Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Batı emperyalizmi, kapitalizm ve sanayileşme

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Çin’in yükselişi ABD müesses nizamı nezdinde son 30 yılın en ciddiye alınması gereken fenomeni ve dünyanın geri kalanında atılan askeri, siyasi ve iktisadi adımlar doğrudan veya dolaylı olarak bununla ilgiliydi. Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın nisan ayında Brookings Enstitüsü’nde ana hatlarını çizdiği yeni Amerikan manifestosu saldırgan bir görünümdeydi ve tarih bu gibi güç mücadelelerinin savaşsız bitmeyeceğini göstermişti. Bu örnekte de durumun buraya doğru gittiği anlaşılıyor ve bunun için eskinin aksine, toplumsal rızanın tesis edilmesi adına, daha karmaşık bir söylemin benimsendiği görülüyor.


Çıkış yok: Batı emperyalizmi, kapitalizm ve sanayileşme

Rob Urie

The Journal of Belligerent Pontification

5 Nisan 2024

ABD’de, bitmek bilmeyen Soğuk Savaş bağlamında ideoloji, uluslar ve halklar arasındaki ayrım çizgisi olarak öne sürülüyor. Dinde olduğu gibi, radikal biçimde farklı, hatta karşıt olduğu iddia edilen toplumsal pratikler, temel niteliklerinin çoğunu aralarında paylaşıyor. Siyasal iktisat açısından, faşizm, kapitalizm ve komünizm gibi başlıca ideolojilerin uzun süredir muhalif oldukları iddia ediliyor ve her biri sanayileşmeye yönelik farklı stratejileri yansıttığından, genelde rakip iktisadi çıkarlar yoluyla askeri olarak da muhalif oldular.

Amerika’nın yirminci yüzyılda Sovyet iktisadi kalkınmasına karşı iddiaları sanayileşme olgusu üzerine değil, sanayileşme biçimi üzerineydi. Tıpkı “bilim” gibi, sanayileşme olgusu da uzun süre ideolojik olarak tarafsız kabul edildi, hatta belirli biçimleri birbirine zıt, hatta uzlaşmaz olarak görüldü. Ancak bu yazının amacı rakip ideolojileri uzlaştırmak değil, daha ziyade sanayileşmenin dayattığı gerçeklere bakmak. Vladimir İlyiç Lenin, emperyalizmi kapitalizmin ayakları altına sererken, bu yazı sanayileşmenin endüstriyel girdiler konusunda küresel bir yarışı ve bununla birlikte siyasi şiddeti harekete geçirdiğini savunuyor.

Grafik: Ülkeler arasında birebir GSYİH karşılaştırmaları para birimi dalgalanmaları ve enflasyon oranları nedeniyle karmaşık olsa da Çin’in ABD’nin GSYİH’sine karşı (PPP terimleriyle) bu grafik, söz konusu komplikasyonlardan bağımsız olarak genel olarak ilişkiyi temsil ediyor. On yıllar boyunca ABD GSYİH’sinin gerisinde kalan Çin, Büyük Durgunluk sırasında ABD’nin önüne geçti. ABD’nin Rusya ve Çin ile savaş gerekçesinin “iktisadi rekabet” olduğu düşünüldüğünde, Büyük Durgunluk Amerikan iktisadi hegemonyasının sonunu getirmiş gibi görünüyor. Şimdi “biz” savaşıyoruz. Kaynak: St: St. Louis Federal Reserve.

Dünyanın yaşayan en iyi ekonomistlerinden biri olan ve uzun süredir Batı emperyalizmini inceleyen Michael Hudson, son yıllarda Lenin’in izinden giderek, finansal kapitalizmi endüstriyel öncülünden ayırma yönünde kayda değer bir çaba harcadı. Bu tezini, yeryüzündeki en kapitalist ülke olan ABD’nin aynı zamanda en saldırgan emperyalist ülke olduğu hakikatiyle destekledi. Fakat, Batı ile ideolojik farklılık iddiasını sürdürürken sanayileşen Çin ile birlikte, sanayi girdilerini teminat altına alma maksadıyla yapılan küresel yarış, küresel emperyalist savaşları yeniden alevlendirmekle tehdidi barındırıyor.

Bu, Çin’in sanayileşmesinin kendi başına yinelenen emperyal gerilimleri motive ettiğini iddia etmek değil. Bu, endüstriyel süreç yoluyla, endüstriyel girdiler için rekabetin bunu yaptığını iddia etmektir. Amerikalılar “özgürlük tiranlığa karşı” şeklindeki yanıltıcı saçmalıklara vatansever bir coşkuyla karşılık verirken, sanayi üretimi sanayileşmiş uluslar arasındaki çatışmanın maddi temelini oluşturuyor. Yaşlılık, izolasyon ve entelektüel kırılganlık beyinlerini eritmeden önce ABD’li yetkililer, ülkenin Rusya ile savaş nedeninin Rusya’dan Almanya’ya uzanan Kuzey Akım doğalgaz boru hatlarının “Amerikan” çıkarlarına oluşturduğu tehdit olduğunu açıkça ifade ediyorlardı.

Bu muammayı Amerikan perspektifinden anlamak için, Joe Biden ve Donald Trump’ın ABD’nin egemen ulusların endüstriyel kaynaklarına el koyma “hakkı” konusundaki görüşleri arasında hiçbir boşluk yok. Trump bunu pek çok kez açıkça dile getirdi. Biden, dünyayı ateşe vermeye dönük Hitlervari hamlelerine ahlaki bir dayanak bulmak için Soğuk Savaş’ın “tiranlığa karşı özgürlük” safsatasına sığınıyor. Ancak ABD’nin bu çatışma için, endüstriyel girdilerin kontrolü yoluyla satın alınan siyasi kontrolde maddi bir temeli de var.

On dokuzuncu yüzyılın ortalarından bu yana sanayileşme dünyanın dört bir yanında inişli çıkışlı bir şekilde gerçekleşti. Tuhaf bir şekilde (değil), komünizm, kapitalizm, faşizm gibi farklı ideolojik ekonomi politik biçimleri sanayileşme mantığına meydan okumadı. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’na katılanlardan bazıları erken sanayileşirken (ABD, İngiltere), bazıları da geç sanayileşti (Almanya, Rusya). Komünizmin 1917’de Bolşevik Devrimi ile ortaya çıkması sanayileşme mecburiyetine değil, kapitalist iktisadi örgütlenmeye meydan okumuştu.

Bu zorunluluğun Birinci Dünya Savaşı’ndan hem önce hem de sonra gelmesi bir tesadüf değil. Birinci Dünya Savaşı ilk endüstriyel savaştı. Makineli tüfekler on binlerce askeri biçti. Hava bombardımanı kimyasal ve biyolojik silahların dağıtımını kolaylaştırdı. Canavar makineler, cehennem tasvirlerini anımsatan ya da daha önceki tasvirleri andıran sahnelerde birbirleriyle çarpıştırıldı. Bir savaş başlatmak ya da sadece kendini başkalarının emperyal hırslarından korumak isteyen herhangi bir ulus için sanayileşme mecburiydi.

Kapitalizmi açıklayanlar, endüstriyel üretimin “maddelerine”, tüketim mallarına ve emek tasarrufu sağlayan cihazlara (sermaye) odaklanma eğiliminde. Kapitalist iktisatçılar (diğer adıyla “ekonomistler”) kapitalizm açıklamalarına ya hayali ya da gerçek insan istekleri (“talep”) ya da sui generis ekonomik üretim (“arz”) ile başlarlar. Peki ama kapitalistler ve komünistler, onu sınırladığı düşünülen rakip ideolojik toplumsal örgütlenme biçimleriyle alay ederken neden her ikisi de sanayinin yöntemlerine bel bağlıyordu? Yine ideolojik farklılık, sanayileşmenin maddi olgularına değil, etrafındaki toplumsal örgütlenme biçimine yansımıştı.

Komünist sanayileşmeye dönük Batılı eleştiri, sanayileşmenin ortak mecburiyetine değil, komünist sanayi biçiminin (devlet güdümlü) göreli verimsizliğine odaklanıyordu. Fakat endüstriyel çıktının değeri toplumsal olarak belirlenir. Kapitalistler uzun süre tüketim toplumları yaratmaya odaklanırken, komünistler halklarını eğitti ve sağlık hizmeti sağladı. Her iki vizyonun da erdemleri tartışılabilir ama her ikisi de sanayiyi bunu gerçekleştirmek için merkezi bir yöntem olarak kullandı.

Geniş anlamda sanayileşme, belirli zenginlik türlerini üretmenin bir yolunu temsil eder. Kaynaklar toplanır ve endüstriyel süreç yoluyla “zenginliğe” dönüştürülür. Belirli zenginlik türlerinin (“sermaye”) diğer zenginlik türlerini (örneğin tüketim malları) yaratmak için neden gerekli olduğunu açıklamak üzere teoriler geliştirilir. Sanayileşme süreci ile kurumsal ilişkiler yaratılır. Bu şekilde, endüstriyel girdiler evrensel olarak dağıtılmış olma anlamında “kapitalist” değildir. Bazı coğrafi bölgelerde var olurken diğerlerinde yokturlar.

Çağdaş Batı ekonomisi, endüstriyel girdileri güvence altına almak için yapılan emperyalist savaşların uzun tarihini göz ardı ederek endüstriyel bağımlılıkları piyasalara yerleştiriyor. Birinci Dünya Savaşı bu eğilimin en önemli emsali. Uluslar, kendilerini savaşta tutan endüstriyel girdiler de dahil olmak üzere “zenginliği” kontrol etmek için birbirleriyle savaştı. İkinci Dünya Savaşı’ndan daha sonraki bir örnek bu eğilimi gösteriyor. Japonya, İkinci Dünya Savaşı’na endüstriyel bir ekonomiyle girdi ama bu ekonomiyi ayakta tutacak güvenli bir petrol kaynağı yoktu. Bunu anlayan Amerikalılar, petrol yüklü gemilerin Japonya’ya petrol taşımasını engellemek için Pasifik’te bir deniz ablukası kurdular. Japonlar savaş makinelerini durdurma ya da Pearl Harbor’ı bombalayarak deniz ablukasını sona erdirmeye çalışma seçenekleriyle karşı karşıya kaldılar. İkincisini seçtiler.

Tarihin bu kesiti, ABD’nin son yarım yüzyılda kasıtlı olarak ve ciddi ölçüde sanayisizleşmesiyle günümüze taşındı. Bu durum ABD’nin sanayi üretiminin dolar cinsinden değerinden anlaşılmasa da hangi tür sanayi mallarının üretildiğinden ve imalat istihdamındaki büyük düşüşten anlaşılıyor (aşağıdaki grafik). ABD ayrıca şu anda iki sıcak savaşa (Ukrayna, İsrail) girdi ve bir üçüncüsünü (İsrail’in Suriye’nin başkenti Şam’daki İran konsolosluğunu bombalamasına izin vererek) başlattı. Sosyal örgütlenme biçimlerindeki farklılıklara bakılmaksızın Çin, Alman ve Amerikan endüstrilerinin tamamı kontrol etmedikleri kaynaklara ihtiyaç duyuyor.

Teorik olarak Çin, ABD’den (“kapitalist”) farklı bir politik ekonomi biçimine (“komünist”) sahip. Ve kesinlikle (şu ana kadar) devlet bankacılığı sistemi aracılığıyla finansal kapitalizmin bazı tuzaklarından kaçınmış görünüyor. Lenin’in geç aşama kapitalizmin emperyalizmle ilişkisi iddiasını akılda tutarak, Çin, Batı militarizmi yoluyla endüstriyel kaynaklardan mahrum bırakılmaya (ABD’den) farklı tepki verecek mi? Başka bir deyişle ABD, Çin sanayisinin endüstriyel girdiler için bağımlı olduğu bir ülkede rejim değişikliği operasyonu gerçekleştirirse, Çin ihtiyaç duyduğu kaynakların kontrolünü yeniden ele geçirmek için askeri olarak harekete geçecek mi?

Daha genel bir ifadeyle, Biden yönetimi tarafından ham kapitalist emperyalizmin yeniden canlandırılması, ulusların 1) endüstriyel girdileri güvence altına almak için 2) askerileşmek için küresel bir yarışa girmesine neden olur mu? Aşağıda tartışıldığı üzere, Avrupa’nın bunları yapmaktan ya da yok olmaktan başka pek seçeneği yok. ABD, Kuzey Akım boru hatlarını havaya uçurduğunda Avrupa açısından göreli enerji güvenliğini sona erdirmişti. Rus LNG’sinin (sıvılaştırılmış doğalgaz) gerçekte ne kadar güvenilir olduğunu sorgulayan Amerikalıların aynaya iyice bakmaları gerekiyor. Kuzey Akım boru hatları, bunları havaya uçuran Amerikalılar tarafından bir B planı olmaksızın yok edilmişti. Rusların 1) bir planı ve 2) bunu hayata geçirecek altyapısı varken, Amerikalıların Avrupa’ya LNG sevkiyatını güvence altına almak için on yıllık bir zaman dilimi var.

Grafik: Biden yönetiminin çokça lanse ettiği ABD imalatının canlanması, ülkedeki imalat istihdamını 2020’de Kovid-19 salgını başlamadan önceki seviyesine geri getirdi. Hâlâ 2001 öncesi seviyelerin çok altında. ABD’nin Ukrayna’da Rusya’ya karşı yürüttüğü savaşın gerekçesinin “iktisadi rekabet gücü” olduğu düşünüldüğünde Biden, şimdi teoride 1990’ların başında ve ortasında NAFTA’ya verdiği desteğin ortadan kaldırdığı işleri geri almaya “çalışıyor”. Kaynak: St. Louis Federal Reserve.

Buradaki temel soru şu; emperyalizm olmadan sanayi mümkün mü? ABD’nin sanayisizleşme, daha doğrusu bazı sanayi üretimini dışarıya yaptırma kararı değerlendirmeleri zorlaştırıyor. ABD, 1980’lerden Büyük Durgunluğa, ama özellikle de Çin’in DTÖ’de yükseldiği andan itibaren (2001) kadar sanayisizleşirken, Amerikalılar endüstriyel rekabete dönük iyi niyetli bir bakış açısına giderek daha fazla yatkın hale geldi. Şimdi, bu emperyal uykudan uyanan ABD 1) ihtiyaç duyacağı silahları üretme, 2) halihazırda başlattığı savaşlarda savaşma kabiliyetinden yoksun.

Bu, durumu abartmak anlamına gelmiyor. İki partili George W. Bush dönemindeki Irak savaşı, muhtemelen İkinci Dünya Savaşı sonrası tarihin stratejik açıdan en az tutarlı, en ölümcül emperyal macerasıydı. Emekli ABD’li General Wesley Clark’ın 2003 yılında elde ettiği ABD’nin rejim değişikliği operasyonlarına hedef olan ülkelerin listesi, Amerikan kan tutkusunda ya da emperyal hırslarında hiçbir azalma olmadığını gösteriyordu. Bugünkü aptallığı özel kılan, ABD’nin yenilenen emperyal hırslarını sürdürmek için ihtiyaç duyduğu endüstriyel üssü elden çıkarmış olması.

Rusya’nın Ukrayna’da ÖAH (özel askerî harekât, şimdi savaş) başlatmasından önce, gelişmiş Avrupa, Rusya’dan indirimli fiyattan LNG (sıvılaştırılmış doğalgaz) satın alıyordu. İndirimli fiyat kârları artırdığı için Avrupa endüstrisi bu düzenlemeden fayda sağladı. Bu anlaşma nihayetinde Rusya’ya Avrupa üzerinde önemli bir siyasi kontrol sağladı, zira Rus LNG’sinin geri çekilmesi mevcut bir kaynağı ortadan kaldıracak ve Avrupa endüstrisini LNG’ye piyasa fiyatı ödemeye zorlayacaktı.

Kuzey Akım boru hatlarının imhası, Avrupa için iktisadi bir felaketi önleme konusunda gerekli planlama yapılmadan gerçekleşti. Amerikan “planı”, eğer buna plan denilebilirse, önümüzdeki on yıl içinde birkaç milyar dolar harcayarak ABD’li üreticiler tarafından üretilen LNG’yi Avrupa’ya Rusya’ya ödediğinin iki katı ya da daha fazla bir fiyattan ulaştırmak için gerekli altyapıyı inşa etmek. Bu fiyat farkı Avrupa’daki enerji yoğun endüstrileri iktisadi olarak yaşayamaz hale getirecek ve “Amerikan” LNG’sinin fiyatı ile Rusların uyguladığı indirimli fiyat arasındaki fark kadar kalan endüstrilerin kârlarını düşürecektir.

Grafik: “Açgözlülük enflasyonu” terimi, kurumsal gücün şirketlerin tek taraflı olarak fiyatları yükseltmesine ve böylece kârlarını artırmasına imkân sağladığı durum. Kapitalist ekonomide rekabet ve düzenlemelerin bunu önlemesi beklenir. Aslında, düzenleyiciler uzun zaman önce, tarihe ve iktisadi mantığa aykırı olarak, “piyasaların” piyasa gücünün birikmesini önleyeceğine güvenerek, şirket gücüne sınır koymaktan vazgeçtiler. Biden yönetimi bazı anti-tröst faaliyetlerini yeniden canlandırmış olsa da iktisadi politikaları oligarkların elinde iktiasdi konsolidasyonu desteklemeye devam ediyor. Kaynak: St. Louis Federal Reserve.

Henüz tatmin edici bir yanıt verilmemiş olan soru, Avrupa’nın neden Ukrayna’daki Amerikan projesiyle birlikte hareket ettiği. Bu projeden doğan “Batı’ya karşı Doğu” koalisyonlarında işbirlikçi bir Doğu’ya karşı hırçın, küçük ve yorgun bir Batı yer alıyor. Avrupa’nın siyasi liderleri, ABD’nin Avrupa sanayisine dönük enerji girdilerinin hacmini ve fiyatını kontrol etme planlarına kısa vadede boyun eğiyor olabilir ama bunu uzun vadede yapmak Avrupa sanayisi için ciddi bir gerileme anlamına gelecektir. Dahası, basit coğrafya Amerikan planının başarısına meydan okuyor. Sadece coğrafya açısından bile Rus LNG’si taşımacılık için “verimli” bir seçim.

Temel endüstrilerini bir kenara bırakan ABD’nin kendi endüstriyel tabanını yeniden inşa etme konusunda tutarlı bir planı yok. Biden yönetimi, elektrikli araçlar üretme planının, artan çevresel sorunları çözmek için küresel bir çaba başlatacağı taahhüdünü vererek göreve geldi. Fakat planı elektrikli araç üretmek değildi. Plan, “yeşil” şirketlerin elektrikli araç üretmesi için vergi teşvikleri önermekti. Elektrikli araçların kullanımını artırmak için gereken altyapıyı oluşturmadan, otomobil üreticileri ve elektrik şirketi yöneticileri de dahil olmak üzere çok az kişinin bu konuda istekli olduğu kısa sürede anlaşıldı. Biden yönetimi, gerekli altyapıyı inşa etmek için hızla harekete geçmek yerine, elektrikli araç çabalarından geri adım attı.

ABD’nin halihazırda iki savaşa girmiş olması, bu savaşlarda kullanılacak silah ve malzemeyi gerçekçi bir şekilde üretememesi ve şu anda birikmekte olan çevresel sorunların çoğunda birincil sorumluluğa sahip olması ve bunları gerçekçi bir şekilde ele almaya yönelik hiçbir toplumsal ilgisinin olmaması nedeniyle gelecek kasvetli görünüyor. Ancak Batı, kolektif Doğu ile aynı gezegende yaşıyor. Endüstriyel kaynaklardan yoksun endüstriler gibi, ortak bir gezegende toksik çevresel etkiler üretmek de uzun vadede savunulamaz. Her ikisi de gelecekteki jeopolitik çatışmalara işaret ediyor.

İktisatçı Michael Hudson, Lenin’in izinden giderek, finansal kapitalizmin rant çıkarma ve emperyalizm yoluyla sanayi kapitalizmine dayatılan bir yük olduğunu uzun zamandır savunuyor. Finansal kapitalizm konusunda Hudson’a katılmakla birlikte, sanayi kapitalizmi kendi yüklerini üretiyor. Çinli yetkililer son kırk yıllarını ülkenin sanayi üretimi için gerekli girdileri (kaynakları) temin etmek üzere yeryüzünü taramakla geçirdiler. Bu süre zarfında Amerikalılar Nikaragua, El Salvador, Guatemala, Sırbistan, Irak, Afganistan, Libya, Yemen, Suriye ve şimdi de Rusya, Gazze ve İran’da büyük ölçüde yıkıcı savaşlar başlattılar.

O halde soru şu: Emperyalizm kendine özgü müdür, yoksa sanayileşmenin ve/veya kapitalizmin bir işlevi midir? Lenin’in argümanı kısmen kapitalizm altında devletin doğuşuna ilişkin teorisine dayanıyor. Bu teoriye göre (Marx’ı takip ederek) devlet, güçlü kapitalistlerin çıkarlarına hizmet etmek için vardır. Bununla birlikte, sözüm ona komünist Çin devleti, entegre bir devlet teorisi (aşağıdaki grafik) aracılığıyla devlete fayda sağladığı teorisi altında, endüstriyel girdilerin yerini belirleme ve bunlar için pazarlık yapma yoluyla “Çin” endüstrilerinin çıkarlarını teşvik ediyor.

Bu (zımni) Çin görüşü ile kapitalist devletlerdeki özel mülkiyetin ve sanayinin kontrolünün verimli olduğu görüşü arasındaki tarihsel fark, ikincisinin (ABD) emperyal savaşlar başlatmak ve devlet gücünü kullanarak uluslararası rakipleri sıkıştırmak için devlete bel bağlaması. Örneğin, Kuzey Akım boru hattını havaya uçurmak Amerikan halkı için akla gelebilecek hiçbir fayda sağlamadı ve bizi nükleer silahlı bir güçle (Rusya) doğrudan çatışmaya soktu.

Bunu yapan Batılı “biz” bir soyutlamadan ibaret. Amerikan devletinin büyük ölçekli petrol ve gaz üreticileri (örneğin Chevron, ExxonMobil) hilafına yaptığı eylemler, endişenin karşılıklı olmadığını gözden kaçırıyor; bu şirketleri yöneten insanlar Amerikalıları yol arkadaşı olarak değil, av, top yemi ve sıkıntı olarak görüyor. “Amerikalı” LNG üreticileri, fracking atıklarıyla ülke genelinde akiferleri yok etti. Mevcut ve emekli gaz kuyularından sızan metan gazı, ABD’nin iklim değişikliğindeki sorumluluğunu büyük ölçüde artırıyor.

Amerikalı yetkililer neoliberal dönemin bazı iktisadi sonuçlarını nihayet görüyor gibi görünse de bu sonuçların gerçekte nasıl ortaya çıktığına dair çok az anlayış var gibi görünüyor. Bunun nedeni neredeyse kesin olarak, bugün bu sonuçları görmekle yükümlü olan aynı yetkililerin, bu sonuçları doğuran politikaları önerirken bunları öngörmemiş olmaları. Buna ek olarak, Batı’daki sınıf ilişkileri, zengin Batılıların geri kalanımıza zarar veren politikalardan fayda sağlamasına neden oluyor. Şirket kârları, zengin Amerikalıların geri kalanımıza yüklediği çevresel zararlarla orantılı olarak artıyor.

Grafik: Çin’de son on yıllardaki servet artışı büyük ölçüde özel servetteki büyümenin bir fonksiyonu oldu. Çin’deki en zengin yüzde onluk kesim neredeyse ABD’deki kadar ulusal servete sahip. Temel bir fark, Çin’deki zenginlerin ABD’de olduğu gibi Çin hükümetini (henüz) kontrol etmemesi. Yabancı emperyalistler (ABD) kaynak emperyalizmi yoluyla bu özel zenginliği tehdit ederse Çin hükümeti boş duracak mı? Ve Çin’in sanayi girdilerinde sözleşmeleri güvence altına alma konusundaki öngörüsü göz önüne alındığında, ABD bu kaynakları almak için harekete geçtiğinde (düşünün: Irak 2003) nasıl tepki verecek? Kaynak: Stanford Üniversitesi.

Wall Street, bugün dünyada rastgele katliamın en güçlü amigosu olsa da onu dize getirmek şu anda ABD’nin yurt dışındaki savaşlarına yön veren emperyalist dürtüyü azaltma konusunda muhtemelen çok az şey yapacaktır. Kapitalist terimlerle finansallaşma, ekonomik rant çıkarma ve finansal oyunbazlık yoluyla serveti onu yaratan insanlardan yeni sahiplerine aktarmanın bir yöntemi olarak anlaşılabilir. O halde soru şu: Çin’in devlet bankacılığı sisteminin amacı da bu mudur? Başka bir deyişle, Çin’in yeni mülk sahibi sınıfı sahip olduğu serveti yarattı mı, yoksa finansal oyunlar bu mülkiyeti basitçe onun eline mi verdi?

Hayattaki pek çok şeyde olduğu gibi, cevaplar muhtemelen sırasıyla 1) kısmen ve 2) evet. Bir benzetme yapmak gerekirse, yıllar önce bendeniz, kredi kartı borçlularının yüzde 19,99 ödediği bir dönemde, yüzde birin dörtte biri oranında teminatsız “içeriden” fon alabilmiştim. Aradaki fark Wall Street’teki bayi masalarına yakınlıktı. Her iki kredi türünün de (kredi kartları ve iç oran) teminatsız olduğu göz önüne alındığında, kredi verenler açısından riskler benzerdi. İktidara yakınlık olmasaydı, oranların aynı olması gerekirdi. Bu anlamda finansal kapitalizm, zengin ve güçlüleri daha zengin ve daha güçlü yapmanın bir yolu. Bu örnekte faizden tasarruf edilen para (19,99 – 0,25 = yüzde 19,74) zenginlere servet transferini temsil eder (aradaki fark bende kalmadı, bana geçti).

Amerika’nın retorik olarak piyasalardan savaşa “yönelmesi”, Çin’in GSYİH’sinin Büyük Durgunluk sırasında ABD’ninkini gölgede bırakmasıyla başladı (yukarıdaki üst grafik). Aslında ABD ve AB neoliberal esintili kemer sıkma politikaları uygularken (2010-2015) Çin’in muazzam mali genişlemesi olmasaydı, “Batı” asla toparlanamazdı. Amerikan savaşları jeostratejik terimlerle açıklanma eğiliminde olsa da her iki Dünya Savaşı da dönemin gelişen sanayileşmesini desteklemek için endüstriyel girdileri kontrol etme yarışını içeriyordu.

Sorun şu; endüstriyel savaşın ortaya çıkışı göz önüne alındığında, diğer uluslar tarafından işgal edilmek ve kontrol edilmek istemeyen herhangi bir ulusun sanayileşmekten başka seçeneği yoktur. Bu gerçek hem saldırgan hem de savunmacı sanayileşmeyi teşvik etti. Dünya hakimiyeti peşinde olanlar (ABD, İngilizler, Naziler) sanayileşmeyi, sanayi girdisi olarak kullanılan kaynakları kontrol etme yarışı olarak gördüler. Ve çevreye verdikleri zararı en etkili şekilde başkalarına yükleyebilen uluslar, ulusal ürün/kâr açısından bir fayda görüyor.

Buradaki sonuç henüz yazılmadı. ABD’nin aksine Çin, modern tarihte endüstriyel girdileri güvence altına almak için askeri fetihlere girişmedi. İleriye baktığımızda, muhtemelen yapacak ve muhtemelen yapmayacaktır. ABD’nin iki büyük okyanus arasında bulunması gibi, siyasi “liderlerinin” denizaşırı askeri harekatın potansiyel riskleri ve ödülleri konusunda çarpık değerlendirmeler geliştirmesine yol açmış olabilecek özellikler var. ABD’nin Rusya nefreti hem ırkçı (Slav karşıtı) hem de Birinci Dünya Savaşı’na giden yolda Amerikan yönetici sınıfının emperyal hırslarının bir kalıntısı.

Buradaki amaç Çin’i ya da başka bir ülkeyi yapmadığı eylemlerle suçlamak değil. Bunu yapmasına yol açabilecek koşulların hızla birikmekte olduğunu iddia ediyor. Bu çatışmanın maddi temelini sanayi girdisi olarak kullanılan kaynaklar oluşturuyor. “Doğu”, Amerikan emperyal hırslarına Rusya’nın Ukrayna’da NATO’ya karşı başlattığı özel askerî harekât ve şimdi de savaşla tepki verirken, ABD tehlikeli bir şekilde bocalıyor. Yukarıda belirtildiği üzere, emperyalist çatışmalara girmeye pek ilgi duymayan ya da hiç ilgi duymayan dünyanın diğer ulusları, Amerikan emperyalizmine yurt dışında askeri olarak karşılık verecek mi? Bunu yapmak onları emperyalist yapar mı? Bu farksız bir ayrım mıdır?

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English