Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Chicago Oğlanları Şili’yi nasıl batırdı?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: “Neoliberal terör”, belki bu lafı kullanmak daha doğru olur, son zamanlarda kitlelerin karşı karşıya olduğu derin yoksulluk ve sefaletin ana kaynaklarından biri. Asalak sınıf, 1970’lerden itibaren emekçilerin 1917’den itibaren elde ettiği kazanımların tamamına savaş açtı ve son 50 yılda bu kazanımlardan geriye hiçbir şey kalmadı. En çarpıcı ve trajik emsal belki de Latin Amerika ülkelerinde yaşanan kıyım ve 1990’ların Rusya’sında Harvard Oğlanlarının yaptıklarıydı. Tim Brinkhof, Jacobin’de o dönemin insanı olan ama Chicago Okulu mezunu neoliberal iktisatçı ekibinde yer almayan Şilili iktisatçı Sebastián Edwards’ın yeni kitabını ele alıyor.


Chicago Oğlanları Şili’yi nasıl batırdı?

Tim Brinkhof
Jacobin
13 Mayıs 2023

Muhafazakârlar Şili’yi “Chicago Oğlanları” olarak bilinen neoliberal iktisatçıların pervasız sosyalist tecrübeleri alaşağı ettiği bir başarı hikayesi olarak gösteriyor. Bu da Augusto Pinochet’nin korkunç suçlarını ve politikalarının normalleştirdiği güvencesizliği aklıyor.

1990’ların sonu ve 2000’lerin başında Şilili iktisatçılar Sergio de Castro ve Ernesto Fontaine dünyayı dolaşarak neoliberal ekonomi politikalarının Güney Amerika siyasetindeki en büyük başarı hikayelerinden birinin yazılmasına nasıl öne ayak olduğunu anlatmışlardı. Bu hikâye şöyle devam ediyor.

Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra ABD hükümeti, Chicago Üniversitesi ile Santiago’daki Pontificia Universidad Católica de Chile arasında bir ortaklık kurulmasını sağladı. Washington, Fontaine ve De Castro gibi öğrencileri Chicago’nun Milton Friedman ve Arnold Harberger gibi tanınmış öğretim üyelerinin piyasa yanlısı dünya görüşlerine maruz bırakarak Şili’yi komünizmden kapitalizme çekmeyi umuyordu.

Bu ortaklık her iki taraf için de elverişli bir zamanda gerçekleşti. Hyde Park’ı ziyaret eden Şilililer, “Chicago Oğlanları” olarak bilinen ilk nesil Católica’nın müfredatını Amerikan modeline uyarlarken, Şili’nin ekonomisi çöküşteydi.

Sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’nin fiyat kontrolleri, kamulaştırmalar ve para basımından oluşan kokteyli, ücretlerde yüzde 35’lik bir düşüşe ve yüzde 700’lük bir enflasyon oranına dönüştü; bu rakamlar General Augusto Pinochet’yi beklenmedik ama başarılı bir darbe yapmaya sevk etti.

Yeni kurulan askeri cunta tarafından devşirilen Chicago Oğlanları, Allende’nin yarattığı tahribatı onarmakla görevlendirildi. Yurt dışında öğrendiklerini uygulayarak fiyatları ve faiz oranlarını serbest bıraktılar, devlete ait işletmeleri tekrardan özelleştirdiler, bankacılık sistemini serbestleştirdiler ve ithalatta gümrük vergilerini düşürdüler.

Sonuçların kendilerini haklı çıkardığını söylüyorlar. Aksiliklere rağmen Şili bu deneyden tüm Güney Amerika’nın en zengin ülkesi olarak çıktı. Gerçek bir “Latin kaplanı” olan Şili, kişi başına düşen en yüksek GSYİH’ye ve en düşük yoksulluk oranına sahipti; sağlık, eğitim ve ortalama yaşam süresi açısından en iyi göstergelerden bahsetmeye gerek bile yok.

