SÖYLEŞİ
‘Bölge ülkelerinin İsrail’le 7 Ekim öncesi normalleşmeye dönmesi imkansız’
Yayınlanma
Yazar
Esra KarahindibaMiddle East Eye Genel Yayın Yönetmeni David Hearst Harici’ye konuştu. Bölge ülkelerinin Trump döneminde başlatılan İsrail’le normalleşme sürecine dönmesinin imkansız olduğunu söyleyen Hearst, süreç yeniden Suudi Arabistan’ın başlattığı ‘Arap Barışı’ girişimine döndü dedi.
Londra merkezli Middle East Eye’ın Genel Yayın Yönetmeni ve kurucu ortağı olan David Hearst, Guardian’da da dış politika başyazarlığı yapmıştı. Bölgedeki gelişmeleri yakından takip eden ve yorumlayan Hearst, Gazze savaşı, iki devletli çözüm tartışmaları, Hizbullah’la savaş ihtimali ve bölgesel aktörlerin rolü üzerine sorularımızı yanıtladı.
Hizbullah’ın İsrail’e yönelik son 11 saldırısını da değerlendiren Hearst’e göre, İsrail’in Hizbullah’a savaş açması kendi açısından mantıklı olmaz ancak rasyonel düşünmeyen Tel Aviv yönetimi bunu yaparsa, İran, Irak, Şii gruplar ve pek çok bölgesel aktör savaşa dahil olur…
Öncelikle İsrail’in katliamlarını sormak istiyorum. İnsani yardım beklerken 112 sivil öldürüldü. İsrail’in Gazze’ye yönelik bu saldırısının uluslararası toplumun Tel Aviv üzerindeki baskısını artıracağını düşünüyor musunuz?
Ben “evet” demek istiyorum ama beynim “hayır” diyor çünkü son 5 ayda o kadar çok katliam yaşandı ki. Kelimeler anlamsız hale geldi. Gazze’de katliamlar normalleşti. Mesela BBC gibi kuruluşların katliamları haber yapma biçimine baktığınızda pasif zaman kipi kullandıklarını görüyorsunuz. Sanki bombalar buluttan geliyormuş gibi “yüzlerce Filistinli öldü” diyorlar. Sanki aslında bu işin içinde hiçbir etken taraf yokmuş gibi. Var… Filistinlilerin aslında yiyecek ararken hedef alındıkları görüşünü tekrarlama olasılıkları ise daha da düşük. Hedef alındıklarını da biliyoruz. Gazze’de planlanmadan hiçbir şeyin gerçekleşmediğini ve son derece hassas silahlarla, elbette Amerika’nın İsrail’e yardım ettiğini biliyoruz. Kalbiniz “bunun durması gerekiyor” diyor çünkü şu anda 30.000’in üzerindeyiz, hatta bazı hesaplamalara göre 100.000 kayıpta bile olabiliriz. Ve bu benim görüşüm değil. Bu, sayılan 30.000 kişiyi yalnızca Filistin Sağlık Bakanlığı’na her gün bildirilen veriler gösteriyor. Bu ceset sayımında hesaba katılmayan şey, enkaz altında henüz açıklanmayan cesetlerin sayısı ya da hastane sistemi yıkıldığı için hastanede tedavi olmadığı için ölen Filistinlilerin sayısı. Resmi sayılar yalnızca İsrail saldırılarının doğrudan sonucu olarak belirli bir günde ölen kişilerin sayısını gösteriyor. Sıradan insanların tedavi edilmedikleri için yaralanmalardan ölmeleri sonucu ortaya çıkan kayıpları hesaba katmıyor. Yani kayıp sayısı 30.000’in çok üzerinde olabilir.
