GÖRÜŞ
Ayakları yere sağlam basan ekonomi
Yayınlanma
Yazar
Nazlı SarpTürkiye, on ay gibi kısa bir zaman zarfında iki önemli seçimden de şüpheye mahal bırakmayacak biçimde, demokrasi sınavından geçerek çıktı. İlk seçimden çıkan sonuç; (ekonomiden dış politikaya güvenlik ve küresel meselelere dair ortak bir güç bildirgesinin ortaya konulduğu) netlik beklentisi olurken; ikincisinden çıkansa ekonomik zorluklar ve depremin gecikmiş etkileriydi…
Yerel seçimlerde iktidar bloğu partilerin önemli düzeyde oy kaybederek, ana muhalefet partisi CHP’nin 1977’den bu yana ilk kez oyunu bu denli artırmasının arkasındaki belirleyici güç, hali hazırda ilgili partiler tarafından araştırılıyor. Ancak ağırlıklı nedenin yukarıda belirttiğim üzere ekonomi olduğu söylenebilir. Adıyaman gibi 6 Şubat depreminden etkilenen illerimizde halkın büyük çoğunluğunun konteynerlerde yaşamını sürdürüyor olması tepki oylarına neden olmuşken, büyükşehirler dışındaki küçük ilçelerimizin çoğunda oy sayısının emekli sayısının bile altında kalmasıysa genel ekonomiye dair bir protestodur.
Büyükşehirlerimizde iktidar partisinin 2019’daki oylarının çok altına inmesinin arkasındaki ekonomi dinamiği sadece emekli maaşları olmayıp, ücretliler açısından da yaşam koşullarının artan enflasyon nedeniyle giderek altından kalkılamaz hale gelmiş olmasıdır.
Seçim sonuçları kısmını fazla uzatmadan şu konuları sıralamak isterim. Genel seçimde uygulanan en popülist seçim ekonomisi unsuru EYT olup, 2022 yılında toplam emekli sayısı 13 milyon 933 bin kişiyken Ocak 2024’te bu sayı 16 milyon 98 bin kişiye yükselerek, aktif/pasif oranını 1,64’e düşürdüğü gibi seçmenin de yaklaşık yüzde 26’sını oluşturmuştur. Çoğu göç veren il ve ilçelerde seçimlerde seçmenin yüzde 20’den fazlasını emekli oluşturmuştur. (En düşük emekli maaşı 10k olup, asgari maaşın yaklaşık üçte ikisi kadardır. Bu oran 2003’te asgari maaşın 1,5 katıydı)
Asgari maaş zamları son yıllarda özel kesim temsilcileri tarafında önemli bir tartışma konusu olmuş ancak diğer taraftan hem son açıklanan açlık sınırına yakınsamış hem de büyükşehirlerdeki tek odalı dairelerin bile kirasını karşılayamaz hale gelmiştir. Üstelik toplumun genelinin özel sektörde bu orana yakınsayan maaşları aldığı bilinmektedir.
Seçim belirsizliği geride kaldı; artık yeni şeyler söylemek lazım!
31 Mart’tan önce kendine elverişli zemin bulan spekülatörler devreye girmiş; döviz kuru üzerinde TCMB’nin rijit faiz artışına karşın belirli bir momentum oluşturmayı başarmıştı. Ancak seçimin hemen ardından gerek Sn. Cumhurbaşkanı gerekse de Sn. Yılmaz ve Şimşek’in art arda verdikleri OVP’da kararlılık mesajları şimdiden kur tarafında piyasayı yatıştırmış gözüküyor. Diğer taraftan Goldman Sachs, Deutsche Bank ve Wells Fargo gibi yabancı yatırım kurumlarından gelen piyasa, dış basından gelen seçim yorumlarının genel olarak olumlu olduğu söylenebilir.
Aslında Haziran 2023’ten itibaren Ortodoks ekonomi politikalara geçişle beraber, daha önce Türkiye ekonomisine mesafeli yaklaşan pek çok yabancı ekonomist hatta spekülatörün dahi görüşlerini pozitife evirdiğine şahit olmuştuk. Örneğin daha önce Türkiye ekonomisine dair olumsuz görüşleriyle tanınan İngiliz ekonomist ve Bluebay Varlık Yönetimi Gelişen Piyasalar Kıdemli Stratejisti Timothy Ash, Harici’de gazeteci Esra Karahindiba’ya verdiği röportaj, bu bağlamda dikkat çekicidir.
