Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

‘Biden’ın ekonomi politikası AB’yi sert vuruyor’

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un bu ayın başında Atlantik’in öte yakasına yaptığı dört günlük ziyarette ağzından “karşılıklı dostane ilişkilerin” süreceğine dair taahhüt çıksa da ziyaretin arka planındaki meseleler farklıydı. Macron, ortağının huzuruna bir çanta dolusu şikayet ve suçlamayla beraber gelmişti. Fransa lideri, ziyaretten bir gün evvel ve ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarda ABD ve AB ekonomilerinin Amerikan topraklarındaki şirketlere sunulan devasa sübvansiyonlar eşitsiz konumda olduğunu tekrar etti. Fransız gazetesi Les Echos, modern Amerikan siyasetinin ana ilkesini şu şekilde yorumladı: “Önce Amerika, en son Avrupa mı?” Ayrıca Macron, Enflasyonu Düşürme Yasası’nın müzakere edildiği esnada kimsenin kendisiyle temasa geçmeye çalışmamasını “şaşkınlıkla karşıladığını” belirtti. Fransa’nı 1 Ocak’tan 30 Haziran’a kadar AB dönem başkanlığını üstlendiğini anımsatan Macron, “Bir dostunuz olarak saygı görmek istiyoruz” dedi. Le Figaro gazetesinin Washington muhabiri Philippe Gelie, bu sözlerin Macron’un dört yıl önce ABD Başkanı Joe Biden’ın selefi Donald Trump’a söylediği sözlerin yaklaşık olarak aynısı olduğunu anımsattı. O dönem Macron, Beyaz Saray’ın “Avrupalı ​​ortaklarının” çıkarlarını hesaba almaya pek meyilli olmayan eski sahibine “Müttefikler arasında ticaret savaşı olmaz” demişti. Fransa Cumhurbaşkanı, Biden’ın ağustos ayında imzaladığı Enflasyonu Düşürme Yasası’na isyan etmişti; zira yaklaşık 400 milyar dolarlık bir sübvansiyon paketi içeriyordu. Amerikan ekonomisinde “karbondioksit emisyonlarını azaltma” hedefinin yer aldığı yasanın hedefinde, esas olarak Avrupalı şirketler vardı. Rus siyaset bilimci Andrey Kadomtsev, Rusya Dışişleri Bakanlığı’nın Uluslararası İlişkiler Dergisinde yer bulan makalesinde, iktisadi ilişkilerden Biden ABD’sinin Avrupa’ya Trump’tan çok daha fazla zarar getirdiği ve Washington’un korumacı politikalara geri dönmeye başladığı değerlendirmesini yapıyor.


“Trump’tan da kötü”: Biden’ın ekonomi politikası AB’yi daha da sert vuruyor

Andrey Kadomtsev
16 Aralık 2022

Fransız gazetesi Le Monde, yazarının “Biden’ın AB ekonomisi açısından Trump’tan daha kötü olduğunu kanıtladığını” iddia ettiği bir makale yayımladı. Bu makale ise durumu daha detaylı inceleyecek.

ABD’nin ticaret politikası, 19. yüzyılın tamamı boyunca istikrarlı bir korumacılık sergiledi. Ancak 1930’larda Franklin Roosevelt iktidara gelince durum değişmeye başladı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin küresel ekonomideki payı yüzde 50’yi geçti. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Washington, sonraki yıllarda “ticaret serbestisi”nin önde gelen bir savunucusu haline geldi. Buna rağmen ABD, yerli üreticilerin çıkarlarının tehlikeye düştüğü her durumda müttefikleri üzerinde baskı kurmak için jeopolitik üstünlüğünü kullanmaktan geri durmadı.

Korumacılık paradigmasına dönüş, 2008’de patlak veren küresel mali krizden sonra kendini yeniden hissettirdi. Buna eklenen bir diğer faktör de Çin’in ekonomik büyümesindeki hızlanmaydı. Obama görevdeyken, ABD’nin bilhassa önemli gördüğü sektörlerdeki rekabeti örtülü bir biçimde kısıtlayan bir ticaret birliği politikası geliştirmeye çalıştı. Trump yönetimi bu konuda hiç “gözünü budaktan sakınmadı” ve hem muhaliflere hem de potansiyel müttefiklere gümrük vergisi darbeleri indirdi. Ayrıca The Economist’e göre Cumhuriyetçi Başkan, devlet satın alma sözleşmelerinin Amerikalı tedarikçilerle yapılmasını teşvik eden en az on kararname imzaladı.

Trump’ın mağlubiyeti ve Josef Biden’ın gelişi, AB genelinde geniş kapsamlı bir rahatlamaya ve aynı şekilde beklentilerin yükselmesine neden oldu. Trump’ın retoriği karşısında korkuya kapılan Avrupalılar, geleneksel düzeni temsil eden bir başkanın dönmüş olmasını memnuniyetle karşıladılar. Biden, Amerika’nın temel dış politika taahhütlerini koruma planlarını açıkladı. Fakat Washington, Avrupa için endişe verici görünen sinyaller göndermeyi sürdürdü. Örneğin, yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinken, AB’yi Çin ile yatırım anlaşması yapmaması konusunda defalarca uyardı. Söz konusu anlaşmanın 2020’in sonunda imzalanmasının ardından Biden’ın temsilcileri derin hüsran yaşadıklarını dile getirdi.

Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Biden, Amerikan devlet şirketlerine yabancı mal ve hizmet alımına yeni kısıtlamalar getiren bir kararname çıkardı. ABD hükümetinin yıllık satın alma bütçesi 600 milyar dolardan fazla. Biden’ın kararnamesi, devletin elindeki işletmelerin tüm bu bütçeyi en başta “Amerikan üretimi” mal ve hizmetlere harcamasını şart koşuyordu. Böylelikle kendisini Trump’ın düşmanı olarak konumlandıran yeni başkan, fiilen selefinin politikasını sürdürmüştü. Trans-Atlantik ilişkilerde, Trump’ın güttüğü “Önce Amerika” politikasının tetiklediği soğumanın Washington’u hiç ürkütmediği ortaya çıktı.

Avrupa, Trump’ın gidişiyle ABD ile “özel ilişkileri” sürdürme mücadelesinden sonuç alamayacağının iyiyden iyiye farkına varıyor. Avrupa Birliği, bundan ziyade artık Washington’u “özel” ilişkilerde uzun vadeli çıkarları korumanın önemi konusunda ikna etmeyi sürdürmek zorunda kalacak. Avrupalı uzman İvan Krastev’in bir yıl önce işaret ettiği gibi, “Amerikalılar Avrupa’ya dünyanın değiştiğini izah etmeye çalışıyor”. Eski düzene dönüşe dair fikirler birer illüzyondan ibaret. Avrupa Birliği, Avrupalıların güçlü yanları olarak gördüğü birçok şeyin ABD tarafından küçümsendiğini anlamak zorunda kalacak. Ortak bir Atlantik ötesi teknolojik saha yaratma fikri böyle bir şey. ABD, Biden ile birlikte böyle bir şeyin olmayacağını açıkça ortaya koyuyor: “Amerika bölgesi, Çin bölgesi ve bir teknolojik duvar olacağını düşünüyorlar. İki bölgede birden iş yapmak imkansız hale gelecek, standartlarda sorunlar başlayacak.

Biden’ın Avrupa’ya yaptığı ilk ziyarette, Amerikan tarzındaki “normlara dönüşün” politika değil, yöntem değişikliği gerektirdiği açığa çıktı. Biden gümrük vergilerini artırmıyor. Hatta uçak üreticilerine sübvansiyonları ve ABD ile Avrupa arasındaki çelik ve alüminyum üzerindeki gümrük vergilerine dair anlaşmazlıkları çözmeyi bile kabul ediyor. “Stratejisi, iç pazarın korunmasına odaklanarak kârdan çok sanayiye yönelik.” Biden, seçim kampanyası sırasında dış politikayı “Amerikalı işçilere daha fazla yarar getirecek” şekilde değiştirme sözü vermişti.

Le Monde’a göre genel manada Biden, bu farklılaşma dahilinde sadece korumacılık değil, milliyetçilik politikasına da geri döndü. Biden, Trump’ın “Amerika’yı Yeniden Büyük Kıl” [Make America Great Again] sloganı yerine kapsamlı bir strateji ortaya koydu: “ABD’nin üretimini ülkeye taşıyacağız.” Biden yönetimi, mikro çip endüstrisini sübvanse etmek için 280 milyar dolar, sözümona enflasyonu düşürme yasası [IRA] kapsamında diğer sektörlere 370 milyar dolar ayırıyor. Avrupa’yı endişelendiren şu: “Bunca yıldır dünyaya korumacılığa karşı ihtar veren Amerika, şimdi bunu destekliyor. Ülke, katma değer yaratmadaki stratejik zincirleri ülkesine geri gönderme zamanının geldiği konusunda fikir birliğine vardı.” Bu arada üretim tesislerinin büyük bir kısmını kaybeden AB’nin, artık denizaşırı ortağının bu beklenmedik hareketine nasıl yanıt vereceği konusunda hiçbir fikri yok.

Ağustos ayında kabul edilen Enflasyonu Düşürme Yasası, aslen ABD ekonomisinin karbondan arındırılmasını teşvik etmek için yüz milyarlarca dolar değerinde sübvansiyon tahsis etmek üzere tasarlandı. Avrupa Birliği yıllardır ABD’yi olumsuz iklim değişikliklerine karşı önlemlerin uygulanmasını hızlandırmaya çağırıyordu. Fakat Biden yönetiminin “yeşil tedbirlerinin” kapsamı, tıpkı uygulamada olduğu gibi, Avrupalı yetkilileri ve sanayicileri şoka sürükledi. Batılı gözlemciler, Ukrayna ihtilafı devam ederken “Batı’nın daha güçlü konsolidasyonu” yönündeki resmi beyanlara rağmen, yeni bir ticaret savaşı tehdidinden bahsetmeye başladılar.

Kasım ayında Fransız gazetesi Le Figaro, AB İç Pazar Komiseri Thierry Breton’un “Avrupa’ya yerleşmekle hiçbir ilgisi olmayan 367 milyar dolar değerindeki devasa sübvansiyonları” eleştirdiğini aktardı. AB yetkilisine göre Beyaz Saray’ın girişimlerinin ardında ABD şirketlerine rekabet avantajı sağlanması yatıyor. İlk itiraz edenlerden biri Paris oldu. Fransa Ekonomi Bakanı Bruno Le Maire, Biden’ın ekonomi politikasının ABD ve Çin’in gerisinde kalan Avrupalıların “teknolojik, endüstriyel ve ekonomik geri kalmışlığını” ağırlaştırabileceğine dikkat çekti. Bu, dünyanın en büyük iki ekonomisine “tam yetki veriyor”.

Biden yönetiminin tahsis etmeyi planladığı sübvansiyonlardan aslan payı, işletmeleri ABD’de veya Kanada ve Meksika’da bulunan şirketlere gidecek. ABD topraklarında üretilen “yeşil” ürünlerin tedarikçileri, perakende fiyatının yüzde birkaç düzinesine ulaşabilen vergi muafiyetleri isteme hakkına sahip. AB’de üretilen ithal ürünler bunlardan istifade edemeyecek. AB liderliği, bu sözde “destek tedbirlerinin” DTÖ tüzüğünde teminat altına alınan uluslararası ticaret ilkeleriyle açıkça çeliştiğini savunuyor. ABD, AB’nin feryadının haksız olmadığını kabul etmeye de hazır. Fakat her şeyden önce Washington, bu yasanın siyasi skandala batmış Kongre’nin onayını almasının tek yolunun bu olduğunu söylüyor. İkincisi, hiçbir şey Avrupalıları DTÖ’ye şikayette bulunmaktan alıkoyamaz. Ancak işin püf noktası, Trump gibi Biden’ın da uluslararası ticaretin tüm mimarisinde “reform” yapılması gerektiği bahanesiyle Dünya Ticaret Örgütü’nün organlarına keyfi olarak yeni üye atanmasını engellemesi.

IRA, ABD ile AB arasında büyüyen sayısız ekonomik anlaşmazlığın en son örneklerinden yalnızca bir tanesi. Bu yıl, doğu yarımkürenin ordularıyla yeni sözleşmeler konusunda Amerikan ve Avrupalı silah üreticileri arasındaki daha şiddetli bir mücadeleye sahne oldu. Brüksel makamları, AB’nin iç pazardaki payı yüzde 40’a düşen üretim sektörünü korumak için tedbirler alıyor. Bu mücadelede gözle görülür sonuçlar elde edilecekse, Amerikalı silah tedarikçilerinin Avrupa pazarındaki varlığının kısıtlanması elzem. Bu tedarikçiler, Washington’dan doğrudan ve dolaylı kayda değer miktarda sübvansiyon alıyor. Fakat, AB’den gelen mali yardımlar makul olarak sınırlı. Ayrıca, aynı zamanda NATO üyesi olan birçok AB üyesi, ABD’den silah alımını ilave askeri ve siyasi garantilere yapılan yatırımlar olarak görüyor.

Amerika, yaptırıma dayalı bir politika yoluyla bile kendisine tek taraflı ekonomik avantajlar sağlıyor. Ukrayna’daki ihtilafın şubat ayı sonunda yeni bir boyuta ulaşmasının ardından Biden’ın Rusya’ya karşı yaptırımlara yönelik tüm girişimleri Avrupalı siyasi çevrelerde coşkuyla karşılanmıştı. Washington, “Rusya’yı kontrol altına alma” zaruretine ilişkin söylemini durmaksızın şiddetlendiriyor ve AB’nin Moskova’ya yönelik yaptırımları sıkılaştırmasına neden oluyor. Bununla birlikte hammadde tedariki ve Rusya ile ticarete dönük yeni kısıtlamalar, birçoğu Amerikan şirketlerinin kayda değer rakipleri olan doğu yarımküre üreticilerine hissedilir zararlar veriyor. Şu an AB ülkeleri, Rusya’dan çok daha ucuz boru hattı gazı yerine, ABD’den pahalı sıvılaştırılmış doğalgazı alımını giderek artırmak zorunda. Nihayetinde düzenli olarak, yükselen maliyetler nedeniyle Avrupa’daki üretimin ABD’ye kaydığına dair haberler geliyor.

Biden’ın zaferinin ardından ortaklar ve vekiller, yeni başkanın “ABD’nin müttefiklik taahhütlerine dönüşe” dair sözlerinin ardından, en azından Trump yönetiminin Avrupa ve Asya ülkelerine uyguladığı sayısız ekonomik cezayı hafifletecek hamlelerin geleceğini zannettiler. Fakat Biden’ın görevdeki iki yılı, Demokrat başkanın da yalnızca Amerikan ekonomisini canlandırmaya yönelik tedbirlere odaklandığını gösterdi.

Koronavirüs pandemisinin sona ermesiyle Amerikan ekonomisini eski haline getirme ve kontrolden çıkan enflasyonla mücadele etme zamanı geldi. Biden’ın azalan popülaritesi ve ara seçimlerde Kongre’nin alt kanadını kaybedeceği bir ortamda Beyaz Saray, ulusal rekabet gücünü güçlendirme yönündeki çıkarlarına ters düşecek tedbirleri kaldıramaz. “Çin’le mücadele” gündemi, Amerika’nın yeniden sanayileşmesini kastediyor. Ayrıca, ülke ekonomisinin hızlı bir şekilde karbondan arındırılmasına dönük planlar, ekonominin birçok sektöründe teknolojik paradigmanın değiştirilmesini gerektiriyor.

Son seçimlerde Trump’ın yenilmesine rağmen kâr odaklı politikası Amerikan seçmeninin yaklaşık yüzde 50’sinin desteğini almaya devam ediyor. İzolasyoncu duygudurum da müesses nizam içinde güç kazanıyor. ABD’nin “devasa ve büyüyen” bir iç pazara ve küresel askeri varlığını sürdürmeyi mümkün kılan finansal fırsatlara sahip dünyanın tek gücü haline geleceğine dair inanç oldukça popüler. Bu modelde, ekonomik sorunlar, artan borç yükü, yaşlı nüfustaki kronik işsizlik ve artan eşitsizlik nedeniyle Avrupa’nın istikbalinde istikrarlı bir çöküş gözlemleniyor. Öngörülen neticelerden biri, milliyetçilik ve korumacılığın patlak vermesi. Amerika, bu bakış açısı doğrultusunda ilerisi için plan yapıyor.

Biden, ülke içindeki endişeler ve Avrupa’nın yıllardır var olan inançlarına oynayarak başarılı bir biçimde ülkesi adına tek taraflı avantajlar sağlıyor. Amerikan müesses nizamı, mevcut başkan şahsında, eşit koşullarda rekabet girişimlerinin ABD’nin çıkarlarına tecavüz olarak algılandığını açıkça ortaya koyuyor. AB için tehlikeler giderek artıyor: Avrupalılar, Washington’un baskısına boyun eğdikten sonra her seferinde dünyanın en iyi ekonomilerinden biri olma konumlarını geri dönülmez bir şekilde kaybetme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar.

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: Biden yönetimi Gazze’de savaş sürerken kuzeydeki sorunu aşmayı umuyor

Yayınlanma

ABD, Gazze’deki başarısız ateşkes diplomasisinden sonra şimdi de gerilimin iyice tırmandığı Lübnan cephesinde yine başarısız olacağı baştan belli bir diplomasi yürütüyor. İsrail ile Hizbullah’ın topyekûn savaşa girmesini engellemek için İsrail, Lübnan ve bölgedeki diğer ülkelerle temasta. Washington, Hizbullah defalarca ilan etmesine rağmen Gazze’deki kriz devam etse de İsrail-Hizbullah krizini çözebileceğini düşünüyor. Tıpkı Kızıldeniz’de bombalayarak Husileri durdurabileceğini umduğu gibi…

***

Biden yönetimi, İsrail ile Hizbullah arasındaki daha geniş bir savaşı önlemek için çabalıyor

Beyaz Saray’ın diplomatik atağı, Gazze’de ateşkes sağlanması için haftalarca süren başarısız baskıların ardından geldi

Michael R. Gordon

ABD’li yetkililer, Biden yönetiminin İsrail ile Hizbullah arasında Lübnan’ın güneyinde giderek kötüleşen sınır çatışmalarını azaltma çabasının, ABD’nin Gazze’de ateşkes sağlamakta karşılaştığı güçlükler nedeniyle büyük zorluklarla karşılaştığını söylüyor.

İki cephe arasındaki bağlantılar, İran’ı da içine çekebilecek ve çatışmaları Gazze’nin çok ötesine taşıyabilecek geniş çaplı bir savaşı önlemeye çalışan Beyaz Saray’ın karşı karşıya olduğu diplomatik çıkmazın altını çiziyor.

Beyaz Saray, İsrail’in kuzey sınırındaki gerilimin azaltılmasının Gazze’de sağlanması zor bir ateşkese bağlı olamayacağı konusunda ısrar ediyor ve Hamas’a güneydeki çatışmaları durdurmayı kabul etmesi için haftalarca süren başarısız baskının ardından kuzeydeki gerilimi yatıştırmak için büyük bir diplomatik çaba sarf ediyor.

Ancak ABD tarafından “terörist” olarak tanımlanan ve Hamas’ın önemli bir müttefiki olan Hizbullah’ın son haftalarda İsrail’in kuzeyine yönelik roket ve insansız hava aracı saldırılarını yoğunlaştırması, tehdidi sona erdirme ve kuzeye tahliye edilmek zorunda kalan 70.000 kadar vatandaşını geri gönderme sözü veren İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hükümeti üzerindeki baskıyı arttırdı.

Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, bu ayın başlarında Beyrut’tan yaptığı bir televizyon konuşmasında İsrail’i “ülkede hiçbir yer roketlerimizden korunamaz” diye uyardı.

Biden yönetiminden üst düzey bir yetkili çarşamba günü gazetecilere yaptığı açıklamada “Nasrallah’ın mantığı… her şeyin Gazze’ye bağlı olduğu ve Gazze’de ateşkes sağlanana kadar İsrail’e ateşin durmayacağıdır. Açıkçası bu mantığı tamamen reddediyoruz” dedi.

ABD özel temsilcisi Amos Hochstein’ın Hizbullah’ın sınırdan geri çekilmesini de içeren bir anlaşma yapma çabaları şu ana kadar sonuçsuz kaldı.

İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant bu hafta Beyaz Saray, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon yetkilileriyle üst düzey görüşmeler için Washington’da bulunduğu sırada Hochstein ile Lübnan konusunda iki kez görüştü.

Gallant, salı günü gazetecilere yaptığı açıklamada, “İsrail kuzeydeki güvenlik durumunu değiştirecek bir çözüm bulmak istiyor. Savaş istemiyoruz ama her türlü senaryoya da hazırlıklıyız. İsrail sınırında Hizbullah birliklerini ve askeri oluşumlarını kabul etmeyeceğiz. Kuzey toplumlarımıza yönelik tehditleri kabul etmeyeceğiz” dedi.

Hochstein geçen hafta üst düzey yetkililerle görüşmek üzere Lübnan’a yaptığı ziyaret sırasında Netanyahu ile de görüştü.

İsrail ve Hizbullah, İran’a bağlı milislerin Filistinli hareket Hamas’ın Gazze’de savaşa yol açan saldırılarını desteklediği 7 Ekim’den bu yana karşılıklı ateş açıyor. Hem Hizbullah hem de İsrail düşmanlıklarını daha büyük bir çatışmaya dönüştürme konusunda isteksiz davranırken, her ikisi de çatışmayı tırmandırabileceklerinin sinyallerini veriyor.

Bu ayın başlarında Hizbullah, Hayfa’daki İsrail limanı üzerinde uçan bir keşif uçağına ait olduğunu söylediği bir video yayınladı. Bir başka Hizbullah insansız hava aracı da aşağı Celile üzerinde İsrail güçleri tarafından düşürüldü.

İsrail güçleri ise Hizbullah komutanlarına karşı hava saldırıları düzenliyor. Geçen hafta İsrail ordusu Hizbullah’a karşı olası bir askeri operasyon planını onayladı ancak operasyon için hükümetin onayı gerekiyor.

İsrail için Hizbullah’a karşı savaşmak, Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaştan çok daha zorlu bir görev olacak. Uzmanlar Lübnanlı grubun 150.000’den fazla roket ve füzeden oluşan bir cephaneliği olduğunu ve bunların bir kısmının İsrail’in füze savunma sistemlerine rağmen Tel Aviv ve İsrail’in diğer şehirlerine ulaşabileceğini tahmin ediyor.

İsrail ordusuna göre Hizbullah çatışmanın başlamasından bu yana İsrail’e 5.000’den fazla roket, tanksavar füzesi ve patlayıcı insansız hava aracı fırlattı. Grubun açıklamalarına dayanan bir çeteleye göre Ekim ayından bu yana en az 338 Hizbullah savaşçısı öldürüldü. Lübnanlı yetkililere ve Birleşmiş Milletler İnsani İşler Koordinasyon Ofisi’ne göre en az 95 Lübnanlı sivil de öldürüldü.

İsrail’in kuzey sınırına odaklanan ve kâr amacı gütmeyen bir araştırma merkezi olan Alma Araştırma ve Eğitim Merkezi’ne göre, evlerinden olan binlerce kişiye ek, çatışmalar nedeniyle en az 17 İsrail askeri ve dokuz sivil öldürüldü.

Üst düzey ABD’li yetkililer Hizbullah, İsrail ve İran’ın Gazze’deki yıkımı gölgede bırakacak kapsamlı bir savaş istemediklerine inandıklarını söylerken, bazıları da iki taraf arasında tırmanan gerilimin kontrolden çıkmasından korkuyor.

Trump döneminde Dışişleri Bakanlığı’nın Orta Doğu’dan sorumlu üst düzey yöneticisi olarak görev yapan David Schenker, “Yeni bir Hizbullah-İsrail savaşının yıkıcı sonuçlarından ve İran’ın da savaşa katılma ihtimalinden endişe duyan Biden yönetimi, nihayetinde kaçınılmaz olabilecek bir çatışmayı ertelemek için büyük diplomatik çaba sarf ediyor” dedi.

ABD’li yetkililer diplomatik çabalarının durmadığı konusunda ısrarlı.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi gazetecilere yaptığı açıklamada “Devam eden bir diplomatik sürecimiz var. İsrailliler, Lübnanlılar ve diğerleriyle oldukça yoğun istişarelerde bulunuyoruz” dedi.

Mevcut ve eski yetkililere göre ABD’nin gerilimi düşürmek için önerdiği fikirler arasında Lübnan Silahlı Kuvvetleri’nden birkaç bin askerin Hizbullah’ın boşalttığı sınır bölgelerine taşınması ve bu askerlerin sınırdan yedi kilometre geri çekilmesi yer alıyor. Schenker buna ek olarak, halihazırda güney Lübnan’da konuşlanmış olan BM barış gücünün de genişletilebileceğini söyledi. Schenker, Hizbullah’ın geri çekilmesi karşılığında İsrail’in de Lübnan üzerinde savaş uçakları ve insansız hava araçları uçurmayı azaltmayı kabul edeceğini söyledi.

Amerikalı yetkililer, gerilimi azaltma anlaşmasına uyması için Hizbullah üzerindeki baskıyı artırmak amacıyla, diplomatik çabaların başarısızlığa uğraması halinde Washington’un İsrail ordusunu geri çekecek konumda olmayacağı uyarısında bulundu.

Üst düzey bir yönetim yetkilisi “İsrail’i ve ulusal güvenlik çıkarlarını… Hizbullah gibi gruplara karşı savunmasını tamamen destekliyoruz” dedi.

Ancak Genelkurmay Başkanı Hava Kuvvetleri Generali CQ Brown pazar günü gazetecilere yaptığı açıklamada ABD ordusunun İsrail’i Hizbullah’ın büyük bir saldırısına karşı, İran’ın balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla saldırdığı Nisan ayında ülkeyi koruduğu kadar başarılı bir şekilde savunamayacağını söyledi.

ABD ve diğer ülkelerin yardımıyla İsrail, İran ve milis müttefikleri tarafından ateşlenen 300’den fazla insansız hava aracı ile balistik ve seyir füzelerinin neredeyse tamamını durdurdu. Ancak Brown, Hizbullah’ın elinde çok sayıda kısa menzilli roket bulunduğunu, bunların ABD tarafından engellenmesinin zor olacağını ve İran’ın tepkisini tetikleyebileceği uyarısında bulundu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Fyodor Lukyanov ile mülakat: Ermenistan-Türkiye ilişkilerinin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası mümkün

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ermenistan ile Azerbaycan arasında sınır belirleme çalışmaları nisan ayı sonunda başladı. Bu bağlamda geçen hafta Gazah bölgesine bağlı Bağanis Ayrım, Aşağı Eskipara, Heyrimli ve Kızılhacılı Bakü’nün kontrolüne geçti. Geçen haftalarda buna tepki olarak Ermenistan’da “Vatan Adına Tavuş” hareketi Tavuş kasabasından Erivan’a yürüyüş başlattı. Devamında Erivan’da oturma eylemleri düzenlendi ve hadise çok sürmedi.

Karabağ artık Ermenistan’ın hakimiyetinden çıktı ve talep ettiği “güvenlik kuşağı” defteri kapandı. Aşağıda tercümesi verilen mülakatta Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, Erivan ile Ankara arasında yakın zaman içinde pirüpak bir sayfa açılmasını göz ardı etmediğini söylüyor.


Lukyanov: Ermenistan için Avrupa’daki tek seçenek Türkiye

Hayk Halatyan

Verelq.am

21 Haziran 2024

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz ne kadar ileri gidebilir? Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor? Rusya ile siyasi ilişkileri yeniden düşünmek ve aynı zamanda Ermenistan açısından son derece faydalı olan iktisadi ilişkileri sürdürmek mümkün mü? Ermenistan açısından Avrupa entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Russia in Global Politics dergisinin genel yayın yönetmeni, Rusya Dış ve Savunma Politikası Konseyi Başkanlık Divanı Başkanı ve Valday Uluslararası Tartışma Kulübü Araştırma Direktörü Fyodor Lukyanov, bu ve daha fazlasını yanıtladı.

Ermenistan-Rusya ilişkilerindeki mevcut kriz nereye kadar gidebilir? Ve Moskova, Ermenistan’ın Batı ile yakınlaşmasına nasıl bakıyor?

Kriz vektörel. Ermenistan yönetiminin net bir yol seçtiğini ve bunu tutarlı bir şekilde sürdürdüğünü kabul etmelisiniz. Bu sadece pratik yönlerle ilgili değil, aynı zamanda sembolizmle de ilgili. Buça ziyareti ve benzerleri, sinyaller açık. Bu açıdan süreç geri döndürülemez görünüyor.

Konuyla çok ilgili olmasam da Rusya’nın şu anda son derece temkinli davrandığını söyleyebilirim. Diplomatik adımlar atıldı, büyükelçi istişareler için geri çağrıldı, açıklamalar yapıldı. Fakat genel manada Rusya’nın benzer durumlarda —Gürcistan, Moldova ya da başka yerlerde— nasıl tepki verdiğini biliyoruz. Şimdiye dek böyle bir şey görmedik, bu nedenle “aktif gözlem pozisyonunun” bir süre daha devam edeceğini düşünüyorum.

KGAÖ’ye gelince, mesele açık görünüyor: Ermenistan’ın bu örgüte ihtiyacı yok. Halihazırda bu sadece Rusya’nın alanına ait olmanın sembolik bir işaretiydi. Fakat kilit nokta, Rusya’nın Ermenistan’daki askeri üssü olacaktır. Ermeni tarafı üssün geri çekilmesini talep ederse Rusya buna uymak zorunda. Bu muhtemelen Ermenistan ile ilişkilerin kayda değer ölçüde yeniden düzenlenmesine yol açacaktır.

Rusya’nın bu tutumunun nedeni nedir? Ukrayna’da Batı ile yaşadığı çatışma nedeniyle Ermenistan ve Güney Kafkasya’daki nüfuzu için mücadele edecek kaynaklara sahip değil mi? Ya da sadece bu nüfuzu elinde tutmak için bir irade eksikliği mi var? Ermenistan’daki pek çok uzman, Rusya’nın Ermenistan’dan ve bölgeden çekilmeye hazır olduğuna inanıyor.

Rusya’nın çekilmeye hazır olduğunu söylemek abartı olur. Elbette şu anda başka öncelikler daha öncelikli. Bunlar gerçekleşmediği sürece diğer her şey ikinci planda kalır. Dahası, Rusya’da Ermenistan’daki süreçlerin vektörel bir şekilde ilerlediği, ancak henüz sonuçlanmadığı yönünde bir his var gibi görünüyor. Bundan sonra ne olacağı sadece Ermenistan’daki gelişmelere değil, aynı zamanda bölgedeki duruma da bağlı: Türkiye’nin ve Avrupa’nın tutumu vb.

Bence Rusya, krizden henüz ciddi bir şekilde etkilenmemiş olan Ermenistan ile iktisadi ilişkilerin daha önemli olduğunu varsayıyor. Şu anda Rusya için tüm iktisadi ilişkiler önemli. Eğer ABD Dışişleri Bakan Yardımcısının son ziyareti iktisadi iş birliği fırsatlarının keskin bir şekilde azalmasına yol açarsa ve Ermenistan, ABD’nin baskısı altında yaptırımları daha sıkı bir şekilde uygularsa, o zaman elbette çıkar sorunu da ortaya çıkar.

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin açıklamalarında, Rusya ile siyasi ilişkilerin yeniden gözden geçirilebileceği, ancak Ermenistan’ın lehine olan iktisadi ilişkilerin sürdürülebileceği fikri sıklıkla dile getiriliyor. Bu ne kadar gerçekçi?

Bunu tahayyül etmek zor. Diğer ülkelerle benzer bir şey yapmaya yönelik önceki tüm teşebbüsler genelde kötü neticelendi. Öte yandan, Rusya’da belli bir yaklaşım değişikliği var gibi görünüyor. Daha önce soyut jeopolitik çıkarlar her zaman ağır basarken, şimdi en azından somut iktisadi çıkarlarla birlikte değerlendiriliyor. Yakın insani bağlar göz önünde bulundurulduğunda Ermenistan, açık provokasyonlara girişmediği sürece Rusya’nın Ermeni tarafına yönelik sert adımlar atmayacağını göz ardı etmiyorum.

Asıl mesele, Batılı ortakların Ermenistan’dan ne talep edeceği. Eğer Rusya ile iktisadi ilişkilerin gerekliliğini anlıyorlarsa, bu bir şeydir. Fakat Amerikalılar ve Avrupalılar, “Eğer Avrupa rotasını takip ediyorsanız, o zaman tutarlı bir şekilde takip edin,” derlerse, o zaman…

Ermenistan makamlarının ve onlara bağlı uzman çevrelerin aktif olarak sözünü ettiği Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonu ne kadar gerçekçi?

Ermeni diasporasının bir seçim faktörü olarak önemli bir rol oynadığı Fransa dışında, Avrupa’daki her muhafazakârın Ermenistan’ın Avrupa’ya entegrasyonuna yönelik adımlar atılması gerektiğini anlamadığını düşünüyorum. Bence mesele daha ziyade Ermeni toplumunun, siyasi zümresinin ve bir bütün olarak Güney Kafkasya’nın dinamiklerinde yatıyor. Kesin olarak söyleyebileceğim bir şey varsa o da son on yıllardaki deneyimlerin coğrafi olarak entegrasyon alanından kopuk bir ülkenin entegre olamayacağını gösterdiğidir. Bu işe yaramaz.

Ermenistan için teorik olarak erişilebilir tek Avrupa seçeneği Türkiye’dir. Bu komşu ülke de uzun süredir AB üyeliğine aday. Yalnızca birkaç yıl önce, bunun herhangi bir ihtimali ortadan kaldırdığını söylerdim. Bugün artık böyle düşünmüyorum, zira Erivan’ın yaklaşımının nasıl kökten değiştiğini görebiliyoruz. Bir zamanlar tamamen düşünülemez olarak kabul edilen şey gerçek oldu. Dağlık Karabağ’dan vazgeçilmesi herhangi bir şoka neden olmadı.

Bu nedenle, Avrupa ile entegrasyona doğru gidişin, Ermenistan söz konusu olduğunda Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi ve hatta belki de daha fazlası anlamına geleceği ihtimalini göz ardı etmiyorum. Esasında Ermenistan, bu iktisadi etki alanına girebilir. Tarihi göz önüne alarak bu tamamen düşünülemez gibi görünse de yakın geçmişte düşünülemez gibi görünen pek çok şey artık gerçeğe dönüştü. Ancak bu Avrupa entegrasyonu ile aynı şey değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English