Görüş
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak

20 Haziran itibarıyla İsrail ile İran arasındaki karşılıklı hava saldırıları ikinci haftasına girdi ve her iki taraf da ağır kayıplar verdi. Saldırıların şiddeti artıyor ve kısa vadede bir ateşkes umudu görünmüyor. Dahası, ABD açıkça İsrail’e destek vererek İran’ın füzelerini ve İHA’larını engelledi ve İran’a karşı doğrudan askeri müdahaleye hazırlanıyor. Başkan Trump, yalnızca İran’ı “tam teslim olmaya” zorlamakla kalmadı, aynı zamanda üç uçak gemisi filosunu Orta Doğu’ya göndererek İsrail-İran çatışmasını ikiye bir hâline getirme ihtimalini doğurdu ve Yugoslavya Savaşı benzeri bir senaryo—uzun süreli ve yoğun hava saldırılarıyla düşmanı yenme—ortaya çıkabilir.
Basra Körfezi, dünya petrol rezervlerinin kritik noktasıdır ve İran’ın hedef alınan başlıca noktaları nükleer tesislerdir. Bu durum, küresel petrol ve doğalgaz arzında kesinti riski yaratmakla kalmıyor, aynı zamanda nükleer sızıntı ve yayılma riski de doğuruyor. Bu çatışma, bölgesel savaşlardan daha endişe verici ve dünya güvenliğini daha fazla etkiliyor. Askerî ve diplomatik ayrıntıların ötesinde, İsrail-İran karşılaşmasının haklılık ve haksızlık boyutlarını büyük tarih perspektifinden değerlendirmek gerekiyor. Bu, kırk yılı aşkın süredir devam eden düşmanlığın ardından gelen son hesaplaşmayı işaret ediyor; yıllarca süren karşılıklı hakaretler, tehditler ve vekâlet savaşlarının sona erdiği bir nokta. Şimdi her iki ülke de doğrudan, yüksek yoğunluklu bir düelloya giriyor.
Öncelikle, İsrail’in ilk saldırgan taraf olması meşruiyetten ve adaletten yoksundur ve bu nedenle uluslararası kamuoyundan yoğun tepki görmektedir. Birleşmiş Milletler üyesi bir ülkenin, sadece İran’ın nükleer silaha yaklaşabileceği kuşkusuyla diğer bir BM üyesine savaş ilanı olmaksızın saldırması, açıkça uluslararası hukuku ve BM Anayasası’nı ihlal etmektedir. Bu, egemen bir devlete doğrudan saldırı, İran halkının temel insan haklarının çiğnenmesi ve modern hukuk düzenine karşı pervasız bir meydan okumadır.
Bu, İsrail’in başka egemen devletleri ihlal ettiği ilk örnek değildir. 1956’da İngiltere ve Fransa ile Süveyş Krizi’ni başlatmış, 1967’de Mısır, Suriye ve Ürdün’e önleyici saldırılar düzenleyip topraklar işgal etmiştir. 1981’de Irak’ın nükleer tesislerini bombalamış, 2007’de Suriye’deki reaktörü yok etmiştir. 2009–2012 arasında defalarca Sudan’da hedefler vurmuştur. İsrail, küçük toprak ve stratejik kırılganlık gerekçesiyle genellikle ilk saldırıyı yaparak askeri üstünlüğünü korumaya çalışmaktadır. Ancak bu yaklaşım, ülkesini adeta bir askeri devlet hâline getirmiştir.
Kuşkusuz, İsrail bu Arap ülkeleriyle düşmanlık veya ateşkes halindeydi ve bu ülkelerin hükümetleri İsrail’e düşmanlık besliyordu. Bazılarının savaş hazırlığı içinde olduğu da mümkündür. Ancak İsrail, mutlak askeri üstünlüğünü korumak ve kendi güvenliğini sağlamak için önleyici saldırılar düzenlemenin gerekçesi olarak sürekli olarak küçük toprakları, stratejik derinliğinin olmaması ve düşman güçler tarafından kuşatılmış olmasını göstermiştir. Gerçekte, İsrail 1948’deki kuruluşundan bu yana stratejik çıkmazını temelden aşamamıştır. Bunun temel nedenlerinden biri, askeri araçlara aşırı bağımlılığı ve savaşa olan derin bağlılığıdır. Bu durum, İsrail’i fiilen bir devlet kisvesi altında faaliyet gösteren bir askeri güç haline getirmiştir.
Bugün nükleer silaha sahip ve büyük bir üstünlüğü olan İsrail’in, İran’ın “nükleer silah edinme ihtimali” bahanesiyle saldırması, hem mantıksız hem de uluslararası ahlaka aykırıdır.
İsrail-İran çatışması, 7 Ekim 2023’te başlayan “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın devamıdır. Her ne kadar bu savaş Hamas tarafından başlatılmış olsa da, kökeninde İsrail’in Filistin topraklarını uzun süredir yasa dışı olarak işgal etmesi ve sömürmesi yatmaktadır. İsrail, görünürde Hamas ve müttefiklerini yenmiş olsa da, asıl sorun hâlâ işgal edilen Filistin, Lübnan ve Suriye topraklarının iade edilmemesidir. Uluslararası hukuka göre, işgal altındaki halkların silahlı direniş hakkı, saldırıya uğrayan devletlerin ise meşru müdafaa hakkı vardır. Ortadoğu’daki çatışmaların temel meselesi budur ve İsrail’in yalnızlaşmasının nedeni de budur.
Bununla birlikte, İran da İsrail saldırıları karşısında tamamen masum sayılamaz. İsrail’in Arap topraklarını yasadışı işgali, temelde İsrail ile Arap devletleri arasındaki bir anlaşmazlıktır ve uluslararası kamuoyu büyük ölçüde Arap tarafının yanında yer almış ve İsrail’in işgal uygulamalarını tutarlı bir şekilde kınamıştır. Ancak, 1979’da İslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bu yana İran, İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımayı reddetmiş ve ne sınırı olduğu ne de toprak anlaşmazlığı bulunduğu bir ülkeye karşı düşmanca bir tutum sergilemiştir. Dahası, İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve İsrail’e karşı askeri mücadelelerinde Filistin’in sertlik yanlısı fraksiyonlarını sürekli desteklemiş ve böylece İsrail’in ulusal güvenliğine ve bölgesel istikrara ciddi bir tehdit oluşturmuştur.
Son yıllarda İran, uluslararası terörle mücadeleye katılımı ve Obama yönetimiyle yaptığı nükleer anlaşma sayesinde, nüfuz alanının fiili olarak tanınmasını sağladı. Böylece Basra Körfezi’nden Akdeniz’e uzanan “Şii Hilali”ni başarıyla oluşturdu ve “Tahran–Bağdat–Şam–Beyrut–Sana” eksenini kurdu. İran Devrim Muhafızları ve büyük Şii milis grupları Suriye’ye sızarak çok sayıda askeri üs kurdu ve İsrail’e doğrudan tehdit oluşturmaya başladı. Bu durum, İsrail’in defalarca Suriye’yi bombalamasına neden oldu—Suriye’nin karşılık verme niyeti vardı ama gücü yoktu—ve sonunda onlarca yıldır ülkeyi yöneten Esad rejiminin çökmesine yol açtı.
İran’ın Orta Doğu’daki çatışmalara—özellikle Filistin-İsrail ve Arap-İsrail ihtilaflarına—derinlemesine müdahalesi, uluslararası hukuk ilkelerine değil, pan-İslamcı ideolojiye dayanıyor. Bu ideolojiye göre, Müslüman ülkelerin işgal altındaki İslami toprakları ve ezilen Müslüman kardeşlerini kurtarmak gibi bir görevi vardır. Ancak geleneksel İslam hukuku, modern uluslararası hukukun yerini alamaz. Filistin, Lübnan veya Suriye’ye duyulan sempati de vekâlet savaşlarını başlatmak için bir gerekçe olamaz. Zamanla İran, yalnızca İsrail’in düşmanlarının ana üssü ve destekçisi olmakla kalmadı, aynı zamanda kendine de savaş ve yıkım getirdi. Uluslararası hukuk ve devletlerarası ilişkiler açısından bakıldığında, İran’ın İsrail tarafından saldırıya uğramasını “kendi hataları getirdi” demek pek de yanlış sayılmaz.
Özünde İran hükümeti gerçekten Filistin-İsrail ve Arap-İsrail çatışmalarını çözmek mi istiyor? Eğer öyleyse, İran BM kararlarına uygun olarak taraflar arasında müzakereyle çözümü desteklemeliydi; İsrail’i egemen bir devlet olarak tanımalıydı, ilişki kurmasa bile. Eğer öyleyse, İran Arap ülkelerinin ortak duruşunu benimsemeli, “toprak karşılığı barış” ilkesini savunmalı ve İsrail’in işgal ettiği Arap topraklarını geri vermesi koşuluyla egemenliğini tanımalıydı. Ama bunun yerine İran, Arap kolektif iradesini aşan bir hedef izledi, kendisini Arap ülkeleri adına öne attı. İran’ın Orta Doğu politikası, gerçekte Fars milliyetçiliğinin güdümündedir: Arap kayıplarını geri alma iddiası altında, Fars ve Şii kimliğiyle bölgesel siyaset sahnesinde söz hakkı ve etki elde etmeye çalışmaktadır.
Üçüncü husus, İsrail ve İran halklarının günümüzdeki acıları ve tarihî tercihleri. Savaş başladığında önce ve en fazla acı çeken hep halklardır. Ancak bu savaşın belki de en büyük anlamı, her iki ülke halkını uyandırıp hükümet politikalarını değiştirecek kolektif bir irade doğurup doğurmayacağıdır.
İsrail ve İran, farklı düzeylerde de olsa demokratik ülkeler sayılır; en azından yasal olarak, halk egemenliğine dayanan ve güçler ayrılığına sahip sistemlere sahiptir. Elbette aralarında ciddi farklar vardır: İsrail Batı tarzı çok partili bir demokrasidir; İran ise teokratik ve otoriter bir İslam Cumhuriyeti’dir. Ancak sonuçta her iki ülkenin yönetim sistemleri de halk iradesiyle şekillenmiştir. Bugünkü sonuçlara yol açan uzun süreli devlet politikalarının sorumluluğu yalnızca hükümetlere değil, halklara da aittir.
İsrail’in uzun süredir izlediği saldırgan ve yayılmacı politikalar, özellikle Yahudi halkının tarihî travmalarıyla ve güvenlik algısıyla bağlantılıdır. Yüzyıllar süren sürgün, soykırım tehlikesi ve zulüm, Yahudi toplumunun kültürel genetiğine işlemiş ve bu da onları komşu halkların haklarını görmezden gelecek kadar kendi güvenliklerine odaklanmalarına neden olmuştur. Bu, hükümetin işgal ettiği toprakları geri vererek barış sağlama yönünde güçlü bir kamuoyu baskısı oluşmasını engellemiş, tam tersine aşırı sağın yükselişine zemin hazırlamıştır.
Gazzelilerin milyonlarca kişiyle “dünyanın en büyük açık hava hapishanesi”nde yaşamasına, 50 binden fazla Filistinlinin bir yılda ölmesine, açlık ve kan içinde yaşamasına rağmen İsrail halkı büyük ölçüde kayıtsızdır. İsrail’in işgal ettiği komşu topraklarla büyümesi, düşmanlıkları kalıcılaştırsa da halk bunu sorgulamak yerine sürdürmeye razıdır. Mevcut aşırı sağcı liderlerin kendi siyasi kariyerini kurtarmak için İran’a savaş açması ve karşılık bulması da halkta sadece korku ve daha sert misilleme isteği doğurmuştur; barış arayışı değil.
İran’da da iktidar düzenli değişse bile saldırgan dış politika değişmemektedir; çünkü halk bunu ya seçmekte ya da sessizce onaylamaktadır. 40 yıl önce İran halkı, yolsuz ve zalim Şah rejimini devirerek İslam Cumhuriyeti’ni kurdu. Ancak bu yeni rejim kısa sürede devrim ihracı uğruna Irak’la sekiz yıllık bir savaşa girdi ve neredeyse bir milyon insanın hayatına mal oldu. Fakat bu acı tarih halkı uyandırmak yerine, onları Fars milliyetçiliği, cihatçı şehitlik ve trajedi romantizmine daha fazla bağladı. İran halkı, hükümetin Arap komşularla ve dış dünyayla sürtüşmeler içinde yürüttüğü çatışmacı politikaları sürdürmesine göz yummaktadır.
Son birkaç on yılda Arap-İsrail ihtilafı köklü bir dönüşüm geçirdi. Süreç, Mısır, Ürdün ve FKÖ’nün İsrail’le barış yapmasıyla başladı; ardından Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın İsrail ile ilişkileri normalleştirmesiyle yeni bir evreye ulaştı. Orta Doğu’nun siyasi yelpazesi belirgin şekilde değişti; bölgede siyasetin ana teması artık barış, uzlaşı, iş birliği ve kalkınma yönüne kaydı. Ancak İran halkı hâlâ hükümetinin köhnemiş ve katı politikalarına körü körüne bağlı kalmakta, zorluklara, siyasi baskıya katlanmakta; ekonomik gelişme ve ulusal ilerlemeyi feda ederek “İsrail karşıtlığı” ve “İsrail’in yok edilmesi” sloganlarına sarılmakta; Arap topraklarını geri alma misyonunu kendine görev bilmekte; bu uğurda ABD ve Batı ile uzun soluklu, tüketici bir gerilim sarmalına girmeyi göze almaktadır. Bu gidişat, ülkeyi uçuruma sürüklemekte ve başkenti adeta insanların terk ettiği bir hayalet şehre çevirmektedir.