Fakat tüm bu olumlu görüşlere karşın son haftalarda tahvil ve hisse gibi Türk lirası varlıklardan bir çıkış olduğu gözlemleniyordu. Bunun da belirleyicisinin yerel seçimin yaratmış olduğu belirsizlik olduğu söylenebilir. Yerel seçimin doğrudan ekonomiye bir etkisinin olmayacağının bilinmesine karşılık, Türk lirası varlıklarına bu tavrın alınmasındaki dip dalga esasında ekonomi politikalarında son yıllarda sıklıkla değişikliğe gidilmiş olmasıydı.
Ancak seçimin atlatılması ve ekonomik programın kararlılıkla devam ettirilmesi halinde bu anlayış giderek etkisini yitirecektir diye düşünüyorum.
Bütçenin giderler tarafında yapılacak bir şey var mı?
Seçim öncesinde ortaya çıkan spekülasyonlar daha ziyade döviz kuru ve servet vergisi gibi ekstra yükümlülükler üzerinden şekillenmişti. Diğer taraftan bütçenin giderler kısmı çok fazla konuşulmamıştı. Bu konudaki ilk söylemin de seçimin hemen ertesinde Ekonomi Bakanı Sn. Şimşek’ten geldiğini gördük.
Dolayısıyla söylenecek yeni mevzuların başında; bütçenin gider tarafı olduğu düşünülüyor. Ancak lüks araba ya da temsil gideri olarak ifade edilen bu tarz harcamaların tutarının ne yazık ki amiyane tabiriyle devede kulak kaldığını, vatandaşa belki bir miktar moral sağlamanın dışında ekonomiye önemli bir katkısı olabileceğini düşünmem. Zira burada EYT başta olmak üzere seçim harcamaları (yönetilen yönlendirilen fiyatlar da dahil) ve 2024 yılı bütçesinden sosyal yardım ve desteklere 497 milyar lira kaynak ayrılması gibi noktalar mevcuttur. Özetle her ne kadar enflasyonun etkisiyle vergi gelirleri artış kaydetmiş olsa da diğer taraftan deprem başta olmak üzere seçimlerin de desteklediği artan harcamalarla oluşmuş bir dengesizlik…
Gelirler tarafındaysa çözüm yeni vergi midir?
Servet üzerinden konulacağı düşünülen ilave vergilere gelince; vergi tahsilatının yüzde 65’lik kısmı harcamalar üzerinden tahsil edilen dolaylı vergilere dayalı. Ayrıca servet üzerinden tahsil edilen vergilerin toplam içindeki payı ise sadece yüzde 3 civarında. Bu aralar, kira mükelleflerinden vergi tahsil edilmesine yönelik bir çalışma var ancak yüzdesel olarak bakıldığında ve son yıllarda yurtdışına konut yatırımının artış kaydettiği düşünüldüğünde önemli bir katkısı olacağını düşünmem.
Özetle maliye tarafında zaten deprem gibi zaruri harcamalarla bozulmuş olan dengenin mevcut vergi sistemiyle onarılması bir hayli zor gözüküyor. Ya da araba markalarının değişimiyle…
Dolayısıyla bu bağlamda söylenecek asıl yeni söz; vergi sisteminin yapısal bir dönüşümden geçmesiyle mümkün olabilir.
Mevcut ekonomik programda hali hazırda en işlevsel kısım TCMB’nin yürüttüğü para politikasıdır. Burada amaç, paranın fiyatı olan faizi yükselterek, parasal aktarım mekanizmasıyla bir tür sıkılaşma yaratmaktır. Bunlar mevduat, kredi, döviz kuru, varlık fiyatları ve beklenti olarak sıralanabilir.
Türk ekonomi tarihi incelendiğinde en sıklıkla görülen anomalinin kur üzerinden şekillendiği ve belki Latin Amerika ülkelerinde olduğu gibi hiperenflasyon yaşanmadığı ancak kontrollü dönemlerde bir gecede yapılan devalüasyonlar, günümüzde ise sert bir biçimde yukarı çıkan kurla milli paranın değer kaybına uğradığı görülmektedir. Dolayısıyla ülkemizde kur kırılganlığı yüksek ve büyük oranda beklentiye dayalı şekillenmektedir.
