Bizi Takip Edin

Görüş

Ayakları yere sağlam basan ekonomi

Avatar photo

Yayınlanma

Türkiye, on ay gibi kısa bir zaman zarfında iki önemli seçimden de şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, demokrasi sınavından geçerek çıktı. İlk seçimden çıkan sonuç; (ekonomiden dış politikaya güvenlik ve küresel meselelere dair ortak bir güç bildirgesinin ortaya konulduğu) netlik beklentisi olurken; ikincisinden çıkansa ekonomik zorluklar ve depremin gecikmiş etkileriydi…

Yerel seçimlerde iktidar bloğu partilerin önemli düzeyde oy kaybederek, ana muhalefet partisi CHP’nin 1977’den bu yana ilk kez oyunu bu denli artırmasının arkasındaki belirleyici güç, hali hazırda ilgili partiler tarafından araştırılıyor. Ancak ağırlıklı nedenin yukarıda belirttiğim üzere ekonomi olduğu söylenebilir. Adıyaman gibi 6 Şubat depreminden etkilenen illerimizde halkın büyük çoğunluğunun konteynerlerde yaşamını sürdürüyor olması tepki oylarına neden olmuşken, büyükşehirler dışındaki küçük ilçelerimizin çoğunda oy sayısının emekli sayısının bile altında kalmasıysa genel ekonomiye dair bir protestodur.

Büyükşehirlerimizde iktidar partisinin 2019’daki oylarının çok altına inmesinin arkasındaki ekonomi dinamiği sadece emekli maaşları olmayıp, ücretliler açısından da yaşam koşullarının artan enflasyon nedeniyle giderek altından kalkılamaz hale gelmiş olmasıdır.

Seçim sonuçları kısmını fazla uzatmadan şu konuları sıralamak isterim. Genel seçimde uygulanan en popülist seçim ekonomisi unsuru EYT olup, 2022 yılında toplam emekli sayısı 13 milyon 933 bin kişiyken Ocak 2024’te bu sayı 16 milyon 98 bin kişiye yükselerek, aktif/pasif oranını 1,64’e düşürdüğü gibi seçmenin de yaklaşık yüzde 26’sını oluşturmuştur. Çoğu göç veren il ve ilçelerde seçimlerde seçmenin yüzde 20’den fazlasını emekli oluşturmuştur. (En düşük emekli maaşı 10k olup, asgari maaşın yaklaşık üçte ikisi kadardır. Bu oran 2003’te asgari maaşın 1,5 katıydı)

Asgari maaş zamları son yıllarda özel kesim temsilcileri tarafında önemli bir tartışma konusu olmuş ancak diğer taraftan hem son açıklanan açlık sınırına yakınsamış hem de büyükşehirlerdeki tek odalı dairelerin bile kirasını karşılayamaz hale gelmiştir. Üstelik toplumun genelinin özel sektörde bu orana yakınsayan maaşları aldığı bilinmektedir.

Seçim belirsizliği geride kaldı; artık yeni şeyler söylemek lazım!

31 Mart’tan önce kendine elverişli zemin bulan spekülatörler devreye girmiş; döviz kuru üzerinde TCMB’nin rijit faiz artışına karşın belirli bir momentum oluşturmayı başarmıştı. Ancak seçimin hemen ardından gerek Sn. Cumhurbaşkanı gerekse de Sn. Yılmaz ve Şimşek’in art arda verdikleri OVP’da kararlılık mesajları şimdiden kur tarafında piyasayı yatıştırmış gözüküyor. Diğer taraftan Goldman Sachs, Deutsche Bank ve Wells Fargo gibi yabancı yatırım kurumlarından gelen piyasa, dış basından gelen seçim yorumlarının genel olarak olumlu olduğu söylenebilir.

Aslında Haziran 2023’ten itibaren Ortodoks ekonomi politikalara geçişle beraber, daha önce Türkiye ekonomisine mesafeli yaklaşan pek çok yabancı ekonomist hatta spekülatörün dahi görüşlerini pozitife evirdiğine şahit olmuştuk. Örneğin daha önce Türkiye ekonomisine dair olumsuz görüşleriyle tanınan İngiliz ekonomist ve Bluebay Varlık Yönetimi Gelişen Piyasalar Kıdemli Stratejisti Timothy Ash, Harici’de  gazeteci  Esra Karahindiba’ya verdiği röportaj, bu bağlamda dikkat çekicidir.

Fakat tüm bu olumlu görüşlere karşın son haftalarda tahvil ve hisse gibi Türk lirası varlıklardan bir çıkış olduğu gözlemleniyordu. Bunun da belirleyicisinin yerel seçimin yaratmış olduğu belirsizlik olduğu söylenebilir. Yerel seçimin doğrudan ekonomiye bir etkisinin olmayacağının bilinmesine karşılık, Türk lirası varlıklarına bu tavrın alınmasındaki dip dalga esasında ekonomi politikalarında son yıllarda sıklıkla değişikliğe gidilmiş olmasıydı.

Ancak seçimin atlatılması ve ekonomik programın kararlılıkla devam ettirilmesi halinde bu anlayış giderek etkisini yitirecektir diye düşünüyorum.

Bütçenin giderler tarafında yapılacak bir şey var mı?

Seçim öncesinde ortaya çıkan spekülasyonlar daha ziyade döviz kuru ve servet vergisi gibi ekstra yükümlülükler üzerinden şekillenmişti. Diğer taraftan bütçenin giderler kısmı çok fazla konuşulmamıştı. Bu konudaki ilk söylemin de seçimin hemen ertesinde Ekonomi Bakanı Sn. Şimşek’ten geldiğini gördük.

Dolayısıyla söylenecek yeni mevzuların başında; bütçenin gider tarafı olduğu düşünülüyor. Ancak lüks araba ya da temsil gideri olarak ifade edilen bu tarz harcamaların tutarının ne yazık ki amiyane tabiriyle devede kulak kaldığını, vatandaşa belki bir miktar moral sağlamanın dışında ekonomiye önemli bir katkısı olabileceğini düşünmem. Zira burada EYT başta olmak üzere seçim harcamaları (yönetilen yönlendirilen fiyatlar da dahil) ve 2024 yılı bütçesinden sosyal yardım ve desteklere 497 milyar lira kaynak ayrılması gibi noktalar mevcuttur. Özetle her ne kadar enflasyonun etkisiyle vergi gelirleri artış kaydetmiş olsa da diğer taraftan deprem başta olmak üzere seçimlerin de desteklediği artan harcamalarla oluşmuş bir dengesizlik…

Gelirler tarafındaysa çözüm yeni vergi midir?

Servet üzerinden konulacağı düşünülen ilave vergilere gelince; vergi tahsilatının yüzde 65’lik kısmı harcamalar üzerinden tahsil edilen dolaylı vergilere dayalı. Ayrıca servet üzerinden tahsil edilen vergilerin toplam içindeki payı ise sadece yüzde 3 civarında. Bu aralar, kira mükelleflerinden vergi tahsil edilmesine yönelik bir çalışma var ancak yüzdesel olarak bakıldığında ve son yıllarda yurtdışına konut yatırımının artış kaydettiği düşünüldüğünde önemli bir katkısı olacağını düşünmem.