2500 yıl önce, İran halkının ataları Asya, Afrika ve Avrupa’yı kapsayan ilk büyük imparatorluk olan Pers İmparatorluğu’nu kurdular. Ahameniş Hanedanı, çokkültürlü ve kapsayıcı bir yönetim anlayışı benimsedi. Bu hanedan, Babil’de 70 yıl köle olarak tutulan Yahudileri cömertçe özgürleştirmişti. Yahudiler, bu kurtuluş karşısında gözyaşları içinde Pers hükümdarı Büyük Kiros’u bir kurtarıcı olarak benimsediler. Yahudi prenses Ester, kimliğini gizleyerek saraya girdi, Kral Serhas’ın (Xerxes) sevgisini kazandı ve yüksek makamlarda bulunan amcası Mordehay ile birlikte düşmanları Amaleklileri yok ederek halkını korudu. Bu tarihî efsaneler, Yahudiler ile İranlılar arasında barış içinde bir arada yaşamanın parlak örneğidir.
Ancak modern çağda, İsrail ile İran neredeyse yarım yüzyıldır birbirine düşman hâline geldi. Bu, büyük bir ironi; iki ülkenin ve halklarının trajedisi; Yahudi ve Pers uygarlık tarihine aykırı bir sapmadır. Bugün sürmekte olan ve giderek şiddetlenen bu dolaylı savaş, sonucu ne olursa olsun kazananı olmayan bir çatışmadır. Dileğimiz; iki ülkenin karar vericileri ve seçmenleri, bu kan ve ateşten ders çıkararak politikalarını gözden geçirir, düşmanlıklarını terk eder ve Arap ülkeleriyle birlikte “toprak karşılığı barış” ilkesine sadık kalır.
Filistin meselesi, iki devletli çözüm temelinde ele alınmalı; Lübnan ve Suriye topraklarının müzakere yoluyla geri alınması hedefiyle İbrahim Anlaşmaları’nın kapsamı genişletilmelidir. Karşılıklı anlayış, kabullenme ve saygı temelinde İsrail ile İran arasındaki uzun süredir süregelen çatışma sona erdirilmeli; Orta Doğu, çatışma ve savaşın sarmalından tamamen kurtarılmalı; dünyada büyük ölçekli şiddeti geride bırakan diğer bölgeler gibi barış ve kalkınma yolunda ilerlemelidir. Böylece kaybedilen zaman telafi edilir, ertelenen kalkınma ve refah yeniden yakalanır.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Gazze’de Gazzeliler olmadan barış?

Gazze Şeridi’nde devam eden çatışmalar, uluslararası toplumun dikkatini çekmeye devam ederken, Doha’da yürütülen ateşkes görüşmeleri ve Washington’daki kapalı kapılar ardındaki müzakereler, bölgedeki barış umutlarının ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor.
Son 30 yılın müzakere tarihine bakıldığında, bu sürecin kalbinin hep Tel Aviv ile Washington arasında attığı açık. Avrupa’nın da sessiz onayın dışında koşulsuz desteği ve teşviği soz konusu. Almanya Başbakanı’nın İran- İsrail savaşı sırasında, “İsrail bizim pis işlerimizi yapıyor” itirafında bulunması malumun ilanı bile olsa sarsıcı.
Birinci Dünya Savaşı’nda Ortadoğu’yu tasarlama işine girişen Batı, belki de eskisinden daha kararlı ve yekpare. Ortadoğu’da bir köprü başı olarak İsrail artık yeterli değil ve fazlasını istiyorlar.
Filistinliler çoğu zaman yalnızca kendilerine dayatılan “çözümleri” onaylamaları beklenen taraf oldular. Doha’daki teknik görüşmelerin aksine, Trump ile Netanyahu’nun yürüttüğü süreçte gerçek pazarlıklar, al-ver ilişkileri, hatta uzun vadeli nüfus mühendisliği planları konuşuluyor. Bu durum, çözüm değil, statükoyu derinleştirmekle kalmayan yeni bir boyut ekleyecek bir gelişme.
Netanyahu, Trump’ın hem kişisel hırslarını hem de politik ajandasını ustalıkla manipüle ederek, İsrail’in bölgedeki hedeflerini gerçekleştirmek için geniş bir manevra alanı elde etmiş görünüyor.
Trump, kendisini barış getirici olarak konumlandırmak istese de, Gazze’deki insani felakete göz yummaya devam ediyor. Trump’ın trajedi olarak nitelendirdiği durum, aslında uluslararası hukukçular ve insan hakları örgütleri tarafından soykırım ve etnik temizlik olarak tanımlanıyor.
Adı ‘İnsani Şehir’ Aslı Toplama Kampı
Gazze’de yürütülen askeri operasyonların, yalnızca güvenlik gerekçesiyle yapıldığı iddiası çok uzun süre önce inandırıcılığını yitirdi. İsrail hükümetinin savaş sonrası planları Filistinlileri kalıcı olarak topraklarından uzaklaştırmaya ve bu boşaltılmış alanları yeniden yapılandırma adı altında kontrol altına almaya yönelik bir hamlesi olduğu çok açık ve İsrail hükümetinin, Netanyahu’yu bile orta yolcu gösteren, şahin kanadı tarafından sıkça kabul edilip dile getiriliyor.
Gazze’de yaşananlar doğal bir afet değil, sistematik bir insanlık suçu. Her gün yüzlerce insanın öldürüldüğü bir ortamda insani yardım
ya da gönüllü göç gibi ifadeler, gerçekliği çarpıtmak icin zayıf, yüzsüz bir çabadan öteye geçmiyor.
İsrail Savunma Bakanı Israel Katz’ın önerdiği insani şehir planı, bu çarpıtmanın en somut örneklerinden biri. Refah’ın yıkıntıları üzerine kurulması planlanan bu şehir, insani olmaktan ziyade toplama kampını andırıyor. Amerika’nın Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı bombalara “hayat pınarı” demesi ancak bu kadar ironik olabilirdi.
Plan, ilk etapta 600 bin Filistinlinin bu bölgeye taşınmasını ve ardından tüm Gazze nüfusunun (yaklaşık 2 milyon kişi) burada toplanmasını öngörüyor. Filistinliler’in, kampa alınmadan önce taramadan geçirileceği ve sadece Hamas bağlantısı olmayanların kampa alınacağı açıklandı. Kampa giren Filistinliler, zorla başka ülkeye göç ettirilmeye çalışılacak, göç etmek istemeyenler Gazze’nin başka bölgelerine gidemeyecek ve kampta adeta bir esir olarak kalmak zorunda bırakılacak.
