bu soruların ucu şu anda hâlâ açık, fakat iki ya da üç yıl içinde karar verilecek. Çünkü önümüzdeki birkaç yıl Avrupa’nın hangi yolu izleyeceğini belirleyecek: bağımsızlık, kalkınma ve refah mı yoksa egemenlikten vazgeçme, sanayisizleşme ve yoksulluk mu? Çünkü şimdiden net olan bir şey var. Egemenlikten vazgeçmek için yüksek bir bedel ödenmelidir. Bu her zaman ve neredeyse kaçınılmaz olarak refah ve istikrar kaybına yol açar. Kendilerini yabancı bir güce teslim edenler, o güç tarafından kendi çıkarları için kullanılır ve sömürülürler. Latin Amerika’nın kanlı ve trajik tarihi, ABD’nin sömürgelerine nasıl davrandığına tanıklık etmektedir. Bir yandan Avrupa’nın müreffeh olabileceği, diğer yandan ABD’nin arka bahçesi olabileceği fikri bir kurgudur.

Bu analize dayanarak, ikinci adımda AB’nin ötesinde Avrupa egemenliği ve özgürleşmesi olasılığı sorusunu sormak istiyoruz: bu hâlâ mümkün mü, siyasi olarak arzu edilir mi, neye benzemeli?

Öngörülebilir gelecekte BRICS ülkeleri;

– Küresel BM mimarisinin organlarındaki çoğunluklar (Güney Afrika’nın UCM nezdinde İsrail’e karşı yaptığı şikayet, Küresel Güney’in siyasi özgürleşmesine yönelik açık bir adımdır);

– ucuz işgücü
– hammaddeler
– ve dünya nüfusunun ¾’ü,
– SWIFT’in muadili olarak kendi para birimi sistemi ve
– BRICS içi bir ticaret sistemi [kuruyor.]

Buna karşılık, sözde “Batılı değerler”, henüz kodlanmamış ve esasen aşırı borçlanmış bir dolar sistemine bağımlı olan “kurallara dayalı bir düzene” dayanmaktadır.

Bu durum Avrupa’nın nerede olmak istediği sorusunu gündeme getiriyor: aşağıdaki haritada kırmızı çizginin içinde mi, yoksa Avrasya’da mı, yani küresel Güney ülkelerini de hızla fetheden Çin, Hindistan, İran ve Rusya gibi büyük güçlerle eşit düzeyde çıkar odaklı bir alışverişte mi?

Bu da www.Europa2049.eu’nun önüne şu soruyu getiriyor:

Avrupa’nın Latin Amerikalılaşması ya da Avrupa’nın özgürleşmesi!

Yakında bu projenin ana hatlarını netleştireceğiz: Lütfen çalışmalarımızı destekleyin! Avrupa’nın geleceği hakkında düşünmek hiç bu kadar acil olmamıştı!


Kaynaklar:

(1) 50.000 kişinin öldürüldüğü, 400.000 kişinin esir alındığı ve 350.000 kişinin kaybolduğu tahmin edilmektedir. https://web.archive.org/web/20230325172134/http://www.tagesschau.de/ausland/meldung77018.html.
(2) William Blum, Killing Hope – USMilitary Inerventions since World War II, London 2014.
(3) Bkz: Zbigniew Brzezinski, Die einzige Weltmacht [Tek Dünya Gücü], Berlin 1997, S. 130 ff.

Avrupa

Almanya, bir sonraki AB bütçesinin savunmaya odaklanmasını istiyor

Yayınlanma

Almanya bir sonraki AB bütçesinde savunma harcamalarına öncelik verirken, ortak bütçeye yapılan ulusal katkıların artırılmasına karşı çıkacak.

Financial Times’ın (FT) gördüğü bir pozisyon belgesinde, en büyük net katkı sağlayan ülke olan Berlin, AB bütçesinin ortak alımları finanse etmesini ve Avrupalı silah üreticilerinin siparişlerini artırmasına yardımcı olmasını istiyor.

Savunma harcamalarına odaklanması, “Rusya’nın Avrupa’ya yönelik tehdidinin devam etmesi” ve ABD Başkanı Donald Trump’ın kıtaya kendi güvenliği için daha fazla çaba gösterme çağrısı doğrultusunda, Berlin’in son dönemde iç askeri harcamalarını artırma ve silah endüstrisine yatırım yapma yönündeki politikasını yansıtıyor.