Özetle maliye tarafında zaten deprem gibi zaruri harcamalarla bozulmuş olan dengenin mevcut vergi sistemiyle onarılması bir hayli zor gözüküyor. Ya da araba markalarının değişimiyle…

Dolayısıyla bu bağlamda söylenecek asıl yeni söz; vergi sisteminin yapısal bir dönüşümden geçmesiyle mümkün olabilir.

Mevcut ekonomik programda hali hazırda en işlevsel kısım TCMB’nin yürüttüğü para politikasıdır. Burada amaç, paranın fiyatı olan faizi yükselterek, parasal aktarım mekanizmasıyla bir tür sıkılaşma yaratmaktır. Bunlar mevduat, kredi, döviz kuru, varlık fiyatları ve beklenti olarak sıralanabilir.

Türk ekonomi tarihi incelendiğinde en sıklıkla görülen anomalinin kur üzerinden şekillendiği ve belki Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi hiperenflasyon yaşanmadığı ancak kontrollü dönemlerde bir gecede yapılan devalüasyonlar, günümüzde ise sert bir biçimde yukarı çıkan kurla milli paranın değer kaybına uğradığı görülmektedir. Dolayısıyla ülkemizde kur kırılganlığı yüksek ve büyük oranda beklentiye dayalı şekillenmektedir.

Nitekim Haziran 2023’ten önce makro ve mikro ihtiyati programlar eşliğinde KKM enstrümanıyla kontrol edilen döviz kurunun, ardından yoğun bir sıkı politikaya geçilmesine karşın önemli ölçüde değer kaybederek, amaç enflasyonla mücadele edilmesi olmasına karşın, geçişkenlik göstererek fiyat artışlarına katkı sağladığı da görülmektedir.

Diğer taraftan BDDK haftalık verilerine göre 29 Mart haftası toplam TL mevduat 8,7 trilyon lira seviyesindeyken, KKM +  yabancı para mevduat toplamının 9 trilyon liradan fazla olması gerçek dolarizasyonun yüzde 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.( IMF yüzde 30’un üzerindeki bir dolarizasyonun çok yüksek olduğunu ifade etmektedir. )

Diğer parasal aktarım mekanizmaları yoluyla amaç büyük ölçüde iç talebin baskılanarak, ekonominin soğutulması olup, bu kısımda da dikkat edilmesi gereken tarafın PPK metinlerinde de ifade edildiği üzere tasarrufların reel anlamda değerlenmiş Türk lirasına gidiyor oluşudur. Aksi halde enflasyonda durgunluk nedeniyle oluşacak fiyat artışındaki azalış hızı, döviz kurunun enflasyona geçişkenliği nedeniyle sekteye uğrayarak, stagflasyona neden olabilir.

Kur kırılganlığın asli nedeni zaman içerisinde kronikleşmiş hale gelen cari açıktır. Turizm gelirlerindeki artışa karşılık, yıllar içerisinde yüksek seyreden dış ticaret açığının nedeniyse ithal bağımlılığıdır.

Yıllar içerisinde rekorlar kırarak, büyük bir hacme ulaşan ihracata karşılık; ithal girdi bağımlılığı özellikle enerji ve emek yoğun sektörlerde kendini önemli düzeyde göstermektedir.

Neoliberal büyüme bakışı daha fazla kırılganlık ve eşitsizlikle büyüme yarattı!

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Dünya Bankası’nın gelişen ülkelere dikte ettiği program daha fazla büyümeydi… Ancak zaman içerisinde Çin hariç dünyanın diğer gelişen bölgelerinde görüldü ki küreselleşme, bu ülkelerde iki önemli sonuç ortaya çıkardı: İlki dünyada ücretlerin ve döviz kurunun üzerinde yaratılan baskı, ikincisiyse dünyadaki özellikle 1990’lı yılların başından itibaren hızı artarak büyüyen likidite genişlemesi ve sermaye hareketlerinin, özellikle bu ülkelere sağladığı kısa vadeli yabancı kaynakların oluşturduğu kırılganlık oldu. Dolayısıyla üretimden çok finans sektörü aracılığıyla büyüme gelişen ekonomilerde adaletsiz gelir dağılımının da yolunu açmış oldu.

Günümüzde teknolojik dönüşüm, kırsaldan kente imalat yapmak üzere kurulan emek yoğun sektörlerin refah yaratacağı inancını yıkmaktadır. Bunun yerine eğitimli, yüksek vasıflı ve teknolojik becerileri olan kişiler, hizmet sektörlerinde kendilerine bir alan açabilmekte, eğitim konusunda vasıflı olmayanlarınsa gelirden aldıkları pay düşüş kaydetmektedir.

Teknoloji ilerliyor, tedarik zincirleri değişiyor ve siyasi gerilimler ticaret kalıplarını yeniden şekillendiriyor.  ABD’de Trump’ın seçilmesi, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Çin rekabetinden sarsılan Avrupa ekonomilerine ilave ticaret tarifeleriyle büyük bir gelir kaybı yaşatabilir. Gelişen ülkeler tarafındaysa sanayileşmenin bir zamanlar sağladığı mucizevi büyümeyi hâlâ sağlayıp sağlayamayacağına dair şüpheler artıyor. Dünya nüfusunun yüzde 85’ini (6,8 milyar insan) barındıran gelişmekte olan ülkeler için bunun sonuçları derindir.

Türkiye kısa vadede enflasyonu düşürmek için ilk etapta portföy akımlarını çekmeyi önceleyecektir.

Mevcut programın kararlılıkla devamı Türkiye’nin kredi notlarının artırılması, CDS risk priminin düşmesi gibi olumlu değerlendirmeleri beraberinde getirecektir ancak yabancı sermayenin gelebilmesi sadece ülkemizdeki sıkılaşmanın dozuna değil, diğer taraftan küresel koşullara da büyük ölçüde bağlıdır.

Küresel finansman koşullarına bakılacak olursa; dikkatler başat merkez bankası Fed ve ECB’nin gevşeme adımlarına çevrilmektedir.  Fed’in Haziran sonu itibariyle en az iki en fazla üç faiz indirimine gitmesi şu anda kuvvetli bir beklenti dahilindedir. ECB’nin ise son alınan enflasyon oranlarına ve oluşan ekonomik durgunluk neticesinde daha erken bir faiz indirimine gitmesi olasılık dahilinde bulunmaktadır. Tüm bu koşullar rijit bir biçimde faizi yükseltip, kur istikrarını sağlamış Türk lirası varlıklara yönelimi beraberinde getirebilir ancak geçmişte olduğu gibi bu akımın hacimli olması için yurtdışı swap kanallarının açılması gerekebilir. Bu durum borsa ve Türk lirası varlıklarda yabancı payını arttıracağından, durgunluk açısından elzem olmakla birlikte, kırılganlıklarımızı da baki bırakmaktadır.

Diğer taraftan dünyada soğuk para dediğimiz doğrudan yabancı sermayenin gelişiyse hem siyasi faktörlere hem de artık teknolojik dönüşüme bağlıdır. Günümüzde Orta Doğu’daki sermayenin bile artık markalar (futbol kulüpleri, formula yarışları…) ve teknoloji ya da yeşil dönüşüm bağlamında değerlendirildiği bir fauna mevcuttur.

Dolayısıyla ekonomide zorlu geçecek önemli bir sürece girmiş bulunmaktayız ancak faturanın hangi kesime çıkacağı henüz belli değil.

Son aylarda rekor seviyede artan iç tüketim talebini düşürmek, uygulanan enflasyonla mücadele politikasının birincil amaçlarından olup, kredi kartı gibi ödeme sistemlerinin daha da sınırlandırılması ve asgari maaş artışlarının da ikiden bire indirilmesi gibi bir takım önlemler, aynı zamanda sabit gelirli kesimin var olan geçim yükünü daha da artıracaktır.

Ancak iç tüketim talebindeki artışın ana nedeninin de enflasyon beklentisi olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla acı reçetenin faturasının sadece bir kesime çıkarılması hakkaniyetli olmayacak bilakis toplumun tüm paydaşlarının bu beklentiyi rasyonele döndürmek açısından kendi sorumluluğunu yerine getirmesi sosyoekonomik dengenin tesis edilmesinde bir başarı hikayesi oluşturacaktır.

Enflasyonu düşürmek aslında bir amaç değil zorunluluk olup, ülkemizi küresel zeminde üst noktalarda rekabet edebilir hale getirmek adına amaç edinmemiz gereken bütüncül alanlar; hukuk, vergi ve ekonomi tarafındaki yapısal dönüşümlerdir.  Aksi halde şimdilerde olduğu gibi güçlü ama ekonomik açıdan kaygan bir zeminde konumlanmaya devam edebiliriz.

Diplomasi

Çok kutuplu dünyada Bandung Ruhu’nu yeniden değerlendirmek

Yayınlanma

Fang Xuting, Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Araştırma Görevlisi

Çin diplomatik söylemini nasıl ifade ediyor?

18-24 Nisan 1955 tarihleri arasında 29 Asya ve Afrika ülkesi ile bölgesinden hükümet heyetleri, tarihi Asya-Afrika Konferansı için Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya geldi. Bandung Konferansı’nın 70. yıl dönümünde, “Küresel Güney”in yükselişi ve geleneksel uluslararası güç dinamiklerinin yeniden yapılandığı, hızla dönüşen küresel düzenin arka planında, konferansın anısını ve kalıcı “Bandung Ruhu”nu yeniden ziyaret etmek yeni stratejik önem kazanıyor. Günümüz Çin’i için bu durum, çok taraflı diplomasiyi ilerletme, Güney-Güney işbirliğini derinleştirme ve uluslararası düzenin yeniden yapılandırılmasına katkıda bulunma açısından taze değer sunuyor.

Bandung Konferansı’nın tarihsel bağlamı

1950’lerde, Soğuk Savaş’ın yoğunlaştığı dönemde, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği liderliğindeki iki ideolojik blok, Üçüncü Dünya’da nüfuz için giderek daha fazla rekabet ediyordu. Asya ve Afrika’da yeni ortaya çıkan devletlerin liderleri kendi kaderlerini tayin hakkını ararken, anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı hareketler ivme kazandı. Sömürge sistemi çözülmeye başladı. Asya ve Afrika’daki bağımsız uluslar, uluslararası ilişkilerde tarafsızlıklarını savunmada daha cesur hale geldi ve 1950’lerin başlarında Birleşmiş Milletler forumlarında giderek daha aktif rol aldı. Örneğin Hindistan, defalarca Asya ve Arap ülkeleri adına konuşarak Kore Savaşı’nda ateşkes ve barışçıl çözüm çağrısında bulundu. Amerikan askeri politikasını açıkça eleştirdi ve güç siyasetinden korkmadığını gösterdi.

1954 sonlarında düzenlenen Bogor Konferansı’nda beş ülke —Hindistan, Endonezya, Burma (şimdiki Myanmar), Seylan (şimdiki Sri Lanka) ve Pakistan— 1955’te ilk Asya-Afrika Konferansı’nı resmen başlatmak üzere ortak bildiri yayınladı. “Bağımsız hükümetler” ilkesine dayanarak, Çin dahil otuz ülke konferansa katılmaya davet edildi.

Çin’in diplomatik geçişi açısından bakıldığında, Bandung Konferansı, yeni kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin devrimci dış politikadan uzaklaşıp devlet diplomasisine dayalı politikaya yöneldiği önemli anı temsil ediyordu. Bu, ikili Soğuk Savaş hizipleşmesinden barış içinde birlikte yaşamaya dayalı bağımsız dış politikaya geçişi simgeliyordu. Aslında, konferanstan önce bile —özellikle Kore Savaşı’ndan (1950–1953) sonra— Çin, Asyalı ve Afrikalı komşularına daha barışçıl imaj sunmak için dış politikasını yumuşatma eğilimi göstermişti.

Çin’in Kore Savaşı’na katılımı daha geniş çatışmanın sadece parçası olsa da, rolü askeri açıdan belirleyiciydi. Savaşın sonuçları, Asya’daki sosyalist hareketlerin ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin seyrini kayda değer ölçüde etkiledi. Hem Asya’da hem de Avrupa’da sosyalist devletlerin ortaya çıkışı, Batılı güçlere karşı jeopolitik denge sağladı. Uzun süre, Doğu ile Batı arasındaki iki kutuplu çatışma stratejik dengeyi korudu, zira Amerika Birleşik Devletleri liderliğindeki Batılı güçler artık sadece Avrupa’daki sosyalist blokla değil, hem Avrupa hem de Asya’daki sosyalist ülkeler ittifakıyla karşı karşıyaydı.

Dahası, savaş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana Çin ile büyük Batılı güç arasındaki ilk doğrudan askeri çatışmaya işaret ediyordu. Azimli mücadeleyle Çin, Amerika Birleşik Devletleri’ni müzakere masasına dönmeye zorladı, Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’ni krizden kurtardı, kendi ulusal sınırlarını savundu, Çin-Sovyet ittifakını pekiştirdi ve uluslararası konumunu yükseltti. Çin, savaşın haklı gerekçesini —”ABD saldırganlığına direnmek ve Kore’ye yardım etmek; vatanı korumak”— vurguladı ve anlatısını küresel anti-emperyalist mücadelelerle ilişkilendirerek, yeni ortaya çıkan Asya ve Afrika uluslarının sömürgecilik karşıtı özlemleriyle güçlü yankı uyandırdı. Bu retorik ve ideolojik uyumlar, Çin’in Üçüncü Dünya ile dayanışması için sağlam temel oluşturdu.

Son olarak, Çin’in Kore Savaşı sırasındaki Panmunjom müzakereleri de dahil olmak üzere diplomatik ve askeri angajmanı, Batı ile ilişkilerde değerli deneyim sağladı; bu deneyim daha sonra Çu Enlay’ın Bandung Konferansı’ndaki diplomatik başarısında etkili olacaktı.

18 Nisan 1955’te Bandung Konferansı resmen başladı. 24 Nisan akşamına gelindiğinde, son genel kurul oturumu, tarihte 29 Asya ve Afrika ülkesi tarafından topluca yayınlanan ilk ortak bildiri olan Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’ni oybirliğiyle kabul etti. Bildiri, sömürgecilik karşıtlığı ve ulusal bağımsızlıkla ilgili konuları ele alan Bandung’un On İlkesi’ni içeriyor, küresel barış ve işbirliğini teşvik eden kararları benimsiyor ve Asya ve Afrika halklarının saldırganlığa karşı çıkma ve dünya barışını koruma yönündeki ortak özlemini yeniden teyit ediyordu.