Katz’ın gönüllü göç olarak adlandırdığı bu süreç, 21 aydır bombardıman altında yaşayan, evlerini, ailelerini ve geçim kaynaklarını kaybetmiş insanların özgür iradesiyle bağdaşmıyor. Aksine, bu plan, Filistinlilerin Gazze’den Mısır ya da Sudan gibi ülkelere zorla gönderilmesini hedefleyen bir etnik temizlik girişiminin bir aşaması…
Netanyahu’nun bu planı, yeni bir fikir değil. Savaşın ilk haftalarında, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ın, Arap ülkelerini insani koridor bahanesiyle Gazze’ye dış müdahaleyi kabul etmeye ikna etme çabaları, bu stratejinin en az 20-21 ay öncesine dayandığını gösteriyor. Arap ülkelerinin bu öneriyi reddetmesi üzerine Blinken geri adım atmış olsa da, Netanyahu’nun bu fikirden vazgeçmediği açık.
Batı Şeria’da Sessiz Temizlik
Gazze konuşulurken, Batı Şeria’daki etnik temizlik gözden kaçıyor. 7 Ekim 2023’ten bu yana, üç mülteci kampından 50 binden fazla kişi yerinden edildi. Ramallah çevresi ve Doğu Kudüs’teki Bedevi topluluklar, sistematik bir şekilde topraklarından sürülüyor.
Netanyahu’nun, Gazze’deki stratejisini Batı Şeria’ya genişletme ihtimali, bölgedeki demografik yapıyı değiştirmeye yönelik daha geniş bir planın parçası olarak görülüyor. Eğer Gazze’de yüz binlerce Filistinli Mısır’a sürülürse, Batı Şeria’dan Ürdün’e benzer bir sürgün
dalgasını engelleyecek hiçbir garanti yok. Bu, yalnızca Filistinliler için değil, Ürdün gibi zaten mülteci yükü altında olan ülkeler için de
ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Trump’ın Çıkmazı: Sonsuz Savaşlarla Barış Aramak
Trump yönetiminin bu süreçteki rolü, çelişkilerle dolu. Sonsuz savaşları bitirme vaadiyle kampanya yürüten Trump, İsrail’in savaş
politikalarını destekleyerek bu söylemiyle çelişiyor. Gazze’yi bir tatil köyüne dönüştürme gibi fikirlerin, İsrail destekli şirketler tarafından hayata geçirilmesi planlanıyor. Ancak bu planlar, barıştan çok, Filistinlilerin sistematik olarak yerinden edilmesini ve bölgenin İsrail kontrolüne alınmasını hedefliyor. Netanyahu’nun, Trump’la olan ilişkisi, bu planların hayata geçirilmesinde kritik bir rol oynuyor.
Gazze’deki mevcut durum, bir barış sürecinden çok, sistematik bir yerinden etme ve kontrol stratejisi. Açıkçası barış denilen şey de “İmparatorun” isteklerinin koşulsuz kabulu. Doha’daki görüşmeler, Washington’un gölgesinde şekillenirken, Filistinlilerin talepleri ve
uluslararası hukuk, genellikle göz ardı ediliyor.
Ateşkes, yalnızca tüm tarafların net taahhütleriyle mümkün olabilir; ancak mevcut politik dinamikler, bu taahhütlerin sağlanmasını zorlaştırıyor.
Gazze’nin geleceği, yalnızca Filistinliler için değil, tüm bölge için kritik bir dönüm noktasında. Sınırsız cesaretlenen ve şımartılan İsrail, yutabileceğinden fazlasını ısırana kadar aynı hikayenin tekrarını değişik sahalarda görmeye devam edecek gibiyiz.
Görüş
Çin-İsrail ilişkilerinin olağan durumuyla yüzleşmek

9 Temmuz’da, Çin’in İsrail Büyükelçiliği sözcüsü, resmi WeChat hesabında yaptığı açıklamada, İsrail Yeş Atid (Gelecek Var) Partisi milletvekilinin son dönemde Tayvan’la ilgili yanlış söylem ve eylemlerine ilişkin görüş bildirdi. Sözcü, Gelecek Var Partisi’nin bir milletvekilinin Çin’in Tayvan bölgesini ziyaret ederek sözde “başkan yardımcısı” ve “dışişleri bakanı” ile görüştüğünü, İsrail’e döndükten sonra sosyal medya platformlarında ilgili Tayvanlı kişilerle etkileşime girerek onları övdüğünü, İsrail medyasında bu ziyarete dair gözlemlerini uzun uzun anlattığını ve açıkça Tayvan’ı bir “ülke” olarak tanımladığını belirtti. Bu tür söylem ve eylemler “tek Çin ilkesini ciddi şekilde ihlal etmiş, Çin-İsrail ilişkilerinin siyasi temelini ciddi şekilde zedelemiş, Çin-İsrail dostane ve pragmatik iş birliği ortamını ciddi şekilde zehirlemiştir. Çin’in İsrail Büyükelçiliği buna kararlılıkla karşı çıkmakta ve şiddetle kınamakta, İsrail tarafına sert bir diplomatik girişimde bulunmuş, hatalı uygulamaların derhal düzeltilmesini ve olumsuz etkinin ortadan kaldırılmasını talep etmiştir.”
Bilgilere göre, bu yılın nisan ayı sonunda, İsrail muhalefet partisi Gelecek Var Partisi milletvekili Boaz Toporovsky, bir parlamento heyetine başkanlık ederek Tayvan’ı ziyaret etmiştir. Mayıs sonunda, birkaç diğer partiden oluşan daha üst düzey bir heyet de Tayvan’a ziyaret gerçekleştirmiştir. Tayvan yönetiminin lideri ve yardımcısı, bu iki İsrail parlamento heyetiyle art arda görüşmüştür. Toporovsky, İsrail doğumlu, Doğu Avrupa kökenli Yahudi göçmenlerin soyundandır. Muhtemelen “Tayvan-İsrail Dostluk Parlamento Grubu” başkanı sıfatıyla, 2024 yılında zaten Tayvan’ı ziyaret etmişti. Yakın zamanda Tayvan’dan dönüşü sonrası, Toporovsky sosyal medyada Tayvanlı ilgili kişilerle etkileşim kurmaya devam etmiş, Tayvan bağımsızlık yanlısı güçlere destek vermiş, Çin-İsrail ilişkilerine engel oluşturmuş ve bu durum “Israel Today” ve “The Jerusalem Post” gibi medya organlarının dikkatini çekmiştir.
Çin’in İsrail Büyükelçiliği, Tayvan’la ilgili meselelerde nadiren açıklama yapar; Toporovsky’nin hatalı söylem ve eylemlerini “üç ciddi ihlal” olarak tanımlaması, Çin-İsrail diplomatik ilişkilerinin kurulduğu 33 yıl içinde oldukça enderdir. Bu durum, onun “tek Çin” ilkesinin kırmızı çizgisini aştığını ve Çin-İsrail ilişkilerinde sürtüşme ve gürültüye yol açtığını açıkça göstermektedir. Gözlemciler ayrıca, Çin Dışişleri Bakanlığı’nın kısa süre önce göreve başlayan İsrail’in Çin Büyükelçisini bu konuyla ilgili görüşmeye çağırmadığını, bunun da bazı İsrailli milletvekillerin hatalı söylem ve eylemlerinin İsrail’in resmi tutumunu yansıtmadığını gösterdiğini belirtmiştir. Bu nedenle, Çin’in İsrail Büyükelçiliği’nin kınama ve uyarıda bulunması daha uygun ve yerindedir.
Aslında, Toporovsky’nin bu girişimi Çin-İsrail dostane ilişkilerinin genel yönünü, ana akımını ve olağan halini yansıtmamaktadır, bu yüzden çok da büyütülmemelidir. Ancak diplomaside küçük mesele yoktur; tek Çin ilkesi ise Çin’in temel çıkarlarını ilgilendiren önemli bir konudur. Tüm dünyanın uzun süredir ertelenen Altıncı Orta Doğu Savaşı’na odaklandığı bir dönemde, Çin-İsrail dostane ve pragmatik ilişkilerindeki bu tür uyumsuzluk ve farklı sesler hafife alınmamalıdır: Bu durum hem İsrail’in karmaşık iç siyasi yelpazesini yansıtır hem de bu savaşın yayılma etkisini gözler önüne serer — yani İsrail, uluslararası baskı ve kamuoyu tecritine karşı zor bir durumda dış sempati ve desteğe susamıştır; bazı politikacılar susam için karpuzdan vazgeçecek kadar ileri gitmektedir. Kısacası, Çin-İsrail ilişkilerinde Tayvan’la ilgili ortaya çıkan bu kriz, büyütülmemesi gereken bir “çaydanlıkta fırtına”dır, ancak gidişata bırakılırsa, Çin-İsrail ilişkilerine zarar verecek yeni bir değişkene dönüşecektir.
Öncelikle, İsrail kurulduğundan beri, hangi parti iktidarda olursa olsun ve siyasi duruşu sol ya da sağ olsun, İsrailli liderler her zaman ileri görüşlü ve stratejik bir anlayışla “tek Çin” duruşunu sürdürmüşlerdir. Uzun Soğuk Savaş döneminde, Çin’in diplomasisi tamamen Arap dünyasından yana olmasına rağmen, “uluslararası yetim” durumundaki İsrail, Tayvan yönetimiyle sıkı ilişkilere sahip olsa bile, hiçbir zaman onlarla diplomatik ilişki kurmamıştır. 33 yıl önce Çin-İsrail diplomatik ilişkileri kurulduğunda, iki tarafın geçmişe dair hiçbir yükü yoktu; özellikle, başka ülkelerin yaşadığı “önce Tayvan’la diplomatik ilişkileri kes, sonra Çin’le kur” gibi zorlu müzakereler ve acı seçim süreçleri söz konusu değildi.
Bunun nedeni, İsrail’in geçmişten bugüne tüm liderlerinin, tüm Çin halkının gerçek meşru temsilcisinin kim olduğunu çok iyi bilmesidir. İsrail halkı da tarih boyunca Çin halkının Yahudilere gösterdiği hoşgörü ve cömertliği takdir etmektedir. Aynı zamanda, Çin uzun süre Orta Doğu meselesinde İsrail’e baskı uygulasa da, Arap cephesinin “İsrail’i yok etme” yönündeki radikal düşüncelerine karşı çıkmış, İsrail hükümetinin saldırgan yayılmacı politikalarıyla İsrail halkını birbirinden ayırmayı savunmuş ve İsrail’in meşru güvenlik endişelerine saygı göstermiştir.
İkinci olarak, İsrail çok partili ve göçmenlerden oluşan bir ülkedir, uzun süredir ABD ve Batı değerlerinden etkilenmektedir. Farklı partilerin dış politikaya dair tutumları farklıdır, hatta sıklıkla çatışır; hükümet ile parlamento arasındaki çatışmalar, iktidar ile muhalefet arasındaki kıyasıya mücadeleler normaldir. Küçük partilerin büyük partileri ya da iktidar koalisyonlarını rehin alması, İsrail demokrasisinin belirgin bir özelliğidir. Bu nedenle, Çin-İsrail ilişkilerinin sorunsuz olduğu dönemlerde bile, Çin’in iç işlerine karışılması ya da kırmızı çizgilerine temas edilmesi gibi tuhaf durumların yaşanması kaçınılmazdır. Örneğin, 1999 yılında, Çin Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi Başkanı’nın ziyareti öncesinde, İsrail Meclis Başkanı Avraham Burg, Çin’in uyarı ve diplomatik girişimlerine rağmen Dalai Lama ile görüşmüştür. Tamamen özgürleştirilmiş olan İsrail medyasında da Çin’e yönelik eleştirel sesler hiçbir zaman eksik olmamıştır, ancak bu tür sesler İsrail kamuoyunun ana akımı ya da baskın görüşü değildir.
Üçüncü olarak, İsrail, Batı bloğu içinde ABD’nin iki partili hükümet baskısına gerçekten direnen ve Çin dostu politikasının istikrarını sürdüren tek ülkedir. Yazar bu konuda daha önce özel bir analiz yazısı kaleme almıştır: İsrail, ABD’nin Çin’in “Kuşak ve Yol” girişimine yönelik büyük engellemelerine rağmen, Çin ile bu girişimi aktif, esnek ve pragmatik şekilde birlikte inşa etmeye devam etmiştir. Buna, Çin’le birlikte sivil-askeri amaçlı Hayfa Limanı projesini hiçbir zaman terk etmemesi de dahildir. 2022 yılında Çin, İsrail’in ikinci büyük ticaret ortağı ve en büyük ithalat kaynağı olmuştur. Geçtiğimiz bir buçuk yılda Çinli ve İsrailli diplomatlar çok taraflı ortamlarda zaman zaman sert tartışmalara girmiş olsa da, iki taraf da azami ölçüde itidal göstermiş ve bu karşı karşıya gelişleri tesadüfi ve kontrol edilebilir seviyede tutmuş, kapsamlı işbirliği ve stratejik karşılıklı güveni etkilememiştir.
Dördüncü olarak, Çin-İsrail ilişkileri gerçekten de “Altıncı Orta Doğu Savaşı”nın etkisi altındadır. Her iki tarafın kamuoyunda karşılıklı sempati bariz şekilde azalmış ve ilişkiler, diplomatik bağların kurulduğu dönemden bu yana en düşük seviyeye inmiştir. Nesnel olarak bakıldığında, İsrail “11 Eylül” benzeri bir ulusal aşağılanma ve felaket yaşamış, “yedi cephede çatışma” durumuna düşmüş ve hâlâ “savaş durumu” sona ermemiştir. Dolayısıyla tüm ülke ve toplum, eşi görülmemiş bir kriz halindedir. Siyasetçilerden halka kadar herkesin duyguları son derece gergin, kırılgan ve hassastır; dışa dönük tepkilerin abartılı ya da biçim bozukluğuna uğraması kaçınılmazdır. Bu, Çin ile ilgili konularda da sınırları aşan söylemlere yol açmaktadır. Buna “olağandışı olaylarda mutlaka bir neden vardır” denir.
Çin, uluslararası hukuku ilke edinmiş, Orta Doğu anlaşmazlığının doğrularını ve yanlışlarını esas almış, tarihsel doğruluğun ve adaletin yanında durmuş ve büyük bir güç olarak sorumluluğu ve yükümlülüğü gereği, İsrail hükümetinin savaş yanlısı ve insanlık dışı eylemlerini eleştirmeye devam etmiştir. Bu da İsrail toplumuna, iki ülke ilişkilerinin normalleşmesinden bu yana görülmemiş düzeyde baskı oluşturmuştur. Ayrıca, Çin’in geleneksel medyası ve internet kamuoyu da uluslararası adalet ve mazluma duyulan sempati temelinde, İsrail aleyhine bir kamuoyu ortamı yaratmıştır. Bu atmosfer, İsrail toplumunda Çin karşıtı duyguların artmasına neden olmuş ve bazı siyasetçilerin Tayvan konusunu istismar etmesi için uygun bir zemin hazırlamıştır. Son iki yılda İsrail partileri ve siyasetçileri ile Tayvan arasında bariz şekilde sıklaşan ilişkiler, bir tür zor zamanda dayanışma anlamı da taşımaktadır.
Beşinci olarak, Netanyahu hükümeti Orta Doğu meselesinde giderek sertleşip sağa kaymış olsa da, Çin’e karşı dostane temel duruş ve politik çizgiyi korumuştur. Netanyahu şahsen, Çin’in yoğun kamuoyu ve diplomatik baskısına rağmen kamuoyuna yönelik olumsuz bir açıklamada bulunmamış, diğer sağcı ve aşırı sağcı kabine üyeleri de Çin’e açık saldırılarda bulunmamıştır. Bu nedenle, bazı İsrailli milletvekillerin ya da yetkililerin Çin karşıtı ya da Tayvan yanlısı söz ve eylemleri, İsrail hükümetine mal edilemez ve İsrail’in devlet politikası veya ulusal eylemi olarak görülemez.
Altıncı olarak, bu fırtına ne İsrail iç siyasetinin Çin’e karşı iyi polis-kötü polis oyunu oynayarak baskı kurma çabasıdır ne de Gelecek Var Partisi’nin kolektif olarak Çin karşıtı tutuma geçtiğini gösterir. İsrail siyasetini bilen herkes, bu partinin yalnızca 12 yıllık bir geçmişe sahip orta yolcu bir parti olduğunu ve Netanyahu’nun lideri olduğu Likud grubunun ezeli rakibi olduğunu bilir. 2021’de bu parti, Birleşik Sağ İttifakı dahil yedi partiyle birleşerek “sekiz partili iktidar koalisyonunu” kurmuş ve Netanyahu’nun 12 yıllık iktidarını devirmiştir. 2022’de bu koalisyon dağılmış, ardından Gelecek Var Partisi mecliste gensoru vererek yeni seçim sürecini başlatmıştır. Bu yıl haziran ayında muhalefet partisi olarak Netanyahu’nun koalisyonunu devirmeye yönelik yeni bir önerge daha sunmuştur.
2022 Nisan ayı başında, Gelecek Var Partisi lideri, o dönemin dışişleri bakanı ve başbakan adayı Yair Lapid, Çin Devlet Konseyi Üyesi ve Dışişleri Bakanı Wang Yi ile yaptığı telefon görüşmesinde, “İsrail ile Çin birbirini anlıyor ve takdir ediyor. İsrail, Çin’i bir dost olarak görüyor ve diplomatik ilişkilerin kurulduğu günden bu yana tek Çin politikasını benimsemiştir. Bu tutum hiç değişmemiştir ve Çin’le ilişkilerin önemli bir temelidir…” demiştir. Bugün, Lapid’in partisine mensup bir milletvekilinin Tayvan konusunu istismar etmesi, acaba Lapid ve partisi üyelerini kontrol edemiyor mu? Yoksa tutumlarını değiştirip Çin’i mi terk ettiler? Ya da Çin’in Orta Doğu politikasına yönelik bilinçli bir memnuniyetsizlik mi ifade etmekteler? Yazar, Gelecek Var Partisi’nin tamamının ve özellikle lideri Lapid’in Çin’e karşı tutum ve politikasını değiştirdiğini kötü niyetle varsaymak istememekte; aksine, bu durumun yalnızca “Tayvan-İsrail Dostluk Grubu” başkanının dikkat çekmek için yaptığı bireysel bir hamle olduğunu düşünmektedir.
Belki de tüm bu nedenlerle Çin, nispeten düşük profilli, ölçülü ve sakin bir tutum benimsemiş; Gelecek Var Partisi’ndeki birkaç kötü niyetli kişinin temposunu bozmasına izin vermemiş ve Çin-İsrail stratejik güveni, dostluğu ve pragmatik işbirliğinin genel seyrini korumaya çalışmıştır.
Belirtilmesi ve dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta ise şudur: Toporovsky Tayvan konusunu gündeme taşırken, kötü niyetli bazı medya organları da Çin’in İran’a gelişmiş savaş uçakları ve hava savunma sistemleri ihraç ettiği yönünde haberler yaymıştır. Bu durum yalnızca yeni ateşkes sağlamış İsrail ile İran arasında gerilim ve düşmanlığı körüklemekle kalmayıp, aynı zamanda Çin-İsrail stratejik güvenini zedelemeye, İsrail’in Çin’e yönelik kamuoyunu olumsuzlaştırmaya ve ikili ilişkileri ve işbirliğini sabote etmeye hizmet etmiştir. Bu gerçekten kötü niyetli bir yaklaşımdır; Orta Doğu’nun istikrara kavuşmasını, Çin’in Orta Doğu diplomasisinin sağlam adımlarla ilerlemesini istememektedirler.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Görüş
Ermenistan’da siyasi kriz sürüyor: Kiliseden sonra Taşnaksutyun hedefte

Ermenistan’da Başbakan Nikol Paşinyan yönetiminin Ermenistan Apostolik Kilisesi’nden (AAK) Bagrat Galstanyan ve destekçilerine yönelik operasyonları ile başlayan gerilim devam ediyor.
Son olarak, güvenlik güçleri, ‘terör saldırısı hazırlığında’ oldukları gerekçesiyle 7 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınanlardan biri hakkında, Ermenistan Ceza Kanunu’nun 43. maddesinin 1. kısmı ile 308. maddesi uyarınca (terör saldırısı hazırlığı) cezai işlem başlatıldı. Bu madde, 10 yıla kadar hapis cezasını öngörüyor.
Gözaltına alınan kişilerin evlerinde yapılan aramalarda, elektrikli uzaktan kumandalı bir patlayıcı düzenek, bu düzeneğe ait bileşenler, bir el bombası, el bombası tapası, barut, telsiz iletişim araçları ve ‘soruşturma açısından önem arz eden başka çeşitli nesne ve maddeler’ bulunduğu açıklandı.
Ancak gözaltılar kadar, aramalarda bulunanlar da tartışma konusu oldu.
Aramalar, yalnızca terör saldırısı hazırlığına ilişkin değil, aynı zamanda ‘ateşli silahların, bunların ana parçalarının, mühimmatın ve diğer maddelerin, cihazların ve nesnelerin yasa dışı dolaşımıyla ilgili’ maddeler kapsamında da yürütüldü.
Gözaltı işlemleri ve aramalar konusunda yapılan itirazlarda, güvenlik güçleri tarafından el konulan tüm silahların yasaya uygun şekilde kayıtlı olduğu, hatta, aramalara ilişkin yayınlanan fotoğraflarda görülen objelerin silah değil, airsoft oyunu için kullanılan ekipmanlar olduğu ve söz konusu el bombasının oyun amaçlı plastik boncuklarla dolu olduğu iddia edildi.
Soruşturma Komitesi ise, iddialar üzerine yayınladığı yeni açıklamada, aramalar sırasında ele geçirilen F-1 tipi el bombası ile iki elektrikli fünye/detonatörün gerçek ve savaş amaçlı mühimmat olduğunu açıkladı.
Ermenistan resmi makamları, aynı AAK’ye yönelik operasyonlarında olduğu gibi, bu operasyonda da ‘terör saldırısı planını’ öne çıkardı. Ancak bu sefer hedef, Ermenistan’ın en eski siyasi güçlerinden, Ermeni Devrimci Federasyonu (ARF), yani Taşnaksutyun.
Hedefteki parti: Taşnaksutyun
Ermenistan güvenlik güçleri, 9 Temmuz sabahından itibaren, başkent Erivan’da muhalefetteki Taşnaksutyun partisine yönelik operasyonlara başladı.
Partinin Erivan Şehir Komitesi üyesi Arsen Martoyan ile “Ermenistan” parlamento grubunun milletvekili Gegham Manukyan’ın oğlu Taron Manukyan gözaltına alındı.
Eş zamanlı olarak, Manukyan’ın yaşadığı evde, partinin Yüksek Organı İdari Birimi Başkanı Vahan Matinyan’ın evinde ve Egvard büyükşehir belediyesine bağlı meclis üyesi, aynı zamanda ARF Gençlik Birliği Merkez Konseyi Başkanı Gevorg Muradyan’ın evinde de aramalar yapıldı.
Gözaltına alınan muhaliflerin avukatları, müvekkilleriyle görüşmelerine izin verilmediğini ifade etti.
Parti Yüksek Organı temsilcisi İşhan Sagatelyan ise, baskınları Paşinyan’ın Türkiye ziyaretiyle eş zamanlı olarak nitelendirerek, ‘siyasi baskının yeni aşaması’ olarak değerlendirdi.
ARF üyesi ve muhalefetteki ‘Ermenistan’ ittifakının milletvekili Lilit Galstyan da, baskınları “siyasi partiler yasasının açık bir ihlali” ve “Taşnaksutyun’un faaliyetlerini engellemeye yönelik kasıtlı bir saldırı” olarak değerlendirdi.
İnsan hakları savunucularından ‘24 Nisan 1915’ benzetmesi
Ermenistan’da resmi aramalar ve muhaliflere yönelik operasyonlarda olay yerlerinde bulunarak hukuki gözetim ve kamuoyu takibi yapan ‘Beş İnsan Hakları Savunucusu’ inisiyatifi ise, güvenlik güçlerinin eylemlerini bir tür terör eylemi olarak nitelendirdi ve bunları, Osmanlı İmparatorluğu’nda 24 Nisan 1915’te Ermeni aydınlarının tutuklanmasına benzetti.
Ermenistan’da düzenlenen bu operasyonlar, dosyalara göre değişen detaylara sahip olsa da, ‘terör eylemi’, ‘darbe planı’ gibi ana başlıklar altında toplanıyor.
Bu ayın başında, Milletvekili Artur Sargsyan, meclis konuşmasında Paşinyan’ı Ermenistan’ı ‘her şeyin önceden hazırlandığı bir diktatörlük kalesi’ haline getirmekle suçladı. Paşinyan’ın görevden alınmasını talep eden Sargsyan’ın vekilliği düşürüldü, dokunulmazlığı kaldırıldı ve kendisi dahil 15 kişiye karşı ‘darbe ve terör’ iddiaları yöneltildi.
Sargsyan’dan kısa süre sonra, Ermenistan ittifakın önde gelen isimlerinden Seyran Ohanyan ve Artsvik Minasyan, yolsuzlukla bağlantılı suçlamalarla resmen itham edildi. Üçüncü isim olan milletvekili Artur Sargsyan hakkında ise darbe girişimine katılmak suçlamasıyla dava açılması için parlamentodan izin alındı. Hepsinin dokunulmazlıkları düşürüldü, yargılanmaları bekleniyor.
‘Paşinyan’dan Aliyev’e soykırım taahhüdü’ iddiası
Taşnaksutyun ile Paşinyan arasındaki gerilimi artıran bir diğer mesele, Paşinyan’ın Fransa’daki Ermeni toplumu ile yaptığı görüşmede ‘Taşnaksutyun ideolojisine’ yönelik yaptığı açıklamalar oldu.
“Üçüncü Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Ermenistan’da aslında yalnızca bir ideoloji vardı – Taşnaksutyun’un ideolojisi” diyen ve yeni bir ideolojik dönüşümü savunan Paşinyan’a en sert tepki yine Sagatelyan’dan gelmişti. Sagatelyan, Paşinyan’ın ‘yeni tavizler için zemin hazırladığını’ ve Azerbaycan lideri İlham Aliyev’e Ermeni Soykırımı ile Dağlık Karabağ meselesini gündemde tutan siyasi çevrelerin faaliyetlerini kısıtlamayı taahhüt ettiğini iddia etti.
Sagatelyan ayrıca, Paşinyan’la ilgili şunları söyledi:
“Tarihten ders çıkarılması gerektiğini söylüyor ama eğer gerçekten ders çıkarılsaydı, onun gibi ulusal değerlere aykırı figürler iktidarda olmazdı, Karabağ işgal edilmezdi ve düşman askerleri Ermenistan topraklarında bulunmazdı. Egemenlikten bahsedecek en son kişi Paşinyan’dır. Son 6 yılda ülkeyi tümüyle dışa bağımlı hale getirdi.”
Farklı argümanlar, benzer tartışmalar
Ermenistan’daki siyasi hareketlilik, farklı argümanlarla devam etse de yöntem bakımından ülkemizdeki tartışmalara çok benziyor. Türkiye’nin bütün siyasi bileşenlerinin, ideolojik olarak ‘Kemalizmi’ ve onunla eşleştirilen ‘vesayet rejiminin’ kalıntılarını içerdiğini iddia eden liberal ve muhafazakar çevrelerin argümanları, ülkenin ‘yeni rota’ arayışında ‘eskiye’ dair hesaplaşılan köklü kurumlar, hareketler…
Ermenistan’da ise her şey 2018’deki Kadife Devrim’le değişti. Batı yanlısı reformcu bir imajla iktidara gelen Nikol Paşinyan, başlangıçta otoriterliğe ve yolsuzluğa karşı bir alternatif olarak öne çıksa da, geçen yıllar onu bambaşka bir rotaya sürükledi. Bugün geldiği noktada, karşısında yalnızca bir muhalefet bloğu değil; milliyetçilerden kiliseye, Rusya’ya yakın çevrelerden Karabağcı diasporaya kadar uzanan geniş bir ‘tarihle hesaplaşma cephesi’ bulunuyor.
‘Vatan için Tavuş’
Ermenistan’ın ‘eski’ ve ‘yeni’ arasındaki hesaplaşmasında, bardağı taşıran son damla ise ülkenin kuzeydoğusundaki Tavuş bölgesinde yaşananlar oldu.
Azerbaycan sınırına yakın bu stratejik bölge, Paşinyan yönetiminin sınır belirleme süreci çerçevesinde dört köyü Azerbaycan’a devretme girişimiyle tartışmaların merkezine oturdu.
Paşinyan’ın operasyon başlattığı kilise ve Başpiskopos Bagrat Galstanyan, ‘Vatan için Tavuş’ hareketini kurdu. İsmi kısa sürede ‘Kutsal Hareket’e dönüşen bu siyasi hareket, kitlesel halk muhalefetine dönüştü, Erivan’a yürüdü.
Ve yine aynı şekilde, Paşinyan yönetiminin operasyon düzenlediği Taşnaksutyun da, bu muhalif hareketin en aktif parçalarından biri oldu.
AAK, Ermenistan’ın resmi ve en büyük kilisesi, aynı zamanda dünyanın en eski kiliselerinden biri. Taşnaksutyun ise, Ermenistan’ın en köklü partilerinden, sağcı bir siyasi parti. Paşinyan bu iki büyük güce de savaş açmış durumda. Olayların merkezinde ise, Karabağ’ın ‘kaybı’ yatıyor.
Paşinyan’ın Karabağ’ın kaybında gördüğü fırsat
2020’de Azerbaycan karşısında yaşanan hezimetle birlikte Dağlık Karabağ üzerindeki fiilî Ermeni kontrolü sona erdi. Bu kayıp, halkın büyük bir kesimi için bir travmayken, Paşinyan yönetimi için ise, geçmişle bağları koparmak adına bir fırsat yarattı.
Zira Karabağ, ülkedeki Batı yanlısı siyasi güçler tarafından uzun süredir bir ‘tarihsel dava’ değil, Erivan’ın Rusya’ya bağımlılığını sürdüren bir ‘tarihsel yük’ olarak tanımlanıyor. Paşinyan yönetiminin iç ve dış politikadaki temel yönelimini bu tanımlama belirliyor.
Paşinyan’ın bu doğrultuda öne çıkardığı söylem ise ‘gerçek Ermenistan’. Paşinyan’a göre Ermenistan, geçmişin efsanelerinden, ‘tarihsel Ermenistan’ hayalinden, Karabağ gibi yüklerinden kurtulmalı. Bu ‘gerekliliğin’ siyaset alanındaki en büyük sonucu ise, Rusya’dan uzaklaşmak. Operasyonlar düzenlenen siyasi çevrelere sıkça ‘Rus yanlısı’ denmesinin bir sebebi de bu. Paşinyan, bu operasyonlar eliyle, neredeyse bütün diğer eski Sovyet ülkesinde tekrarlanan ‘Rus parmağı’ söylemini yaygınlaştırmaya çalışıyor. Paşinyan’ın ülkenin Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü (KGAÖ) üyeliğinin dondurulduğunu açıklaması, ülkenin Rusya lideri Vladimir Putin için yakalama kararı çıkaran Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) üyeliğini onaylaması gibi adımlar da bu rotanın doğal sonucu.
Kritik seçimler seneye
Bütün bu gelişmelerin gölgesinde, 7 Haziran 2026’da yapılması beklenen parlamento seçimleri büyük önem taşıyor. Paşinyan ve partisi bugün devlet gücünü elinde tutsa da, kamuoyu desteği yüzde 15’leri geçmiyor. Öte yandan muhalefet, geniş ve çeşitli olsa da hala birleşik bir yapı sunamıyor.
Bu koşullarda, Paşinyan’ın önderlik ettiği operasyonlar yalnızca muhalefeti bastırmak için değil, aynı zamanda kendisini ‘yeni Ermenistan’ın kurucusu’ olarak konumlandırmak için de yapılıyor.
Kaynaklar:
https://eadaily.com/ru/news/2024/06/14/v-ofisah-stareyshey-armyanskoy-partii-idut-obyski-chlen-arfd
-
Görüş2 hafta önce
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na
-
Ortadoğu6 gün önce
Trump’ın Ankara ve Şam’daki jokeri: Thomas Barrack kimdir?
-
Görüş2 hafta önce
Kazananı Olmayan Kontrol Edilebilir Bir Çatışma
-
Görüş1 hafta önce
Küresel savaş ekonomisinin aleni beyanı: Lahey’deki NATO Zirvesi Sonuç Bildirgesi
-
Amerika2 hafta önce
Trump’ın gümrük vergilerini erteleme süresi 9 Temmuz’da doluyor, şimdi ne olacak?
-
Asya2 hafta önce
Vietnam, yurtdışındaki yetenekleri çekmek için vatandaşlık yasasını değiştirdi
-
Asya2 hafta önce
Güney Kore, tarihindeki en büyük savunma anlaşması için görüşmeleri tamamladı
-
Dünya Basını2 hafta önce
Vergi Cennetleri: Birleşik Krallık’ın Küresel Mali İmparatorluğu