AB anlaşmaları, ortak bütçenin “askeri veya savunma ile ilgili faaliyetlerden kaynaklanan harcamalar” için kullanılmasını açıkça yasaklarken, blok, Ukrayna’nın Rusya’nın saldırılarını püskürtmesine ve savunma sektörünü büyütmesine yardımcı olmak için ortak borçlanmayı giderek daha fazla kullanıyor ve bazı fonları yeniden tahsis ediyor.

Alman belgesinde, hem sivil hem de askeri uygulamaları olan çift kullanımlı teknolojilerin ve askeri nakliye koridorlarının da AB desteğine hak kazanması gerektiği savunuluyor.

Fakat Berlin, önceliklerin değiştirilmesini finanse etmek için, özellikle idari maliyetlerin azaltılması yoluyla harcama kesintileri öneriyor.

Makalede, “Öngörülebilir gelecekte, üye ülkelerin mali hareket alanı sınırlı kalacak,” deniyor ve şu anda AB’nin GSYİH’sinin yüzde 1’ini oluşturan blok bütçesine ulusal katkıların “artırılması için bir dayanak bulunmadığı” ekleniyor.

Bu belge, Avrupa Komisyonu’nun temmuz ortasında açıklaması beklenen ve bloğun artan harcama ihtiyaçlarını karşılamak için bütçe artışı talep etmesi beklenen çok beklenen önerinin öncesinde yayınlandı.

Ne var ki Berlin, ortak bütçenin gelirlerinin çoğunu oluşturan ve gayri safi milli gelire dayanan ulusal katkıların artırılmasına karşı çıkacağını açıkça belirtti.

Geri kalan kısım gümrük vergileri ve KDV gelirlerinden karşılanıyor. Blokun en büyük ekonomisi olan Almanya, tüm fonların neredeyse dörtte birini sağlıyor.

Alman hükümeti “adil yük paylaşımı” çağrısında bulunuyor ve üye ülkelerin katkı paylarındaki “sürekli orantısız net yüklerin” ele alınması gerektiğini vurguluyor.

Almanya, yedi yıllık bütçede kaynakları, özellikle Avrupa katma değeri olan alanlarda “gelecek, inovasyon ve dönüşüm odaklı harcamalara” yönlendirmek istiyor.

Bunlar arasında, AB’nin rekabet gücünü artırmak için gerekli görülen sınır ötesi altyapı, dijitalleşme, enerji güvenliği ve stratejik teknolojiler yer alıyor.

Para kaynağı yaratmak için Almanya, AB bütçesinin yapısının büyük ölçüde basitleştirilmesini istiyor. Program sayısının azaltılması, daha yalın idari çerçevelerin oluşturulması ve komisyonun ihtiyaçlara göre politika alanları arasında fonları aktarabilmesi için daha fazla esneklik sağlanmasını öneriyor.

Almanya, bütçenin mevcut harcamaların yarısından fazlasını oluşturan temel programları, yani tarım sübvansiyonlarını içeren Ortak Tarım Politikası (CAP) ve daha yoksul bölgelere fon aktaran blokun uyum politikasını desteklemeye devam etmesi gerektiği konusunda ısrarcı.

Komisyon daha önce bu iki politikayı hükümetler tarafından tahsis edilen ulusal fonlarda birleştirmeyi önermişti. Fakat Berlin, gıda güvenliğinin ve iklim değişikliğiyle mücadelede doğanın önemini vurgulayarak, CAP’nin “bağımsız bir politika alanı olarak kalması” gerektiğini söylüyor.

Alman hükümetine göre, uyum fonları korunmalı, ama reformları teşvik eden ve hedefli harcamaları iyileştiren performansa dayalı mekanizmalar aracılığıyla yeniden odaklanmalı. AB fonlarının hukukun üstünlüğüne saygı ile bağlantılandırılması hakkında ise “tutarlı bir şekilde uygulanmalı, daha da geliştirilmeli ve genişletilmelidir” diye ekledi.

Brüksel, bu koşulları ihlal ettiği için Macaristan’a milyarlarca avroyu şu anda ödemiyor ve geçmişte de Polonya hükümetine aynı uygulamayı yapmıştı.

Almanya, Covid-19 salgınına yanıt olarak başlatılan ortak borçlanma programının uzatılmasını da reddediyor. 800 milyar avroluk fonun geri ödemelerinin de planlandığı gibi 2028’de başlaması gerektiğini söylüyor. Belgede, “Uzatma yasal olarak mümkün değildir,” deniyor.

Komisyon, bu fonların geri ödemelerinin yıllık 30 milyar avroya, yani bütçenin beşte birine mal olacağını tahmin ediyor.

Yine de Berlin, borç geri ödemelerinin AB bütçesi üzerindeki etkisini en aza indirmek için yeni “kendi kaynakları” (asgari kurumlar vergisi ve karbon sınır vergisi gibi yeni AB düzeyinde gelirler) konusunda müzakereye açık olduğunu işaret etti.

Ne var ki AB liderleri, Brüksel’e gelir artırma yetkisi vermekten çekinerek AB vergileri konusunda ilerlemeyi durdurdu.

Okumaya Devam Et

Avrupa

NATO’nun doğu kanadı ülkeleri, sağlık sistemlerini olası bir savaş için yeniden yapılandırıyor

Yayınlanma

NATO’nun Rusya ve Belarus’a komşu doğu kanadı ülkeleri, savaşı artık varsayımsal değil, ‘kaçınılmaz bir olasılık’ olarak görerek sağlık kurumlarını olası bir çatışmaya hazırlamaya başladı. Ukrayna’daki tecrübeler ışığında sivil altyapıyı hedef alan saldırılara karşı yeraltı ameliyathaneleri kurma, büyük çaplı tatbikatlar düzenleme ve tıbbi malzeme stoklama gibi adımlar atılıyor.

NATO’nun Rusya ve Belarus sınırındaki doğu kanadı ülkeleri, savaşı artık varsayımsal bir senaryo olmaktan çıkarıp “kaçınılmaz bir gerçeklik” olarak görmeye başlayarak sağlık altyapılarını olası bir çatışmaya hazırlıyor.

Eski Sovyet bloku ve Kuzey Avrupa ülkeleri için sağlık kurumlarının savaşa hazırlanması en önemli önceliklerden biri haline geldi.

Politico‘nun haberine göre, NATO’nun doğu kanadındaki tüm ülkeler, sağlık kurumları için kriz müdahale protokollerini gözden geçiriyor, tatbikatlar düzenliyor, kurşun geçirmez kask ve yelekler satın alıyor ve ameliyatların yapılabileceği yeraltı tesisleri organize ediyor.

‘Mesele eğer değil, ne zaman’

Estonya Sosyal Politikalar Bakanlığı’na bağlı ve kriz hazırlıklarından sorumlu Sağlık Dairesi Genel Müdür Yardımcısı Ragnar Vaiknemets, durumu “Mesele Rusya’nın saldırıp saldırmayacağı değil. Mesele bunun ne zaman olacağı,” sözleriyle özetledi.

Bu kapsamda Polonya, 2025’in ilk yarısındaki AB dönem başkanlığı sırasında sağlık alanında güvenliği sağlama konusunu ana gündem maddelerinden biri yaptı.

Polonya Sağlık Bakan Yardımcısı Katarzyna Kacperczyk, “Askeri, ekonomik veya enerji sektörü için bir acil durum eylem planı veya stratejik plan hazırlayıp sağlık sektörünü göz ardı edemezsiniz,” diyerek konunun önemini vurguladı.

Ülkelerden somut adımlar

Litvanya, hazırlık kapsamında, sağlık personelini de içeren kriz müdahale ekipleri için geniş çaplı tatbikatlara başladı.

Mayıs ayı ortasında Jonava kentinde, çok sayıda yaralının olduğu bir okul patlaması simülasyonu gerçekleştirilerek asker, polis, itfaiyeci, sağlık görevlisi ve hastane personelinin olağanüstü koşullarda birlikte çalışması hedeflendi.

Litvanya’nın ve Baltık bölgesinin en büyük hastanelerinden biri olan Vilnius Üniversitesi’ne bağlı Santaros klinikos hastanesi, elektrik veya su kesintisi durumunda bile çalışmaya devam etmesini sağlayacak yeraltı altyapısı, sığınaklar, helikopter pistleri ve otonom sistemler hazırlıyor.

Estonya da benzer şekilde bodrum katlarını yeniden düzenliyor ve hastane binalarının bombalanması durumunda tıbbi yardım sağlamak için kullanılabilecek mobil üniteler satın alıyor. Enerji kesintilerine karşı jeneratörler temin ediliyor.

Vaiknemets, Ukrayna’daki olayları örnek göstererek, “Rusya’nın sivil altyapıyı ve enerji tesislerini vurduğunu kesin olarak biliyoruz. Bu nedenle bir elektrik santralindeki sorunlar yüzünden hastanenin çalışmadığı durumlara izin verilemez,” dedi.

Estonya ayrıca, ortopedik ekipman, turnikeler ve travma kitleri de dahil olmak üzere yaralılara yardım için 25 milyon avroluk malzeme stoğu oluşturdu.

Yoğun bakım kapasitesi artırılıyor

Hazırlıklar, çok sayıda yaralı için ek yatak kapasitesi oluşturmayı da içeriyor. Norveç Sağlık Direktörlüğü özel danışmanı Bjørn Guldvog, nisan ayında düzenlenen bir güvenlik konferansında, Avrupa ülkelerinde 100 bin nüfus başına ortalama 11,5 yoğun bakım yatağı düştüğünü ancak “savaş zamanında bunun üç ila beş kat daha fazlasının gerekebileceğini” belirtti.

Guldvog ayrıca, barış zamanında kurumların çoğunun normal cerrahi kapasitesinin yüzde 120-150’sini sadece 24-48 saat sürdürebilirken, kriz koşullarında bu kapasitenin haftalarca hatta aylarca sürdürülebilmesi gerektiğini ifade etti.

Tahliye için demiryolu projesi

Letonya, Estonya ve Litvanya, üç ülkeyi birbirine ve Polonya’ya bağlayacak yüksek hızlı bir demiryolu olan Rail Baltica’yı inşa ediyor.

Bu hattın, savaş durumunda NATO birliklerinin hızlı bir şekilde bölgeye intikalini sağlamanın yanı sıra sivil halkın ve yaralıların tahliyesine de olanak tanıması hedefleniyor.

Resmi tahminlere göre, Rail Baltica trenleri üç Baltık başkentinden Polonya’ya bir günde 143 bin kişiyi taşıyabilecek.

Ancak, projenin inşasında ciddi gecikmeler yaşandı. Hattın planlanan iki hat yerine tek hat olarak 2030 yılına kadar tamamlanması öngörülüyor.

Okumaya Devam Et

Avrupa

Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez gazileri andı

Yayınlanma

Almanya, 15 Haziran Pazar günü İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk gaziler kutlamasını gerçekleştirdi.

Savunma Bakanı Boris Pistorius, Berlin’deki Reichstag binası önünde inşa edilen “gaziler köyü” de dahil olmak üzere, ülke çapında düzenlenecek etkinliklere katılan mevcut ve eski askerler ile halkın bir araya geldi.

Bu, “militarizmin göstergesi” olarak görülebilecek her şeyin yıllardır tabu olarak kabul edildiği bir ülkede tarihi bir dönüşüme işaret ediyor.

Geçen yıl kabul edilen bir parlamento kararıyla oluşturulan bu yeni kutlama, Almanya federal ordusu Bundeswehr’e “şükran, takdir ve saygılarını ifade etmek” amacıyla tasarlandı.

Alman Federal Meclisi Bundestag, bu günün aynı zamanda ordu ile Alman halkı arasındaki bağı derinleştirmeyi amaçladığını vurguladı. Berlin’de düzenlenen törende Bundestag Başkanı CDU’lu Julia Klöckner, Bundeswehr’i “parlamento ordusu” olarak nitelendirerek, bunun milletvekillerine özel bir sorumluluk yüklediğini belirtti.

Ayrıca, askeri görevin zorlu ve genellikle stresli doğasını kabul ederek, askerlere uygun destek sağlanmasının gerekliliğini vurguladı.

Şansölye Friedrich Merz de sosyal medya platformu X’te, “Bundeswehr, toplumumuzun ayrılmaz bir parçasıdır,” dedi ve orduda görev yapan veya görev yapmış kişilerin geniş çaplı takdir, saygı ve tanınmayı hak ettiğini ekledi.

Yeni kurulan ulusal gaziler ofisinin başkanı Yarbay Michael Krause, Financial Times’a (FT) verdiği demeçte diğer ülkelerdeki büyük askeri etkinliklerle karşılaştırarak, “Tanklar ve savaş uçakları olmayacak. Henüz o noktada değiliz. Ama gerçekten çok iyi bir ilk adım atıyoruz,” dedi.

Almanya, NATO’nun “Rusya’nın saldırganlığından” duyduğu endişelere yanıt olarak silahlı kuvvetlere para ve kaynak aktarıyor. Yeni şansölye Friedrich Merz, Almanya’nın ordusunu “Avrupa’nın en güçlü konvansiyonel ordusu” haline getireceğine söz verdi.

Frankfurt Barış Araştırmaları Enstitüsü’nden Sarah Brockmeier-Large, politikacıların nihayet bir gaziler günü düzenleme konusunda anlaşmaya varmasının, “Alman toplumunda işleyen bir silahlı kuvvetlere ihtiyacımız olduğu ve askerlerin hayati bir kamu hizmeti sağladığına dair artan bir takdirin sembolü” olduğunu söyledi.

Berlin’in iki dünya savaşındaki rolü, 1945’ten sonra özellikle Batı Almanya’da askeri güce karşı derin bir şüphecilik doğurdu ve güçlü bir pasifist hareketin ortaya çıkmasına neden oldu.

On yıllar boyunca, gazi terimi çoğunlukla Adolf Hitler’in Wehrmacht’ında savaşmış olanlarla ilişkilendirildi, 1955’te kurulan ve sıkı parlamento denetimi altına alınan Bundeswehr’da savaşmış olanlarla değil.

Alman yedek askerler derneği başkanı Patrick Sensburg, “Eski savaşlarımızla gurur duyamazdık. Bu nedenle 50’li, 60’lı ve 70’li yıllarda Alman Bundeswehr’de gazi kültürü yoktu,” dedi.

Soğuk savaş’ta, Almanya’nın bölünmüş olduğu dönemde, Bundeswehr sadece doğal afetlere yardım etmek için NATO bölgesi dışındaki operasyonlara katıldı.

1990’da “yeniden birleşme” sonrasında, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin Ulusal Halk Ordusu lağvedildi ve az sayıda asker Bundeswehr’e katıldı.

Yeni birleşik ordu kısa süre sonra yurtdışında savaş operasyonlarına katılmaya başladı. Alman savaş uçakları, 1999’da NATO liderliğindeki Kosova misyonu sırasında eski Yugoslavya’nın bombalanmasına yardım etti.

Fakat gaziler hareketi için en önemli olay, 93.000 Alman askerinin ABD liderliğindeki Afganistan savaşına yaklaşık 20 yıl boyunca katılmasıydı. Başlangıçta Alman barış gücü misyonu olarak ilan edilen bu operasyon, Bundeswehr birliklerinin Taliban ile savaşmasıyla savaş operasyonu haline dönüştü.

Toplamda yaklaşık 3.000 Amerikan ve müttefik asker ile 100.000’den fazla Afgan sivilin hayatını kaybettiği çatışmada 59 Alman askeri de öldü.

Afganistan’da görev yapmış olanlar, aralarında fiziksel ve ruhsal yaralarla eve dönenlerin de bulunduğu, tabandan gelen baskı, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Anzak Günü, Büyük Britanya’nın Silahlı Kuvvetler Günü veya ABD’deki Gaziler Günü gibi günlerden esinlenerek bir gaziler günü oluşturulması için bir hareket başlattı.

2012 yılında, dönemin savunma bakanı Thomas de Maizière’nin bu fikri kabul ettirme girişimi, yaygın siyasi muhalefet nedeniyle başarısız oldu.

Askeri tarihçi Sönke Neitzel, “Bence çok erkendi” diyerek, o dönemde Almanya’nın Afganistan’daki savaş operasyonlarının hâlâ “asla olmaması gereken” bir şey olarak görüldüğünü belirtti.

Fakat eski askerler ve onlara bakmak için kurulan derneklerin baskısı devam etti.

Geçen yıl Alman milletvekilleri, gazileri her yıl 15 Haziran’da “kamusal ve görünür bir şekilde” kutlamak için yeni bir planı onayladı. Savunma Bakanı Pistorius bunu “güçlü, önemli ve evet, gecikmiş bir takdir ve minnettarlık işareti” olarak nitelendirdi.

Bu fikre karşı çıkanlar hâlâ var. Şubat ayında yapılan parlamento seçimlerinde oyların yüzde 9’unu alan Die Linke (Sol Parti), pazar günü Berlin’de “Sizin savaşlarınızı kutlamayacağız” başlıklı bir etkinlik düzenledi.

Parti, askeri liderlerin önümüzdeki yıllarda on binlerce ek asker almaları gerektiği uyarısında bulunduğu bir dönemde, yeni gaziler gününün “savaşı kabul edilebilir kılmak” ve Alman silahlı kuvvetleri için “top yemi” yaratmak amacıyla düzenlendiğini belirtti.

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin bir parçası olan doğu eyaletlerinde, kısmen bölgenin Rusya ile tarihi bağları nedeniyle, Almanya’nın Ukrayna’nın en büyük silah tedarikçilerinden biri olması yaygın bir muhalefetle karşılanıyor.

Fakat tarihçi ve Beyond the Wall: East Germany 1949-1990 [Duvarın Ötesi: Doğu Almanya 1949-1990] kitabının yazarı Katja Hoyer, Bundeswehr’in alt rütbelerinde orantısız bir şekilde temsil edilen Doğu Almanların orduda ve orduda görev yapmış kişilere hâlâ geniş bir destek verdiğini ileri sürdü.

Hoyer, “Bundeswehr’i yeniden silahlandırma ve güçlendirme fikri, birçok Doğu Alman için sorun değil. Genel olarak orduya karşı tutum ile [Ukrayna’daki] bu çatışmaya karşı tutum arasında bir fark var,” dedi.

Yıllık bir etkinliğin düzenlenmesi, bazıları hâlâ temkinli olsa da, gaziler tarafından memnuniyetle karşılandı.

Afganistan’da beş kez görev yapmış ve travma sonrası stres bozukluğu yaşayan Bundeswehr’de kıdemli çavuş Thorsten Gärtner, Berlin’de toplu taşıma araçlarında üniformasını giymekten hâlâ her zaman rahat hissetmediğini söyledi.

Gärtner, “Umarım bir gün ABD gibi diğer ülkelerde olduğu gibi, gaziler için kimlik kartı ve her yerde yüzde 10 indirim gibi uygulamalar olur. Bunun olacağına şüpheliyim. Henüz kabul görmüyor. Bu çok zaman alacak,” dedi.

Öte yandan Birleşik Krallık Prensi Harry de Almanya’nın ilk Gaziler Gününü anmak için Almanca bir video mesaj yayınladı.

Mesajında Sussex Dükü, Afganistan Seferi madalyası, Altın Jübile madalyası, Elmas Jübile madalyası ve Platin Jübile madalyası dahil olmak üzere çeşitli tören madalyaları taktı.

Mesajına akıcı Almanca ile başlayan prens, izleyicileri “Guten Tag Deutschland” (İyi Günler Almanya) diyerek selamladıktan sonra İngilizceye geçti.

“Kutsal Gaziler Gününde Almanlara mesaj iletmekle görevlendirilmenin büyük bir onur” olduğunu savunan Prens Harry, “Alman halkının yaralı askerlerden oluşan küresel topluluğumuza gösterdiği sıcaklık, coşku ve sarsılmaz destek gerçekten çok etkileyiciydi. Saygı dolu bir yuva yaratma sözünüzü kesinlikle yerine getirdiniz,“ dedi.

Prens Harry, gazilerin gücü ve dayanıklılığından övgüyle bahsederek, onları ”dayanıklılık ve ahlaki cesaretin yaşayan kanıtları“ olarak nitelendirdi.

Harry, ”Bugün, kim olduğumuzu tanımlayan özgürlükleri korumak, barış, haysiyet ve demokrasinin kalıcı vaadi için birbirimize hizmet etmek üzere taahhüdümüzü birlikte yenileyelim,” diye ekledi.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English