Nitekim Haziran 2023’ten önce makro ve mikro ihtiyati programlar eşliğinde KKM enstrümanıyla kontrol edilen döviz kurunun, ardından yoğun bir sıkı politikaya geçilmesine karşın önemli ölçüde değer kaybederek, amaç enflasyonla mücadele edilmesi olmasına karşın, geçişkenlik göstererek fiyat artışlarına katkı sağladığı da görülmektedir.
Diğer taraftan BDDK haftalık verilerine göre 29 Mart haftası toplam TL mevduat 8,7 trilyon lira seviyesindeyken, KKM + yabancı para mevduat toplamının 9 trilyon liradan fazla olması gerçek dolarizasyonun yüzde 50’nin üzerinde olduğunu göstermektedir.( IMF yüzde 30’un üzerindeki bir dolarizasyonun çok yüksek olduğunu ifade etmektedir. )
Diğer parasal aktarım mekanizmaları yoluyla amaç büyük ölçüde iç talebin baskılanarak, ekonominin soğutulması olup, bu kısımda da dikkat edilmesi gereken tarafın PPK metinlerinde de ifade edildiği üzere tasarrufların reel anlamda değerlenmiş Türk lirasına gidiyor oluşudur. Aksi halde enflasyonda durgunluk nedeniyle oluşacak fiyat artışındaki azalış hızı, döviz kurunun enflasyona geçişkenliği nedeniyle sekteye uğrayarak, stagflasyona neden olabilir.
Kur kırılganlığın asli nedeni zaman içerisinde kronikleşmiş hale gelen cari açıktır. Turizm gelirlerindeki artışa karşılık, yıllar içerisinde yüksek seyreden dış ticaret açığının nedeniyse ithal bağımlılığıdır.
Yıllar içerisinde rekorlar kırarak, büyük bir hacme ulaşan ihracata karşılık; ithal girdi bağımlılığı özellikle enerji ve emek yoğun sektörlerde kendini önemli düzeyde göstermektedir.
Neoliberal büyüme bakışı daha fazla kırılganlık ve eşitsizlikle büyüme yarattı!
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Dünya Bankası’nın gelişen ülkelere dikte ettiği program daha fazla büyümeydi… Ancak zaman içerisinde Çin hariç dünyanın diğer gelişen bölgelerinde görüldü ki küreselleşme, bu ülkelerde iki önemli sonuç ortaya çıkardı: İlki dünyada ücretlerin ve döviz kurunun üzerinde yaratılan baskı, ikincisiyse dünyadaki özellikle 1990’lı yılların başından itibaren hızı artarak büyüyen likidite genişlemesi ve sermaye hareketlerinin, özellikle bu ülkelere sağladığı kısa vadeli yabancı kaynakların oluşturduğu kırılganlık oldu. Dolayısıyla üretimden çok finans sektörü aracılığıyla büyüme gelişen ekonomilerde adaletsiz gelir dağılımının da yolunu açmış oldu.
Günümüzde teknolojik dönüşüm, kırsaldan kente imalat yapmak üzere kurulan emek yoğun sektörlerin refah yaratacağı inancını yıkmaktadır. Bunun yerine eğitimli, yüksek vasıflı ve teknolojik becerileri olan kişiler, hizmet sektörlerinde kendilerine bir alan açabilmekte, eğitim konusunda vasıflı olmayanlarınsa gelirden aldıkları pay düşüş kaydetmektedir.
Teknoloji ilerliyor, tedarik zincirleri değişiyor ve siyasi gerilimler ticaret kalıplarını yeniden şekillendiriyor. ABD’de Trump’ın seçilmesi, Rusya-Ukrayna Savaşı ve Çin rekabetinden sarsılan Avrupa ekonomilerine ilave ticaret tarifeleriyle büyük bir gelir kaybı yaşatabilir. Gelişen ülkeler tarafındaysa sanayileşmenin bir zamanlar sağladığı mucizevi büyümeyi hâlâ sağlayıp sağlayamayacağına dair şüpheler artıyor. Dünya nüfusunun yüzde 85’ini (6,8 milyar insan) barındıran gelişmekte olan ülkeler için bunun sonuçları derindir.
Türkiye kısa vadede enflasyonu düşürmek için ilk etapta portföy akımlarını çekmeyi önceleyecektir.
Mevcut programın kararlılıkla devamı Türkiye’nin kredi notlarının artırılması, CDS risk priminin düşmesi gibi olumlu değerlendirmeleri beraberinde getirecektir ancak yabancı sermayenin gelebilmesi sadece ülkemizdeki sıkılaşmanın dozuna değil, diğer taraftan küresel koşullara da büyük ölçüde bağlıdır.
Küresel finansman koşullarına bakılacak olursa; dikkatler başat merkez bankası Fed ve ECB’nin gevşeme adımlarına çevrilmektedir. Fed’in Haziran sonu itibariyle en az iki en fazla üç faiz indirimine gitmesi şu anda kuvvetli bir beklenti dahilindedir. ECB’nin ise son alınan enflasyon oranlarına ve oluşan ekonomik durgunluk neticesinde daha erken bir faiz indirimine gitmesi olasılık dahilinde bulunmaktadır. Tüm bu koşullar rijit bir biçimde faizi yükseltip, kur istikrarını sağlamış Türk lirası varlıklara yönelimi beraberinde getirebilir ancak geçmişte olduğu gibi bu akımın hacimli olması için yurtdışı swap kanallarının açılması gerekebilir. Bu durum borsa ve Türk lirası varlıklarda yabancı payını arttıracağından, durgunluk açısından elzem olmakla birlikte, kırılganlıklarımızı da baki bırakmaktadır.
Diğer taraftan dünyada soğuk para dediğimiz doğrudan yabancı sermayenin gelişiyse hem siyasi faktörlere hem de artık teknolojik dönüşüme bağlıdır. Günümüzde Orta Doğu’daki sermayenin bile artık markalar (futbol kulüpleri, formula yarışları…) ve teknoloji ya da yeşil dönüşüm bağlamında değerlendirildiği bir fauna mevcuttur.
Dolayısıyla ekonomide zorlu geçecek önemli bir sürece girmiş bulunmaktayız ancak faturanın hangi kesime çıkacağı henüz belli değil.
Son aylarda rekor seviyede artan iç tüketim talebini düşürmek, uygulanan enflasyonla mücadele politikasının birincil amaçlarından olup, kredi kartı gibi ödeme sistemlerinin daha da sınırlandırılması ve asgari maaş artışlarının da ikiden bire indirilmesi gibi bir takım önlemler, aynı zamanda sabit gelirli kesimin var olan geçim yükünü daha da artıracaktır.
Ancak iç tüketim talebindeki artışın ana nedeninin de enflasyon beklentisi olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla acı reçetenin faturasının sadece bir kesime çıkarılması hakkaniyetli olmayacak bilakis toplumun tüm paydaşlarının bu beklentiyi rasyonele döndürmek açısından kendi sorumluluğunu yerine getirmesi sosyoekonomik dengenin tesis edilmesinde bir başarı hikayesi oluşturacaktır.
Enflasyonu düşürmek aslında bir amaç değil zorunluluk olup, ülkemizi küresel zeminde üst noktalarda rekabet edebilir hale getirmek adına amaç edinmemiz gereken bütüncül alanlar; hukuk, vergi ve ekonomi tarafındaki yapısal dönüşümlerdir. Aksi halde şimdilerde olduğu gibi güçlü ama ekonomik açıdan kaygan bir zeminde konumlanmaya devam edebiliriz.
İlginizi Çekebilir
-
Trump’ın zaferi dünya için ne anlama geliyor?
-
AB, Rusya’nın Türkiye üzerinden petrol sevkiyatına ilişkin inceleme başlattı
-
Çin, Hindistan ve Türkiye, Rusya’dan kömür alımını keskin biçimde azalttı
-
Trump, tüm salıncak eyaletlerde önde
-
Orbán: Romanya, Macaristan’dan daha iyi diyenler oraya taşınabilirler
-
Xi, Çin’in eyaletlerini ekonomik reformlar için sabırlı ve adil olmaya çağırdı
GÖRÜŞ
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
Yayınlanma
15 saat önce12/11/2024
Yazar
Sadeq Abu AmerHalkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.
Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.
Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.
Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.
Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.
Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.
İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.
“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.
Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.
Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.
GÖRÜŞ
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
Yayınlanma
2 gün önce11/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.
2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.
Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.
Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.
Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.
Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.
ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.
Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.
Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.
Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.
Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.
Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.
Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.
ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.
Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.
İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.
Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.
Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.
Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.
Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.
Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.
7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.
ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.
Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
GÖRÜŞ
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
Yayınlanma
2 gün önce11/11/2024
Yazar
Harici.com.trNadejda Sablina
Gazeteci
Bu yılın nisan ayında Minsk’te Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi yeni anayasal yetkilerle ve tam bir iktidar organı olarak toplandı. Belaruslu gazeteci Nadejda Sablina, kapitalist restorasyon sonrası Belarus tarihini özetliyor ve meclisin ülkenin yakın geleceğinde taşıdığı önemi analiz ediyor.
Çağdaş Belarus’ta siyasi sistemin kuruluşuna bir bakış
1991 karşıdevrimi ve SSCB’nin yıkılması diğer eski Sovyet cumhuriyetlerini olduğu gibi Belarus’u da 70 yıldır bir şekilde işlemekte olan devlet yönetim aygıtının yerle bir edilmesi nedeniyle iktisadi bir yıkıma ve siyasi krize sürükledi. Halk demoralize olmuş ve şaşkına dönmüştü; Belarus Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nde siyasi sistemin çekirdeğini teşkil eden Belarus Komünist Partisi ise daha bundan önce faaliyet yeteneğini kaybetmiş ve ideolojik olarak bozguna uğramıştı. Ülkede karşıdevrime karşı koyabilecek ve sosyalist yapıyı, Sovyet iktidarını koruyabilecek bir güç kalmamıştı. Dahası, SSCB’nin yekpare kamu ekonomisinden kopartılan Belarus ekonomisinde de sosyalist üretim tarzı bunun için gerekli üretici güçlerin gelişme seviyesini kaybetmesi nedeniyle korunamadı.
Meydana gelen bu durumda Belarus’un önünde objektif olarak iki yol vardı. Birincisi, emperyalizmin sömürgesi haline gelmekti; buysa ardı sıra birçok iktisadi sektörün yok olmasına, sosyal alanın özelleştirilmesine, doğal zenginliklerin (en başta potas cevherlerinin ve ormanların) talan edilmesine yol açacaktı. İkinci yol, kapitalist temelde bir milli ekonomi geliştirmek, bunu yaparken de egemenliği ve emperyalizmden bağımsızlığı korumaktı.
1990’ların başlarında iktidar organlarındaki vekillerini kullanan emperyalistler ülkeyi ilk yola sürüklediler ve Belarus’un neoliberal reformlar aracılığıyla sömürgeleştirilmesi sürecini başlattılar. Ancak 1994’te başkan seçilen Aleksandr Lukaşenko fikirdaşlarıyla birlikte ülkenin tuttuğu yolu kökten değiştirdi. Yeni yol, iktisadi yıkımdan başka Belarus içinde gergin sosyal-siyasi ortam ve emperyalizmin istila niyetleri karşısında ve bu şartlarda büyük çaplı iktidar yetkilerinin merkezde toplanmasını gerektiriyordu. Geniş başkanlık yetkilerine sahip güçlü bir dikey iktidarın oluşturulması zaruriydi ve bu başarıyla gerçekleştirildi.
Belarus’ta 30 yılda halka epey yüksek sosyal destek sağlayan efektif bir kapitalist ekonomi inşa edildi. Başarı pek çok açıdan hem emekçi halkı desteklemeyi hem de kapitalistlerle yerli ekonominin kalkınması hususunda anlaşmayı başaran Aleksandr Lukaşenko’ya bağlıydı. Devlet başkanı Lukaşenko, yetkileri ve objektif imkanlar çerçevesinde kapitalizmin üretim araçları ve ücretli emek üzerinde özel mülkiyet şartlarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkan çelişkilerini yumuşatmayı hedeflemişti ve bunu başardı.
Aleksandr Lukaşenko’nun devlet başkanlığı görevinde bulunduğu çeyrek asrın sonunda ülkenin içinde bulunduğu iktisadi ve sosyal-siyasi durum en genelde istikrar kazanmıştı. Ancak kimisi milli ölçekte önem bile taşımayan birçok kararın başkan tarafından alınması, güçlü dikey iktidarın kurulmasının yarattığı bir problem, bir yan etkiydi. Böyle bir devlet iktidarı sistemi idarenin etkinliğini düşürüyor ve devlet başkanının değişmesi yahut geçici yokluğu halinde siyasi kriz riskini artırıyordu. Böylece devlet idaresi sisteminin başkanın yetkilerini azaltmak ve bakanlıkların, devlet organlarının, parlamentonun ve yerel iktidar organlarının yetkilerini artırarak reforme edilmesi meselesi ortaya çıktı.
Lukaşenko 2004 referandumundan sonra Belarus anayasasının etraflıca analiz edilmesi ve mümkünse değişiklikler yapılması zarureti üzerine ilk defa 2016’da konuşmaya başladı. Üç yıl sonra, 2019’da Belarus halkına ve Milli Meclis’e sesleniş konuşmasında Belarus anayasasında değişiklik hazırlıklarını ayrıntılı şekilde anlattı. Bu konuşmada öngörülen değişikliklerin temel nedeni olarak iktidar yetkilerinin devlet başkanından diğer iktidar organlarına yeni baştan dağıtılması gereğini ifade etti.
Lukaşenko bu konuşmasında şöyle demişti:
“… Güçlü, yani bizde olduğu gibi bir iktidarın şart olduğu aşamayı geride bıraktık. İktidarı bölüşmemek gerek, iktidar bölünmezdir; ama iktidarın diğer organlarına ve kollarına iktidar yetkileri yüklemek gerek. … Başkana, kendisinin devletin başı olarak yerine getirmesi gereken işlev ve yetkileri bırakmanın zamanı geldi; bunlar her şeyden önce kadro meseleleri ve siyasi partilerin bize devlet seviyesinde yöneticiler üretmeleri için işe koşulmasıdır.”
Bir sonraki aşama, 2021’de anayasa komisyonunun kurulması oldu. Bu komisyon 2021 sonuna doğru gözden geçirilmiş bir anayasa tasarısı hazırladı. Proje ülke çapında referanduma sunuldu ve 2022 şubatında seçmenlerin çoğunluğu tarafından onaylandı.
Referandum sonucunda devlet idaresi alanında yapılan başlıca değişikliklerden biri yeni bir anayasal iktidar organının: Belarus Halk Meclisi’nin kurulmasıydı. Belarus Halk Meclisi, halk iktidarının en yüksek temsil organı statüsü kazandı ve geniş yetkilerle donatıldı; bunlar arasında daha önce başkana tevdi edilen yetkiler de vardı.
Belarus yönetimi, bir anayasa reformuna girişmekten başka, son yıllarda partileri ve sosyal birlikleri de siyasi süreçlere daha aktif şekilde çekmeye başladı. Bu adımlar, Belarus Halk Meclisi’ne ülkenin en yüksek temsil organı yetkilerinin tevdi edilmesiyle birlikte, Belarus’ta demokrasinin gelişmesinden başka bir anlam taşımıyor. Bu gelişme ise emekçilerin menfaatine ve onlar tarafından kullanılmalı.
Ancak, Aleksandr Lukaşenko’nun yetkilerin yeniden dağıtılması zaruretini beyan ettiğinden beri geçen beş yıl boyunca ülke içindeki siyasi durumun ve uluslararası ortamın ciddi biçimde değiştiğine de dikkat çekmek gerek. Bu dönemde Belarus için en önemli olaylar şunlardır: 2020’deki devlet darbesi girişimi ve Rusya’nın 2022’de özel askeri harekatı başlatması. Bu olaylardan sonra emperyalizmin Belarus üzerindeki siyasi ve iktisadi baskısı katlanarak arttı; keza, başta ABD’nin Avrupa’daki menfaatlerinin köprübaşı olan Polonya olmak üzere askeri saldırganlık tehdidi de yükseldi.
Bazı yetkilerin başkandan diğer iktidar organlarına sakin bir şekilde devredilmesinin mümkün olduğu istikrarlı bir kalkınma ve öngörülebilir gelecek dönemi sona erdi. Belarus, ya emperyalizmin askeri saldırganlığına maruz kalma yahut Rusya’ya karşı ABD ve NATO’nun savaşının içine çekilme tehdidiyle karşılaştı. Buna bir de Belarus işletmelerine karşı yaptırımlar yüzünden karmaşıklaşan uluslararası ticaret şartları eklendi. Bu, ihracat odaklı bir ekonomi olan Belarus için ciddi güçlükler yarattı.
Bizim düşüncemize göre bu saydığımız sebepler devlet idare sisteminin reforme edilmesine yönelik iktidar tarafından yapılan ilk planlardan kısmen vazgeçilmesi sonucuna yol açtı. Günümüzdeki durum yetkilerin yeniden dağıtılmasını değil, tersine, bunların merkezde, Belarus’un en üst düzey yetkililerinin elinde toplanmasını gerektiriyor. Belarus Halk Meclisi herhalde bu nedenle Aleksandr Lukaşenko başkanlığında toplandı. Lukaşenko’nun 26 Ocak 2025’te yeniden başkan seçileceği de kesin.
Belarus Halk Meclisi: halk iktidarının en yüksek temsil organı
Belarus Halk Meclisi, Belarus’un sosyal-siyasi hayatında büsbütün yeni bir görüngü değil. Bu meclis anayasal bir kuruluş haline gelmesinden önce de toplanıyordu, ama o sırada bir danışma organı olarak faaliyet gösteriyordu ve gerçek iktidar yetkilerine sahip değildi. Meclis ilk olarak devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko’nun inisiyatifiyle 1996’da, iç siyasi kriz ortamında toplanmıştı. Kriz, 1994’te halk tarafından başkan seçilen ve 1991 karşıdevriminden sonra ilk defa bağımsız bir ekonominin inşasına girişen Lukaşenko’nun, emperyalizmin siyasetinin ve neoliberal reformların acentesi olarak hizmet eden Yüksek Sovyet’le karşı karşıya gelmesinin sonucu olarak ortaya çıkmıştı.
İlk Belarus Halk Meclisi, Aleksandr Lukaşenko’ya siyasi-iktisadi çizgisinde (meclisin delegeleri olan) halkın muhtelif sınıf ve kesimlerinin desteğini kazanma fırsatı verdi. Belarus Halk Meclisi 1996’da beş yıllık sosyal-iktisadi kalkınma programını ve anayasa değişikliği yapmak için referanduma gidilmesini onayladı.
Bu referandumun sonucunda Yüksek Sovyet (başında bulunan, emperyalizmin kuklası Şuşkeviç ile birlikte) lağvedildi ve Milli Meclis adıyla çift meclisli bir parlamento kuruldu; ülke de parlamenter başkanlık sisteminden doğrudan başkanlık sistemine geçti. İç siyasi kriz çözülmüş, Aleksandr Lukaşenko’nun siyasi-iktisadi çizgisi zafer kazanmıştı. Emperyalizmin Belarus’u Yüksek Sovyet’teki işbirlikçileri üzerinden sömürgeleştirme girişimi ise çökmüştü.
Belarus Halk Meclisi’nin bundan sonraki beş birleşiminde ülkenin bu birleşimlerden önceki beş yıllık dönemlerde yaşanan gelişmeler özetlendi, bir sonraki beş yıllık dönem için öngörülen sosyal-iktisadi kalkınma programının ana hükümleri onaylandı.
Belarus Halk Meclisi’nin 7’nci birleşimi 2024’te anayasal iktidar organı statüsüyle toplandı. Meclis, yenilenen anayasa gereğince iç ve dış siyasetin başlıca istikametlerini, askeri doktrini, milli güvenlik konseptini, ülkenin sosyal-iktisadi kalkınma programını onaylıyor. Devlet başkanını görevden alma, seçimlerin meşruluğu meselesini değerlendirme hakkına sahip; kanuni düzenlemeleri, devlet organlarının ve yetkilerin milli güvenlikle çelişen kimi kararlarını (yargı organlarının tasarrufları dışında) iptal edebilir, ayrıca başka geniş yetkileri de kullanabilir.
Belarus Halk Meclisi yılda en az bir defa toplanır. Belarus Halk Meclisi prezidyumu bu meclise karşı sorumlu bir heyet olarak daimi faaliyet gösterir.
Prezidyuma 15 kişi seçildi. Prezidyumun faaliyet organı olarak da bir sekreterlik oluşturuldu.
Belarus Halk Meclisi’nin şu anki 7’nci birleşimine 1166 delege katıldı. Şunlar da meclisin re’sen delegesi sayıldı:
— Devlet başkanı,
— Yasama erkinin temsilcileri (Belarus parlamentosunun tüm üyeleri, ani Temsilciler Meclisi vekilleri ve Cumhuriyet Konseyi üyeleri),
— Yürütme erkinin temsilcileri (bakanlar konseyinin bütün üyeleri; oblast, ilçe ve şehir yürütme komitelerinin bütün başkanları),
— Yasama erkinin temsilcileri.
Vekillerin yerel konseyleri kendi bünyelerinden 290 delege daha seçerken sivil toplumun kurumları 400 delege seçtiler. Belarus’ta sivil toplumun kurumları kanunla tanımlanmış beş büyük sosyal birliktir: Belarus Gaziler Birliği, Belarus Cumhuriyeti Gençlik Birliği, Belarus Kadınlar Birliği, “Belaya Rus” birliği ve Belarus Sendikalar Federasyonu. Bu örgütlerin her biri de Belarus Halk Meclisi’ne kendi bünyesinden 80’er delege seçti.
Belarus Halk Meclisi’ne delege olarak seçilenlerin isim listesi incelendiğinde bunların büyük çoğunluğunun devlet organlarının (örgütlerinin) ve devlet işletmelerinin yöneticileri olduğu görülüyor. Seçilen delegelerin geri kalan ve sayıca önemsiz olan kısmı da öğrenciler, işçiler, memurlar ve emekliler. Dolayısıyla, Belarus Halk Meclisi’nin bileşimi incelendiğinde bunun, gerçekte, devlet memurlarının, devlet örgüt ve muhtelif seviyelerdeki devlet işletmelerinin yöneticilerini birleştiren bir organ olduğu sonucuna varmak mümkün.
Belarus Halk Meclisi’nin kadro yapısını incelemek de önemli, zira meclisin siyasi çizgisi ve onun tarafından alınan kararlar pek çok bakımdan buna bağlı.
Meclisin başkanı olarak Belarus devlet başkanı Aleksandr Lukaşenko seçildi. Onun vekili ise deneyimli bir yüksek bürokrat ve Lukaşenko’nun dava arkadaşı olan Aleksandr Kosinets. Dolayısıyla, bizim düşüncemize göre Belarus Halk Meclisi önümüzdeki beş yıl boyunca (meclis delegelerinin ve yönetiminin görev süresi bu kadar) Belarus’un şimdiki yönetiminin siyasetini yürütmeye devam edecek. Bu siyaset, emekçilere güçlü bir sosyal destek ve özel sermaye üzerinde kontrolün uygulandığı kapitalist düzenin devamına ve devletin emperyalistlerden bağımsızlığının güçlendirilmesine yönelik.
Ancak Belarus’ta özel mülkiyet ve ücretli emeğin geri dönmesiyle birlikte, emekçilerin sömürüsünü artırma yolundaki engelleri temizlemeyi ve kârını artırmayı hedefleyen bir burjuvazinin de doğduğunu göz önünde bulundurmak gerek. Bu da kuşkusuz ücretli işçilerin durumunun kötüleşmesine yol açacak.
Özetlersek, şunu söylemek mümkün: Belarus Halk Meclisi bir anayasal iktidar organı olarak Belarus’ta devlet idaresi sistemini güçlendiriyor ve bu sistemin iktidarda kuşak değişimi, keza devlet başkanının değişimi halinde sürdürülebilirliğini artırıyor. Meclis aynı zamanda devlet iktidarının faaliyetini daha açık, kamusal hale getiriyor; bütün devleti ilgilendiren meselelerde alınan kararlara üç erkin temsilcileriyle birlikte ülkenin farklı seviyelerde yöneticilerini de katıyor.
Belarus’ta bu şekilde reforme edilen devlet iktidarı sistemi mevcut düzeni ve sosyal-siyasi çizgiyi en azından orta vadeli bir perspektifte korumayı sağlayacaktır.
Çeviren: Hazal Yalın
Çin’in en büyük uçak üreticisi COMAC ilk müşterisi olarak Air China’yı duyurdu
Donald Trump Jr, yeni yönetimde yer almak yerine “paralel ekonomi” inşasına katılıyor
Mahkeme, Meloni’nin göçmenleri Arnavutluk’a gönderme planlarını bir kez daha engelledi
Japon 7-Eleven İsrail’deki sekiz mağazasının tamamını kapattı
Ukrayna solundan Sosyalist Enternasyonal’e açık mektup
Çok Okunanlar
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ7 gün önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trumpizmin sınıfsal kökenleri sanıldığından daha karmaşık
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AVRUPA6 gün önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
AMERİKA4 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
FT: ‘Batı, Kuzey Kore’yi hafife almanın bedelini ödeyecek’