Sanırım 5 ay önce hiçbirimizin hazırlıklı olmadığı bir süreç görüyoruz. 5 ay önce zamanın Netanyahu’nun ya da İsrail ordusunun tarafında olmadığını düşünüyorduk. Zaten Hamas’ın parçalanması ya da dedikleri gibi çökertilmesi gibi onların ulaşamayacağını düşündüğü askeri hedeflerine ulaşmak için sınırlı bir çerçeveleri vardı. Ancak bu savaş devam ettiği için -varsayımlardan biri de İsrail’in 1 Ocak’a kadar zamanı olacağıydı, hatırlarsanız- İsrail’in yaptığını yapmak için Ocak ayı sonuna kadar zamanı olacaktı ve ardından Joe Biden zamana dikkat çekip şöyle diyecekti: “Halas” yeter. “Artık insani yardım kuruluşlarının içeri girmesine izin vermelisiniz ve artık ateşkes yapmalısınız”. Bu asla gerçekleşmedi ve gerçekleşmediği müddet ne kadar uzun sürerse, (katliam da) o kadar çok olacaktır. Yani katliamların, bireysel katliamların normalleştirildiği bir süreç yaşıyoruz. Şifa hastanesi… Bakın bütün hastanelere ne oldu… Bakın BM sığınaklarına ne oldu… Bu o kadar normal hale geliyor ki, bir savaş durumu olarak görmezden geliniyor. Savaş halinde ikincil hasar… Batılı siyasetçilerin bu katliamları nasıl tanımladığını dikkatle dinlerseniz “katliam” kelimesini kullanmıyorlar. Bunlar sadece burada kullandığımız kelimeler. Ancak İsrail’i destekleyen pek çok insan “katliam” kelimesini kullanmıyor ya da “Hey, bu bir savaş! Ne bekliyorsunuz? Bu sivil zayiat”. Bunun sivil zayiat olmadığını biliyoruz, çünkü bu bombalar hedefleniyor ve bu Gazze’yi yaşanmaz hale getirmek için yapılıyor; sivilleri korkutup kaçmaya, hatta denize kaçmaya yöneltmek için yapılıyor. Bu konuda açık olmamız gerekiyor. Ana akım politikacıların bulunduğu bir İsrail ana akımı var – Itamar Ben-Gvir’den falan bahsetmiyorum. Ben “kafasına kurşun yiyen her Gazzeli bunu hak eder” diyen ana akım Likud siyasetçilerinden bahsediyorum. Bu da kelimenin tam anlamıyla ellerinden geldiğince çok sivili öldürmeye ve terörize etmeye çalışan insanlara uyguladığımız cezasızlığın mutlak vahşetini gösteriyor.
‘İsrail Hizbullah’a saldırırsa, bölgesel aktörler de savaşa dahil olur’
Gazze’deki savaş sona erdiğinde İsrail’in Hizbullah’la karşı karşıya geleceği senaryoları vardı. Bunu gerçekçi görüyor musunuz?
Buna pek karar veremedim. Her iki tarafta da karşı karşıya gelip gelmeyecekleri konusunda tartışmalar var. Öncelikle elimizdeki, rasyonel düşünmeyen bir İsrail hükümeti. Pek çok nedenden dolayı Hizbullah’a saldırmak mantıklı olmaz ama bu, onların bunu yapmayacağı anlamına da gelmiyor. Kendi kendilerine şunu iddia edebilirler: “Şimdi Hizbullah’a meydan okuyup onları sınırdan 6, 7 kilometre geriye püskürtmenin tam zamanı ve eğer bunu şimdi yapmazsak, bir neslin fırsatını kaçırmış oluruz.” Hizbullah’ın kendisi de İsrail’in bulundukları yerleri işgal etmemeleri durumunda ve doğrudan saldırıya uğramamaları halinde bir savaşa girmeyeceklerini söylüyor ve bunu da açıkça ortaya koydular. Ancak onlara saldırılırsa bu gerçekten bölgesel bir savaşa dönüşür, çünkü bu kez gerçekten İran da işin içine girer, Irak da işin içine girer. Oradaki Şii gruplar da konuya dahil olur. Sadece mevzubahis sınırda değil, Ürdün sınırında da tüm sınır boyunca tam bir savaş durumu yaşanır. İsrail Hizbullah’a saldıracak mı? Bunun sadece bir zaman meselesi olduğuna inanan pek çok insan var. Lübnanlıların buna karşı uyarıda bulunduğunu düşünüyorum ve Lübnan hakkında bilgisi olan, aslında “Hayır, İsrail yapmaz” diyen pek çok insan var. Sınırda ilginç çatışmalar yaşandı. Bunlardan biri, Hizbullah’ın, İsrail’in baş edemediği Demir Kubbe’nin altına erişen uzun menzilli tanksavar füzelerini göstermesiydi. Ve ateş gücünün, özellikle güney Lübnan’ın dağlık ve engebeli bölgelerinde Hizbullah’la savaşmanın Hamas’la savaşmaktan tamamen farklı bir şey olacağı mesajını verdiler. Bu yüzden havada bir takım argümanlar var. Aslında ne olacak? Bilmiyorum. Ama yine de rasyonel zeminde değiliz. Hizbullah’ın iki ordu arasında belirli düzeyde bir caydırıcılık oluşturduğunu söyleyenler olduğu gibi, “Hayır, Hizbullah’ın sorunu çözülene kadar Kuzey İsrail halkı evlerine dönmeyecek” diyenler de var.
