SÖYLEŞİ
‘Bölge ülkelerinin İsrail’le 7 Ekim öncesi normalleşmeye dönmesi imkansız’
Yayınlanma
Yazar
Esra Karahindiba
Middle East Eye Genel Yayın Yönetmeni David Hearst Harici’ye konuştu. Bölge ülkelerinin Trump döneminde başlatılan İsrail’le normalleşme sürecine dönmesinin imkansız olduğunu söyleyen Hearst, süreç yeniden Suudi Arabistan’ın başlattığı ‘Arap Barışı’ girişimine döndü dedi.
Londra merkezli Middle East Eye’ın Genel Yayın Yönetmeni ve kurucu ortağı olan David Hearst, Guardian’da da dış politika başyazarlığı yapmıştı. Bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden ve yorumlayan Hearst, Gazze savaşı, iki devletli çözüm tartışmaları, Hizbullah’la savaş ihtimali ve bölgesel aktörlerin rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.
Hizbullah’ın İsrail’e yönelik son 11 saldırısını da değerlendiren Hearst’e göre, İsrail’in Hizbullah’a savaş açması kendi açısından mantıklı olmaz ancak rasyonel düşünmeyen Tel Aviv yönetimi bunu yaparsa, İran, Irak, Şii gruplar ve pek çok bölgesel aktör savaşa dahil olur…
Öncelikle İsrail’in katliamlarını sormak istiyorum. İnsani yardım beklerken 112 sivil öldürüldü. İsrail’in Gazze’ye yönelik bu saldırısının uluslararası toplumun Tel Aviv üzerindeki baskısını artıracağını düşünüyor musunuz?
Ben “evet” demek istiyorum ama beynim “hayır” diyor çünkü son 5 ayda o kadar çok katliam yaşandı ki. Kelimeler anlamsız hale geldi. Gazze’de katliamlar normalleşti. Mesela BBC gibi kuruluşların katliamları haber yapma biçimine baktığınızda pasif zaman kipi kullandıklarını görüyorsunuz. Sanki bombalar buluttan geliyormuş gibi “yüzlerce Filistinli öldü” diyorlar. Sanki aslında bu işin içinde hiçbir etken taraf yokmuş gibi. Var… Filistinlilerin aslında yiyecek ararken hedef alındıkları görüşünü tekrarlama olasılıkları ise daha da düşük. Hedef alındıklarını da biliyoruz. Gazze’de planlanmadan hiçbir şeyin gerçekleşmediğini ve son derece hassas silahlarla, elbette Amerika’nın İsrail’e yardım ettiğini biliyoruz. Kalbiniz “bunun durması gerekiyor” diyor çünkü şu anda 30.000’in üzerindeyiz, hatta bazı hesaplamalara göre 100.000 kayıpta bile olabiliriz. Ve bu benim görüşüm değil. Bu, sayılan 30.000 kişiyi yalnızca Filistin Sağlık Bakanlığı’na her gün bildirilen veriler gösteriyor. Bu ceset sayımında hesaba katılmayan şey, enkaz altında henüz açıklanmayan cesetlerin sayısı ya da hastane sistemi yıkıldığı için hastanede tedavi olmadığı için ölen Filistinlilerin sayısı. Resmi sayılar yalnızca İsrail saldırılarının doğrudan sonucu olarak belirli bir günde ölen kişilerin sayısını gösteriyor. Sıradan insanların tedavi edilmedikleri için yaralanmalardan ölmeleri sonucu ortaya çıkan kayıpları hesaba katmıyor. Yani kayıp sayısı 30.000’in çok üzerinde olabilir.
Sanırım 5 ay önce hiçbirimizin hazırlıklı olmadığı bir süreç görüyoruz. 5 ay önce zamanın Netanyahu’nun ya da İsrail ordusunun tarafında olmadığını düşünüyorduk. Zaten Hamas’ın parçalanması ya da dedikleri gibi çökertilmesi gibi onların ulaşamayacağını düşündüğü askeri hedeflerine ulaşmak için sınırlı bir çerçeveleri vardı. Ancak bu savaş devam ettiği için -varsayımlardan biri de İsrail’in 1 Ocak’a kadar zamanı olacağıydı, hatırlarsanız- İsrail’in yaptığını yapmak için Ocak ayı sonuna kadar zamanı olacaktı ve ardından Joe Biden zamana dikkat çekip şöyle diyecekti: “Halas” yeter. “Artık insani yardım kuruluşlarının içeri girmesine izin vermelisiniz ve artık ateşkes yapmalısınız”. Bu asla gerçekleşmedi ve gerçekleşmediği müddet ne kadar uzun sürerse, (katliam da) o kadar çok olacaktır. Yani katliamların, bireysel katliamların normalleştirildiği bir süreç yaşıyoruz. Şifa hastanesi… Bakın bütün hastanelere ne oldu… Bakın BM sığınaklarına ne oldu… Bu o kadar normal hale geliyor ki, bir savaş durumu olarak görmezden geliniyor. Savaş halinde ikincil hasar… Batılı siyasetçilerin bu katliamları nasıl tanımladığını dikkatle dinlerseniz “katliam” kelimesini kullanmıyorlar. Bunlar sadece burada kullandığımız kelimeler. Ancak İsrail’i destekleyen pek çok insan “katliam” kelimesini kullanmıyor ya da “Hey, bu bir savaş! Ne bekliyorsunuz? Bu sivil zayiat”. Bunun sivil zayiat olmadığını biliyoruz, çünkü bu bombalar hedefleniyor ve bu Gazze’yi yaşanmaz hale getirmek için yapılıyor; sivilleri korkutup kaçmaya, hatta denize kaçmaya yöneltmek için yapılıyor. Bu konuda açık olmamız gerekiyor. Ana akım politikacıların bulunduğu bir İsrail ana akımı var – Itamar Ben-Gvir’den falan bahsetmiyorum. Ben “kafasına kurşun yiyen her Gazzeli bunu hak eder” diyen ana akım Likud siyasetçilerinden bahsediyorum. Bu da kelimenin tam anlamıyla ellerinden geldiğince çok sivili öldürmeye ve terörize etmeye çalışan insanlara uyguladığımız cezasızlığın mutlak vahşetini gösteriyor.
‘İsrail Hizbullah’a saldırırsa, bölgesel aktörler de savaşa dahil olur’
Gazze’deki savaş sona erdiğinde İsrail’in Hizbullah’la karşı karşıya geleceği senaryoları vardı. Bunu gerçekçi görüyor musunuz?
Buna pek karar veremedim. Her iki tarafta da karşı karşıya gelip gelmeyecekleri konusunda tartışmalar var. Öncelikle elimizdeki, rasyonel düşünmeyen bir İsrail hükümeti. Pek çok nedenden dolayı Hizbullah’a saldırmak mantıklı olmaz ama bu, onların bunu yapmayacağı anlamına da gelmiyor. Kendi kendilerine şunu iddia edebilirler: “Şimdi Hizbullah’a meydan okuyup onları sınırdan 6, 7 kilometre geriye püskürtmenin tam zamanı ve eğer bunu şimdi yapmazsak, bir neslin fırsatını kaçırmış oluruz.” Hizbullah’ın kendisi de İsrail’in bulundukları yerleri işgal etmemeleri durumunda ve doğrudan saldırıya uğramamaları halinde bir savaşa girmeyeceklerini söylüyor ve bunu da açıkça ortaya koydular. Ancak onlara saldırılırsa bu gerçekten bölgesel bir savaşa dönüşür, çünkü bu kez gerçekten İran da işin içine girer, Irak da işin içine girer. Oradaki Şii gruplar da konuya dahil olur. Sadece mevzubahis sınırda değil, Ürdün sınırında da tüm sınır boyunca tam bir savaş durumu yaşanır. İsrail Hizbullah’a saldıracak mı? Bunun sadece bir zaman meselesi olduğuna inanan pek çok insan var. Lübnanlıların buna karşı uyarıda bulunduğunu düşünüyorum ve Lübnan hakkında bilgisi olan, aslında “Hayır, İsrail yapmaz” diyen pek çok insan var. Sınırda ilginç çatışmalar yaşandı. Bunlardan biri, Hizbullah’ın, İsrail’in baş edemediği Demir Kubbe’nin altına erişen uzun menzilli tanksavar füzelerini göstermesiydi. Ve ateş gücünün, özellikle güney Lübnan’ın dağlık ve engebeli bölgelerinde Hizbullah’la savaşmanın Hamas’la savaşmaktan tamamen farklı bir şey olacağı mesajını verdiler. Bu yüzden havada bir takım argümanlar var. Aslında ne olacak? Bilmiyorum. Ama yine de rasyonel zeminde değiliz. Hizbullah’ın iki ordu arasında belirli düzeyde bir caydırıcılık oluşturduğunu söyleyenler olduğu gibi, “Hayır, Hizbullah’ın sorunu çözülene kadar Kuzey İsrail halkı evlerine dönmeyecek” diyenler de var.
Hizbullah’ın füzelerle Kiryat Şimona’yı hedef almasını ve Iraklı Şii grubun İsrail’in Hayfa Havalimanı’ndaki enerji santrallerini vurmasını nasıl karşılıyorsunuz? Bunun, Hizbullah’ın ardından daha büyük bir savaşa girecek birçok tarafla ilgili öngörünüze dair bir işaret olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şii milislerden oluşan şemsiye bir grup olan Irak’taki İslami Direniş, Hayfa havaalanındaki elektrik santralini insansız hava araçlarıyla vurma eylemini üstlendi. Geçtiğimiz hafta grup, Hayfa limanındaki bir kimya fabrikasına benzer bir insansız hava aracı saldırısı düzenlemişti. Bunlar, Ürdün ve Suriye sınırındaki ABD üssüne düzenlenen saldırıda üç ABD askerini öldüren grupla aynı grup. Ve ABD’nin karşılık olarak başlattığı hava saldırıları da buna engel olmuyor. Bazılarımızın öngördüğü gibi İsrail’in güney sınırları kadar kuzey sınırları da artık sıcak hale geldi. Ve Irak’taki Hizbullah müttefiki milislerin, Demir Kubbe füze savunma sistemi altına giren ve hedefleri nokta atışı isabetle vuran bu saldırıları sürdürebilme yeteneğinden şüphe edilemez.
‘Hamas işgale karşı direnişi ifade ediyor’
Gazze’de Hamassız bir çözümün mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? ABD’nin Gazze için öngördüğü “yenilenmiş Filistin Yönetimi” hakkında ne düşünüyorsunuz? Gazze’nin geleceği için bu planın mümkün olma ihtimalini değerlendiriyor musunuz?
Hamas’ın fikri bir yapı ve Gazze halkının bir parçası olması itibarıyla mağlup edilebileceğini düşünmüyorum. Gazze’nin kendisinden ayrılabilecek bir milis kuvveti değil. Yani Gazze’den çıkarılabilir ama mağlup edilemez bence. Bunun için başka bir yere bakmanız ve Hamas’ın genel olarak onlarla hiç ilgisi olmayan alanlardaki muazzam popülaritesini keşfetmeniz gerekiyor. Örneğin, Ürdün’de, sadece Ürdün’deki Filistinliler arasında değil, aynı zamanda, Doğu Şeria (TransÜrdün tepeleri) arasında da son derece popüler hale geldiler. Bu çok ilginç ve bence Hamas, direniş gruplarının ifade ettiği gibi, Filistin Yönetimi tarafından tamamen yüzüstü bırakılan “işgale karşı bir direnişi” ifade ediyor. Filistin Yönetimi’nin Gazze’yi ele geçirmesine fikrine, İsrail şiddetle karşı çıkıyor çünkü İsrailliler özellikle Filistin Yönetimi’nin orada olmasını istiyor. Ama aynı zamanda Batı Şeria’da da diz çökmüş durumdalar. Batı Şeria’ya gittiğinizde Nablus’a kadar uzanmıyor, Cenin’e kadar uzanmıyor. Ve bir sonraki nesil olan El Fetih’in erkekleri ve kızları da silahlı direnişe katılıyor. Yani nesilsel olarak da (Hamas’ı bitirme fikri) işlemiyor.
Sonuçta işe yarayacak tek şey, eğer barışı düşünüyorsanız, tüm Oslo sonrası düşüncede köklü bir değişiklik yapılmasıdır; bu, aslında Filistinlilerin kendi liderliklerini seçmelerine, birleşmeye ve özgür seçimlere izin vermeniz, ve fraksiyonların ulusal bir hükümette birleşmesi anlamına gelir. 17 yıldır orada özgürce seçim yapılmıyor. Neden bahsediyorsunuz? Boyutu ne olursa olsun bir Filistin devleti kurmak istiyorsanız eğitim sistemi konusunda UNRWA’ya izin vermelisiniz. Onu yok etmeyi bırakmalısınız. Ama aynı zamanda siyasi sürecin devam etmesine de izin vermelisiniz. Bu da bir ulusal birlik hükümetini gerektirir. İsrail’in, Amerika’nın ve Britanya’nın yaptığı her şey, ulusal birlik hükümetinin oluşmasını engellemek içindi. Dolayısıyla tüm alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz çünkü formülleri şuydu: Hamas’ı dışlarsınız ya da silahlarını bırakıncaya kadar her türlü silahlı direnişi dışlarsınız. Kuzey İrlanda’da olan bu değildi. Kuzey İrlanda’da olan şey, cumhuriyetçi harekete daha sonra iktidarı sendikacılarla paylaşabilecekleri yönünde net bir siyasi vizyon sağlandıktan sonra silahsızlanmanın gerçekleşmesiydi. O tarihten önce hizmetten çıkarma gerçekleşmemişti. Yani Hamas’tan, herhangi bir siyasi gelecek vizyonu oluşmadan önce silahları bırakmasını istiyoruz(!). Eğer kavgayı durdurmak istiyorsanız, uzun vadede devamlılık koşullarını nasıl tasarlayacağınız hakkında konuşmaya başlamalısınız.
‘Ortada devlet yok, apartheid sistemi var’
ABD’nin retorik olarak öne sürdüğü iki devletli çözüm, şu ana kadar başarılı olmadı. İki devletli çözümde ısrar etmenin gerçekçi olduğunu düşünüyor musunuz?
Eğer iki devletli çözüm konusunda ciddiyseniz, Filistin için nasıl bir devlet yaratacağınız konusunda; aslında egemenliği olan, bitişikliği olan ve kendi sınırlarını kontrol edebilen bir devlet yaratacağınız konusunda da ciddi olmanız gerekiyor. Erdoğan’ın (ADF 2024’teki) konuşması sırasında gösterilen haritada bunların hiçbirinin tasavvur edilmediğini görüyoruz. Filistin devleti gerçekte böyle görünüyor. Bir avuç taş parçasına benziyor. Yani eğer iki devletli bir çözümden bahsediyorsanız, bunu önerenlere sormak lazım; nasıl bir devletten bahsediyorsunuz? Çünkü bu son derece aldatıcı bir kelime. İki devletli çözüm, iki eşit durum arasındaki dengenin ve simetrinin karşılıklı etkileşimini ifade eder. Ve sahip olduğunuz şey devasa bir devlettir. Oysa gerçekte olan, çevresinde bir sürü kilitli hapishane olan ve köylerinden çıkıp bir köyden diğerine gitme girişiminde bile bulunamadıkları bir yer. Tamamen hapsedilmişler ve bu tam bir “apartheid” sistemi.
Peki bir apartheid sistemini gerçek iki devlete nasıl dönüştürebilirsiniz? Eğer bir Filistin devletinden ve eğer bir Filistin devletinin bulunacağı topraklardan bahsediyorsanız, kendinize şu soruyu sormalısınız: İsrail’de doğmuş ve bu konuda emir vermeye hazır bir politikacı var mı? Bir milyona yaklaşan yerleşimcilerin tahliyesini önerecek bir politikacı var mı? Eğer ciddiyseniz yerleşimcilere ne yapacaksınız? Çünkü yerleşimcilerin sayısı artık az bir şey değil. 700 binden bir milyona kadar insandan bahsediyoruz. Şimdi Batı Şeria’daki, Doğu Kudüs’teki ve Golan Tepeleri’ndeki yerleşim yerlerini de sayarsak 750 bin daha fazla yerleşimci var. Bu çok sayıda insan demektir. Ve bu sadece onların evleri değil, aynı zamanda onların işlerini de ifade ediyor çünkü artık onları birbirine bağlayan 18 farklı sanayi bölgesi var. İşleri için 1948 İsrail’ine gitmeleri gerekmiyor. Onların orada işleri var. Bütün işletmeleri orada. Tamamen korunuyorlar ve artık onlara ağır silahlar da veriliyor. Peki onları kim tahliye edecek? Ancak, biliyorsunuz, Türkiye Dışişleri Bakanlığı iki devletli çözüm çizgisinde gidiyor; iki devletli çözüm konusunda insanlarla karşı karşıya gelirseniz ve bunu teşvik ederseniz, aslında dünyayı bu çözümü durduracak türden sorular hakkında düşünmeye zorlamış olursunuz. Ve İsrail’i, Netanyahu’nun söylediği gibi “Hiçbir koşulda devleti kabul etmeyeceğiz” diyerek kışkırtırsınız ki, İsrail iki devletli bir çözüm olduğunu iddia edemez. Müzakere masasının diğer ucunda müzakere edecek kimse yok. Doğu Kudüs’te başkenti olan özerk, bütünleşik bir Filistin devleti için ne kadar çabalarsanız, İsrail’in buna müsamaha göstereceği mitiyle de o kadar yüzleşirsiniz.
‘Filistin, küresel ahlaki bir mesele haline geldi’
Peki ya diğer küresel güçler bu krizi çözmek için dahil olmalılar mı? Sizce bu konuda onların bir rolü olabilir mi?
Bence olması gereken İsrail hakkındaki tüm tartışmanın değişmesi gerektiğidir. Güney Afrika’nın sürece dahil olmasının inanılmaz derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü onların büyük bir ahlaki gücü var, çünkü sistemi içeriden de değiştirdiler, dışarıdan da değiştirdiler. Artık küresel bir kampanya haline geldi. Son 5 ayda yaşanan tek olumlu şey, Filistin’in Ukrayna’dan farklı olarak küresel bir ahlaki mesele haline gelmesidir. Ukrayna bölgesel bir savaş ama küresel bir sorun değil. Ancak Gazze artık küresel bir mesele fakat aslında bölgesel dinamikleri değiştirmedi ya da henüz değiştirmedi. Ve şimdi olması gereken, bölgesel dinamiklerin değişmeye başlamasının gerçekleşmesidir; dünya, İsrail’in eylemlerine izin veren bir havaya sahip; bu değişmeli ve olağanüstü vahşet uygulayan insanlar için hava daha da soğumalı. Sivillere karşı gelişigüzel vahşet uyguladıklarını gösterenlerin ve liberal Siyonizmin maskesi düştü. Artık İsrail’in ahlaki davrandığını söyleyen “incir yaprağı” hikayesini kullanamazsınız çünkü öyle olmadığı çok açık.
‘İsrail’le normalleşme dalgası tersine döndü’
Ortadoğu savaş öncesinde normalleşme sürecindeydi? Bu sürecin savaştan sonra da devam etmesini bekliyor musunuz? Savaş sonrasında bölgede neler olacak?
Normalleşme, temelde Trump yönetimi altındaki İsrail’in, Filistin sorununun üzerinden atlayıp Arap devletleriyle normalleşebileceği fikrinden ortaya çıktı. Normalleşme, Arap Barışı girişimini tepetaklak etti ve ilk olarak nihai sonuçları elde etti. Filistinlilerin başlarının üzerinden devasa bir otoyol inşa ediyor ve onlara bir nevi “Gasterbeiter” (misafir işçiler) statüsü sunuyordu. Kendi topraklarında hiçbir siyasi hak olmadan işçi olma durumu… Gazze Savaşı’nın bunu tersine çevirdiğini düşünüyorum. Özellikle İsrail’le anlaşma imzalamak üzere olan, Gazze’nin baskısı ve Arap kamuoyunun baskısı altında Suudi Arabistan’ın normalleşebilecek ülkelerden biri olduğunu düşüncesi artık değişti. Ve şimdi iş, Suudi Arabistan’ın 2002’de yarattığı şeylerden biri olan Arap Barışı girişimine geri döndü. Orada mantık tersine döndü: “Önce Filistin sorununu çözersiniz, sonra ilişkileri normalleştiririz”. Yani normalleşmenin mantığı tersine döndü. Bu, Arap rejimlerinin elit oldukları gerçeği göz önüne alındığında İsrail’le bağlarını kesecekleri anlamına gelmiyor. Filistin sorununa karşı oldukça çelişkili bir tutumları var çünkü Filistin sorunu genel olarak Arap Baharı’ydı. Hatta ilk gerçek Arap Baharıydı. İntifadalar aslında Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle ve onları tehdit eden tüm devrim dalgasıyla tekrarlanan bir modelin ilk işaretleriydi. Hala tehdit altındalar. Hala bu duygunun tehdidi altındalar ve dolayısıyla bir şekilde “Yeni Filistin”in büyük destekçileri olacakları fikrinden çok şüpheliyim. Ancak 7 Ekim öncesindeki normalleşme formülüne geri dönebileceklerini düşünmüyorum. Bunun artık imkansız olduğunu düşünüyorum.
Yani normalde “Filistin devletine ihtiyacımız var” diyecek bir konumda donup kalmış durumdalar. İşte bu yüzden herkesin aklını sınayıp “Nasıl bir Filistin?” diye sorması önemli. Herhangi bir Filistin’i hangi zaman diliminde yaratacaksınız? Çünkü İsrail yerleşimlerinin tarihine baktığınızda Batı Şeria’daki yerleşimlerin büyük bir kısmı Oslo’dan önce değil, sonra gerçekleşti. Yani şu anda uğraştığımız Batı Şeria’da yerleşimin büyük ölçüde genişlemesine izin veren Oslo’ydu. Dolayısıyla “Oslo’ya dönmeliyiz” diyorsunuz ama bu, şu anda bahsettiğimiz, örneğin Tabba’da sona eren son tur müzakerelerde tanıtılan haritayla aynı değil. Dolayısıyla, herhangi bir biçimdeki bir Filistin devletinden bahsetmenin bir avantajı, dünyayı, her boyutta bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyen şeyin tam olarak ne olduğu konusunda bilinçlendirmek olacaktır. Ve bu başlı başına yararlı bir süreçtir. Bunun işe yarayacağına inanmıyorum. Ancak yine de dünya toplumunu herhangi bir Filistin devletinin yaratacağı engellerle yüzleştirmeye değer. İsrail’in, yanında özerk bir devletin yaşamasına tahammül etmeye hazır olduğunu düşünmüyorum. Buna kesinlikle inanmıyorum. “Nehirden Denize” söyleminde tam hakimiyete inanıyorlar. Çevrelerinde kontrol edebilecekleri küçük bölgeleri kabul etmeye hazırlar ancak özgür seçimleri kabul etmeye hazır değiller. Kalıcı çözüme gerçekten ulaşabilmemiz için bu süreçten geçmemiz gerekiyor; bu, yerleşimcileri oldukları yerde tutmak, geri dönüş hakkını getirmek ve herkesin olduğu yerde kalmasını temin etmeye dayalı vatandaşlık eşitliğini sağlamak olacaktır. Ama bu çok çok farklı bir İsrail devleti ve çok çok farklı bir Filistin devleti olurdu…
İlginizi Çekebilir
-
NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı
-
İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
-
ABD, Ukrayna’ya uzun menzilli planör bombaları tedarikini yeniden başlatıyor
-
Hamas, Edan Alexander’ı serbest bırakacak
-
İsrail, Suriye’den sonra Lübnan’da da kalıcı işgale hazırlanıyor
-
Witkoff’un yeni ateşkes önerisine Hamas’tan itiraz
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
4 hafta önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
4 hafta önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
1 ay önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1

Suriye federasyona mı gidiyor?

Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor

Lukaşenko: Ukrayna, Putin ile gizli görüşmelere başladı

Merkel: Rusya’nın çıkarları tartışılmalı
Çok Okunanlar
-
AVRUPA5 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI7 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
AB’de silahlanma çılgınlığı
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump yoktan para yaratabilir mi?