Bizi Takip Edin

DİPLOMASİ

2 yıl sonraki ilk ziyarette gündem Rusya yaptırımları

Yayınlanma

ABD Dışişleri Bakanı Blinken’le görüşen Mevlüt Çavuşoğlu, Birleşmiş Milletler kararı olmadığı için Rusya yaptırımlarına katılmadıklarını ancak ABD ve AB yaptırımlarının Türkiye üzerinden delinmesine izin vermeyeceklerini söyledi. Çavuşoğlu’nun ABD’nin YPG politikasını eleştirirken “NATO için bugün iki tane tehdit var. Birincisi Rusya ikincisi terörizm” ifadeleri dikkat çekti.

ABD Dışişleri Bakanı Blinken, 2 yıllık görev sürecinde dün ilk kez Türkiye’ye geldi. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Blinken’i İncirlik Üssünde karşıladı. Daha sonra iki bakan, TSK’ya ait helikopter ile deprem bölgesinde havadan incelemelerde bulundu. Blinken, Twitter üzerinden “Türkiye’deki depremin yıkımını doğrudan görmek derinden üzdü” diye yazdı ve ABD’nin, kurtarma ve yardım çalışmaları için elinden gelen her şeyi yapmaya kararlı olduğunu belirtti. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre İncirlik’te depremzede ailelerle görüşen Blinken’ın programında Beyaz Baretliler ile görüşme yapacağı bilgisi de yer aldı.

  • Kim bu Beyaz Baretliler? Beyaz Baretliler, ABD’nin Suriye’ye olası müdahalesine meşru zemin oluşturmak için kurduğu ve kullandığı örgütlerin başında geliyor. Görünürde arama-kurtarma ve insani yardım gibi faaliyetler düzenleyen Beyaz Baretliler, Şam yönetiminin kimyasal kullandığına ilişkin provokatif çıkışları ile gündeme gelmişti. Suriye’nin kimyasal kullandığına yönelik mizansen videolar çeken ve bu yalanı defalarca ortaya çıkan örgüt, 2013 yılında eski İngiliz istihbaratçı James Le Mesurier tarafından ABD ve İngiltere ortaklığıyla kuruldu. Örgüt, merkezi Dubai’de ve İstanbul ofisi Karaköy’de bulunan “Mayday Rescue” isimli şirketi üzerinden Batı ülkelerin aktarılan fonlarla finanse ediliyor.

Çavuşoğlu ve Blinken deprem bölgesinde havadan incelemelerde bulundu.

Ukrayna savaşı ve Rusya yaptırımları

Blinken Hatay ve Adana’daki temaslarının ardından bugün Ankara’ya geldi. Önce Çavuşoğlu ardından Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile görüşen Blinken’in gündeminde F-16 satışı, NATO’nun genişlemesi, Rusya’ya uygulanan yaptırımlar ve Suriye vardı. Blinken ve Çavuşoğlu görüşmesinin ardından ortak basın toplantısı düzenledi. Toplantıda ele alınan Rusya-Ukrayna Savaşı başlığında Çavuşoğlu’nun açıklamaları dikkat çekti.

Bakan Çavuşoğlu, Rusya-Ukrayna Savaşı sonrası hiçbir savaş gemisinin boğazlardan Karadeniz’e geçmesine izin vermediklerini hatırlattı ve Rusya’ya yönelik yaptırımlara ilişkin şunları kaydetti: “Türkiye yaptırımlara katılmıyor. Tek taraflı yaptırımlara katılmıyoruz biz. BM tarafından alınan kararlara uyuyoruz elbette. Toplantıda bazı alanlarda nasıl işbirliği yapabileceğimizi de konuştuk. Biz ABD ve AB yaptırımlarının Türkiye üzerinden delinmesine, yaptırımların baypas edilmesine izin vermeyeceğimizi başından beri net bir şekilde söylüyoruz ve izin de vermiyoruz.

Blinken ise Rusya-Ukrayna savaşında Türkiye’nin konumu ile ilgili “Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısına verdiğimiz yanıtta Türkiye yanımızdaydı. Türkiye’nin Ukrayna’nın egemenliği ve toprak bütünlüğüne verdiği destek sesi çok kritikti. Bu diplomatik liderliktir. Sayın Bakan’ın (Çavuşoğlu) BM Karadeniz Tahıl Girişimi’ndeki kişisel rolü, dünyadaki insanlara özellikle de düşük gelirli ülkelerdeki insanlara gıdanın ulaştırılması için çok önemliydi” dedi.

Çin’i uyardıklarını anımsattı

Blinken ayrıca Çin’in Rusya ile Ukrayna savaşı konusunda işbirliği ihtimaline ilişkin konuştu, “Çin’in Rusya’ya Ukrayna savaşı konusunda özellikle silah desteği sağlama düşüncesinden dolayı endişeliyiz” dedi. Biden yönetiminin savaşın başından beri Çin’i bu konuda uyardığını anımsatan Blinken, Çin’in en kıdemli diplomatı, Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkezi Dış İlişkiler Komisyonu Direktörü Vang Yi ile görüşmesinde de bu konunun gündeme geldiğini ancak Çin’e nasıl yanıt verileceği konusunda henüz bilgi veremeyeceğini belirtti. Blinken, Çin’in Rusya’ya doğrudan silah desteği vermesinin bu ülkenin diğer ülkelerle de ilişkilerini etkileyebileceği uyarısında bulundu.

F-16 satışı ve NATO genişlemesi

Türkiye’ye F-16 satışı ve NATO genişlemesi konusunda iki bakan özetle şunları söyledi:

BLINKEN: Biden yönetimi Türkiye’ye F-16’ların modernizasyonu ve satışı konusunda son derece güçlü destek veriyor. Çünkü bir NATO müttefiki olarak bunun gerçekleşmesi bizim ulusal çıkarlarımızın lehinedir. NATO müttefiği ve dost bir ülke olarak, ulusal çıkarlarımız ve ittifakın çıkarları konusunda Türkiye’nin en yüksek sınıflarda faaliyet göstermesi çok önemli. NATO bünyesinde ortak harekat kabiliyetlerimiz çok önemli. F-16 satışı ve modernizasyonu konusunda Kongreye resmi bildirimde bulunmadan özel olarak bir değerlendirme yapmak doğru değil. Şu anda bu süreç konusunda çalışmalar sürüyor.

Finlandiya ve İsveç’in üyelik süreci ikili bir mesele değil. Bu üyeliğin bir an önce olmasını destekliyoruz. Hem İsveç hem de Finlandiya Türkiye’ye yaptığı taahhütler konusunda “somut adımlar” attı. Bu iki ülkenin yakın zamanda NATO’ya gireceğine inanıyoruz.

ÇAVUŞOĞLU: F-16 uçaklarıyla ilgili ABD Kongresinde bazı senatörlerin yazdığı mektuptan haberdarız. ABD yönetimi kararlı bir şekilde duruş sergiler ve Kongre üzerinde birlikte çaba sarf edersek bunu aşabileceğimizi düşünüyorum. Birbirinden bağımsız iki konunun yani özellikle iki ülkenin NATO üyeliğinin F-16 alımına şart koşulması doğru olmaz, adaletli de olmaz. İkisi farklı konu. İkisinin de şartları var. Kendi temelinde devam eden müzakereler var. Mutabakat zaptı var. Dolayısıyla ikisini birbirine şart koşmak doğru bir yaklaşım olmaz. Ya da şartlara bağlanarak bizim F-16 almamız da zaten mümkün olmaz. Elimizin kolumuzun bağlanmaması lazım. Bu konuda ortak duruş sergilemek yani Türkiye ve ABD yönetimi olarak bence kritik öneme haizdir.

“İyi polis” “kötü polis” oyunu

Türkiye’nin teröre verdiği destek nedeniyle veto ettiği İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme talebi ve ABD’nin Türkiye’ye F-16 satışı resmi açıklamalarda farklı başlıklar olarak ele alınsa da süreç böyle işlemiyor. Washington, F-16’ların satışı karşılığında gayri resmi olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğine onay verilmesini şart koşuyor.

Türkiye, Ekim ayında ABD’den 40 adet Lockheed Martin yapımı F-16 savaş uçağı ve mevcut F-16 savaş uçakları için 80’e yakın modernizasyon kiti satın alma talebinde bulunmuştu. Türkiye’ye F-16 satışının da içinde yer aldığı Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasa (NDAA) tasarısı önce Temsilciler Meclisi’nde ardından Senato’da kabul edilmişti. Ancak hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat bazı senatörler satışın bazı koşullara bağlanması için “kötü polis” rolüne soyundu. Bu ay başında 27 senatör, İsveç ve Finlandiya’nın NATO başvurusu ile F-16 satışının birbirine bağlı olmadığını açıklayan “iyi polis” ABD Başkanı Joe Biden’a gönderdikleri mektupta, Kongre’nin, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliklerini onaylayana kadar Türkiye’ye 20 milyar dolarlık F-16 satışını destekleyemeyeceğini bildirdiler. Mektupta, “(İsveç ve Finlandiya’nın) NATO katılım protokolleri Türkiye tarafından onaylandıktan sonra Kongre, F-16 savaş uçaklarının satışını değerlendirebilir. Ancak bunun yapılmaması, bu satışın sorgulanmasına neden olur” ifadeleri yer aldı.

İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği konusunda Ankara, özellikle İsveç’in yükümlülüklerini yerine getirmediğini savunuyor. 16 Şubat’ta konuyla ilgili açıklama yapan Çavuşoğlu, “İsveç’in bu Mutabakat Zaptı’nın ya da buradan kaynaklanan yükümlülüklerini tamamen yerine getirdi demek gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Şu anda henüz daha istediğimiz somut adımları görmedik. Burada kanunları daha da katılaştırmak için adımlar attılar, anayasa değişikliği yaptılar. Fakat bu değişikliği niçin yaptılar? Özellikle de Ahitname’de olduğu gibi terörizmin finansmanı, insan devşirme, terör propagandalarını önlemek için yaptılar. Şimdi kanun değişti ama aynı faaliyetler, PKK/YPG’nin faaliyetleri devam ediyor. İnsan devşirme, terörizmin finansmanı ve PKK’nın paçavraları, bölücü başının posterleriyle hepsi devam ediyor” ifadelerini kullandı. İsveç’e karşı tutumunu yumuşatmayan Ankara, Finlandiya’nın üyeliğine onay verebileceğini duyurmuştu. Ancak hem Finlandiya hem NATO iki ülkenin üyelik sürecinin beraber tamamlanmasını istiyor.

PKK/YPG’ye verilen destek

Blinken’in ziyaretinde gündeme gelen diğer bir başlık Suriye ve özelde de ABD’nin PKK/YPG’ye verdiği destek oldu. İki bakanın konuyla ilgili değerlendirmeleri şöyle:

BLINKEN: Türkiye’nin güney sınırıyla ilgili meşru güvenlik endişelerini anlıyoruz. Eminim Türkiye de bizim IŞİD konusundaki güvenlik endişelerimizi de aynı şekilde anlıyordur. IŞİD’in tekrar alan kazanmasının engellenmesi konusunda Türkiye ile çalışıyoruz. Her iki konuya da, her iki endişeye de aynı şekilde yanıt veriyoruz.

ÇAVUŞOĞLU: DEAŞ (IŞİD) ya da başka terör örgütüne karşı başka terör örgütüyle işbirliği yapmanın yanlış, ölümcül bir hata olduğunu her zaman dillendiriyoruz. NATO için bugün iki tane tehdit var. Birinci tehdit NATO için Rusya ikinci tehdit terörizm. Dolayısıyla biz NATO ülkeleri olarak kendimiz mücadele edemeyip de DEAŞ’a karşı PKK/YPG gibi bizim düşmanımız olan terör örgütüyle işbirliği yapmamız ya da onları desteklememiz doğru değil.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken’ı kabul etti. Kabulde, Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile ABD’nin Ankara Büyükelçisi Jeffry Flake de yer aldı.

Sonraki durak: Atina

Blinken, Türkiye temaslarının ardından Yunanistan’ın başkenti Atina’da Başbakan Kiriakos Miçotakis, Dışişleri Bakanı Nikos Dendias ve muhalefet lideri Aleksis Çipras’la bir araya gelecek. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamasına göre Blinken’ın Atina’da, iki ülke arasındaki savunma işbirliği, enerji güvenliği ve demokrasiyi güçlendirme konularını görüşeceği kaydedildi. Açıklamada, “Bakan Blinken, 21 Şubat’ta ABD-Yunanistan Stratejik Diyaloğunun dördüncü turunu başlatacak” denildi.

DİPLOMASİ

CIA ve MI6’in Skripal komplosu ifşa oldu

Yayınlanma

Yazar

Editörün notu: 2018 yılında İngiltere’nin Salisbury kentinde eski Rus çifte casus Sergey Skripal ve kızı Yulya’nın zehirlenmesi olayı ve bunun ardından Dawn Sturgess’ın hayatını kaybetmesiyle ilgili soruşturma, İngiltere ve ABD istihbarat kurumlarının bu olaylardaki olası rolünü ortaya koyan yeni ifşalarla gündeme geldi. Soruşturma esnasında, Skripal’lerin ifadelerinin engellenmesi ve delil niteliğindeki sorgu kayıtlarının kullanılmaması, İngiliz hükümetinin soruşturmayı manipüle etme çabaları olarak değerlendirildi. Ayrıca hem CIA’in hem de MI6’in, Rus suikastçılar olarak tanıtılan Ruslan Boşirov ve Aleksandr Petrov’un İngiltere’ye gelişlerinden önceden haberdar olduğu öne sürüldü. Bu durum, olayın bir komplo olabileceği şüphelerini artırdı. Sızdırılan CIA yazışmalarında, olaydan hemen önce üst düzey CIA yetkililerinin “acilen” Mike Pompeo ile görüştüğü, bu toplantının Boşirov ve Petrov’un Londra’ya uçak bileti almasının hemen ardından gerçekleştiği ortaya çıktı. Rus ajanları olduğu iddia edilen bu kişilerin İngiltere’ye kolayca giriş yapabilmesi, önceden düzenlenmiş bir tuzağa işaret ediyor olabilir. İngiliz ve Amerikan istihbarat kurumlarının Salisbury olayındaki rolü ve olayın manipüle edildiği yönündeki kanıtlar artarken, ana akım medya bambaşka bir hikâye anlatıyor.


CIA ve MI6’in Skripal komplosu ifşa oldu

Kit Klarenberg, Global Delinquents

14 Ekim’de, İngiltere vatandaşı Dawn Sturgess’ın Temmuz 2018’de, Rus suikastçılar tarafından İngiltere’de bırakıldığı iddia edilen Noviçok sinir gazıyla temas ettikten sonra hayatını kaybetmesine ilişkin uzun süredir beklenen soruşturma nihayet başladı.

Şimdiden, bu kamuoyuna açık şov duruşması, Mart 2018’de Salisbury’de GRU kaçakları Sergey Skripal ve kızı Yulya’nın zehirlenmesine dair resmi anlatıyı ciddi şekilde zayıflatan çarpıcı kanıtlar ortaya koydu.

Bu ifşalar, İngiliz devletinin soruşturmayı sabote etme ve gerçeği ortaya çıkarmasını engelleme çabalarına rağmen gün yüzüne çıktı.

Örneğin, Skripal’lerin ifade vermesi engellendi, oysa kendileri bunu resmi olarak talep etmişti. Görünüşe göre, Rusya istihbaratının çifti tekrar hedef alma riski o kadar büyük ki, o dönemdeki polis sorgularının video kayıtları bile delil olarak kabul edilmiyor.

Aynı zamanda, İngiliz istihbarat ve güvenlik kurumlarının ne bildiği ve bunu ne zaman öğrendiği gibi acil bir soru, ele alınmayacak.

Bununla birlikte, iki Rus’un Skripal’leri öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanmadan önce İngiltere’ye geldiklerinden hem İngiliz hem de Amerikalı casusların haberdar olduğunu gösteren birincil kaynak kanıtlar yıllardır göz önünde duruyor.

Bu ön bilginin CIA ve MI6’in başarısız suikast girişiminin ardında olduğunu ima edip etmediği yorumlara açık olabilir ama Rusların Salisbury’deki varlığının kötü amaçlar için kullanıldığına dair şüphe bırakmayan işaretler var.

Ocak 2021’de Amerikan denetim grubu American Oversight, Ocak 2017 ile Nisan 2018 tarihleri arasında CIA Direktörü olan Mike Pompeo’nun kişisel adresinden gönderilen ve alınan yüzlerce e-postayı yayımladı.

Bu e-postaların birçoğu, resmi kurum yazışmaları olup, son derece hassas konuların kayıt dışı olarak ele alındığını gösteriyordu. ABD Ulusal Güvenlik Yasası kapsamında ağır şekilde sansürlenmiş olan bu belgeler, 1 Mart 2018’de Pompeo’ya iki üst düzey CIA görevlisinin “son derece acil bir konuda” şahsi bir toplantı talep ettiğini ortaya koyuyor.

Görevliler, “Erişilebilir bir fırsat söz konusu, fakat aciliyet nedeniyle sizin müdahaleniz gerekiyor… Bu fırsatın oldukça umut verici olduğuna ikna oldum,” şeklinde açıklama yapmışlardı.

Pompeo, bu talebe olumlu yanıt verdi ve ertesi sabah erkenden toplantı gerçekleşti. Bu gizli zirvenin önemini vurgularcasına, e-postalar, CIA yöneticilerinin 2 Mart sabahının erken saatlerinden itibaren bu “olumlu fırsatı” teşkilatın başkanına sunmaya hazırlandığını gösteriyor.

Daha da tüyler ürpertici olan ise, Pompeo’nun plana onayını talep eden ilk e-postanın, Ruslan Boşirov ve Aleksandr Petrov’un –Skripal’ın sözde suikastçıları– Moskova’dan Londra Gatwick’e uçak biletlerini satın almasından yalnızca yarım saat sonra gönderilmiş olması.

Boşirov ve Petrov’un, Rus istihbaratınca uydurulduğu iddia edilen, neredeyse hiç resmî geçmişe sahip olmayan iki sahte kimlikle, İngiltere’ye girmeleri için gerekli olan zorlayıcı çoklu giriş vizesini nasıl aldıkları hâlâ tam olarak açıklığa kavuşturulmuş değil.

Mevcut kurallar ve düzenlemeler çerçevesinde bu tür bir vize almaları neredeyse imkânsız görünüyordu. Bu durum, İngilizlerin önceden tertip ettiği bir tuzağa düşüp düşmediklerini sorgulamamıza yol açıyor. Eğer bu bir tuzaksa, MI6’in bu tuzağa CIA’i de dâhil etmeye çalışmış olabileceği ihtimali gündeme geliyor.

Pompeo’ya e-posta gönderen kişinin kimliği gizlenmiş olsa da o dönemde CIA başkan yardımcısı olan Gina Haspel bu rol için açık bir aday olarak öne çıkıyor.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce casus toplama operasyonlarında uzmanlaşarak kariyerine başlayan Haspel, yıllardır sert bir Rusya karşıtı olarak biliniyor. Haspel, CIA’in Londra istasyon şefi olarak iki kez görev yaptı: 2008-2011 ve 2014-2017. Sergey Skripal, ilk görev süresi sırasında, Haspel’in uzun süredir işbirliği yaptığı CIA Moskova istasyon şefi Daniel Hoffman’ın müzakere ettiği büyük bir casus takasıyla Temmuz 2010’da İngiltere’ye gelmişti. Hoffman, Salisbury olayından Rusya’yı sorumlu tutan ilk kaynaklardan biriydi.

Haspel’in Londra’daki “beklenmedik” ikinci görev döneminde, Skripal’in Rusya ile devam eden bağları ve memleketine dönme arzusu İngiliz istihbaratınca biliniyor olmalıydı.

İlginç bir şekilde, BBC’nin deneyimli muhabiri Mark Urban, zehirlenmeden bir yıl önce GRU kaçağıyla kapsamlı mülakatlar gerçekleştirdi. Urban, Skripal’in “MI6 tarafından satın alınmış evinde otururken bile Kremlin’in söylemlerini benimseyen utanmaz bir Rus milliyetçisi” olduğunu yazmıştı.

Dikkat çekici bir tesadüf olarak Urban, Skripal’in MI6 tarafından işe alınıp yönlendirildiği sırada Pablo Miller ile aynı tank birliğinde görev yapmıştı. Miller aynı zamanda Salisbury’de Skripal’in komşusuydu.

Bunun yanı sıra, GRU kaçağıyla aynı kaderi paylaşan eski Kremlin yetkilisi Valeriy Morozov, Skripal’in Rusya’nın Londra Büyükelçiliği ile “düzenli” olarak temas hâlinde olduğunu ve burada Rus askeri istihbarat yetkilileriyle “her ay” görüştüğünü iddia etti.

Ayrıca, Sergey ve Yulya’ya yönelik olduğu iddia edilen sinir gazı saldırısının Moskova tarafından düzenlendiği fikrini kesin bir dille reddetti:

“Putin’in bunun arkasında olması imkânsız. Kremlin’in nasıl çalıştığını biliyorum, orada görev yaptım. Skripal kim ki? Putin için hiçbir şey ifade etmiyor. Putin onunla ilgilenmez. Kremlin’de eski bir istihbarat görevlisi hakkında konuşan kimse yok. Bunun için bir sebep yok. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi Kremlin açısından daha tehlikeli olur.”

Gina Haspel’e bu bilgilerin iletilmediği fikri, gerçeklik sınırlarını zorluyor. The Washington Post, Haspel’in İngiltere’de geçirdiği süre boyunca CIA ile MI6 arasındaki ilişkinin kişisel “kilit noktası” hâline geldiğini ve teşkilatın “en önemli yabancı ortağı” olan MI6 ile bağları güçlendirdiğini bildirmişti.

İngiliz meslektaşları, gazeteye verdikleri demeçlerde Haspel hakkında, “Onları çok iyi tanıyor… Ona ‘onursal İngiliz masa memuru’ diyorlar,” şeklinde övgüler yağdırmıştı.

Haspel, bu deneyiminden düzenli olarak yararlanarak Londra ile Washington arasındaki “transatlantik ittifakı” dengelemeye çalıştı; bu ilişki, kendisinin Mayıs 2018 ile Ocak 2021 arasında CIA Direktörü olduğu dönemde sık sık gerilim yaşadı.

Bu gerilimlerin önemli bir kısmı, Trump’ın İngiliz kaos ajanlarını “Amerikan istihbaratıyla işbirliği yaparak başkanlık kampanyasına müdahale etmekle” suçlamasından kaynaklanmıştı. Bu suçlamalar, “İngiliz hükümetinin en üst kademelerini sarsmıştı.” The Washington Post, Haspel’in MI6 ile ilişkileri stabilize etme çabalarının örneklerinden biri olarak, Londra’nın Salisbury olayının ardından teşvik ettiği, Batı genelinde Rus diplomatların sınır dışı edilmesi konusunda isteksiz olan Trump’ı ikna etmesini gösteriyor.

Haspel’in Trump’ı Salisbury konusundaki tavrını nasıl değiştirdiği, Nisan 2019’da ortaya çıktı. The New York Times, Trump’ın başlangıçta Skripal’in sözde zehirlenmesini küçümsediğini ve yanıt vermeyi reddettiğini bildirmişti.

Trump, saldırıyı “meşru casus oyunları, nahoş ama casusluk sınırları içinde” olarak değerlendirmişti. Ancak Haspel, Trump’ı Rusya Büyükelçiliği personelini ABD’den sınır dışı etme gibi “güçlü bir alternatifi” benimsemeye ikna etmeyi başardı. Bu süreçte, İngiltere’den sağlanan “duygusal görüntülerden” faydalandı:

“Haspel, Trump’a İngiliz hükümetinin kendisine sağladığı, Noviçok sinir gazından etkilenerek hastalanan küçük çocukların hastanede tedavi gördüğü fotoğrafları gösterdi. Ardından, Rus casuslarının özensiz çalışması sonucu yanlışlıkla öldüğü belirtilen ördeklerin fotoğrafını gösterdi… Trump, hastalanan çocukların ve ölen ördeklerin görüntülerine takıldı. Brifingin sonunda güçlü alternatifi benimsedi.”

The New York Times’ın bu ifşası, özellikle “duygusal görüntüler” daha önce ana akım medyada hiç yayımlanmadığı veya zikredilmediği için büyük yankı uyandırdı.

Skripal’lerın 4 Mart 2018’de Salisbury’nin Avon Playground adlı parkında üç yerel çocuğa ördek beslemeleri için ekmek verdiklerine dair haberler başlangıçta yaygın olarak medyada yer bulmuştu.

Fakat, hiçbir medya organı, hükümet yetkilisi, sağlık çalışanı veya emniyet görevlisi daha önce çocukların veya su kuşlarının Noviçok ile temas sonucu “hastalandığını” iddia etmemişti. Bilakis, olayın aksini gösteren bilgiler bulunmaktaydı.

26 Mart 2018’de, Daily Mail şu haberi yayımladı: Skripal’lerdan ekmek alan ve bir kısmını yediği iddia edilen çocuklar, “zehirlenme korkusuyla kan testi yapılmak üzere hastaneye götürüldü ama kısa sürede hiçbir sağlık sorunları olmadığı anlaşılınca taburcu edildi.”

Dahası, The New York Times haberinin yayımlanmasından iki gün sonra, İngiliz sağlık yetkilileri bir açıklama yaparak, haberi tamamen yalanlamış ve Noviçok maruziyeti nedeniyle hiçbir çocuğun Salisbury’de hastaneye kaldırılmadığını doğruladı.

The New York Times, makalesinde köklü değişiklikler yaparak Haspel’in Trump’a İngilizlerin sağladığı Noviçok kurbanlarının fotoğraflarını gösterdiği iddiasını tamamen çıkardı.

Bunun yerine, gazete “sinir gazı saldırılarının sonuçlarını gösteren fotoğraflar sunduğunu, ancak bunların İngiltere’deki kimyasal saldırıyla ilgili olmadığını” belirtti. Bu görüntülerin gerçekten var olup olmadığı ve İngiliz istihbaratınca Trump’ı Rusya karşıtı sert bir tavır almaya yönlendirmek için sahte olarak üretilip üretilmediği, aradan geçen beş buçuk yılda hâlâ netlik kazanmış değil.

Bu soruların açıklığa kavuşmamış olması, İngiliz casuslarının yıllardır Moskova’yı hedef alan küresel bir diplomat tasfiyesini -tüm gücüyle bir savaşa hazırlık olarak- planladığı ve umduğu gerçeğini daha da dikkat çekici hâle getiriyor.

Örneğin, Ocak 2015’te MI6/NATO destekli Institute for Statecraft (IFS), Rusya’da “rejim değişikliği” hedefi için kullanılabilecek “potansiyel araçları” detaylandıran bir belge yayımlamıştı. Bu araçlar arasında diplomasi, finans, güvenlik, teknoloji, sanayi, askeriye ve kültür yer alıyordu. Üç kez tekrar edilen bir “araç” şunu öne sürüyordu: “Mümkün olduğu kadar çok ülkeden [Rus] istihbarat subayını ve hava/savunma/deniz ataşesini eşzamanlı olarak sınır dışı etmek (küresel Operation Foot).”

Operation Foot, Eylül 1971’de 105 Sovyet yetkilisinin İngiltere’den sınır dışı edilmesiyle sonuçlanmış bir operasyondu. Mart 2018’de Salisbury olayı sonrası Londra’nın 26 ülkeyi -tabii ki ABD dâhil- 150’den fazla Rus diplomatı sınır dışı etmeye ikna etmesi üzerine, ana akım medya organları bu tarihi olaya atıfta bulunmuştu.

Böylece IFS, uzun süredir arzuladığı “Britanya ve Batı’nın kazanabileceği türden eski usul silahlı çatışmaya” bir adım daha yaklaşmış oldu.

Bugüne hızlıca geldiğimizde Britanya ve Batı, o çatışmayı tamamen kaybetme eşiğinde görünüyor. Öte yandan, Salisbury olayının sürekli değişen resmi anlatısı hem büyük hem küçük şekillerde radikal olarak kaymaya devam ediyor.

Dawn Sturgess soruşturmasında, şimdiye kadar medyada yer bulan tüm haberlerin aksine, Skripal’ların ördekleri beslemek için ekmek verdiği çocuklardan birinin aslında “hastalandığı” ve arkadaşlarıyla birlikte “bir iki gün boyunca kendini kötü hissettiği” ifade edildi.

Bu yeni iddialar, İngiliz makamlarının 4 Mart 2018 sabahı Sergey’in evinin kapı tokmağına sürülen Noviçok’un Skripal’leri zehirlediği yönündeki tartışmalı açıklamalarına uyum sağlıyor. Ancak sonraki soruşturmalar, eldeki kanıtların -Yulya Skripal’ın hasta yatağından verdiği ifadeler dâhil- çiftin başka bir yerde, başka bir zamanda ve tamamen farklı bir yöntemle hedef alındığını açıkça gösterdiğini ortaya koyacaktır. Bu bağlamda, olayda İngiliz ve Amerikan istihbaratının doğrudan rol oynadığına dair işaretler artıyor.

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

COP29 taslağında zengin ülkelerin 250 milyar dolarlık taahhüdü tepki çekti

Yayınlanma

Birleşmiş Milletler iklim zirvesinin organizatörleri cuma günü, ABD, AB ve diğer zengin hükümetlerin 2035 yılına kadar gelişmekte olan ülkelere yılda 250 milyar dolar iklim finansmanı sağlamasını öngören bir anlaşma taslağı yayınladı. Bu miktar yoksul ülkelerin talep ettiği trilyonluk rakamın çok gerisinde kalıyor.

Anlaşma, özellikle iklim değişikliği gerçeğiyle alay eden ve hükümet harcamalarında ciddi kesintiler vaat eden seçilmiş Başkan Donald Trump’ın ABD’de iktidara gelmek üzere olduğu bir dönemde, hangi ülkelerin tam olarak ne kadar para sağlayacağı konusunda pek çok belirsizliği de beraberinde getiriyor.

Finans sorunu Azerbaycan’ın başkentindeki COP29 görüşmelerinde ana tartışma konusu oldu. Yeni hedef, yoksul ülkelerin ekonomilerini yeşillendirmelerine ve ısınan gezegenin etkileriyle başa çıkmalarına yardımcı olacak para için konuldu.

Görüşmelerin cuma günü sona ermesi bekleniyordu ancak tarafların birbirinden ne kadar uzak olduğu göz önüne alındığında görüşmelerin uzatmaya gideceği neredeyse kesindi.

Panama’nın iklim elçisi Juan Carlos Monterrey Gómez, “Bu çok saçma. Bu rakamla yüzümüze tükürüyorlar,” dedi. Kenya iklim elçisi Ali Mohamed ise 250 milyar dolar rakamına atıfta bulunarak “Bunu ciddiye almıyoruz” dedi.

Görüşmeler sonucunda üzerinde anlaşmaya varılan miktar ne olursa olsun, zengin ülkelerin 2009 yılında kabul ettikleri 100 milyar dolarlık hedefin devamı niteliğinde olacak. Bu hedefe, 2020 için belirlenen son tarihten iki yıl sonra nihayet ulaşıldı.

O zamandan bu yana iklim ihtiyaçları ve kötüleşen felaketlerin verdiği zarar daha pahalı ve şiddetli hale geldi. En son taslak metinde yer alan rakamın yoksul hükümetleri yatıştırması pek olası değil.

Birlikte müzakere eden gelişmekte olan ülke blokları, daha zengin hükümetlerin kamu fonlarından yıllık 500 milyar ila 1.3 trilyon dolar arasında bir miktar talep ediyor. Hedefin gerçekleşmesini istedikleri tarih 2030, yani cuma günkü taslaktan beş yıl önce.

Çeşitli analizler, gelişmekte olan ülkelerin, küresel sıcaklıkların 19. yüzyılın ortalarından bu yana 1.5 santigrat derece artmasını önlemek için dış kaynaklardan yılda 1 trilyon dolardan fazla paraya ihtiyaç duyacağını göstermiştir ki bu da dünya hükümetlerinin Paris iklim anlaşmasında belirlediği esnek hedeftir. Anlaşma taslağı, 1.3 trilyon dolar kadar olan açığın 2035 yılına kadar büyük ölçüde özel sermaye kullanılarak kapatılabileceğini belirtti.

Taslakta 250 milyar doların sadece kamu fonlarından ve onların harekete geçirdiği özel yatırımlardan mı geleceği yoksa her türlü özel yatırımı da kapsayıp kapsamayacağı net değil. Bu da yoksul ülkelerin ortadan kaldırılmasını istediği bir belirsizlik.

Müzakereler hakkında konuşmak üzere adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir Latin Amerikalı müzakereci Politico’ya verdiği demeçte, “Bu iş iyi gitmeyecek. 250 çok düşük ve bunun için hem özel hem de kamudan denmesi de çok saçma,” diyor.

Sayı gelişmekte olan ülkelerin isteklerinin gerisinde kalsa da Avrupalı bir müzakereci sayının yine de bazı zengin ülkeleri zorlayacağını söyledi.

Hassas diplomatik konuları görüşmek üzere adının açıklanmasını istemeyen müzakereci Politico’ya, “Düşünülenden daha yüksek. Gruptan bazılarının başkentlere geri dönmesi gerekecek” dedi.

Bir başka Avrupalı müzakereci de ülkesi için 250 milyar doların “iyi bir rakam” olduğunu söyledi.

Üst düzey Biden yönetimi yetkilileri, gelecekteki Demokrat ya da iklim dostu bir hükümetin karşılayabileceği bir anlaşmayı müzakere ettiklerini belirttiler. Trump’ın dört yıllık iktidarı ve Kongre’nin en az iki yıl boyunca Cumhuriyetçilerin kontrolünde olması, ABD’nin iklim finansmanına yapacağı katkıları azaltacağı düşünülüyor.

Hedefe tepki gösteren çevre örgütleri de, hükümetlerin muhtemelen daha yüksek bir rakama ulaşabileceğini söyledi.

Doğal Kaynakları Savunma Konseyi’nin uluslararası iklim finansmanı kıdemli savunucusu Joe Thwaites yaptığı açıklamada, Dünya Bankası gibi çok taraflı kalkınma bankalarının kredi verme uygulamalarında halihazırda yapılmakta olan değişikliklerin, öncelikle zengin ülkelerden yoksul ülkelere akan on milyarlarca dolarlık daha fazla finansmanı serbest bırakması gerektiğini söyledi. Ülkeler ayrıca ülkeden ülkeye finansmanda “mütevazı artışlara” da ulaşabilirler, dedi.

COP29’daki bir diğer önemli tartışma konusu da ABD ve Avrupa’nın Çin, Singapur ve Körfez ülkeleri gibi zengin ama teknik olarak hala gelişmekte olan ülkelerin de potaya katkıda bulunmaları yönündeki talepleriydi.

Taslak esasen bu seçeneği bağış yapma baskısı altındaki ülkelere bırakarak “gelişmekte olan ülke Tarafları” ya hedefin bir parçası olarak ya da Çin’in sıklıkla “Güney-Güney” finansmanı olarak adlandırdığı yolla “tamamlayıcı” ek katkılarda bulunmaya davet etti.

Anlaşmazlıkların damga vurduğu COP29’da yoksul ülkeler için yılda 1 trilyon dolar çağrısı yapıldı

Okumaya Devam Et

DİPLOMASİ

Trump’ın zaferinin ardından Britanya Çin ile ilişkilerini canlandırıyor

Yayınlanma

Çin-İngiliz ilişkileri, dönemin Başbakanı David Cameron’ın 2015 yılında “altın çağ” ilan etmesinden ve Maliye Bakanı George Osborne’un Çin iş dünyası ile iş yapabilmek için elinden geleni yapmasından bu yana ciddi şekilde bozuldu.

Xi ile görüşen son İngiliz lider olan Theresa May döneminde ilişkiler gerildi ve Boris Johnson döneminde 2019-2022 yılları arasında iyice dibe vurdu.

Şimdi 14 yıl iktidarda kaldıktan sonra temmuz ayında Muhafazakârları yerinden eden yeni İşçi Partisi hükümetiyle birlikte Başbakan Keir Starmer, ülkenin durgun iktisadi büyümesini tersine çevirmek için Pekin’den yardım istiyor.

POLITICO’ya konuşan ve adının açıklanmasını istemeyen üst düzey bir İngiliz yetkili, yeniden angaje olmanın “çok basit” olduğunu savundu.

Yetkililer, Donald Trump’ın yakında Beyaz Saray’a döneceğine ve Pekin ile ticaret savaşı tehditlerinin hem Britanya’nın hem de Çin’in refahını sarsabileceğine dikkat çektiler. Bu nedenle Londra ve Pekin arasında yenilenen bir dostluk her iki tarafın da yararına olabilir.

Fakat yetkili, “Bu altın çağa dönüş değil. Çin değişti ve biz de değiştik. Xi o zamanlar ‘ömür boyu başkan’ değildi,” diyerek yeni angajmanın sınırlarına işaret etti.

G20 zirvesindeki Xi-Starmer görüşmesi yeni bir sayfa açabilir

Pazartesi günü G20 zirvesinde yapılan Xi-Starmer toplantısının başında İngiliz lider Pekin’i ziyaret etmek istediğini söyledi ve “tutarlı, dayanıklı, saygılı” bir ilişki kurma arzusundan bahsetti.

POLITICO’ya göre Xi, Starmer’ın her yerde kullanılan kampanya sloganı olan “ekonominin temellerini düzeltmek” gerektiğini tekrarladığında toplantıdaki İngiliz danışmanlar kahkahalarını bastırmak zorunda kaldı.

Fakat daha sonra Başbakan insan hakları, Tayvan, Çin’in İngiliz parlamenterlere uyguladığı yaptırımlar ve Hong Kong’da yargılanan Jimmy Lai’nin davasını gündeme getirdi. Starmer, İngiliz vatandaşı olan medya patronunun durumundaki “kötüleşmeyi” duymaktan “endişe duyduğunu” söyledi.

Starmer’ın insan hakları konusundaki endişelerini dile getirmesi hakkında POLITICO’ya konuşan yetkili, “Sizi temin ederim ki [eski Maliye Bakanı] George Osborne bunu asla yapmadı,” dedi.

Eski bakan, bir zamanlar Çin devlet medyası tarafından insan hakları kaygılarına odaklanmadığı için övülmüştü.

Starmer daha sonra görüşmeden ve getirmesini beklediği fırsatlardan memnun olduğunu söyledi.

Starmer, Hong Kong meselesine girmemeyi seçti, öncelik ekonomi

Ertesi gün Başbakan, Hong Kong’da 45 aktivistin Pekin tarafından getirilen tartışmalı ulusal güvenlik yasaları uyarınca hapse atılmasını kamuoyu önünde eleştirmeyi reddetti.

G20 sonu basın toplantısında kendisine toplu tutuklamaları kınayıp kınamayacağı ya da Çin ile daha yakın ilişkiler kurmak için “dilini ısırıp ısırmayacağı” sorulan Starmer, diplomatik bir dil kullanmayı tercih etti.

“Biz bu yakın ekonomik ortaklığı istiyoruz,” yanıtını veren Starmer, Londra ve Pekin arasında “farklılıklar” olacağını kabul etti. Fakat başbakan, esas olarak Birleşik Krallık’ın refahı ve Çin’in potansiyel olarak sağlayabileceği büyüme artışına odaklanmayı tercih ediyor.

Beyaz Saray’daki ilk döneminde Trump, Boris Johnson’dan ulusal güvenlik gerekçesiyle Çinli telekom devi Huawei’yi İngiltere’nin 5G ağından çıkarmasını talep ederek iki ülkenin arasının bozulmasında büyük bir rol oynamıştı.

Bunu takip eden yıllarda, özellikle o dönemde iktidarda olan Muhafazakâr İngiliz siyasetçiler, Çin’in Sincan bölgesindeki Uygurlara yapılan muamele, eski İngiliz kolonisi Hong Kong’daki gelişmeler, yaptırım uygulanan parlamenterler ve Rishi Sunak’ın iktidarda olduğu dönemde Savunma Bakanlığının maaş bordrosunun ve Britanya’nın seçim kütüklerinin toplu olarak hacklendiği iddiaları da dâhil olmak üzere giderek artan bir endişe listesinin altını çizdiler.

Starmer’ı bekleyen daha büyük zorluk ise yine Trump’tan gelebilir. ABD’nin seçilmiş başkanı, Çin’den ABD’ye yapılan ithalata yüzde 60, dünyanın geri kalanından gelen mallara ise yüzde 20 gümrük vergisi uygulamakla tehdit etti.

ABD-Çi ticaret savaşlarına hazırlık başladı

Ticaret Bakanı Jonathan Reynolds, ikinci bir Trump başkanlığında Birleşik Krallık’ın olası bir ABD-Çin ticaret savaşına “çok daha fazla maruz kalacağını” söyledi. 

Allianz Trade tarafından yakın zamanda yapılan bir analize göre, Trump’ın Çin’e karşı bir ticaret savaşı başlatması durumunda, Birleşik Krallık’ın ihracatı 8,4 milyar sterlin düşebilir.

Risk altında kalmaya en yakın bölme ise ülkenin imalat sektörü.

İşçi Partisi hükümeti, Çin ile mali ve ticari engelleri görüşmek üzere iki önemli ticari ve mali diyaloğu yeniden açma arzusunun sinyalini verdi ve Joe Biden yönetimi altında Pekin ile artan ABD angajmanını bir model olarak işaret etti.

Çin’de iş yapan üst düzey bir iş dünyası temsilcisi Starmer’ın, Başkanın “ya bizimlesiniz ya da bize karşısınız” dediği bir Trump dönemine daha dayanabileceğini düşünüyor.

Temsilci, “Belki de İşçi Partisi için ‘Hayır, bunu yapmayacağız’ demek ve ardından dört yıl boyunca dişlerini sıkmak daha kolaydır,” dedi.

Dışişleri Bakanlığı Çin ile ilişkileri gözden geçiriyor

Fakat Dışişleri Bakanlığı aynı zamanda Londra’nın Pekin ile ilişkilerini gözden geçiren bir “Çin denetimi” de yürütüyor.

Konuya katkıda bulunan iki kişi Lammy’nin bu çalışmanın 2025 yılı başında tamamlanmasını istediğine inanıyor. Bu da Maliye Bakanı Rachel Reeves’in muhtemelen ocak ayında yapacağı ziyaretin önünü açacak.

Bir sonraki hamle ise Starmer’ın yıl içinde yapacağı yüksek profilli bir ziyaret olacak.

Denetimin sonuçları ne olursa olsun, Starmer, Birleşik Krallık’ın büyümesini ve iddialı karbonsuzlaştırma hedeflerini artırmak da dahil olmak üzere önemli iç görevlerini yerine getirme ihtiyacı nedeniyle kaçınılmaz olarak Çin’e karşı daha açık bir duruşa zorlanacaktır.

Reynolds ve Reeves, Birleşik Krallık’ta daha fazla uluslararası yatırımı teşvik etmeye çalışırken gözlerini Çin’e dikmiş durumdalar.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English