Şili’nin ekonomik büyümesinin bir “ilk günaha”, sadece on yedi yılda tahminen 2 bin 279 kişiyi idam eden, muhalefet liderlerinin idam eden ve cesetlerini Pasifik Okyanusu’na atan bir diktatörlüğün desteğine dayandığı suçlamaları, Chicago Oğlanlarının kapsamlı, köklü reformlarının hür bir toplumda uygulanamayacağını kabul etmiyor. Esbabı mucibesi ne olursa olsun neoliberal sistem o kadar etkili oldu ki Pinochet’nin yerine geçen demokratik yollarla seçilmiş devlet adamları bu sistemi muhafaza etmekle kalmayıp genişlettiler.

Eski Dışişleri Bakanı ve UChicago Booth School of Business’ın dekanı George Shultz, 2020’de verdiği bir söyleşide “Bizim Chicago’lu çocuklar, 1980’lerde Latin Amerika’da gerçekten iyi olan tek ekonomiyi yarattılar; sansasyoneldi,” diyordu.

On yıllardır süren bu başarı öyküsü, 2019’da Santiago metrosuna yapılan 30 peso (0,40 Amerikan doları) zammın yol açtığı şiddetli gösterilerin şirket istismarına, kâr amaçlı eğitime ve düşük emekli maaşlarına —protestocuların sloganlar ve duvar yazılarıyla neoliberalizme ve Chicago Oğlanlarını dayandırdıkları sorunlar— son verilmesi çağrısında bulunmasıyla beklenmedik bir hal aldı.

Gösteriler, geleneksel ölçütlere göre bu kadar uzun bir süre boyunca olağanüstü bir ekonomik büyüme yaşamış bir ülkede nasıl iç huzursuzluk çıkabileceğini merak eden pek çok politikacı ve iş sahibi için sürpriz oldu. Küba ve Venezuela tarafından gönderilen kışkırtıcıların olduğu söylentileri yayıldı.

2019’daki gösteriler sırasında Santiago’yu ziyaret eden Şilili iktisatçı Sebastián Edwards, cevapları başka yerlerde aradı. The Chile Project: The Story of the Chicago Boys and the Downfall of Neoliberalism adlı kitabında Şili’nin varlıklı kesiminin, refahlarının sadece günah üzerine değil, aynı zamanda “sosyal bir barut fıçısı” üzerine kurulu olduğu yönündeki ihtarları uzun süre görmezden geldiğini savunuyor.

Edwards, UChicago’nun Católica’ya sunduğu ortaklığı reddeden Universidad de Chile’de eğitim görmüştü. Allende’nin Partido Socialista de Chile’sine bağlı bir öğrenci aktivisti olan Edwards, Pinochet’nin iktidara gelmesinin ardından Amerika Birleşik Devletleri’ne göç etti. UChicago’da Harberger ile arkadaş olmasına rağmen hiçbir zaman Chicago Oğlanlarının bir üyesi olarak görülmedi.

Şili Projesi, Chicago Oğlanlarını Hyde Park’taki eğitim görmelerinden Şili hükümetinde makam sahibi olmalarına kadar takip ediyor. Harberger, Friedman, Gary Becker ve Theodore Schultz’dan aldıkları eğitim, onlara serbest, büyük ölçüde regüle edilmemiş ekonomilere adanmışlık kazandırdı. Onlara eşitsizliği azaltmak yerine, sosyal programlarla aşırı yoksulluğu hafifletmek öğretilmişti. Banco Hipotecario de Chile Group adlı holdingin başkanı Chicago’lu Rolf Lüders’e göre bu durum yalnızca “imrenti meselesiydi”.

Chicago Oğlanları, en kıdemli üyeleri De Castro’nun Pinochet’nin 1973’te yaptığı darbenin ardından Ekonomi Bakanı Rodolfo González’e danışman olarak atanmasıyla siyasi arenaya girdi. De Castro, kendisi ve meslektaşları tarafından yazılan bir kalkınma planı sundu. Büyüklüğü nedeniyle El Ladrillo ya da “Tuğla” olarak nitelendirilen planın dili ticaretin serbestleştirilmesi ve merkezi olmayan planlamaydı.

Geriye dönüp baktığında Edwards, diktatörlük döneminde gerçekleştiği iddia edilen eşi benzeri görülmemiş ekonomik kalkınmadan, büyüyen bir GSYİH’nin yararlarının işsizlik ve enflasyonla hafifletildiği ve yoksulluktaki azalmanın eşitlikteki artışla dengelendiği dönemden etkilenmiyor. The Chile Project’in büyük bir kısmı, bu dönemde sıklıkla göz ardı edilen kusurların ve yapılan fedakarlıkların kabul edilmesine ayrılıyor.

Misalen 1975’te yıllık yüzde 350’ye varan inatçı enflasyon Pinochet’yi Milton Friedman’ın işsizliği (geçici olarak) artırma pahasına fiyatları yeniden istikrara kavuşturacak bir “şok tedavisi” uygulama tavsiyesini kabul etmeye zorladı. Milton’ın başta birkaç ay süreceğini düşündüğü artış, 80’lerin ortalarına kadar devam etti.

Aynı dönemde Şili hükümeti, Allende’nin düşük tuttuğu faiz oranlarının yükselmesine izin vererek bankaları uluslararası borçlanmaya teşvik etti. Chicago Oğlanları, ortaya çıkan açıkların ekonomiyi canlandıracağını düşünürken kısa süre önce yeniden özelleştirilen pek çok finans kuruluşu vergi mükelleflerinin sırtından indirilmek durumunda kaldı.

Chicago Oğlanlarının neoliberal dünya görüşünün Şili’yi kurtarmak bir yana, mali krizi önlemek için değiştirilmesi gerekiyordu. De Castro gibi eski nesil “dogmatikler” sabit döviz kuru üzerinde ısrar ederken José Piñera ve Juan Andrés Fontaine gibi genç nesil pragmatistler veya “esnekler”, UChicago eğitimleriyle çelişse de nihayetinde Şili ekonomisinin rayına oturmasına yardımcı olan dalgalı kurlarda karar kıldılar.

1988’de Şilililerin yüzde 56’sının Pinochet rejiminin devamına karşı oy kullanmasının ardından başkanlık ve Kongre seçimleri yapıldı. Diktatörlükten demokrasiye geçişe ayrılan bölümlerde Edwards, sonraki liderlerin miras aldıkları neoliberal sistemi kayıtsız şartsız benimsedikleri fikrine meydan okuyor.

Bu sistemin bazı unsurları korundu. Merkez solcu Devlet Başkanı Eduardo Frei Ruiz-Tagle’nin maliye bakanı Eduardo Aninat, 1998 Rusya mali krizine yanıt olarak ülkeyi uluslararası sermaye hareketlerine açtı ve para biriminin değerinin hükümet müdahalesi olmaksızın arz ve talep tarafından belirlendiği “Milton Friedman tipi bir dünyaya” soktu.

Diğer unsurlar bir kenara bırakıldı. Pinochet’nin devrilmesinin ardından Devlet Başkanı Patricio Aylwin, 1979 yılında Chicago Boy José Piñera tarafından hazırlanan ve işçi sendikalarının tarihsel gücünü düzenleyen ve büyük ölçüde azaltan, sektör ve ülke düzeyinde müzakere etmelerini engellerken aynı zamanda işletmelerin lokavt uygulamasına ve çalışanları işten çıkarmasına imkan tanıyan iş kanunu Plan Laboral’i değiştirdi.

Edwards, 2019’da kaynama noktasına ulaşan iç huzursuzluğun bir dizi kaynağını tespit ediyor; bunlardan biri de yüksek öğretim. Chicago Oğlanları tarafından merkezi olmayan ve yeniden özelleştirilen Şili üniversiteleri, pek çok mezunu işsiz ve borç içinde bıraktı. Edwards şöyle yazıyor:

“Çok sayıda genç erkek ve kadın kendilerini aldatılmış hissetti ve kendilerine ve ailelerine çok çalışıp eğitimli olurlarsa — yani ‘sosyal sermaye’ biriktirirlerse — ilerleyip profesyonel ve yönetici sınıfların konforlu saflarına kati surette geçebileceklerini vaat eden sistemi sorgulamaya başladılar.”

Huzursuzluğun bir diğer kaynağı da Şili’de özellikle etnik azınlıklar arasında yukarı doğru hareketliliğin olmaması. Edwards, Harberger’in 1955 yılında Şilili bir beyefendiler kulübünü ziyareti sırasında, üyelerin kaçının inquilinos (toprak ağalarının hizmetinde çalışan tarım işçileri) aileye mensup olduğunu sorduğunda nasıl kuşkulu kahkahalarla karşılandığından bahseder. Harberger, bu soruyu yüzyılın başından sonra tekrar sorduğunda da aynı yanıtla karşılaştı.

Yoksulluktan kurtulmayı başaran Şilili aileler ise sürekli geri dönme korkusu içinde yaşıyordu. Yoksulluk sınırının hemen üzerinde yer alan ülkenin yeni oluşmakta olan orta sınıfı, kırılgan olduğu kadar genişti de. Hedeflenen sosyal programlardan pay alamayan bu sınıfın başına gelebilecek en ufak bir talihsizli — hastalık, kaza ya da başka bir şey — zorlukla kazandıkları ilerlemeyi yok etme potansiyeline sahipti.

Tüm bu korkular, güvensizlikler ve hayal kırıklıkları Edwards ve diğer yorumcuların malaise ya da malestar olarak adlandırdıkları durumla birleşti. En azından 2000’li yılların başından bu yana Şili’nin malestarı sadece gelir dağılımıyla ilgili değil, aynı zamanda bununla ilişkili duygularla da ilgili. Mavi yakalı işçiler ve seçkinler arasındaki ilişkiyle, kapitalizmin yoksullukla ilişkilendirdiği utanç ve aşağılanmayla ilgili. Bu nedenle haysiyet (dignidad) kavramı 2019 gösterileri sırasında önemli bir rol oynadı.

Bu gösteriler o kadar ısrarcı oldu ki Şili hükümeti ülkenin toplumsal sözleşmesini temelden değiştirmeye karar verdi. Pinochet dönemindeki anayasanın yerine geçecek yeni bir anayasa taslağı hazırlamak üzere kongre toplanması çağrısı yapıldı. Koronavirüs salgını nedeniyle 2021 yılına kadar ertelenen kongre — Şili’nin mevcut Devlet Başkanı Gabriel Boric liderliğinde ve büyük ölçüde siyasi yabancılardan oluşan — onaylandığı takdirde Chicago Oğlanları tarafından savunulan neoliberal altyapının yerine İskandinavya ve kuzeybatı Avrupa’dakiler gibi sosyal demokrat bir düzen getirecek bir taslak üretti.

Bu belge reddedilmiş olsa da gündeme alınması için gereken destek, Şili’de Chicago Oğlanlarının neoliberal mucizesine karşı muhalefetin ne kadar derin olduğunu göstermeye devam ediyor.

Şimdi yeni bir kongre ikinci bir taslak üzerinde çalışmaya başladı. Geleneksel sağ ve aşırı sağ politikacıların hâkim olduğu, muhafazakâr anayasa akademisyenleri, iktisatçılar, hukukçular ve diğer teknokratlar tarafından yönlendirilen bu kongre, ülke için çok daha az ilerici ve bazı açılardan gerici bir tüzük üretmeye hazırlanıyor. Pinochet dönemini kapatmaya yönelik kitlesel bir destek olmasına rağmen Şili solu şu anda sağa, sağın kendisine karşı çıktığı kadar etkili bir şekilde karşı çıkacak birlik ve koordinasyondan yoksun.

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?

Yayınlanma

Lyon Üniversitesinde öğretim üyesi ve Washington Institute for Near East Policy’de uzman olarak çalışan coğrafyacı Fabrice Balanche, aşağıda yayınladığımız makalesinde Suriye’de HTŞ bağlantılı grupların Lazkiye, Tartus ve Humus’ta çoğunlukla Alevi sivillere yönelik gerçekleştirdiği katliamların izini sürüyor ve HTŞ’ye karşı silahlı isyanın, Alevi kasabalarına yönelik rastgele ve ölümle sonuçlanan mezhepçi müdahalelerin hemen ardından başladığına işaret ediyor. Balanche, yaşananların sorumlusunun Ebu Muhammed el-Colani lakaplı Ahmed eş-Şara olduğunu yazıyor. Fransız uzman, 7 Mart’ta yazdığı bir başka yazıda, katliamlar doruk noktasındayken, şöyle diyordu: “[Aleviler] Geçtiğimiz üç ay boyunca aşağılanma ve kötü muameleye maruz kaldılar. Cinayetler hâlâ çözülemedi ve devlet memurları ve askerler işlerini kaybetti. Kıyı kentlerinde, Humus’ta ve Şam’da bu topluluğa yönelik hakaret ve provokasyonlar olağan hale geldi.”


Şam’daki İslamcı rejimin resmi açıklamalarını tekrarlayan France Inter de dahil olmak üzere birçok medya kuruluşuna göre şiddet olaylarından “eski rejim destekçileri” sorumludur:

Askerlerin eski Esad rejiminin destekçileri tarafından saldırıya uğramasının ardından, Esad’ın kalesi olan Alevi bölgesinde 1.300’den fazla kişinin ölümüne yol açan bir şiddet dalgası yaşandı (Les massacres en région alaouite menacent la transition syrienne | France Inter), France Inter – 10 Mart 2025 Pazartesi, saat 8.17.

Gerçekte her şey 4 Mart’ta Lazkiye’de başladı. Önceki gece Lazkiye’nin işçi sınıfından bir Alevi bölgesi olan Datur yakınlarında Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) üyeleri öldürüldü. Bunun üzerine HTŞ bölgeyi kuşattı ve sabahın erken saatlerinde ağır silahlarla saldırdı. Lazkiye’de ve bu bölgede yaşayan tanıdıklarım haberi duyar duymaz beni aradı. Alevilere yönelik şiddetin çoktan başladığını kanıtlayan görüntüler ve videolar gördüm. Tepeden tırnağa silahlı İslamcılarla dolu kamyonetler bölgeyi boydan boya kat ediyor, binalara rastgele ateş açıyor ve bölge sakinlerine domuz diyorlardı. Birkaç minibüs cesetlerle dolu olarak bölgeden ayrıldı. 5 Mart Çarşamba günü helikopterler Banyas’ın doğusundaki Alevi köyü Daliye’ye bomba yağdırdı. Burası yüz kadar türbeye ev sahipliği yapan ve saygın şeyhlerin dini eğitim verdiği ünlü bir Alevi hac yeridir; Esad rejimine askeri kadro sağlayan bir köy değil. HTŞ’nin saldırısı Alevi toplumunu hedef aldı.

6 Mart Perşembe günü HTŞ ve müttefiklerine ait pikap kortejleri sahil bölgesine akın etti ve dağı ele geçirmeye çalıştı. İşte o zaman bazıları pusuya düşürüldü. Önceki rejimin eski askerleri ve istihbarat ajanları bu tehdit karşısında pasif kalmaya hazır değildi. Mahir Esad’ın dördüncü tümenindeki üst düzey subaylardan biri olan Tuğgeneral Giyas el-Dali liderliğinde Suriye sahilinde “Askeri Konsey” kurulduğunun açıklanması, bu geniş çaplı askeri operasyon için bir bahane oldu. Çünkü bu “Alevi ayaklanması” sahil bölgesini kontrol altına almaktan acizdir.

Sonuç olarak, dağlarda sivillerin öldürülmesi arttı, aynı zamanda Alevi mahallesi El-Kussur’un gerçek bir katliama sahne olduğu Banyas kasabasında da. Yüzlerce kişi öldürüldü. Bugün, 10 Mart’ta, geçici başkanın yatıştırıcı güvencelerine rağmen, önceki günlerde olduğu gibi aynı yöntem kullanılarak Kadmus çevresinde şiddet devam ediyor. 200 araçlık bir kortej belirli bir bölgeye doğru ilerliyor ve 20 ila 30 araçlık gruplara ayrılarak bir köyü işgal ediyor. Bütün aileler katlediliyor ve önlerine çıkan herkes öldürülüyor. Evler elbette tamamen soyuluyor. Bu gerçekten de HTŞ ve müttefikleri tarafından gerçekleştirilen bir dizi baskındı. Yeni rejimin güvenlik güçleri doğrudan sorumlu tutulmamak için doğrudan müdahil olmaktan kaçınıyor. Diğer cihatçı ve İslamcı grupların harekete geçmesine izin veriyorlar.

Eş-Şara ve HTŞ’nin suçluluğunu küçümsemeyi bırakmanın zamanı geldi. Bu operasyon dikkatlice Şam’dan planlanmıştır. Geçtiğimiz üç ay boyunca Aleviler faili meçhul cinayetlerin hedefi oldular ve ülkenin tüm kötülüklerinden sorumlu tutuldular. Suriye’de Sünni bir İslam Cumhuriyeti kurulmuştur; bu da halk için Esad rejimi kadar korkunç olacaktır. Fransa ve Avrupa, eski bir El Kaide yöneticisi olan Ebu Muhammed el-Colani olarak da bilinen eş-Şara’yı mutlak güç arayışında desteklememelidir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Ukrayna’da madene hücum

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz değerlendirme yazısı, Birleşik Krallık’ın küresel güvenlik stratejileri üzerine çalışan ve Batı sermayesini merkeze alan analizler üreten düşünce kuruluşu RUSI’den. Yazı, ABD’nin Ukrayna’nın maden kaynaklarını Batı tedarik zincirine entegre etme girişiminde karşılaştığı düşük emtia fiyatları, yatırım riskleri ve Çin’in piyasa hâkimiyeti gibi stratejik engellere odaklanıyor. Ancak ABD’nin Ukrayna’da madencilik sektörünü yönlendirme ve buradan jeopolitik kazanç sağlama hamlesi, yalnızca Çin’in bölgedeki etkisini kırmaya yönelik değil; aynı zamanda Amerikan sermayesinin jeopolitik çıkarlarını pekiştirmek ve krizleri fırsata çevirerek bölge ekonomisini küresel tekellerin denetimine açmak gibi daha derin bir dönüşümün parçası. Bu da Ukrayna’yı bir kez daha küresel güç mücadelesinde kendi kaderini tayin etme yetisini yitirerek, emperyal hesapların taşeron aktörlerinden biri olma rolüne mahkûm ediyor.


Ukrayna’nın maden zenginliğini ortaya çıkarmak, bir Trump anlaşmasından daha fazlasını gerektiriyor

Henry Sanderson
RUSI
28 Şubat 2025
Çev. Leman Meral Ünal

ABD, Çin etkisini sınırlandırmak amacıyla Ukrayna’nın maden gelirlerinden pay almaya hazırlanıyor; ancak piyasa koşulları, yatırım ve uygulama süreçlerini zora sokacağa benziyor.

İki ülke arasında yakın zamanda imzalanması beklenen anlaşma ile ABD, Ukrayna’nın maden kaynaklarından elde edilecek gelirlerden pay almayı garantilemiş görünüyor.

Bu hafta yayımlanan anlaşma metnine göre, nihai detaylar kesinleştikten sonra Ukrayna, doğal kaynaklarından elde edilecek olası gelirlerin yüzde 50’sini ABD-Ukrayna ortak yönetimli bir fona aktarabilecek.

Muhtemel ki her iki taraf da bu anlaşmadan stratejik faydalar sağlayacaktır. Ukrayna, madencilik endüstrisini geliştirme şansı elde ederken ABD, Çin’in, olası bir Rusya-Ukrayna barış anlaşması sonrası cevher kazancı elde etmesini engelleyecektir. Öte yandan, Çin yerine Batı tedarik zincirlerine entegre edilmiş bir Ukrayna’nın, Batılı karar alıcılar için önemli stratejik hedeflerden biri olduğunu söylemeye gerek yok herhalde.

Nitekim, Trump’ın ilk döneminde görev yapmış olan Cumhuriyetçi bir isim, ABD yönetiminin, kaynakları geliştirme amacından bağımsız olarak, yalnızca Çin’in bunları ele geçirmesini önlemek için bile böyle bir strateji izleyebileceğini belirtiyor. Anlaşmaya dair müzakereler ise, belirsiz yetkilerle donatılmış birden fazla ekibin kimi zaman aşırı taleplerde bulundukları, kimi zamansa agresif taktikler uyguladıkları haberlerinin gölgesinde geçiyor.

Çin’in pazar hakimiyetine karşı koymak

Ukrayna için bu sürecin başarılı olabilmesi, özel sektör yatırımlarını ülkeye ne denli çekebileceğine bağlı. Bu da Ukrayna’nın güvenliğinin ve diğer finansal desteklerin sağlanmasını gerektiriyor. Ancak maden projeleri her durumda, halihazırda fiyatların çok düşük olduğu Çin pazarlarıyla rekabet etmek durumunda kalacaktır. Tam da bu nedenle, Trump’ın öne sürdüğü gibi milyarlarca dolarlık gelir elde edilmesi pek de olası görünmüyor.

Ukrayna Jeoloji Araştırmaları Kurumu (USGS) eski başkanı Roman Opimakh’a göre Ukrayna, titanyum, grafit, lityum ve bazı başka nadir toprak cevherlerinin yanı sıra potansiyel olarak germanyumda da dünya pazarıyla rekabet edebilir bir pozisyonda.

Ancak bu cevherler, mevcut piyasa zorlukları düşünüldüğünde, önemli yatırımları gerektiriyor.

Elektrikli araba akülerinde kullanılan lityumu ele alalım. Ukrayna, ikisi cephe hattından uzakta olmak üzere üç potansiyel sert kaya lityum yatağına sahip: Dobra ve Polohivske yatakları.

Polohivske, Ukrayna’nın orta kesiminde, Kiev’in 200 mil [320 km] güneydoğusunda yer alıyor. Ruhsat sahibi ULM şirketi, 2028 yılında petalit cevherinden lityum konsantresi üretmeyi planlıyor. Ancak bataryada kullanılabilmesi için bu cevherin önce lityum karbonata, ardından ise batarya kalitesinde bir malzemeye dönüştürülmesi gerekecek.

Ukrayna aynı zamanda lityum-iyon bataryalar için gerekli olan grafit yataklarına da sahip. Avustralyalı Volt Resources şirketi, ülkede 1934’ten bu yana işletildiği belirtilen Zavalievsky madeninden grafit üretiyor. Ancak bu materyalin bataryalarda kullanılabilmesi için daha fazla işlenmesi gerekiyor. Şirket, bunu yapmak için ABD’de bir tesis kurmayı düşündüğünü, ancak bunun için ek sermaye gerektiğini kaydediyor.

Opimakh’ın tahminlerine göre sadece halihazırda keşfedilmiş lityum ve grafit yataklarını geliştirmek için dahi yaklaşık 1 milyar dolarlık yatırım gerekiyor.

Ancak lityum fiyatları 2022’den bu yana yüzde 80 oranında düştü; yatırımcılar bugün Avustralya gibi güvenli bölgelerde dahi yeni lityum arzına duyulan ihtiyacı sorguluyorlar. Bu durumda Ukrayna’ya yatırım yapmayı cazip kılacak ne gibi teşvikler sunulacak?

Trump’ın elektrikli araçlara karşı sabırsız tutumu

Politika yapıcıların, tasarılarını hayata geçirmeden önce önemli bir hazırlık süreci geçirmek zorunda oldukları görülüyor. ABD ve Avrupa, bu cevherlerin herhangi bir jeopolitik fayda sağlamasından önce, onları satın alacak sanayileri inşa etmeli; aksi takdirde bu kaynakların Çin’e yönelmesi riski ortaya çıkacak.

Fakat ABD’nin yenilenebilir enerji konusundaki mevcut yönelimi bu durumu biraz sekteye uğratıyor. Trump, Biden’ın elektrikli araçlara ve temiz enerjiye yönelik sübvansiyonlarını kaldırma taahhüdünde bulunmuştu; oysa bu sübvansiyonlar, Batı’da batarya fabrikaları ve temiz enerji tedarik zincirlerini oluşturmak için gerekli olan talep desteğini sağlıyordu.

Sonuç olarak Çin, arz ve talep üzerindeki hakimiyeti sayesinde bu madenlerin birçoğunun fiyatlarını hala etkin bir şekilde kontrol edebiliyor. En büyük maden tüketicisi olarak, Çin’in iç politikaları fiyatları doğrudan etkileyebilir. Ayrıca işlenmiş cevherlerin büyük bir tedarikçisi olarak piyasaları arz fazlası ile doldurma kapasitesine de sahip.

Elbette Pekin’in arkasına yaslanıp Batı dünyasını sessizce izlemesi beklenemez; zira yüksek teknoloji ürünleri üretiminde dünyaya liderlik etmek, Çin’in temel küresel stratejilerinden biri.

Trump’ın madenlere yönelik yaklaşımı, Çin’in uzun süredir dünyayı nasıl gördüğünü de yansıtıyor: Pekin, 2000’lerin başından ortalarına kadar, kaynak karşılığında kredi anlaşmaları yapma stratejisini öncülüğünü yaparak dirençli tedarik zincirleri oluşturmayı hedeflemişti.

Ancak ortada duran en büyük soru, ABD’nin jeopolitik hedeflerine ulaşmada özel sermayeyi nasıl dahil edeceğidir: Ukrayna’ya yatırım yapmaları için özel şirketlerin çok daha fazla desteklenmesi gerekecek.

Mevcut anlaşmada yer alan ve ABD’nin “istikrarlı ve ekonomik olarak müreffeh bir Ukrayna’nın geliştirilmesine yönelik uzun vadeli mali taahhüdü”nü sürdürdüğüne dair ifadeler yeterli olmayacaktır.

Örneğin, ABD Uluslararası Kalkınma Finans Kurumu’nun bahsi geçen projelere yatırım desteği sağlaması gerekecektir.

Avrupa da madencilik projelerinin finansmanına katkıda bulunmalıdır. Temmuz 2021’de Ukrayna ve AB, Hammaddelerde Stratejik Ortaklık Memorandumu’nu imzaladı. Fakat Avrupa, ABD’nin bu hafta imzaladığı anlaşmaya dahil edilmedi.

Ancak, Ukrayna’nın gelecekteki cevher gelirlerinden pay almak için bir anlaşma imzalamak, ABD’yi veya şirketlerini bu cevherlerin küresel piyasalardaki dalgalanmalarından korumaz ve yine Çin ile rekabet konusunda zafer garantisi vermez.

Trump’ın şekillendirdiği bu yeni dönemde, ABD’nin, bu hafta imzalanacak anlaşmanın mürekkebi kurumadan, stratejisini kararlılıkla hayata geçirebilecek direnç ve sürekliliği sağlaması gerekiyor.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English