Bandung Ruhu’nun tarihsel değeri ve Çin’in katkıları

Bandung Konferansı, zamanının en geniş coğrafi alanı ve nüfusu kapsayan, en büyük ve en temsili kıtalararası zirvesiydi. Asya ve Afrika uluslarının emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı çıkma, ulusal bağımsızlığı koruma ve barış ile kalkınmayı teşvik etme yönündeki kolektif iradesini somutlaştırdı. Bandung Ruhu —farklılıkları koruyarak ortak zemin arama, barış içinde birlikte yaşama, dayanışma, işbirliği ve ortak mücadele— o zamandan beri dünya tarihinde değerli entelektüel miras haline geldi. Gelişmekte olan ülkelerin daha sonra uluslararası ilişkilere yaklaşımını derinden etkiledi. Sadık destekçi ve aktif katılımcı olarak Çin, Çin bilgeliğini ve diplomatik deneyimini sunarak Bandung Ruhu’nun oluşumuna önemli katkıda bulundu.

1) Çin’in barış içinde birlikte yaşamanın beş ilkesinin entegrasyonu

Asya-Afrika Konferansı Nihai Bildirisi’nin sonuç bölümü, Çin’in önerisi üzerine oybirliğiyle kabul edilen dünya barışını ve işbirliğini teşvik etme beyanını içeriyordu. Bu beyan, temel insan haklarına ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın amaç ve ilkelerine saygı, tüm ulusların egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, büyük ya da küçük tüm ırkların ve ulusların eşitliğinin tanınması ve diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etmeme gibi uluslararası ilişkilerin yürütülmesine yönelik on ilkeyi ana hatlarıyla belirtiyordu. Bandung’un On İlkesi, Çu Enlay’ın Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nin tüm unsurlarını tam olarak içeriyor ve bunları daha da geliştiriyordu.

2) Çin’in tutarlı anti-emperyalist ve sömürgecilik karşıtı duruşu

Çin liderliği, 1950’lerin “savaş ve devrim” ile karakterize edilen tarihsel bağlamını yansıtarak, yeni kurulan Halk Cumhuriyeti’ni sömürgeci saldırıya uğramış ve ulusal bağımsızlığını kazanmış sosyalist ulus olarak tanımladı. Bu kimlik, Bandung dönemindeki dış politikasına rehberlik etti. Konferansa giden toplantılarda Çu Enlay, kapitalist blok içindeki ülkelerin tipolojisini ortaya koyarak, Çin’in Amerika Birleşik Devletleri’ni izole etmesi, ara devletleri kazanması ve en çok ezilen uluslarla birleşmesi gerektiğini savundu. Buna göre, Çin’in Bandung Konferansı’na katılmaktaki temel amacı, uluslararası izolasyonunu kırmak ve Asya ile Afrika’daki ulusal kurtuluş için verilen haklı mücadeleyi tam olarak desteklemekti; böylece Bandung Ruhu’nun şekillenmesinde temel rol oynadı.

3) Çin’in “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” diplomatik yaklaşımını tanıtması

Katılımcı ülkelerin farklı ideolojik yönelimleri ve Amerika Birleşik Devletleri ile müttefiklerinin öncülüğündeki anti-komünist propaganda göz önüne alındığında, pek çok heyet Çin’e karşı temkinliydi. Hatta bazıları hem sömürgeciliğin hem de komünizmin kınanması gerektiğini savundu. Bu zorlukla karşı karşıya kalan Çu Enlay, uzlaşmacı ve kapsayıcı yanıt verdi: “Aramızda anlaşmazlıklar var, ancak bu tür farklılıkları kabul etmek, kendi başına bir anlaşma biçimidir”. Çin, suçlamalara yanıt olarak devrimci veya ideolojik retorikten kaçınarak bilinçli olarak “tartışmasız” yaklaşım benimsedi. Bu, konferansın sorunsuz ilerlemesini sağladı.

Konferans sırasında Çin, farklılıkları koruyarak ortak zemin arama ilkesine bağlı kaldı ve Endonezya ile Çifte Vatandaşlık Anlaşması’nı imzaladı. Endonezya Dışişleri Bakanı Sunario, anlaşmayı “iki Asya ülkesi arasında iyi niyet ve hoşgörü ruhu içinde” varılan anlaşma olarak övdü; ona göre bu ruh, Bandung Konferansı’nın kendisine de rehberlik etmişti.

Bandung Ruhu’nun günümüzdeki önemi ve Çin tarafından miras alınması

Geçtiğimiz 70 yıl içinde küresel manzara derin dönüşümler geçirdi. Sömürge sistemi çöktü, iki kutuplu Soğuk Savaş çatışması geçmişte kaldı ve ekonomik küreselleşme derinleşti. Barış, kalkınma, işbirliği ve karşılıklı fayda, dönemin hakim temaları haline geldi. Fakat, uluslararası toplumdaki temel çelişkiler kökten değişmedi. Adaletsiz ve eşitsiz siyasi ve iktisadi düzen devam ediyor ve medeniyetler, ideolojiler, siyasi sistemler ve kalkınma modelleri arasındaki gerilimler varlığını sürdürüyor.

Şu anda küresel manzarayı üç temel özellik tanımlamaktadır. Birincisi, güvenlik alanında, büyük güç rekabeti, blok çatışması, bölgesel çatışmalar ve iç karışıklıklar birbirini etkileyip güçlendirerek uluslararası güvenlik düzenini şekillendiriyor. 2022’de Ukrayna krizinin patlak vermesi, Soğuk Savaş sonrası dönemin sonunu ve akademisyenlerin artan küresel istikrarsızlıkla işaretlenen “Soğuk Savaş sonrası sonrası dönem” olarak adlandırdığı dönemin başlangıcını işaret ediyor olabilir.

İkincisi, ideolojik alanda, Batı’nın “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısı, Küresel Güney’in “çoklu moderniteler” savunusuyla çatışıyor. Amerika Birleşik Devletleri değer temelli diplomasiyi ve Hint-Pasifik Ekonomik Çerçevesi gibi dışlayıcı ittifakları teşvik ederken, Küresel Güney ülkeleri kalkınma haklarına ve egemen eşitliğe öncelik vererek ikili hizalanma mantığını reddediyor. Bu arada, sosyal medyadaki algoritmik güçlendirme enformasyon savaşını yoğunlaştırdı ve küresel kamuoyunu büyük güçlerin yumuşak güç rekabetinin yeni arenasına dönüştürdü.

Üçüncüsü, iktisadi alanda, Küresel Güney’in yükselişi ve yeni Güney-Güney işbirliği biçimlerinin ortaya çıkışı, küresel kalkınma manzarasını yeniden şekillendirdi. Geçmişle karşılaştırıldığında, güney ülkeleri artık daha fazla maddi kapasiteye, kalkınma deneyimine ve kurumsal platformlara sahip. Yapısal güçleri ciddi ölçüde arttı ve günümüzün küresel dönüşümlerinde giderek daha etkili roller oynamalarına olanak tanıdı.

Bandung Konferansı’na katılan ve Küresel Güney’in kilit liderlerinden biri olan Çin, giderek çok kutuplu hale gelen dünyada kendi diplomatik söylemini etkili şekilde ifade edebilmek için Bandung Ruhu’nu miras almalı ve yeni dönemin özellikleriyle uyumlu hale getirerek ilerletmeli.

1) Blok öatışmasını azaltmak için “barış içinde birlikte yaşama”yı kullanmak

Çin, Soğuk Savaş zihniyetine karşı çıkmaya ve güvenliğe yönelik “kapsamlı, işbirlikçi ve sürdürülebilir” yaklaşımı teşvik etmeye devam etmeli. Kavramsal düzeyde, Çin’in önerdiği Küresel Güvenlik Girişimi, Küresel Güney’in endişelerinin çoğuyla uyumlu. Bu nedenle, Küresel Güney Güvenlik Perspektifi oluşturmak için yol gösterici çerçeve işlevi görebilir. Pratikte Çin, Küresel Güney ülkeleri arasında hem ikili hem de çok taraflı diplomasiyi güçlendirmeli. İki tipik çok taraflılık biçimi ortaya çıktı:

Birincisi, BRICS’in tipik örnek olduğu büyük Küresel Güney güçleri arasında çok taraflı işbirliği. Yoğunlaşan büyük güç rekabeti bağlamında, BRICS’in genişlemesi —özellikle Orta Doğu devletlerinin dahil edilmesi— mekanizmanın güvenlik yönetişiminde daha büyük rol oynayabileceğinin sinyalini veriyor. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) ve BRICS gibi platformlar, güvenlik çıkarlarını koordine etmek ve Hint-Pasifik stratejilerinin dışlayıcılığına karşı koymak için kullanılmalı.

İkincisi, Küresel Güney güçleri ile tüm bölgesel gruplar arasındaki işbirliği. Örnekler arasında Çin’in Afrika, Arap devletleri ve Pasifik ada ülkeleriyle angajmanı yer alıyor. Çin-Afrika İşbirliği Forumu (FOCAC) ve Çin-Arap Devletleri İşbirliği Forumu gibi forumlar, bölgesel sıcak noktaların gerilimini düşürmek ve blok temelli çatışmayı reddetmek için platformlar sağlıyor.

2) Değer temelli diplomasiyi “farklılıkları koruyarak ortak zemin arama” ilkesiyle dengelemek

İlk olarak Çu Enlay tarafından Bandung’da önerilen farklılıkları koruyarak ortak zemin arama kavramı, pragmatik işbirliği lehine ideolojik dogmatizme direnmeyi vurguladı. Bugün Çin, egemen eşitlik ilkesini ve tüm ulusların kendi kalkınma yollarını seçme hakkını vurgulayarak “demokrasi otoriterliğe karşı” anlatısına meydan okumalı. Karşılıklı saygı ve kapsayıcılık ilkesi, medeniyetler arası diyaloğu ve sistemler arası karşılıklı öğrenmeyi vurgulayan modeli destekleyerek uluslararası ilişkilere rehberlik etmeli.

Çin, tek taraflılığa, sıfır toplamlı düşünceye ve hegemonik uygulamalara karşı çıkmalı, karşılıklı saygı, adalet, hakkaniyet ve kazan-kazan işbirliğine dayalı yeni tip uluslararası ilişkileri teşvik etmeli. Ayrıca kalkınma haklarına öncelik veren Küresel Güney söylem sisteminin inşasını hızlandırmalı. BM İnsan Hakları Konseyi gibi uluslararası platformlarda Çin, Batılı güçler tarafından insan haklarının siyasallaştırılmasına direnmeli. Dahası, CGTN ve TikTok gibi platformlar aracılığıyla uluslararası iletişim güçlendirilmeli, algı savaşına karşı koymak için etkili Kuşak ve Yol işbirliği vakaları kullanılmalı.

3) Güney-Güney işbirliği yoluyla kalkınma paradigması dönüşümünü yönlendirmek

Barış İçinde Birlikte Yaşamanın Beş İlkesi’nden Bandung Ruhu’na ve yeni Güney-Güney işbirliğinin ortaya çıkışına kadar, öz her zaman kalkınma yollarının çeşitliliğine saygı ve eşitlik, dayanışma ve karşılıklı faydaya dayalı ortaklıklar oldu. Amaç, yoksulluğu ve az gelişmişliği aşmak, adil küresel düzen inşa etmek ve çeşitlilik içinde birliği gerçekleştirmek.

Çin, özellikle Asya ve Afrika’da altyapı ve kapasite işbirliğine odaklanarak Kuşak ve Yol Girişimi’nin (KYG) yüksek kaliteli gelişimini derinleştirmelidir. Gelecek On Yıl İçin Kuşak ve Yol Girişimi’nin Yüksek Kaliteli Gelişimine Bakış‘a göre, Çin “küçük ama güzel” geçim projelerine öncelik vermeli, böylece Bandung’un ekonomik karşılıklı yardım idealini yerine getirmeli.

Çin, Güney-Güney işbirliği modellerinde yenilik yapmalı. Büyük ölçüde gelişmiş Batı ülkelerinin modernleşme deneyimleriyle şekillenen geleneksel uluslararası kalkınma paradigmaları, tek yönlü akma eğilimindedir ve alıcı ülkeleri kurumsal olarak Batı normlarına uymaya zorlar. Buna karşılık Çin, Afrika ile sürdürdüğü ortak modernleşme modelini teşvik etmeye devam etmeli. Bu yaklaşım, karşılıklı etkileşimi ve paylaşılan iradeyi vurgular, aşağıdan yukarıya istişare, ortak inşa ve ortak paylaşım yoluyla yerli inisiyatifi teşvik eder ve böylece daha eşit ve sürdürülebilir kalkınma ortaklıklarını besler.

Çin, modernleşme modeli olarak hizmet etmeli. Çin tarzı modernleşmenin yeni uygulamaları, yalnızca Çin’in Küresel Güney kalkınmasındaki liderliği için sağlam temel sağlamakla kalmaz, aynı zamanda diğer Küresel Güney ülkelerine alternatif kalkınma yolları sunar. Çin-Afrika ortak modernleşmesi kilit stratejik odak noktası olarak, Çin yeni uluslararası modernleşme işbirliği paradigmasına öncülük etmeye yardımcı olabilir.

1955’te Bandung Konferansı’nın sunduğu fırsatı değerlendirerek, Çin Halk Cumhuriyeti Batı’nın izolasyonunu ve ablukasını başarıyla kırdı ve kendisini Üçüncü Dünya için güvenilir ortak olarak sundu. Yetmiş yıl sonra Çin, Bandung deneyiminden tekrar yararlanmalı, Bandung Ruhu’nu yeni dönemde Çin karakteristiği taşıyan diplomasi pratiğiyle bütünleştirmeli. Bunu yaparken Çin, daha adil ve makul uluslararası düzenin inşasına yardımcı olacak ve dünya barışı ile kalkınmasına katkıda bulunacaktır. Bu sadece tarihe saygı duruşu değil, aynı zamanda mevcut zorluklara yanıt ve geleceğin keşfidir.

Okumaya Devam Et

Görüş

Hindistan ticaret savaşının kazananı olabilir mi?

Avatar photo

Yayınlanma

Donald Trump’ın başlattığı yeni küresel ticaret savaşının yankıları sürüyor. Nisan başında dünya çapındaki ülkelere yüzde 10 ile yüzde 49’a varan oranlarda değişen “karşılıklı tarifeler” duyurmuştu. Bu durumda hemen hemen tüm ülkeler Amerika’ya mal sattıklarında yüzde 10 tarife ile karşı karşıya kalacaktı. Ancak Hindistan da dahil olmak üzere bazı belirli ülkeler özel tarife şoku yaşamıştı. Çin’e, örneğin, yüzde 34 tarife koyan Trump, diğer bazı Asya ülkeleri, örneğin Vietnam, Kamboçya, Sri Lanka ve Laos için yüzde 40 üzeri, neredeyse yüzde 50’ye yakın bir tarife duyururken Hindistan için ise bu tarife yüzde 26 idi. Yani, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren, 23 milyar dolarlık ithalatın yarısına tarife indirimi tavsiye eden, ticaret görüşmelerine başlayan, ithalatı 3 milyar dolar artıran ve 40 milyar dolar üzeri yatırım ile yaklaşık neredeyse 500 bin iş olanağı yaratan Yeni Delhi de yüzde 26’lık (indirimli) Trump tarifesinden kaçamamıştı.

Tarifeler, bir ülkenin başka bir ülkeden ithal ettiği mallara uyguladığı vergilerdir. Donald Trump, Amerikan mallarının ticaret ortakları tarafından haksız yere tarifelendirildiğine ve bunun da Amerikan şirketlerine zarar verdiğine inanıyor. Bu nedenle ki oyun alanını eşitlemek için bu tartışmalı yeni tarifeleri duyurmuştu ki yüzde 125’lik bir misillemede bulunan Çin’e uyguladığı gümrük vergilerini yüzde 145’e (ki bugün -16 Nisan- itibarıyla da yüzde 245’e yükselttiğini duyurdu) çıkarırken dünyanın geri kalanına 90 günlük bir ara vererek ticaret savaşına açıklık getirdi. Evet, Trump’ın ticaret savaşı artık Amerika ve Çin arasındaki bir düello. Ki şimdilerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de Trump tarifelerine karşı önlem almak için Güneydoğu Asya turunda. Filler tepişirken çimenler ezilir. Evet, biliyorum; fil, Hindistan için favori bir metafor ancak bu düelloda soru şu: Hindistan çimen mi olacak? Veya alternatif soru ise şu: Bu ikilinin arasındaki düelloda büyük bir bir salıncak ülke olarak kazanan mı olacak? Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Açıkçası, Amerika ve Çin’in bu düellosu tüm salıncak ülkeler için birçok olasılık açtı ama Yeni Delhi bunların en büyüklerinden ve en önemlilerinden ve açıkçası Delhi’nin ticaretteki en büyük rakibi Pekin’e karşı daha avantajlı bir konumda gibi görünüyor. Ve kazanan olabilmesi için ise kendini o Kovid dönemi reform fikrine yeniden adaması gerekiyor.

Krizleri değerlendirmek çoğu zaman ucuz bir şey gibi gözükse de bu, dünya politikasında genellikle rasyonel bir yaklaşım. Ancak Delhi son zamanlarda bu tür fırsatları tam olarak değerlendiremedi: Özellikle Kovid’in ardından vaat edilenlerin çoğu havada kaldı, reformist tarım yasaları ve iş kanunlarında dişe dokunur bir sonuç ortaya konmadı. Örneğin, Başbakan Narendra Modi 2021’de hükümetin stratejik olanlar hariç tüm iş alanlarını kayıtsız şartsız özel sektöre devredeceğini söylemişti ancak 2017’den beri devam eden Air India satışı dışında herhangi bir özelleştirmeden hiç söz edilmedi. Ülkede uzun zamandır beklenen reform konusundan hala ses yok. Hindistan hükümeti, iki fikir etrafında yeni bir ekonomik gündem önermişti: Atmanirbhar (kendi kendine yeterlik) ve Make in India (yerli üretim modeli). Bu ekonomik gündem kapsamında ise üretim bağlantılı teşviklere büyük miktarlar tahsis edilmiş ve iş yapma kolaylığı vaat edilmişti. İlki kısmen hayata geçti çünkü üretim durgunlaştı. Ancak bazı üretim bağlantılı teşvikler alındı ki bunun en belirgin olanı iPhone’lar için. ABD-Çin ticaret savaşının ortasında bu, Yeni Delhi’nin elini yükseltebilir. Apple artık üretimini Çin’den Hindistan’a kaydırmaya başlayabilir. Bu en azından Çin’e karşı artı birin iyi bir örneği. Ki Tayvan merkezli Foxconn halihazırda Çin’deki fabrikalarının bir kısmını Hindistan’a taşıdı ve iPhone üretimine başladı. İş yapma kolaylığı söz konusu olduğunda ise evet, Hindistan’ın sıralaması yükseldi, ancak kaplumbağa hızında.

En azından, Trump tarifeleri göz önüne alındığında, Yeni Delhi’nin Çin’in rekabet edemeyeceği Amerika pazarları için yapabileceği şeyler olabilir. Apple telefonları ilk örnek, demiştik. Ancak Pekin’in Amerika’ya ihraç ettiği ürünlerin listesine göz gezdirdiğinizde, teklif edilen onlarca milyar değerinde ihracat olasılığının olacağını tahmin etmek güç değil. Sorular şunlar: Hindistan bu düelloyu kendi yararına çevirmek için ne kadar sürede yeni üretim ortaya koyabilir? Gümrük vergileri büyük ölçüde azaltılırsa, Hint üretimi hayatta kalmaya yetecek kadar sağlam mı? Ve Hint hükümeti bunu sağlamak için ne yapmayı düşünüyor? Sübvansiyonlar ilk akla gelen şey olsa da pahalıya patlar ve Trump bunları haksız bulup reddedebilir ki ABD Ticaret Temsilciliği ofisinin bu konudaki görüşünü aynen iletiyorum: “Hindistan, kredi sübvansiyonları, borç muafiyetleri, mahsul sigortası ve hem merkezi hükümet hem de eyalet hükümeti düzeylerinde girdi sübvansiyonları (gübre, yakıt, elektrik ve tohum gibi) dahil olmak üzere tarım sektörüne geniş bir yelpazede sübvansiyon ve destek sağlamaktadır. Hükümet için önemli bir maliyeti olan bu sübvansiyonlar, Hindistan’ın üreticileri için üretim maliyetini düşürür ve ithal ürünlerin rekabet ettiği pazarı bozma potansiyeline sahiptir.”

Neyse, Amerika genelde gümrüksüz bir ekonomiydi ki bu, Delhi’ye 45 milyar dolarlık mal fazlası sağlar. Amerika’nın Hindistan’a ihraç edebileceği çok az şey ürettiği de bir gerçek. İhracat sepetinde ilk iki sırada mineral yağlar ve değerli taşlar yer alıyor. Üretilmiş gözüken şeyler, makineler ve cihazlar, elektrikli, optik ekipmanlar, 8 milyar doların altında bir değere sahip. Buna karşılık, Hindistan, elektrik ve ilaç ürünleri ihraç ediyor ki bunlar ihracat listesindeki ilk iki ürün ve bu ürünlerin değeri üç katından fazla, 26,5 milyar dolar. Delhi’nin Amerika’dan satın aldığı geri kalan kısmın çoğu tarımsal ürünler. Tam da Trump’ın yükseltmek istediği şey. Bu doğrudan onun çiftçi tabanını da besler. Cevizden yenilebilir yağa kadar Delhi’nin çiftliklerde yetiştirdiği her şey önemli oranlarda gümrüklenir. Balık, et ve süt ürünleri o kadar yüksek vergilendirilir ki Amerika’nın ihracat yapması neredeyse imkansız. Ve Amerika’nın ihraç edilebilir fazlalıklarda ürettiği tek şey bu.

Ticaret meselesi neredeyse tamamen imalat ve tarım ürünleri ile sınırlı olacak gibi gözüküyor ki bu, Hindistan’ın Amerika’ya yaptığı ihracatın yaklaşık yüzde 40’ını oluşturan hizmetlerin sayılmadığı anlamına geliyor. Hiçbiri sınırı geçmediği için bunlar gümrük vergisine tabi değil. Yazıda bir yerlerde, binlerce mal üzerindeki tarifeyi düşüren Delhi de Trump tarifesinden kaçamadı, demiştim. Tarım, Trump için kritik öneme sahip ve Delhi, tarımı arka plana atarak, makinelere, kazanlara, elektronik cihazlara ve değerli taşlara uygulanan vergileri düşürerek, işi yürütemeyeceğini anlamış olmalıdır, sanıyorum. ABD Ticaret Temsilciliği’nin farklı ülkelerin kısıtlayıcı uygulamaları hakkındaki raporunda Hindistan bölümüne göz atarsanız, tarım ürünlerinin tarife dışı engel olarak işaretlendiğini görebilirsiniz. Ayrıca, Hindistan’ın önemli bir ortak olduğu, Modi ile Trump arasındaki kişisel dostluğun Delhi’ye özel bir muafiyet getireceği fikri de sık sık düşünülür veya tekrarlanır; ancak diğer müttefiklerine tutumuna bakınca, Trump’ın böyle düşündüğünü hiç sanmıyorum. Trump sert oynuyor ve kuvvetle muhtemel sert oynayacak. Tarım dışı mallara uygulanan gümrük vergilerini düşürmek, işin kolay yanıydı. Ancak, Delhi’nin geleneksel güvensizlikleri ve korumacılığını dikkate alırsak, Hindistan, süt ve et ithalatına açılabilir mi, örneğin? Dahası, süt ve süt ürünleri veya et üretimi kendine yeterli mi? Delhi’nin üretim korumacılığı ve tarıma ilişkin tarihi tereddütleri dikkate alınırsa, işi zor gözüküyor. Belki de Delhi için Kovid krizinde kaçırılan tarım reformları fırsatı ikinci bir şansı hak ediyordur ve belki de en iyi dostunun ve en kötü rakibinin kozlarını paylaşmakta olduğu bu süper güç ticaret savaşı, bunun tam zamanı olduğunu söylüyordur.

En hızlı büyüyen büyük ekonomi veya beşinci en büyük ve yakında Japonya ve Almanya’yı geride bırakarak üçüncü olacak gibi retorikler ve son on yıldır geleceği söylenen ancak henüz gerçekleşmeyen -hatta geriye gitmediyse dahi- bir üretim devrimi söylemi, elbette bir şeydir. Ancak, 90’ların başında zorlukla kazanılan ekonomik özgürlüklerden uzaklaştığı görülen Yeni Delhi, büyümeyi tepeden inmeci yöntem ile getirebilecekleri inancına geri dönmüş gibi gözüküyor. Son on yılda daha yüksek tarifelerin geri döndüğü görülüyor. Dünyanın en pahalı çeliğini Hindistan’dan satın alıyor olabilirsiniz, örneğin. 90’ların sonunda dönemin maliye bakanı tarifelerini neredeyse ASEAN düzeylerine getirdiğini söylemişti. Giderek daha güçlü oligarklar pazar payını ve sektörleri bölüşüyor. İşe yarıyor mu peki? Devlet himayesinin Hindistan’ı bir üretim ve ihracat ütopyasına götüreceği fikri hayata geçiyor mu? Hükümet verilerine bir göz atın: Delhi’nin Çin’den kaçıştan faydalanmak için stratejik öneme sahip sektörlere 26 milyar dolardan fazla yatırım yaptığı Make in India yerli üretim modeline karşın üretimin Hint ekonomisindeki payı, hizmet ve tarım sektörüne kıyasla geriledi. Ya da Make in India atılımının 10 yıllık döneminden sonra, 2023-24’te Hindistan’ın GSYİH’sindeki imalat payının 2013-14’teki ile tam olarak aynı olduğunu görürsünüz; yüzde 17,3. Ki bu yıl daha da düşük olma eğiliminde. Üretimin iş yaratmaya katkısı ise 2022-23’te 2013-14’e kıyasla biraz daha düşüktü; 2022-23’te yüzde 10,6 iken 2013-14’te yüzde 11,6 idi. Dahası, akıllı telefon üretimindeki gerçek başarı kutlanmayı hak ediyor olabilir, ancak GSYİH’sındaki ihracat payı 2013-14’teki yüzde 25’ten şu anda yüzde 22,7’ye düştü. Ki buna bağlı olarak Delhi’nin küresel ihracattaki payının büyüme hızı da yavaşladı.

Lobicilik faaliyetleri ile bilinen Delhi merkezli iş insanı ve iktidardan meclis üyesi Praveen Khandelwal, Çin’den Amerika’ya ithalata uygulanan yüksek verginin Hindistan’ın ticaret ve sanayisi için önemli bir fırsat sunduğunu ve elektronik, otomobil parçaları, tekstil ve kimyasallar dahil olmak üzere çoğu sektörde Pekin’e karşı bu avantajı kullanmak istediklerini söylüyor olabilir; ancak Delhi hem parça ve ekipman için Pekin’e bağımlı hem kalifiye eleman bakımından yetersiz, ayrıca hem de Delhi’nin Pekin ile rekabet halinde olduğu pek çok sektörde teşvik programları da yetersiz. Hint ekonomisinden beş kat daha büyük Çin ekonomisi hala zorlu bir rakip… Hindistan’ın durumunda, Trump tarifeleri yumuşatılabilir, hatta belki de tamamen kaldırılabilir (?); ancak karşılığında Delhi’nin daha önceki bir yazımda sözünü ettiğim “minik tavizlerden” daha fazlasını sunması gerekebilir veya Amerika’nın “minik kazanımlardan” daha fazlasını beklediği açık. Özel tarife şoku yaşayan diğer ülkeler 90 günlük erteleme süresinde karşılıklı tarifelerde indirim yapılması için müzakerelere girmeye çalışırken Yeni Delhi zaten bir süredir Amerika ile müzakere masasında, ancak bu kez Trump zorlu bir dost… Hint stratejik kırılganlığının ölçeğini zaman gösterecek…

Okumaya Devam Et

Görüş

Antalya’dan notlar: En azından diyalog var!

Yayınlanma

Antalya Diplomasi Forumu’nda (ADF) Harici ekibi olarak geçirdiğimiz üç günün ardından Hem Türk dış politikasının hem de dünyanın gidişatına dair kritik izlenimler edinerek döndüm. Jeffrey Sachs’ın gündem olan “Suriye ABD-İsrail projesiydi” cümlelerinin dışında ortalığı kasıp kavuran söylemlerden ziyade forumun en can alıcı noktası bir araya gelmesi zor olan, diyalog kuracak ortam bulamayan küresel ve bölgesel aktörlerin çok kutuplu dünyada iki çift laf edebilecekleri bir kutup olarak Türkiye’yi görmesi oldu. Katılımcıların sayısı ve düzeyi, Türkiye’nin iş yapmak istediği ve Türkiye’yle iş yapmak isteyen ülkeleri daha iyi anlamamızı sağladı. Balkanlardan Kafkaslara, Afrika’dan Asya’ya bir çok ülkenin bakanı ve hatta devlet başkanı kendisini “aynı cephede” bulunmayan mevkidaşlarıyla birer çay içerken bulmuştu. Bu, ADF’yi küresel çaptaki benzer diplomatik zirvelerden ayrı bir noktada tutuyor.

Çok kutupluluğun yeni kutbu

Hangi panele katılsak ana temanın “çok kutupluluk” olduğu barizdi. Ekonomi politikalarından yapay zekaya, savaştan ticari partner arayışına bütün tartışmalar Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren devam eden tek kutuplu dünyanın dağılışı ve 19. yüzyıl benzeri jeopolitik temelli dış politikanın günümüzde nasıl karşılık bulacağı üzerineydi. Ancak Davos’un veya bir BRICS zirvesinin aksine farklı yönleri tercih etmiş çok devlet bu forumda söz hakkı buldu.

Mesela “yabancı ajan” yasasıyla gündeme gelen ve ülkesinin yolunu Avrupa Birliği’nden uzaklaştırdığı gerekçesiyle protestolarla karşılaşan Gürcistan Başbakanı Irakli Kobakidze, AB’ye girmenin ne kadar güzel ve kolay bir şey olacağını anlatan Karadağ Cumhurbaşkanı Jakov Milatoviç ile yan yana oturuyordu. Biz alt katta milisleri Suriye İç Savaşı’nda Esad’ın yanında savaşan İran heyetinden röportaj isterken Suriye’de Esad’ı deviren Ahmet Şara yalnızca bir kaç adım ötede hemen yanımızdan geçti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov Ukraynalı mevkidaşından sadece bir kaç saat sonra karşı odada konuşma yaptı. Hatta Ermenistan ve Azerbaycan Dışişleri Bakanları birlikte panel bile düzenlediler.

İşte böyle bir sahneye dünyanın çok yerinde rastlamak söz konusu değil. Dünyanın ticari ya da askeri açıdan çatışmalara gebe olduğu bu dönemde herkesin ihtiyaç duyduğu bir anda diyalog başlatabileceği bir nokta olarak tanınmak Türk hariciyesi için büyük bir avantajdır. Bölgesel ve küresel çıkarlarımızı diğer devletlerle tartıştığımızda Türkiye’yi küstürmenin bedelinin böylesi bir diplomatik orta noktadan uzak kalmak olacağı bize tüm istişarelerde artı puan olarak yazacaktır.

Dahası, Balkanlar, Afrika, Kafkaslar ve Orta Asya temelindeki katılımın yoğunluğu Türkiye’nin Batı veya BRICS ekseninin dışında oluşabilecek daha ufak kutuplardan biri olma arzusu içinde olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin Batı’daki bir çok devletin aksine çok kutupluluğu erken fark edip kendini buna göre konumlandırması bir artı olsa da her şey bu kadar pozitif değil. AB’nin güvenlik açısından ciddi zafiyet yaşadığı bu dönemde Türkiye ile olan ilişkisi ciddi önem kazansa da forum sırasında Azerbaycan ve Türkiye dışındaki Türk devletlerinin KKTC konusunda AB’nin isteklerine boyun eğmesi hem üzücü hem de şaşırtıcıydı. Rusya’yla ettiği kavga sonrası enerji açlığı yaşayan ve endüstrilerini küçülmesini izleyen AB devletleri, çözümü Orta Asya’ya yoğunlaşmakta bulmuş, bu çaresiz konumlarına rağmen sadece bir yatırım sözüyle Kazakistan’ın Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açmasını, Türkmenistan ve Özbekistan’ın ise GKRY’nin sözde toprak bütünlüğüne saygı duyduğunu açıklamasını sağlamıştı. Türkiye’nin, jeopolitik manada elinin kuvvetli olduğu bir dönemde AB’den böylesi bir “gol yemesi” edindiğimiz avantajları ne kadar kullanabildiğimizi tartışmaya açtı.

Tabii bunun yanında bir de Gazze meselesi var. Netanyahu’nun bazı büyük devletlerin Trump’ın Filistinlileri Gazze’den kovma planına ikna edileceği iddiası forum öncesi gözleri Türkiye’ye çevirmişti. Ancak forumun genelinde Gazze meselesi en çok konuşulan konulardan bir oldu. Konunun gündemde tutulması umut verici olsa da Trump ve Netanyahu’nun Gazzeliler adına facia planı gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği hala belirsizliğini koruyor.

Göze çarpan önemli detaylardan birisi Batı Avrupalı veya Amerikalıların ADF’ye pek katılım göstermemesiydi. İngiltere’den Kuzey Amerika ve Avrupa’dan sorumlu bakan Stephen Doughty katılım gösterse de kolektif Batı olarak bildiğimiz cephenin ADF’ye pek heyecanlanmadığını söylemek gerekir. Tabii onların başı biraz kalabalık. Forum öncesi ortalığı karıştıran Trump vergileri ADF’nin de ana konularından biri oldu. Neredeyse saat başı karşılıklı olarak açıklanan gümrük vergileri katılımcı bakan ve devlet başkanlarını epey zor durumda bırakmıştı. Birçoğu ülkesinin vergilerden ağır hasar almayacağını umsa da küresel ticaretin durma noktasına gelebileceğini vurguladı.

Jeffrey Sachs da Trump’ın vergi politikasını ağır eleştirenlerden birisiydi. Sachs’a Trump’ın politikasının, ABD’nin yıllar önce küreselleşme bahanesiyle yurtdışına gönderdiği endüstrileri geri getirmeyi başarıp başaramayacağını sordum. Sachs, endüstrileri getirmenin yolunun 150 ülkeye vergi getirmek değil, ülke içinde şirketleri motive edecek atılımlarda bulunmak olduğunu söyledi. Ayrıca ABD’nin Çin gibi ülkelerle savaşmak zorunda olmadığını söyledi. Sachs belki de en kilit cümleyi burada söylemişti.

“Ne güzel ki diplomasi ucuz bir şey. İşte bu yüzden Antalya Diplomasi Forumu’ndayız, Antalya Askeri Forumu’nda değil!”

İsrail’in Gazze katliamları, Trump’ın gümrük vergileri, Ukrayna Savaşı’nın bitip bitmeyeceği derken dünyanın gidişatına dair karanlık bir görüntü ortaya çıkıyor. Ancak her şey bu kadar kötümser değil. Sergey Lavrov, konuşmasında alışkın olduğumuz kolektif Batı ifadesi yerini Avrupa ve İngiltere’ye bırakmıştı. Lavrov, Biden’a ve Obama’ya sataştığı bir iki nokta hariç ABD’ye yönelik sert bir söylemden kaçındı. Geçen yılın aksine bu sefer Rusça değil, İngilizce konuşmuştu. Anlaşılan o ki Rusya’nın artık İngilizce konuşanlara laf anlatmak gibi bir derdi var. Bu da bize şunu gösteriyor; dünyada ticaret savaşları, bölgesel krizler, İsrail’in soykırımları büyüyerek devam etse de küresel çapta nükleer savaş korkusuyla geçen son bir kaç yıla nazaran belki bir pozitif değişim mevcut; en azından artık diyalog var!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English