Hizbullah’ın füzelerle Kiryat Şimona’yı hedef almasını ve Iraklı Şii grubun İsrail’in Hayfa Havalimanı’ndaki enerji santrallerini vurmasını nasıl karşılıyorsunuz? Bunun, Hizbullah’ın ardından daha büyük bir savaşa girecek birçok tarafla ilgili öngörünüze dair bir işaret olduğunu söyleyebilir miyiz?
Şii milislerden oluşan şemsiye bir grup olan Irak’taki İslami Direniş, Hayfa havaalanındaki elektrik santralini insansız hava araçlarıyla vurma eylemini üstlendi. Geçtiğimiz hafta grup, Hayfa limanındaki bir kimya fabrikasına benzer bir insansız hava aracı saldırısı düzenlemişti. Bunlar, Ürdün ve Suriye sınırındaki ABD üssüne düzenlenen saldırıda üç ABD askerini öldüren grupla aynı grup. Ve ABD’nin karşılık olarak başlattığı hava saldırıları da buna engel olmuyor. Bazılarımızın öngördüğü gibi İsrail’in güney sınırları kadar kuzey sınırları da artık sıcak hale geldi. Ve Irak’taki Hizbullah müttefiki milislerin, Demir Kubbe füze savunma sistemi altına giren ve hedefleri nokta atışı isabetle vuran bu saldırıları sürdürebilme yeteneğinden şüphe edilemez.
‘Hamas işgale karşı direnişi ifade ediyor’
Gazze’de Hamassız bir çözümün mümkün olduğunu düşünüyor musunuz? ABD’nin Gazze için öngördüğü “yenilenmiş Filistin Yönetimi” hakkında ne düşünüyorsunuz? Gazze’nin geleceği için bu planın mümkün olma ihtimalini değerlendiriyor musunuz?
Hamas’ın fikri bir yapı ve Gazze halkının bir parçası olması itibarıyla mağlup edilebileceğini düşünmüyorum. Gazze’nin kendisinden ayrılabilecek bir milis kuvveti değil. Yani Gazze’den çıkarılabilir ama mağlup edilemez bence. Bunun için başka bir yere bakmanız ve Hamas’ın genel olarak onlarla hiç ilgisi olmayan alanlardaki muazzam popülaritesini keşfetmeniz gerekiyor. Örneğin, Ürdün’de, sadece Ürdün’deki Filistinliler arasında değil, aynı zamanda, Doğu Şeria (TransÜrdün tepeleri) arasında da son derece popüler hale geldiler. Bu çok ilginç ve bence Hamas, direniş gruplarının ifade ettiği gibi, Filistin Yönetimi tarafından tamamen yüzüstü bırakılan “işgale karşı bir direnişi” ifade ediyor. Filistin Yönetimi’nin Gazze’yi ele geçirmesine fikrine, İsrail şiddetle karşı çıkıyor çünkü İsrailliler özellikle Filistin Yönetimi’nin orada olmasını istiyor. Ama aynı zamanda Batı Şeria’da da diz çökmüş durumdalar. Batı Şeria’ya gittiğinizde Nablus’a kadar uzanmıyor, Cenin’e kadar uzanmıyor. Ve bir sonraki nesil olan El Fetih’in erkekleri ve kızları da silahlı direnişe katılıyor. Yani nesilsel olarak da (Hamas’ı bitirme fikri) işlemiyor.
Sonuçta işe yarayacak tek şey, eğer barışı düşünüyorsanız, tüm Oslo sonrası düşüncede köklü bir değişiklik yapılmasıdır; bu, aslında Filistinlilerin kendi liderliklerini seçmelerine, birleşmeye ve özgür seçimlere izin vermeniz, ve fraksiyonların ulusal bir hükümette birleşmesi anlamına gelir. 17 yıldır orada özgürce seçim yapılmıyor. Neden bahsediyorsunuz? Boyutu ne olursa olsun bir Filistin devleti kurmak istiyorsanız eğitim sistemi konusunda UNRWA’ya izin vermelisiniz. Onu yok etmeyi bırakmalısınız. Ama aynı zamanda siyasi sürecin devam etmesine de izin vermelisiniz. Bu da bir ulusal birlik hükümetini gerektirir. İsrail’in, Amerika’nın ve Britanya’nın yaptığı her şey, ulusal birlik hükümetinin oluşmasını engellemek içindi. Dolayısıyla tüm alışkanlıklarımızı değiştirmeliyiz çünkü formülleri şuydu: Hamas’ı dışlarsınız ya da silahlarını bırakıncaya kadar her türlü silahlı direnişi dışlarsınız. Kuzey İrlanda’da olan bu değildi. Kuzey İrlanda’da olan şey, cumhuriyetçi harekete daha sonra iktidarı sendikacılarla paylaşabilecekleri yönünde net bir siyasi vizyon sağlandıktan sonra silahsızlanmanın gerçekleşmesiydi. O tarihten önce hizmetten çıkarma gerçekleşmemişti. Yani Hamas’tan, herhangi bir siyasi gelecek vizyonu oluşmadan önce silahları bırakmasını istiyoruz(!). Eğer kavgayı durdurmak istiyorsanız, uzun vadede devamlılık koşullarını nasıl tasarlayacağınız hakkında konuşmaya başlamalısınız.
‘Ortada devlet yok, apartheid sistemi var’
ABD’nin retorik olarak öne sürdüğü iki devletli çözüm, şu ana kadar başarılı olmadı. İki devletli çözümde ısrar etmenin gerçekçi olduğunu düşünüyor musunuz?
Eğer iki devletli çözüm konusunda ciddiyseniz, Filistin için nasıl bir devlet yaratacağınız konusunda; aslında egemenliği olan, bitişikliği olan ve kendi sınırlarını kontrol edebilen bir devlet yaratacağınız konusunda da ciddi olmanız gerekiyor. Erdoğan’ın (ADF 2024’teki) konuşması sırasında gösterilen haritada bunların hiçbirinin tasavvur edilmediğini görüyoruz. Filistin devleti gerçekte böyle görünüyor. Bir avuç taş parçasına benziyor. Yani eğer iki devletli bir çözümden bahsediyorsanız, bunu önerenlere sormak lazım; nasıl bir devletten bahsediyorsunuz? Çünkü bu son derece aldatıcı bir kelime. İki devletli çözüm, iki eşit durum arasındaki dengenin ve simetrinin karşılıklı etkileşimini ifade eder. Ve sahip olduğunuz şey devasa bir devlettir. Oysa gerçekte olan, çevresinde bir sürü kilitli hapishane olan ve köylerinden çıkıp bir köyden diğerine gitme girişiminde bile bulunamadıkları bir yer. Tamamen hapsedilmişler ve bu tam bir “apartheid” sistemi.
Peki bir apartheid sistemini gerçek iki devlete nasıl dönüştürebilirsiniz? Eğer bir Filistin devletinden ve eğer bir Filistin devletinin bulunacağı topraklardan bahsediyorsanız, kendinize şu soruyu sormalısınız: İsrail’de doğmuş ve bu konuda emir vermeye hazır bir politikacı var mı? Bir milyona yaklaşan yerleşimcilerin tahliyesini önerecek bir politikacı var mı? Eğer ciddiyseniz yerleşimcilere ne yapacaksınız? Çünkü yerleşimcilerin sayısı artık az bir şey değil. 700 binden bir milyona kadar insandan bahsediyoruz. Şimdi Batı Şeria’daki, Doğu Kudüs’teki ve Golan Tepeleri’ndeki yerleşim yerlerini de sayarsak 750 bin daha fazla yerleşimci var. Bu çok sayıda insan demektir. Ve bu sadece onların evleri değil, aynı zamanda onların işlerini de ifade ediyor çünkü artık onları birbirine bağlayan 18 farklı sanayi bölgesi var. İşleri için 1948 İsrail’ine gitmeleri gerekmiyor. Onların orada işleri var. Bütün işletmeleri orada. Tamamen korunuyorlar ve artık onlara ağır silahlar da veriliyor. Peki onları kim tahliye edecek? Ancak, biliyorsunuz, Türkiye Dışişleri Bakanlığı iki devletli çözüm çizgisinde gidiyor; iki devletli çözüm konusunda insanlarla karşı karşıya gelirseniz ve bunu teşvik ederseniz, aslında dünyayı bu çözümü durduracak türden sorular hakkında düşünmeye zorlamış olursunuz. Ve İsrail’i, Netanyahu’nun söylediği gibi “Hiçbir koşulda devleti kabul etmeyeceğiz” diyerek kışkırtırsınız ki, İsrail iki devletli bir çözüm olduğunu iddia edemez. Müzakere masasının diğer ucunda müzakere edecek kimse yok. Doğu Kudüs’te başkenti olan özerk, bütünleşik bir Filistin devleti için ne kadar çabalarsanız, İsrail’in buna müsamaha göstereceği mitiyle de o kadar yüzleşirsiniz.
‘Filistin, küresel ahlaki bir mesele haline geldi’
Peki ya diğer küresel güçler bu krizi çözmek için dahil olmalılar mı? Sizce bu konuda onların bir rolü olabilir mi?
Bence olması gereken İsrail hakkındaki tüm tartışmanın değişmesi gerektiğidir. Güney Afrika’nın sürece dahil olmasının inanılmaz derecede önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü onların büyük bir ahlaki gücü var, çünkü sistemi içeriden de değiştirdiler, dışarıdan da değiştirdiler. Artık küresel bir kampanya haline geldi. Son 5 ayda yaşanan tek olumlu şey, Filistin’in Ukrayna’dan farklı olarak küresel bir ahlaki mesele haline gelmesidir. Ukrayna bölgesel bir savaş ama küresel bir sorun değil. Ancak Gazze artık küresel bir mesele fakat aslında bölgesel dinamikleri değiştirmedi ya da henüz değiştirmedi. Ve şimdi olması gereken, bölgesel dinamiklerin değişmeye başlamasının gerçekleşmesidir; dünya, İsrail’in eylemlerine izin veren bir havaya sahip; bu değişmeli ve olağanüstü vahşet uygulayan insanlar için hava daha da soğumalı. Sivillere karşı gelişigüzel vahşet uyguladıklarını gösterenlerin ve liberal Siyonizmin maskesi düştü. Artık İsrail’in ahlaki davrandığını söyleyen “incir yaprağı” hikayesini kullanamazsınız çünkü öyle olmadığı çok açık.
‘İsrail’le normalleşme dalgası tersine döndü’
Ortadoğu savaş öncesinde normalleşme sürecindeydi? Bu sürecin savaştan sonra da devam etmesini bekliyor musunuz? Savaş sonrasında bölgede neler olacak?
Normalleşme, temelde Trump yönetimi altındaki İsrail’in, Filistin sorununun üzerinden atlayıp Arap devletleriyle normalleşebileceği fikrinden ortaya çıktı. Normalleşme, Arap Barışı girişimini tepetaklak etti ve ilk olarak nihai sonuçları elde etti. Filistinlilerin başlarının üzerinden devasa bir otoyol inşa ediyor ve onlara bir nevi “Gasterbeiter” (misafir işçiler) statüsü sunuyordu. Kendi topraklarında hiçbir siyasi hak olmadan işçi olma durumu… Gazze Savaşı’nın bunu tersine çevirdiğini düşünüyorum. Özellikle İsrail’le anlaşma imzalamak üzere olan, Gazze’nin baskısı ve Arap kamuoyunun baskısı altında Suudi Arabistan’ın normalleşebilecek ülkelerden biri olduğunu düşüncesi artık değişti. Ve şimdi iş, Suudi Arabistan’ın 2002’de yarattığı şeylerden biri olan Arap Barışı girişimine geri döndü. Orada mantık tersine döndü: “Önce Filistin sorununu çözersiniz, sonra ilişkileri normalleştiririz”. Yani normalleşmenin mantığı tersine döndü. Bu, Arap rejimlerinin elit oldukları gerçeği göz önüne alındığında İsrail’le bağlarını kesecekleri anlamına gelmiyor. Filistin sorununa karşı oldukça çelişkili bir tutumları var çünkü Filistin sorunu genel olarak Arap Baharı’ydı. Hatta ilk gerçek Arap Baharıydı. İntifadalar aslında Mısır’da Mübarek’in devrilmesiyle ve onları tehdit eden tüm devrim dalgasıyla tekrarlanan bir modelin ilk işaretleriydi. Hala tehdit altındalar. Hala bu duygunun tehdidi altındalar ve dolayısıyla bir şekilde “Yeni Filistin”in büyük destekçileri olacakları fikrinden çok şüpheliyim. Ancak 7 Ekim öncesindeki normalleşme formülüne geri dönebileceklerini düşünmüyorum. Bunun artık imkansız olduğunu düşünüyorum.
Yani normalde “Filistin devletine ihtiyacımız var” diyecek bir konumda donup kalmış durumdalar. İşte bu yüzden herkesin aklını sınayıp “Nasıl bir Filistin?” diye sorması önemli. Herhangi bir Filistin’i hangi zaman diliminde yaratacaksınız? Çünkü İsrail yerleşimlerinin tarihine baktığınızda Batı Şeria’daki yerleşimlerin büyük bir kısmı Oslo’dan önce değil, sonra gerçekleşti. Yani şu anda uğraştığımız Batı Şeria’da yerleşimin büyük ölçüde genişlemesine izin veren Oslo’ydu. Dolayısıyla “Oslo’ya dönmeliyiz” diyorsunuz ama bu, şu anda bahsettiğimiz, örneğin Tabba’da sona eren son tur müzakerelerde tanıtılan haritayla aynı değil. Dolayısıyla, herhangi bir biçimdeki bir Filistin devletinden bahsetmenin bir avantajı, dünyayı, her boyutta bir Filistin devletinin kurulmasını engelleyen şeyin tam olarak ne olduğu konusunda bilinçlendirmek olacaktır. Ve bu başlı başına yararlı bir süreçtir. Bunun işe yarayacağına inanmıyorum. Ancak yine de dünya toplumunu herhangi bir Filistin devletinin yaratacağı engellerle yüzleştirmeye değer. İsrail’in, yanında özerk bir devletin yaşamasına tahammül etmeye hazır olduğunu düşünmüyorum. Buna kesinlikle inanmıyorum. “Nehirden Denize” söyleminde tam hakimiyete inanıyorlar. Çevrelerinde kontrol edebilecekleri küçük bölgeleri kabul etmeye hazırlar ancak özgür seçimleri kabul etmeye hazır değiller. Kalıcı çözüme gerçekten ulaşabilmemiz için bu süreçten geçmemiz gerekiyor; bu, yerleşimcileri oldukları yerde tutmak, geri dönüş hakkını getirmek ve herkesin olduğu yerde kalmasını temin etmeye dayalı vatandaşlık eşitliğini sağlamak olacaktır. Ama bu çok çok farklı bir İsrail devleti ve çok çok farklı bir Filistin devleti olurdu…
İlginizi Çekebilir
-
ABD’nin ateşkes önerisinden sonra Hamaney’in danışmanı Lübnan’da
-
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
-
Trump’a “hediye” mi sahadaki gerçek mi?
-
Katz’ın “Hizbullah” açıklaması Halevi’yi bile şaşırttı
-
Direnişin dönüşümü: İsrail’e karşı gelişen yeni stratejiler
-
Trump kabinesine İsrail destekçilerini almaya devam ediyor
SÖYLEŞİ
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”
Yayınlanma
4 gün önce14/11/2024
Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.
Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.
Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.
Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.
Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.
‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’
Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?
Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.
‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’
Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?
Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.
Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?
Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.
‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’
İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.
AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.
‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’
Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?
Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.
SÖYLEŞİ
‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’
Yayınlanma
3 hafta önce28/10/2024
Yazar
Esra KarahindibaTürk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.
Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?
Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.
Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.
2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.
O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.
Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?
Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.
Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında
Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.
Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.
Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.
Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.
Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız.
Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz?
Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.
Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.
Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?
Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.
“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?
Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.
Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.
Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?
Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.
Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.
Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.
Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.
Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?
Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.
Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.
Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.
Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.
Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.
Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.
Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.
Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?
Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.
Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?
Şart değil. Başlangıç sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.
Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.
Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak.
Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?
Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.
Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.
Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.
Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.
SÖYLEŞİ
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?
Yayınlanma
3 hafta önce28/10/2024
Yazar
İlber Vasfi SelRusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.
İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?
Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?
23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.
Bu ne anlama geliyor?
Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.
Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.
Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.
Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.
BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.
Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.
Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.
Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.
Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.
Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.
Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.
BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.
BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.
Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.
Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.
İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.
Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım
Kremlin Sözcüsü Peskov ile mülakat: Trump’ın seçim zaferi ve Ukrayna
Joseph Nye, Çin’e karşı ABD-Japonya ittifakını güçlendirmeyi önerdi
Peru Chancay Limanı, Çin’in Kuşak Yol’u için de yeni fırsatlar açacak
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA2 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
RUSYA6 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA1 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
İsrail’in ‘sekiz cepheli çatışmada’ tuzağa düşürülmesine dair bir inceleme
-
DÜNYA BASINI6 gün önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi