SÖYLEŞİ
‘Birleşmiş Milletler Batılı çıkarlar doğrultusunda hareket ediyor’
Yayınlanma
Yazar
Esra KarahindibaEski Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Prof. Richard Falk Harici’ye konuştu: “BM, en tehlikeli, en büyük devletlerin uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları görmezden gelme özgürlüğünü bir araya getirmek için tasarlanmış bir örgüttür. Soykırımı durduracak donanımda değil.”
ABD’deki Princeton Üniversitesinde Uluslararası Hukuk Uzmanı ve eski Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Raportörü siyaset bilimci Prof. Richard Falk, İsrail’in Gazze saldırıları, Birleşmiş Milletler’in rolü ve uluslararası kurumlardaki reform tartışmaları üzerine gazeteci Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘BM soykırımı durdurmak için donanımlı değil’
Gazze konusunda, Birleşmiş Milletler şu an oldukça umutsuz görünüyor. Peki, Birleşmiş Milletler’in yasal kurumlarının kararlarına rağmen Gazze’deki katliamları önleyememesinin nedeni nedir? Veto hakkı uluslararası adaleti zayıflatıyor mu?
Bence Birleşmiş Milletler’in veto hakkına sahip büyük ülkelerin itiraz ettiği bir durumda bir soykırımı durdurmak için donanımlı olmadığı oldukça açık. Bir anlamda, Birleşmiş Milletler, devletlerin korunmasını ve en tehlikeli, en büyük devletlerin uluslararası hukuku ve uluslararası kurumları görmezden gelme özgürlüğünü bir araya getirmek için tasarlanmış bir örgüttür. Eğer güçlü bir Birleşmiş Milletler istemiş olsaydık, veto hakkını vermek için hiçbir neden olmazdı, özellikle de Gazze’deki soykırım gibi durumlarda harekete geçebilecek bir Birleşmiş Milletler.
Uluslararası hukuku belirleme konusunda en saygın organ olan Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’e soykırıma katkıda bulunan politikaları bırakmasını emreden çok net emirler vermiştir. Ancak İsrail bu emirleri dikkate almamış ve hiçbir şekilde uymamıştır. Ve bu, liberal demokrasiler, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri tarafından desteklenmiştir, ki ABD, Uluslararası Adalet Divanı’na yapılan Güney Afrika şikayetinin yasal bir dayanağı olmadığını söylemiştir.
Bu durum, Birleşmiş Milletler içinde ve uluslararası yaşamın normatif yapısı içinde jeopolitikanın baskın olduğunu gözler önüne seriyor. En güçlü ülke, yanlış yapan ülkeyi koruduğunda Birleşmiş Milletler harekete geçemez.
‘BM kararları çifte standartlı’
Bu noktada bahsettiğiniz ülke ABD, değil mi? Öyleyse sormam gerekiyor, ABD ve müttefikleri uluslararası hukuktan muaf mı? Örneğin, Gazze’deki katliamlar İsrail değil de başka bir ülke tarafından gerçekleştirilmiş olsaydı, Birleşmiş Milletler şimdiye kadar en azından o ülkenin liderlerine yaptırım uygulardı. Bir şeyler yaparlardı. Libya gibi başka ülkelerde bunun bir örneğini gördük, orada soykırım bile söz konusu değildi, ama Birleşmiş Milletler kararları çok hızlı bir şekilde uyguladı. Peki Gazze’de ne kadar insanın ölmesi gerekiyor ki Birleşmiş Milletler yaptırım uygulasın ya da somut bir adım atsın?
Birleşmiş Milletler, herhangi bir net kriter vermeyi reddediyor ve stratejik çıkarlarını takip ediyor. Rusya Ukrayna’ya saldırdığında, Birleşmiş Milletler’in uluslararası hukuk perspektifinden Rus saldırısını kınamakta hiçbir sorunu yok. İsrail Gazze’ye çok daha vahşi bir şekilde saldırdığında, stratejik çıkarları Birleşmiş Milletler’in destek vermekten başka bir şey yapmasını engelliyor. Çifte standart var ve uluslararası hukuk, düşmanlara ve rakiplere karşı kullanılan bir politika aracı haline geliyor. Ancak, suçlamaların hedefi bir dost ya da müttefik olduğunda, bu durum uluslararası hukukun temel ahlaki özünü, yani eşitleri eşit olarak muamele etme ilkesini zayıflatıyor. Çifte standartlar olduğunda, tam tersi bir durum yaratıyorsunuz—eşitleri eşit olmayan şekilde muamele ediyorsunuz—ve bu, normatif düzenin yapısı tarafından mümkün kılınıyor.
Bu sorun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı, sadece Birleşmiş Milletler’de değil, Japon ve Alman savaş suçlularının yargılandığı davalarda da. Sadece kaybedenlerin suçları ele alındı; kazananların suçları, örneğin Hiroşima ve Nagasaki’nin bombalanması, hiçbir şekilde hesap vermekten muaf tutuldu. Bu, dünyanın siyasi olarak organize edilme şeklindeki temel bir eksikliktir.
‘Reform, uzun ve zorlu bir yol’
O halde, Birleşmiş Milletler merkezli uluslararası sistemin artık iflas ettiğini söyleyebilir miyiz? Daha adil bir uluslararası sistem için ne yapılmalı? Birleşmiş Milletler reforme edilebilir mi, yoksa yeni çok taraflı kurumlara mı ihtiyaç var?
Birleşmiş Milletler, Batılı çıkarlar perspektifinden iflas etmiş değil; tam olarak ondan beklenenleri yapıyor. Onu etkili kılacak yetenekler ve fonlar kasıtlı olarak engellendi. Reform baskısı, bu hükümet politikalarına meydan okuyan insanlardan gelmelidir. Bu, Gazze krizinde bir dereceye kadar gerçekleşiyor. Protesto hareketleri, uluslararası hukukun güçlüler kadar zayıflara da evrensel olarak uygulandığı bir dünya arayışında. Ancak, bu uzun ve zorlu bir yol ve beklentileri çok erken yükseltmemek gerekir.
Bir diğer önemli nokta ise, küresel güvenlik ve savaş-barış alanı dışındaki uluslararası hukukun, uluslararası ekonomik ilişkiler, turizm, diplomasi, yabancı diplomatların muamelesi ve Antarktika ile uzayın düzenlenmesi gibi birçok alanda oldukça etkili ve saygı duyulan bir sistem olmasıdır. Karşılıklı çıkarların ortak bir yasal çerçeveyi desteklediği birçok alan var, ancak stratejik çıkarların uluslararası hukuka aykırı politikaların peşinden gitmeyi içerdiği yerlerde bu mevcut değil.
‘Netanyahu’nun Kongre’de ağırlanması hayatımdaki en utanç verici olaylardan biri’
Gazze’de olup bitenlerden sorumlu olanlardan biri olan Netanyahu, ABD Kongresi’nde dakikalarca ayakta alkışlandı. İnsanlar onu alkışladı, kongre üyeleri sıraya girip elini sıkmak ve onu tebrik etmek için bekledi. Bu, uluslararası toplumdan eleştiriler aldı ve Kongre üyelerinin büyük çoğunluğunun böyle bir savaş suçlusunu desteklemesi korkutucu bir sahne olarak yorumlandı. Netanyahu’nun ziyaretinde ABD Kongresi’ndeki havayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Belirtmek gereken bir şey, Demokratların yarısının Netanyahu’nun konuşmasını ve konuşmasını boykot etmesidir. Başkan Yardımcısı Harris de katılmadı. Genellikle böyle oturumlarda Kongre’ye başkanlık eder ama bunu yapmamayı tercih etti. Ayrıca Washington sokaklarında çok güçlü protestolar vardı, bunlara on binlerce insan katıldı, birçok Yahudi de “Barış İçin Yahudi Sesleri” bayrağı altında protesto etti. Ancak, bu davet ve Kongre üyelerinin performansı, hayatımda tanık olduğum en utanç verici olaylardan biri. Bir Amerikalı olarak, bir soykırım faillerinin ulusal bir kahraman olarak karşılanmasının ve kutlanması gereken biri olarak muamele görmesinin, hapse atılmak ya da cezalandırılmak yerine kutlanmasının, ulusal bir utanç olduğunu düşünüyorum. Bu, ABD’nin liberal bir demokrasi olarak iddialarıyla tamamen çelişen bir durumdur. Liberal bir demokrasinin belirli değerlere sahip olduğu varsayılır ve bu değerlerden biri de soykırımsal davranışların reddedilmesidir.
‘Haniye suikastı, ateşkes müzakerelerini bozmayı ve İran’ı karşılık vermeye kışkırtmayı amaçlayan bir eylem’
Hamas lideri İsmail Haniye’nin İsrail tarafından suikasta uğramasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu suikast İran’a İsrail’e karşılık verme hakkı tanımıyor mu? Uluslararası hukuk bu senaryo hakkında ne der?
Burada uluslararası hukukun bu konudaki geçerliliğini net bir şekilde açıklamak zor çünkü bu konuda net bir emsal yoktur, ancak siyasi suikastların izin verilmeyen bir taktik olduğunu söylemek yeterlidir. Özellikle bir yabancı lider başka bir ülkeyi ziyaret ederken. Bu durumda, Haniye bir ateşkes müzakerecisiydi ve bu, açıkça ateşkes müzakerelerini bozmayı ve İran’ı bir şekilde karşılık vermeye kışkırtmayı amaçlayan bir eylemdi. Bunu ya İsrail’in devasa bir hata olarak düşünmek ya da savaşı genişletmek için kasıtlı bir provokasyon olarak değerlendirmek zorundasınız. Bu, Hamas’tan ve Gazze’den dikkatleri uzaklaştıracak ve İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısında birçok seviyede yenilgiye uğradığını örtbas edecek bir girişim olabilir. İsrail, dünya genelinde kendi itibarına zarar verdi, sivil toplumun İsrail’in yanlışlarını ciddi şekilde ele almasına yol açtı ve bu, Güney Afrika’daki apartheid karşıtı harekete benzeyen bir durumu tetikledi. Hamas, bu soykırımsal kampanyadan önce olduğundan daha güçlü bir şekilde ortaya çıktı. Netanyahu, savaşı sürdüremezse iktidardan düşeceğini biliyor, bu nedenle bu, ABD ve Avrupa ülkelerini Ortadoğu’daki hâkimiyet mücadelesine dahil etme çabasıdır ve İran, İsrail’in ABD’yi savaşmaya dahil etmeyi umduğu ana düşmandır.
‘Körfez hanedanları kendi istikrarıyla meşgul’
Arap ülkeleri, özellikle Körfez ülkeleri, 7 Ekim’den önce İsrail ile normalleşme sürecindeydiler ve bu süreç, Trump’ın danışmanı Kushner’in Ortadoğu’daki girişimiyle devam ediyordu. Gazze’de olanlar karşısında ciddi bir tepki vermediler, direnişi teşvik etmediler, uluslararası hukuk çağrısında bulunmadılar. Sadece basitçe Gazze’de olanları kınadılar. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu ülkelerin ateşkesten ya da savaştan sonra İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi mümkün mü?
Körfez hanedanları ve otokratik liderler kendi istikrarlarıyla meşguller ve Hamas gibi hareketleri, İsrail gibi bir hükümetten daha tehdit edici görüyorlar. Halk, bu ülkelerin Gazze’de olanlara daha güçlü bir tepki vermesini isterdi, ancak tepki verenler hükümetler değil; Husiler ya da Hizbullah gibi hareketlerdi ve bu tür hareketler bu hanedan liderlerinin korktuğu hareketlerdir. Bu durum Batı için de geçerli, halk Filistin mücadelesine daha fazla sempati duyuyor, ancak hükümetler, kendi hırsları ve gerçekten demokratik siyasi hareketlerden duydukları korkularla ilgili politikalar izliyorlar. Bu hükümetler, İsrail’in yenilmesindense Hamas’ın yok edilmesini tercih ediyorlar.
‘Siyonist hareket dünya genelinde hükümet politikalarını ve politikacıları etkilemek için stratejik yerlerde konumlanmıştır’
İsrail, Gazze ve Batı Şeria’da katliamlar yaparken yerleşim genişlemelerine de devam ediyordu. 7 Ekim’den önce Batı Şeria’da 10-20 kat daha fazla yerleşimci vardı. İsrail, her şeyin 7 Ekim’de başlamış gibi görünmesi için başarılı bir PR kampanyası yürüttü, oysa bu olaylar zaten vardı. İsrail’in Batı’da demokratik bir ülke olarak ayrıcalıklı konumunu ve kendi söylemini bu şekilde yaymasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
İsrail, kamuoyu söylemini kontrol etmenin kendi çıkarları için kritik olduğunu baştan beri anladı ve bu sonuca ulaşmak için büyük kaynaklar ayırdı. Siyonist hareket, dünya genelinde hükümet politikalarını ve politikacıları etkilemek için stratejik yerlerde konumlanmıştır. ABD Kongresi bunun iyi bir örneğidir, burada birçok İsrail yanlısı kongre üyesini finanse ederler ve Filistin’e sempati duyan ya da İsrail’i eleştiren adayların yenilmesi için milyonlarca dolar harcarlar. Bu, kamuoyu söyleminin çok sofistike bir manipülasyonu ve aynı zamanda bir devlet propagandası biçimidir, ve bu, Filistinlilerin güçlü bir karşı anlatı geliştirememesi nedeniyle olumlu karşılanır. Siyonist lobi, kendi söylemlerinin kabul edilmesini sağlamak için yüz milyonlarca dolar harcar, oysa Filistinliler birçok önemli ülkede bu durumu dengeleyebilecek bir şey geliştirememiştir. Bu, İsrail’in başarısının büyük bir bölümünü açıklar.
Filistinlilerin buna yatırım yapacak parası yok. Bunun için bütçeleri yok, değil mi?
Evet. Tabii ki bu doğru. Onlar gerçek bir kurtuluş hareketidir ve sömürgecilik ve bu soykırım fikri, insanların ruh halini değiştiriyor, ancak henüz önemli olan elitlerin ve hükümetlerin ruh hali değişmedi. Soğuk Savaş’ın sonunda, Samuel Huntington medeniyetler çatışmasını öngörmüştü ve Gazze’deki bu çatışma bir tür medeniyetler çatışmasının metaforu gibidir. Sadece Batılı ülkeler, eski sömürgeci Avrupa ülkeleri ve hatta Kuzey Amerika, Britanya sömürge imparatorluğundan kopmuş bir ülke olarak İsrail’i destekliyor, oysa bu ülkeler apartheid uygulamış ve apartheid yeterli olmadığında toplumlarını kontrol altına almak için soykırımsal yöntemlere başvurmuşlardır. Bu ülkeler, liberal iddialarıyla çelişen çelişkileri görmezden geliyorlar. İsrail, Güney Afrika’nın apartheid sistemini savunmada kamuoyunu yeterince etkilememe başarısızlığının farkındaydı ve kendi kaderlerinin de aynı şekilde sonuçlanmasına izin vermemeye kararlıydılar.
‘UAD tavsiye kararında, yasa dışı yerleşimler de dahil tüm işgalin yasa dışı olduğu açık’
Son bir nokta: İsrail, kamuoyu söylemine büyük yatırım yaptı, bu yüzden başarılı oldu. Bunun en iyi örneklerinden biri “yerleşim”/“yerleşimciler” terminolojisidir, bu, işgal ve işgalcilerin gerçekliğini gizler. Birleşmiş Milletler ve onun Michael Lynk gibi raportörleri, işgalleri yasa dışı ilan etmelerine rağmen bu terminolojiyi kullanmaya devam ediyorlar. Bu söylemi satın almaya devam ediyoruz. Sizce bu söylem değişebilir mi? Uluslararası toplum bu söylemi değiştirmek için ne yapmalı?
“Yerleşimci” ve “yerleşim” terminolojisi, geçici olması gereken işgali yerleşimlerle karşılaştırmanın bir yoludur ve bu yerleşimler, geçici rejime bile aykırıdır. Michael Lynk’in belirttiği gibi, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin 49. Maddesi, 6. Paragrafı uyarınca, işgalci güç, kendi halkını işgal edilen topluma transfer etmeye yetkili değildir. Eğer yerleşimleri kötüleme ve daha karmaşık alternatif terminolojilerle uğraşmadan, net bir şekilde tanımlanan bir sorun olarak ele alırsanız, 1967’den bu yana ele alınan bu sorunu daha açık bir şekilde görebilirsiniz. Yerleşimleri işgalin bir parçası olarak ele almak biraz dikkat dağıtıcı olabilir, ancak Uluslararası Adalet Divanı’nın tavsiye kararına bakıldığında, yerleşimlerin yasa dışı olduğu, işgalin kendisinin yasa dışı olduğu ve sona ermesi gerektiği çok açık bir şekilde ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler, tüm devletler ve İsrail, bunu sona erdirme konusunda yasal bir sorumluluğa sahiptir ve bu, tüm işgalin sona ermesi anlamına gelir, bu yerleşimler de dahil.
İlginizi Çekebilir
-
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
-
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
-
Hamas, rehine anlaşmasının savaşı sona erdirmesini istiyor
-
ABD’den Gazprom’un Sırbistan’daki en büyük şirketine yaptırım tehdidi
-
Trump, Biden’ın ATACMS kararını gözden geçirebilir
-
Bir milletin trajedisi: Beşar’ın parlak günleri ve yıkıma giden yol
SÖYLEŞİ
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
Yayınlanma
6 saat önce18/12/2024
Yazar
Esra KarahindibaTrump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”
Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.
Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’
Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?
Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.
‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’
Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?
Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.
Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?
Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.
Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?
Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.
Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.
‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’
Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?
Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.
Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?
Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.
Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.
Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?
Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.
Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.
Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.
Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?
Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.
İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.
Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.
Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.
Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?
Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.
‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’
Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?
Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.
Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.
Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.
SÖYLEŞİ
‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’
Yayınlanma
1 hafta önce10/12/2024
Yazar
Micaela OvelarVenezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.
Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.
Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.
Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.
Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.
Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?
Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.
Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.
Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.
Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?
Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.
Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:
Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.
Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?
Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.
Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.
ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı
Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.
Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.
Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.
ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!
Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor
Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.
Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.
Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım
Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.
Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.
Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?
Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.
Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!
Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?
Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.
Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.
Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.
Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.
SÖYLEŞİ
‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’
Yayınlanma
2 hafta önce03/12/2024
Yazar
Esra KarahindibaMacaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”
Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.
Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?
Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.
Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?
Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.
Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.
Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır.
Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?
Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.
Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?
Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz.
Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?
Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.
Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?
Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.
Meloni: Trump düşman değil, ‘pragmatik’ bir AB yaklaşımı gerek
Reuters: Ukrayna’ya askeri yardım koordinasyonunu ABD yerine NATO üstlendi
İsveç’ten “enerji kablosu” projesine Alman elektrik reformu şartı
‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’
İsrail’den Suriye ve Gazze’de uzun süreli işgal sinyali
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU1 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Bir kere daha girdiğimiz çıkmaz yol
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA1 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ6 gün önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt