Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Filistinli filozof Ahmed Barqawi ile düşünce, ego ve siyonizm üzerine

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Filistinli düşünür Ahmed Nasim Barqawi, ailesi Tulkarim’den 1948 Nakba’sında sürülen ve Şam yakınlarındaki El Hema’da 1950’de doğan bir isim. Doktorasını 1980’de Leningrad’da alan Barqawi, uzun süre Suriye’de yaşadıktan ve Suriye’de ve Arap dünyasında çeşitli üniversitelerde çalıştıktan sonra, 2014 yılında, Suriye’deki protestolara destek verdiği gerekçesiyle ülkeden çıkarıldı ve Dubai’ye yerleşti. Barqawi, Kahire Üniversitesi’nde yıllık iznini geçirdiği sırada Fransız filozof Jacques Derrida ile tanıştı. Bu iki isim, Derrida’nın Mısır Kültür Yüksek Konseyi ve Kahire’deki Fransız Kültür Merkezi’nin daveti üzerine sunum yaptığı bir felsefe sempozyumunda bir araya geldi. Sempozyum ‘Jacques Derrida ve Yapısöküm’ başlığını taşıyordu. Barqawi, felsefi düşüncenin hem evrensel, hem de Arap dünyasındaki değerinin yeniden altını çizmeye çalışırken, tarihi yaratan özel unsur olarak ‘kendinin öneminin farkına varan ego’ya özel bir önem verir. Filistin söz konusu olduğunda ise, Filistinlinin varlığını basitçe siyonist sömürgeciye karşı hak talebi ile sınırlamaz: Ona göre, Filistinli, geçici ve gayrimeşru siyonist varlığın karşısında ‘otantik’ bir varlıktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Filistinli filozof Ahmed Barqawi ile düşünce, ego ve siyonizm üzerine

Hoda Salim al-Muhithawi
Al Majalla
8 Nisan 2024

Filozof Ahmed Nassim Barqawi’nin entelektüel yolculuğu uzun ve zengin olmuştur. Bu yolculuk boyunca birçok meseleyi, ikilemi ve temayı araştırmış ve bunlardan bazılarını Arap dünyasını açıklamak için kullanmıştır.

1950 yılında Filistinli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen yazarın akademik hayatı, Arapların felsefeyle olan ilişkisini araştırmasıyla başladı.

Daha sonra daha derin alanlara, özellikle de ego kavramına girmiş, öyle ki ‘egonun filozofu’ olarak tanınmıştır.

Barqawi, düşüncelerini kötülüğün özüne dair bir kitap olan Karanlık Varlık’ta özetledi ve Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Füceyre’de, düşüncenin kendisine dair entelektüel araştırmanın bir işareti olan Felsefe Evi’nin kurulmasına yardımcı oldu.

Al Majalla ile yaptığı röportajda bu kurum, Filistinli kimliği ve akademik disiplinin Arap dünyasında nasıl daha derin bir önem kazandığı hakkında konuştu.

Felsefenin 2.500 yıldır entelektüel çevrelerdeki geçerliliğini ve önemini koruduğu göz önüne alındığında, önemini vurgulamaya hâlâ ihtiyaç var mı?

Başlangıcından bu kadar uzun bir süre sonra ve entelektüel ve kültürel söylemin küresel bir köşe taşı olarak süregelen rolü göz önüne alındığında, felsefenin önemini savunmak gereksiz görünebilir.

Filozofların toplumun manevi ve entelektüel dokusuna önemli katkılarda bulunan saygın statüsü, felsefenin düşünce ve bilinç üzerindeki kalıcı etkisinin altını çizmektedir.

Yine de, bazı bölgelerde felsefenin eğitim müfredatından çıkarılması, hayati rolünün tekrarlanmasını zorunlu kılmaktadır.

Felsefi söylemin temel eğitim ve yükseköğretim müfredatından dışlanması, bilişsel gelişimde kritik bir boşluğa yol açarak, zihni temel analiz, sentez, anlama ve yorumlama araçlarından mahrum bırakmaktadır.

Felsefe, düşüncenin özü, gerçekliği deşifre etme metodolojisi ve felsefenin tarihsel olarak kurduğu ve geliştirmeye devam ettiği evrensel akıl yürütme tekniklerine dayanan gerçek sorgulama arayışıdır.

Bize tarihi ve olguları zamansal bağlamları içinde yorumlamamızı, belirli olaylara yol açan nesnel ve öznel unsurların karmaşık ağını çözmek için tarihsel yöntemi kullanmamızı öğütler.

The Arabs and the Return of Philosophy [Araplar ve Felsefenin Dönüşü] kitabını 2000 yılında yayınladınız. Yirmi yılı aşkın bir süre sonra, Arap bağlamında felsefenin durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz, özellikle de bazıları onun varlığını sorgularken?

Başlangıç olarak, felsefi söylemi tanımlamak için bir ölçüt oluşturmak zorunludur. Varoluş, bilgi ve değerlere ilişkin her türlü sorgulama doğası gereği felsefi bir sorudur.

Aslında, bir ikileme dönüşen ve öz üzerine bir söylem ortaya çıkaran tefekkür analizine tabi tutulan yaşanmış gerçekliğimizin herhangi bir araştırması da bu niteliktedir: insanlığın doğasından hakikat, adalet, devlet, özgürlük ve yorumlama kavramlarına, varoluşsal özerkliğe ve anlam arayışına kadar uzanabilir.

Bu sorunların kataloğu oldukça geniştir. Arap Rönesansı’ndan bu yana Araplar arasında ortaya çıkan ve önemli meydan okumalara dönüşen soruların izini sürmek, çoğunun kader, tarih, özerklik, ilerleme ve kimlik etrafında yoğunlaştığını ortaya koymaktadır; her biri doğası gereği felsefi niteliktedir.

Gerçek şu ki, biz Arap filozofların birçoğu zaman zaman kendimizi ideoloji ile gerçek felsefe arasında sıkışmış bulduk.

Çok sayıda Arap entelektüelin felsefi sorgulamanın periferisinde kalmasının başlıca nedeni budur.

2005 tarihli çalışmanız The Philosophy of the Ego’dan [Ego Felsefesi] önce odak noktanız genel olarak felsefe ve onun Arap dünyası ile ilişkisi gibi görünüyordu. Egoya doğru bu dönüşü tetikleyen neydi?

Ego üzerine felsefi söylem, Arap dünyasındaki insani ikilemi derinlemesine kabul eder.

Her ne kadar soyut bir felsefi kavram olarak algılansa da, özü bireyin tarih ve gerçeklikle etkileşimine dayanır. Tarih, kozmostaki önemlerinin farkında olan egolar tarafından yaratılır.

Arap dünyasındaki bireyin yok olmadığı –çünkü ölümle yüzleşmek için gerçekten yaşamamıştır, sona ermemiştir, çünkü hiçbir zaman bir sonla karşılaşmaya başlamamıştır, solmamıştır, çünkü hiçbir zaman yok olmak için var olmamıştır– düşüncesi, harekete geçirilmeyi bekleyen gizli bir canlılığın altını çizmektedir.

Dolayısıyla, egoyu savunmak insanlığın uyanışı için bir çağrı anlamına gelir.

Egonun zaferi, tekilliğinin farkına vararak, egoların çeşitliliğini kasıtlı tarihlerini oluşturmak için bir katalizöre dönüştürür.

Hem eylemde hem de teoride özgürlüğe bu uyanış, egonun özgürlük alanının dışında tezahür edemeyeceğini ortaya koyar.

Bununla birlikte, Arap dünyası egonun ortaya çıkması ve gerçekleştirilmesi önünde, ağırlıklı olarak bireyi gölgede bırakan sistemler aracılığıyla engellerle karşılaşmaktadır.

Bunu, kökleri savaşçı despotizme dayanan bir siyasi rejimi içeren ve doktriner saflıklarıyla benliği irdeleyen ve sınırlayan dini otoritelerle birleşen baskıcı bir yapı olarak algılıyorum.

Dinin siyasetle birleşmesi, güçlü bir bastırma gücü oluşturmaktadır.

Ego Felsefesi’nden on yıl sonra, 2015 yılında The Ontology of the Self [Benliğin Ontolojisi] ile bu kavramı yeniden ele aldınız. Neden bu temaya geri döndünüz? Ego hakkında daha fazla ne ifade etmeniz gerekiyordu?

Benlik, dış eylem alanına girdiğinde ve somut varoluşun modaliteleriyle hizalandığında ego olarak tezahür eder.

Benliğe geri dönüşüm, teknokratik-kapitalist akıl ve insanlığı Doğa Ana’nın evladı olarak tanımayan küresel finans zihniyetiyle eleştirel bir ilişkiyi temsil ediyor.

Bu yeniden ziyaret, doğaya kaprisli bir geri çekilme değil, onu kapitalizm ve destekçilerinin yol açtığı çevresel tahribattan korumaya yönelik kasıtlı bir yaklaşımdır.

Dolayısıyla, felsefi düşüncenin çevresinden, felsefenin özüne ilişkin bir ön kavrayışa dayanan çekirdeğine geçmenin zamanı gelmiştir.

Felsefenin amacı sadece mağaranın sınırlarını aydınlatmanın ötesine geçerek bireylerin sınırsız varoluş alanına çıkmalarını kolaylaştırmaktır.

Benliğin Ontolojisi’nde, benliği metafiziğin prangalarından kurtarmaya çalışıyorum.

Özcü bir mercekten bakıldığında, benlik Platonik bir ideale benzer şekilde ciddi bir incelemeye tabi tutulmuştur.

Determinist bir felsefe tarihinin onu düşürdüğü ya da yalnızca yapısalcı bakış açılarıyla algıladığı kasvetli girintilerden yeniden canlandırılan benlik, sesi içimde yankılanan benliktir.

Bu susturulmuş sesi yükseltmeyi, susturulduktan sonra entelektüel özerkliğini yeniden tesis etmeyi amaçlıyorum.

Atıl hale getirilmiş, başkaları tarafından atılmış meşalesindeki ışığı yeniden alevlendirmeye çalışıyorum.

En son çalışmanız Karanlık Varlık. Bu kavramı detaylandırabilir misiniz? Bu ‘karanlık’ varlığın karşısındaki nedir? Işıltılı ya da aydınlık bir şey mi?

İnsanın varoluşu üç farklı anlam alanı içinde ortaya çıkar: azalmış bir anlam, aşkın bir anlam ve anlamsızlık, çünkü anlamsızlık bile kendi anlamını taşır.

Bu anlamlar, bireyin yaşamında belirgin bir şekilde ortaya çıkabilir veya iç içe geçebilir ve belirli koşullar altında bir anlam durumundan diğerine geçiş potansiyeli taşır.

Yetersiz arzular ve katıksız egoizm varlığınızı kısıtladığında, egonuz yaşamın temel yönlerine ve cazibesine yenik düşer.

Tersine, varlığınız dünyevi gerçeklikleri gölgede bırakan büyük özlemler tarafından yönlendirildiğinde, varlığınız cazip bir paradigma olarak ortaya çıkar.

Ancak, varlığınız özelliklerden yoksun ve umuttan yoksun olduğunda, unutulma beklentisiyle yalnızlığın eşiğine gelir.

Karanlık Varlık’ta, soyut kötülük kavramından doğrudan benlikle ilgili olan kötülüğe doğru yol alıyorum.

Karanlık Varlık, kötülüğün, ‘öteki’nin tüm olumsuzlama biçimleriyle, özellikle de geleneksel standartlardan salt sapma ya da saptırmanın aksine şiddet içeren olumsuzlamayla inkâr edilmesi yoluyla tezahürünü temsil eder.

Bu tefekkür şu soruyu akla getiriyor: Karanlık varlığın panzehiri aynı özü barındırabilir mi?

Bu sorgulama bizi, yeni tanımlanmış bir gerçeklik içinde değerlere ilişkin söylemi yeniden incelemeye sevk etmektedir.

Füceyre, BAE’deki Felsefe Evi projesi, dekanı olduğunuz geniş kapsamlı ve önemli bir proje. Bu evi gerçekten tanımlayan nedir ve metaforik olarak konuşursak, duvarları nelerdir?

Gerçekten de buradaki ‘ev’ kavramı, varlığın en uyumlu mekânı olan Ev’in kendisiyle kurduğu derin bir bağı ifade etmektedir.

Felsefe Evi’ni tartışırken, aklın uçuşu için geniş bir alanla, yalnızca sıradan olanı aşabilen aklın yaşayabileceği bir alanla tanışıyoruz.

Heidegger dili varlığın meskeni olarak ortaya koyduysa, felsefeyi de zihnin mabedi olarak düşünmek yerinde olacaktır.

Çünkü tıpkı varlığın tanımını dilde bulması gibi, zihin de yüce varoluşunu felsefe içinde gerçekleştirir.

Bu ev, hayaletler, yanılsamalar, naif fanteziler ve prefabrik çözümler tarafından işgal edilen konutlarla tam bir tezat oluşturuyor.

Bunun yerine, durmaksızın filizlenen sorgulamalar için bir sığınak, kavramların tohumlarının atıldığı verimli bir toprak görevi görür.

Ve felsefi bir müzakereden tam olarak şekillenmiş bir kavram ortaya çıktığında, zihin yalnızlığı içinde sevinir.

Tekrarlamak gerekirse: Felsefe Evi duvarlarla çevrili değildir; daha ziyade aklın genişlemesi için sınırsız bir alandır.

Felsefe Evi dergisi, Füceyre Felsefi Çevresi, felsefi sorgulama derlemeleri, Füceyre Felsefi Sözlük, Füceyre Dünya Felsefe Günü Uluslararası Konferansı, gençler için felsefe atölyeleri, çocuklar için felsefe programları ve Philosophy News yayınını kapsamaktadır.

Filistinli bir anne babanın çocuğusunuz. 1948’de memleketleri Tulkarim’den ayrılmışlar ve kısa süre sonra oraya dönmeyi ummuşlar. Filistin kavramıyla hem insani hem de felsefi olarak nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Bir Filistinli olarak benim için Filistin, tartışmalı bir meselenin sınırlarını aşıyor: Bu sadece Siyonist işgale karşı Filistinli mülteciler ve işgal altında yaşayanlar senaryosu değil.

Bu, halklarının kolektif iradesini hiçe sayarak uluslar tarafından parçalara ayrılacak ve çözülecek bir mesele değildir.

Filistin benim somut kimliğimin, Filistin anlatısını şekillendiren toprak ve halk arasındaki çözülmez bağdan doğan bir kimliğin somutlaşmış halidir.

Bu kimlik topraktan kopuşu tanımaz; hakikat, haklar ve kendini tanımlamanın bir birleşimidir.

Filistin kimliği ne uydurulmuş bir kavramdır, ne efsanevi metinlerden devşirilmiştir ne de gerçekleşmesi için dışarıdan bir onay gerektirmiştir.

Gündelik hayatın gerçeklerinden, kesintisiz bir tarihsel soydan ve anavatana ayrılmaz bir şekilde bağlı bir varoluş bilincinden ortaya çıkar.

Bir Filistinlinin Filistin’e duyduğu derin ve sarsılmaz sevgi, hakikat ve insanlığın bu sentezine dayanır.

Dolayısıyla Filistinli, kararlar ya da deklarasyonlar yoluyla hak talebinde bulunmaz; bu tür jestler daha önce dile getirilen açık gerçeğin yanında sönük kalır.

Anavatan hakları ellerinden alınan –toprakları, tarihleri, dilleri ve doğal çevreleri inkâr edilen– Filistinlilerin içinde bulunduğu durum, çağdaş dünyada eşi benzeri olmayan bir sapkınlığı temsil etmektedir.

Ve ben, Filistinli olarak, Filistin’deki ırkçı, Siyonist ideoloji –gayrimeşru ve geçici bir varlık– karşısında otantik bir varlık olarak duruyorum.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail Refah’a saldırsa da Hamas, Gazze’de varlığını sürdürecek

Yayınlanma

İsrail, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a uluslararası baskılara rağmen geniş çaplı saldırıya hazırlanırken diğer yandan Hamas’tan temizlediğini ilan ettiği Gazze’nin diğer bölgelerinde Hamas saldırılarıyla boğuşuyor. Dün Cibaliya Mülteci Kampı’nda İsrail’e göre 5, Hamas’a göre 12 İsrail askeri öldürüldü. Temizlendiği iddia edilen bölgelerde Hamas’ın yeniden “dirilmesi” İsrail içinde siyasi bölünmelere de yol açıyor.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, güncel gelişmeler ışığında Netanyahu’nun “Hamas’ı ortadan kaldırma” hedefinin neden mümkün olmadığına odaklanıyor:

***

WSJ: Hamas’ın gerilla taktiklerine geçişi İsrail için sonsuz savaş tehlikesini artırıyor

İslamcı militan grup, vur-kaç taktiklerini ve daha küçük savaşçı gruplarını kullanarak ‘yıllarca olmasa bile aylarca’ savaşabileceğini gösteriyor.

Jared Malsin ve Summer Said

Savaşın üzerinden yedi ay geçmesine rağmen Hamas yenilmekten çok uzak ve bu durum İsrail’de sonsuza dek sürecek bir savaşa girdiği korkusunu körüklüyor.

ABD tarafından terörist ilan edilen grup, tünel ağını, küçük savaşçı hücrelerini ve geniş toplumsal etkisini sadece hayatta kalmak için değil, İsrail güçlerini taciz etmek için de kullanıyor. Cibaliya’da savaşan 98. komando tümeninden bir İsrailli yedek asker, Hamas’ın daha agresif saldırdığını, evlerde barınan askerlere ve İsrail askeri araçlarına her gün daha fazla tanksavar füzesi ateşlediğini söyledi.

Hamas’ın dayanıklılığı, Filistinli İslamcı grubun tamamen yok edilmesinin temel savaş hedeflerinden biri olduğunu söyleyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için stratejik bir sorun teşkil ediyor. İsrail’in Hamas’ın yerini almak için inandırıcı bir planı olmadığı ve ordunun elde ettiği kazanımların azalacağı endişesi güvenlik kurumları da dahil İsrail içinde giderek artıyor.

Görgü tanıklarına göre İsrail ordusu, Hamas’ın son kalesi olarak ilan ettiği Refah’a tank ve asker sevk ederken Hamas da Gazze’nin kuzeyindeki İsrail güçlerine bir dizi vur-kaç saldırısı düzenledi. İsrail salı günü yaptığı açıklamada, düzinelerce militanla girdiği çatışmalarda destek için tank birlikleri çağırdığını ve Gazze’nin merkezinde Hamas’ın savaş odası olarak adlandırdığı bir yer de dahil 100’den fazla hedefi havadan vurduğunu söylerken, nispeten sessiz olan bölgeler savaş alanına dönüştü.

Bir çatışma çözümü kuruluşu olan International Crisis Group’un Orta Doğu ve Kuzey Afrika programı başkanı Joost Hiltermann “Hamas Gazze’nin her yerinde. Hamas yenilmiş olmaktan çok uzak” dedi.

Bunun sonucu olarak İsrail de Netanyahu’nun tam zafer hedefine ulaşmaktan uzak görünüyor. Mevcut ve eski İsrailli askeri yetkililere ve ABD istihbarat tahminlerine göre, İsrail Refah’a geniş çaplı bir saldırı düzenlese de düzenlemese de Hamas’ın hayatta kalması ve Gazze’nin diğer bölgelerinde varlığını sürdürmesi muhtemel.

Netanyahu pazartesi günü yaptığı açıklamada Hamas’ın 7 Ekim saldırısına atıfta bulunarak, “Hamas terör rejiminin çöküşünü sağlayana kadar durmayacağız. Saldırıyı düzenleyenlerden sonuncusuna kadar intikam alacağız” dedi.

İsrail başbakanlık ofisi Hamas’ın Gazze’de yeniden ortaya çıkışıyla ilgili yorum yapmayı reddetti.

İsrailli yetkililere göre çoğu sivil bin 200 kişinin ölümüne yol açan 7 Ekim saldırılarının emrini veren Hamas’ın Gazze’deki en üst düzey lideri Yahya Sinvar’ın, örgütün Gazze’nin altındaki tünellerinde saklanarak İsrail saldırısından kurtulmayı başarması da zorlukları artırıyor. Tünel ağının beklenenden daha geniş olduğu ortaya çıktı ve daha önce deniz suyuyla doldurmayı denedikten sonra patlayıcı kullanarak tünelleri temizlemeye çalışan İsrail ordusu için özel bir zorluk olarak önünde duruyor.

Grubun uzun vadede savaştan sağ çıkabileceğine olan inancını yansıtan Sinvar, ateşkes görüşmelerindeki arabuluculara Hamas’ın Refah’ta savaşa hazır olduğu ve Netanyahu’nun Hamas’ı dağıtabileceğine olan inancının saflık olduğu mesajını iletti.

Bir Arap müzakereci Sinvar için “O her zaman Hamas’ın hâlâ komutada olduğunu ve savaş alanını terk etmediklerini ve aylarca, hatta yıllarca devam edebileceklerini göstermek istedi” dedi.

Hamas tünellerini, savaşçılarını ve silah stoklarını kullanarak 2006’da parlamento seçimlerini kazanıp 2007’de askeri olarak yönetimi ele geçirdiğinden beri Gazze Şeridi’nin hükümeti olarak hareket eden bir gruptan gerilla savaş gücüne dönüştü.

Bu değişim kısmen grubun 1980’lerdeki ilk Filistin intifadası ya da ayaklanması sırasında Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail askeri işgaline karşı muhalefeti örgütleyen bir grup olarak köklerine dönüşünü yansıtıyor. Gazze’deki güvenlik analistleri ve tanıklara göre, mevcut savaşta bu, vur-kaç taktikleri kullanmak ve daha küçük savaşçı grupları halinde faaliyet göstermek anlamına geliyor.

Grup savaşma konusunda isteksiz olduğuna dair hiçbir işaret göstermedi. İsrail ateşkes görüşmelerinin son turunda, ilerleme kaydedilmemesi halinde, Hamas’a taleplerini yumuşatması için baskı yapmak amacıyla bir milyondan fazla yerinden edilmiş Filistinlinin barındığı Refah’a gireceği uyarısında bulundu. Hamas yetkilileri, müzakerecilere ateşkese varmak için yeterince esneklik gösterdiklerini ve Netanyahu’nun Refah’ı işgal etme tehditlerine göz yummayacaklarını söyledi.

Üst düzey Hamas yetkilisi Musa Ebu Marzuk, 6 Mayıs’ta Dubai merkezli MBC kanalına verdiği mülakatta “İsrail Refah’a saldırmakla tehdit ediyor ve operasyonlarını orada bitirmeleri gerektiğini söylüyor. Sizi kim durduruyor? Devam edin, saldırınızı gerçekleştirin ve işinizi bitirin” dedi.

Arap müzakereci, ateşkes görüşmelerinin kilit anlarında Sinvar’ın bazen ateş açmayı tercih ettiğini söyledi. Son görüşmeler, Hamas’ın insani yardım için önemli bir sınır kapısına saldırarak dört İsrail askerini öldürmesiyle sekteye uğradı.

Filistinli yetkililere göre savaşın başlamasından bu yana Gazze’de çoğu sivil 35 binden fazla kişi öldürüldü. Bu sayı Hamas savaşçıları ve siviller arasında ayrım yapmıyor.

İsrail geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarına karşılık kuzey Gazze’yi işgal ettiğinde, İsrailli askeri yetkililer kendilerine kuzey Gazze’den başlayarak şeridin bazı bölgelerini Hamas militanlarından temizleme talimatı verildiğini, ancak İsrail güçleri çekildikten sonra bu bölgelerin kontrolünü kimin alacağına dair bir plan yapılmadığını söyledi. İsrail bu yılın başlarında Gazze’nin orta ve güney kesimlerindeki operasyonlara ağırlık verdiğinden güçlerinin büyük bir kısmını kuzey Gazze’den çekmiş ve Hamas’ın yeniden nüfuz kazanması için bir açık kapı bırakmıştı.

Bazı İsrailli güvenlik yetkilileri ve analistler Netanyahu hükümetini Hamas’ın yerini alacak bir otorite için plan yapmamakla suçladı. Diğerleri ise Hamas’ın İsrail ordusuyla işbirliği yapan herkese saldırmakla tehdit ettiği savaşın ortasında alternatif bir Filistin hükümeti kurmanın mümkün olup olmadığını sorguladı.

İsrail askeri sözcüsü Daniel Hagari salı günü yaptığı açıklamada “Hamas’ın yerini neyin alacağına gelince, Hamas’a alternatif bir yönetimin Hamas üzerinde baskı yaratacağına şüphe yok, ancak bu siyasi kademenin yanıtlayacağı bir soru” dedi.

Cibaliya, İsrail’in son günlerde Hamas savaşçılarından temizlemek üzere kuvvet gönderdiği bölgelerden biriydi. İsrail ordusu daha önce de Gazze’nin kuzeyinde örgütün komuta yapılarını çökerttiğini açıklamıştı.

ABD’li yetkililer, İsrail ordusunun kuzeye dönme ihtiyacından endişe duyduklarını belirterek, Biden yönetiminin uzun süredir savaş sonrası bir yönetim planı istediğini kaydetti. ABD’li bir savunma yetkilisi, çatışmaların yeniden başlamasının ordunun orada yaşayan Filistinliler için yeterince çaba göstermediğini ve Hamas ile diğer militanlara geri dönmeleri için alan açtığını gösterdiğini söyledi.

Netanyahu Gazze’de Batı Şeria merkezli Filistin Yönetimi ile çalışmayı reddediyor ve yönetimi Filistinli militan grupları desteklemekle suçluyor.

Hamas ise Gazze’nin bazı bölgelerinde fiili yönetim rolünden vazgeçmiş değil ve militanlarını üniformasız gönderiyor. İsrailli yetkililer Hamas’ın, Hamas liderliğindeki içişleri bakanlığının kontrolü altındaki polis ve sivil savunma organları aracılığıyla nüfuzunu yeniden güçlendirdiğini düşünüyor. Grup aynı zamanda toplumsal bir hareket olarak da varlığını sürdürüyor.

İsrail askeri istihbaratının eski başkanlarından Tümgeneral Tamir Hayman, “Terör faaliyetlerini azaltsanız bile toplumsal yapılar, İslami kardeşlik duygusu, ideolojik ve dini unsurlar hâlâ var. Bu kökten kazınabilecek bir şey değil” dedi.

-Bu makaleye Anat Peled, Fatima AbdulKarim ve Nancy A. Youssef katkıda bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Riyad, mega projelerinin ölçeğini küçültüyor

Yayınlanma

Suudi Arabistan maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen mega projelerini finansman sıkıntısı nedeniyle yeniden gözden geçiyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Riyad’ın Vizyon 2030 kapsamındaki dünyanın en büyük petrol üretici için bile iddialı olan projelerin son durumuna odaklanıyor:  

***

Suudi Arabistan amiral gemisi projelerinin maliyeti konusunda zorlu seçimlerle boğuşuyor

Riyad önceliklerini ve sayısız yatırımını en iyi şekilde nasıl finanse edeceğini yeniden gözden geçirirken The Line projesi küçüldü.

Ahmed Al Omran

Muhammed bin Selman 2017’de, Suudi Arabistan’ı, beraberindeki gösterişten yararlanmak isteyen finansçılar ve şirketler için bir mıknatıs haline getiren kapsamlı ekonomik çeşitlendirme planını “Sınır gökyüzüdür” diyerek ilan etti.

Ancak Veliaht Prens’in planları, iddialı Vizyon 2030 programı orta noktasına ulaşmasıyla birlikte, yerel projeler ve küresel finans yoluyla dalgalanabilecek dış harcamalar üzerindeki yansımalarıyla birlikte bir gerçeklik kontrolüyle karşı karşıya.

Doğrudan yabancı yatırımların beklentilerin altında kalması ve küresel faiz oranlarının hala yüksek olması nedeniyle, krallığın liderleri önceliklerini ve sayısız yatırımlarını en iyi nasıl finanse edeceklerini yeniden gözden geçiriyor.

Planlar hakkında bilgi sahibi kişiler, The Line adı verilen bir “yatay şehir” planını da içeren fütüristik bir bölge olan Neom’daki inşaatın açıklanandan daha küçük olacağını, Riyad’ın nüfusunu 15 milyona çıkarma hedefinin ise 10 milyona düşürüldüğünü söyledi.

The Line’ın 170 km boyunca uzanması ve sonunda 1,5 milyon kişiye ev sahipliği yapması planlanıyordu, ancak proje yetkilileri kısa süre önce ziyaretçilere, “ilk modüle” öncelik verdiklerini ve bu modülün çok daha kısa olacağını ve bu sayının çok azını barındıracağını söyledi.

Planın arkasındaki devlet varlık fonu olan Kamu Yatırım Fonu’nun düşünce tarzına aşina bir kişi, Prens Muhammed’in hangi projelerin ilerlemesi gerektiği ve hangilerinin bekleyebileceği konusunda “bazı zorlu konuşmalar yapmaya hazır olabileceğini” söyledi.

IMF’nin Suudi Arabistan misyonu başkanı Amine Mati, “Yetkililerin bunun bilincinde olduğunu düşünüyorum,” dedi: “Bazı harcamaların ertelenmesinin gerekip gerekmediğini değerlendirmek için yeniden ayarlama yapıyorlar.”

IMF’nin bu yıl %2,6 olarak tahmin ettiği GSYH’nin 2025’te %6’ya yükseleceği öngörüsüyle ülke ekonomisi hala iyi performans gösteriyor. Hükümet, ekonomik reformların performansını değerlendirirken kilit bir gösterge olarak gördüğü petrol dışı büyümenin orta vadede yüzde 5’in üzerinde olmasını bekliyor.

Geçen ay Riyad’da düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu etkinliğinde konuşan Suudi Arabistan yetkilileri de iyimser olmaya çalışırken finansman konusunda “zorluklar” olduğunu ve yerel bankaların likiditesinde sıkışma yaşandığını kabul ettiler.

Maliye Bakanı Mohammed el-Jadaan etkinlikte “Egomuz yok” dedi: “Rotayı değiştireceğiz, ayarlamalar yapacağız, bazı projeleri uzatacağız, bazı projelerin ölçeğini küçülteceğiz, bazı projeleri hızlandıracağız.”

Yetkililer hangi projelerin Jadaan’ın listelediği farklı kategorilere yerleştirileceğini söylemedi, ancak bu tür bir karar, borçlanma limitlerinden İsrail’in Gazze’deki savaşını sona erdirmek ve bölgesel istikrarı sağlamak için diplomatik çabaların bir parçası olarak dış yardım için ne kadar harcayabileceklerine kadar kritik seçimler üzerinde etkili olacak.

Ekonomiyi çeşitlendirmek ve madencilik, turizm ve eğlence gibi yeni sektörlerin kilidini açmak için üstlenilen farklı projeler arasında, Neom muhtemelen Prens Muhammed ile en yakından ilişkili ve en iddialı olanı.

Neom, The Line ve Sindalah tatil adası için mevcut planlara ek olarak Ekim ayından bu yana Akabe Körfezi’nde bir düzine farklı proje açıkladı. Özel bölge başlangıçta 500 milyar dolarlık bir proje olarak lanse edilmişti, ancak bankacılar ve analistler maliyetlerin çok daha yüksek olacağını söylüyor.

Neom’un nihai olarak ne getireceği konusunda uzun zamandır kuşkular vardı ve birçok analist planların her zaman aşırı iddialı olduğuna inanıyordu. Dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olsa bile Suudi Arabistan’ın son yıllarda açıkladığı ve maliyetlerinin 1 trilyon doları aşacağı tahmin edilen tüm projeleri nasıl finanse edeceğine dair sorular vardı.

Suudi Varlık Fonu, Prens Muhammed’in hırsları için ana araç haline geldi. Yönetiminde 925 milyar dolarlık varlık bulunan fonun diğer girişimleri arasında küp şeklinde bir gayrimenkul geliştirme ve başkent Riyad’da bu ay açılışı yapılan bölgenin en büyük su parkını da içeren bir eğlence kompleksi yer alıyor.

Varlık Fonu büyük ölçüde hükümetin nakit transferleri, borçlar, portföy şirketlerinden elde edilen gelirler ve özelleştirmelerle finanse ediliyor. Saudi Aramco’nun özelleştirilmesinin ana alıcısı oldu ve o zamandan beri devlet petrol şirketinin hisselerinin yüzde 12’sini devraldı. Bankacılar Saudi Aramco’nun bir başka hisse satışının Varlık Fonu’nun kasasını desteklemek için kullanılabileceğini düşünüyor.

Suudi Arabistan yakın zamanda önemli yatırımlar gerektirecek birkaç büyük etkinliğe ev sahipliği yapma hakkı kazandı.

Krallık 2024 Asya Futbol Kupası ve Expo 2030’a ev sahipliği yapacak ve 2034 FİFA Dünya Kupası için tek teklif veren ülke oldu. Ayrıca 2029 Asya Kış Oyunları’na ev sahipliği yapmak için bir kayak merkezinin parçası olarak tatlı su gölü geliştirmek üzere İtalyan WeBuild ile 4.7 milyar dolarlık bir sözleşme imzalandı.

Uluslararası bir bankacı “Her şey için yeterli para yok” dedi: “Yatırılan para ile bu yatırımlardan elde edilen getiriler arasında bir boşluk olacak. Bu da soru işaretleri ve şüpheler yaratacak ve şimdiden bazı yatırımları küçültmeye başladılar.”

Açıkça, planların küçültülmesi ilgili her türlü konuşma, krallığın itibarının ve bu tür büyük girişimleri başarma yeteneğinin zedeleneceği korkusuyla hızla reddediliyor

The Line’ın ölçeğinin daraltıldığı iddiası sorulan Ekonomi Bakanı Faysal Ali İbrahim, “Tüm projeler tam gaz ilerliyor. Daha önce benzeri görülmemiş bir şey yapmak için yola çıktık ve yine benzeri görülmemiş bir şey yapıyoruz” dedi.

Suudi Arabistan’ın Dünya Ticaret Örgütü’ne katılma çabalarına öncülük eden eski bir hükümet yetkilisi olan Fawaz Alamy’e göre ülkenin agresif bir şekilde iddialı hedefler peşinde koşması, liderliğin ekonomiyi çeşitlendirme hedeflerinde geride kalındığı ve kaybedilen zamanın telafi edilmesi gerektiği yönündeki telaşından kaynaklanıyor.

Alamy, “Petrol sonsuza dek var olmayacak. Dikkatli olmak [ve] çeşitlendirmek zorundasınız” dedi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

The Economist: Liberal uluslararası düzen yavaş yavaş dağılıyor

Yayınlanma

Dünyanın önemli finans dergilerinden The Economist’te çıkan bir makale, küresel ekonomideki karamsar geleceğin ‘dünya düzenini’ de bozacağını yazıyor.

İlk bakışta dünya ekonomisinin ‘güven verici bir şekilde dirençli göründüğünü’ söyleyen dergi, “Amerika, Çin ile ticaret savaşı tırmanırken bile büyümeye devam etti. Almanya, Rus doğalgazının kesilmesine ekonomik bir felaket yaşamadan dayandı. Ortadoğu’daki savaş petrol şoku getirmedi. Füze atan Husi isyancılar küresel mal akışına neredeyse hiç dokunmadı. Küresel GSYİH’nin bir payı olarak ticaret, pandemiden sonra toparlandı ve bu yıl sağlıklı bir şekilde büyümesi bekleniyor,” diyerek önce bardağın dolu tarafına dikkat çekiyor.

Bununla birlikte, The Economist, daha derine bakıldığında ‘kırılganlık’ görüldüğünü kaydediyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel ekonomiyi yöneten düzenin yıllardır aşındığına işaret eden dergi, bu düzenin bugün çöküşe çok yakın olduğunu ileri sürüyor.

Var olan gerginlikler hiçbir zaman çatışma noktasına gelmese bile, ‘normlardaki bir bozulmanın’ ekonomi üzerindeki etkisinin ‘hızlı ve acımasız’ olabileceğini savunuyor.

Daha derin ve kaotik çöküşler mümkün

Eski düzenin dağılmasının her yerde görülebildiğini öne süren The Economist, iktisadi yaptırımların 1990’larda olduğundan dört kat daha fazla kullanıldığını; artık bir sübvansiyon savaşının sürdüğünü ve her ne kadar dolar baskınlığını korusa ve gelişmekte olan ekonomiler daha dirençli olsa da, küresel sermaye akışlarının parçalanmaya başladığını vurguluyor.

‘Eski sistemi koruyan’ kurumların ya çoktan feshedildiğine ya da güvenilirliklerini hızla kaybettiğine işaret eden dergi, Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu, Uluslararası Adalet Divanı gibi kurumların içine girdiği çıkmazların altını çiziyor.

“Ne yazık ki tarih daha derin, daha kaotik çöküşlerin mümkün olduğunu ve düşüş başladığında aniden vurabileceğini gösteriyor,” diye yazan The Economist, I. Dünya Savaşı’nın, o dönemde pek çok kişinin sonsuza kadar süreceğini varsaydığı ‘küreselleşmenin altın çağını’ sona erdirdiğini hatırlatıyor.

The Economist, 1930’ların başında, Büyük Buhran’ın ve Smoot-Hawley tarifelerinin(*) başlamasının ardından, Amerika’nın ithalatının sadece iki yıl içinde %40 oranında azaldığını vurguluyor ve Ağustos 1971’de Richard Nixon’ın doların altına çevrilebilirliğini askıya almasından sadece 19 ay sonra sabit döviz kurlarından oluşan Bretton Woods sisteminin çöktüğünü yazıyor.

“Dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecek”

“Bugün de benzer bir kopuş hayal edilebilir gibi görünüyor,” diyen dergi, Donald Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönmesinin, kurumların ve normların erozyonunu devam ettireceğini öne sürüyor.

Dergi, şu senaryoların çöküşü hızlandırabileceğini yazıyor: İkinci bir ucuz Çin ithalatı dalgası korkusu; Tayvan konusunda ABD ve Çin arasında ya da Batı ve Rusya arasında çıkacak açık bir savaş.

Bugün, küreselleşmeye yönelik eleştirilerin ‘moda olduğunu’ fakat ‘liberal kapitalizmin zirve noktası olan 1990’lar ve 2000’lerdeki başarıların tarihte eşi benzeri bulunmadığını’ savunan The Economist, “Son araştırmalar, günümüz liderlerinin değiştirmeyi umdukları ‘Washington Uzlaşması’ döneminin, yoksul ülkelerin zengin dünya ile aralarındaki farkı kapatarak büyümeyi yakalamaya başladıkları bir dönem olduğunu göstermektedir,” diye yazıyor.

Sistem bir kez bozulduğunda, yerine yeni kuralların konmasının pek olası olmadığını düşünen dergi, “Bunun yerine dünya işleri, haydutluğu ve şiddeti destekleyen doğal anarşi durumuna sürüklenecektir,” iddiasında bulunuyor.

The Economist’teki makale şöyle sona eriyor:

1. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan sistemin Amerika’nın enternasyonalist ilkeleri ile stratejik çıkarları arasında bir evlilik sağladığı doğrudur. Fakat liberal düzen, dünyanın geri kalanına da büyük faydalar sağlamıştır. Dünyadaki yoksulların çoğu, IMF’nin COVID-19 salgınını takip eden devlet borçları krizini çözememesinin acısını çekmeye başladı bile. Hindistan ve Endonezya gibi zenginliğe giden yolda ticaret yapmayı uman orta gelirli ülkeler, eski düzenin parçalanmışlığının yarattığı fırsatlardan yararlanıyor, fakat sonuçta küresel ekonominin entegre ve öngörülebilir kalmasına güvenecekler. Gelişmiş dünyanın büyük bir kısmının, özellikle de Birleşik Krallık ve Güney Kore gibi küçük, açık ekonomilerin refahı tamamen ticarete bağlıdır. Amerika’daki güçlü büyüme ile desteklenen dünya ekonomisi, üzerine fırlatılan her şeyi göğüsleyebilirmiş gibi görünebilir. Ama göğüsleyemez.


(*) Smoot-Hawley tarifeleri: Smoot-Hawley Yasası, ABD’li çiftçileri ve diğer endüstrileri yabancı rakiplerden korumak için oluşturuldu. Yasa, ABD’ye yapılan yabancı ithalat üzerindeki gümrük vergilerini yaklaşık %20 oranında artırdı. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English