Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Çok kutuplu dünya Avrupa için büyük fırsat olabilir

Yayınlanma

İtalyan gazeteci, yazar Thomas Fazi son dönemde bilhassa ABD-Avrupa ilişkileri, Ukrayna savaşı ve küresel ekonomi üzerine yazdıklarıyla dikkat çekti. İngiltere merkezli Unherd ile ABD merkezli Compact internet sitelerine düzenli görüş yazan Fazi, ‘The Battle for Europe’, ‘Reclaiming the State A Progressive Vision of Sovereignty for a Post-Neoliberal World’ ve ‘The Covid Consensus’ başlıklı kitapların da yazarı. Fazi aynı zamanda ‘Standing Army’ isimli, dünyadaki ABD üslerini anlatan ve Noam Chomsky’nin de yer aldığı ödüllü belgeselin yönetmeni. Fazi ile Avrupa Birliği’nin ABD’ye bağımlılığını, Avrupa’nın geleceğini, gelişen çok kutupluluğu ve dolarsızlaşmayı konuştuk.

Avrupa’nın Amerika’yı takip etmesi tamamen intihar olur

Amerika Birleşik Devletleri’nin bu yeni küresel ekonomik stratejisinin Avrupa üzerinde ne gibi olası sonuçları olabilir? Bazılarına göre, bildiğiniz gibi, IRA (Enflasyonu Azaltma Yasası) ve artan enerji fiyatları Avrupa’nın sanayisizleşmesine neden olabilir. Peki Avrupa Birliği bir tür savaş ekonomisi uygulayarak bu tehlikeden kaçınabilir mi? Bildiğiniz gibi son günlerde bu mühimmat üretimini destekleme yasasıyla ilgili bir tartışma da var.

Bence asıl soru Avrupa’nın gelecekte ne gibi risklerle karşı karşıya kalacağı değil. Asıl soru, Avrupa’nın Ukrayna ve Rusya’ya karşı öncelikle Amerika’nın politikasına katılma, onu takip etme yönündeki neredeyse intihar diyebileceğim kararının bir sonucu olarak, biz konuşurken Avrupa’ya zaten ne olduğudur. Geçtiğimiz yıl yaşananlara bakacak olursak, asıl mağdur olan Ukrayna’yı bir kenara bırakırsak, bu savaştan en çok zarar gören kıta açık ara Avrupa’dır. Avrupa, Rus gazına ve Rusya’dan gelen diğer mallara en çok bağımlı olan bölge. Dolayısıyla Rusya’ya yaptırım uygulama kararı, Avrupa’nın temelde kendi kendine yaptırım uyguladığı bir tür otomatik yaptırım haline geldi.

Aynı şey Avrupa’nın Ukrayna’da Amerika’nın askeri stratejisini takip etme ve Ukrayna’ya silah yığmaya devam etme kararı için de söylenebilir, Avrupa sınırındaki bir çatışmayı tırmandırma riskini göze alarak. Yine, rasyonel bir bakış açısıyla bunu anlamak gerçekten zor görünüyor, çünkü Amerika’nın bakış açısına göre, Ukrayna’daki stratejisi, Rusya’da çok küçük bir maliyetle, Amerika için sıfır insan maliyetiyle ve her şey düşünüldüğünde çok küçük bir ekonomik maliyetle kazanabileceği için mantıklı. Bu aynı zamanda Amerika’nın Avrupa üzerindeki hegemonyasını ve kontrolünü yeniden tesis etmesi ve aslında Avrupa’nın Rus gazından çok daha pahalı olan Amerikan sıvılaştırılmış doğal gazına geçmesi nedeniyle Avrupa’nın Amerika’ya olan bağımlılığını arttırması anlamına geliyor. Yani kısa vadede Amerika bu durumdan açıkça fayda sağlıyor.

Rusya’nın yaptırımlara rağmen oldukça iyi durumda olduğunu biliyoruz. Hatta bazıları yaptırımlar sayesinde diyor. Asıl kötü durumda olan Avrupa. Almanya resesyonda. Ve muhtemelen tüm Avrupa Birliği olmasa bile tüm Euro Bölgesi yakında resesyona girecek. Yani şimdiden sanayisizleşmeyle karşı karşıyayız. Bence tüm bunlar Amerika’da artık kimsenin Avrupa’yı bir müttefik olarak görmediğini anlamak için yeterli olmalı. Şimdiye kadar olduysa bile, bunun her zaman oldukça dengesiz bir ilişki olduğunu söyleyebilirim, ancak en azından bir süre için, bu eşitsiz ilişkiden eşit olmanın faydasını gördünüz. Bunun hala geçerli olup olmadığı gerçekten belirsiz. Ben artık durumun hiç de öyle olmadığını söyleyebilirim. Bence bu durum Amerika’nın Ukrayna’daki stratejisinde de açıkça görülüyor; bu strateji aynı zamanda Avrupa’ya karşı askeri olduğu kadar ekonomik bir savaş, Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı.

Her ciddi insanın anlayabileceği üzere, Kuzey Akım boru hattına yapılan saldırıda da açıkça görülüyor ki, bu Amerika tarafından yapılmadıysa bile, Amerika’nın bilgisi dahilinde yapılmış bir eylem ve önceden bilgileri vardı ve aslında önceden bilgi sahibi olduklarını itiraf ettiler. Ancak, Amerika’nın operasyonlara yeşil ışık yaktığının oldukça açık olduğunu söyleyebilirim. Burada söz konusu olan Amerika’nın Avrupa’nın önemli bir altyapısına yönelik bir terör saldırısına yeşil ışık yakması. Bunun da ötesinde, sizin de bahsettiğiniz gibi, açıkça korumacı bir sanayi politikası olan IRA, Avrupa’nın sanayilerine oldukça ciddi zarar veriyor. Açıkça görülüyor ki, Amerika kendi oyununu oynuyor. Hatta bir tür pan-Batı oyunu da oynamıyor. Artık Çin’den ayrışmayı da içeren kendi oyununu oynuyor. Ve bu oyunun üstesinden gelebileceğini düşünüyor ve bence bu hayalperestlik. Ama bence Amerika’nın en azından kısa vadede daha fazla kendi kendine yetme şansı var, çünkü enerji kaynaklarına sahip. Avrupa ise bunların hiçbirine sahip değil. Avrupa’nın bu stratejide Amerika’yı takip etmesi bence tamamen intihar olur. Bu da Avrupa’nın siyasi ve hatta psikolojik olarak Amerika’ya tabi olduğunu ve özerk stratejik terimlerle düşünme konusunda tamamen yetersiz olduğunu gösteriyor.

Avrupa’nın herhangi bir stratejik özerklik geliştirme şansı yok

Bu bağlamda, Avrupa’nın stratejik özerkliği ne olacak? Yani, bu stratejik özerklik tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Emmanuel Macron’un Çin ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarla ilgili önemli bir tartışma vardı ve diğer Avrupalı liderler de bu doğrultuda açıklamalar yaptılar. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Ciddi bir tartışma yok. Biliyorsunuz, Macron fikirlerini ifade etmeyi seven bir adam. Bir tür konformist olmayan, kalıpların dışında düşünen biri olarak görülmeyi seviyor ama aslında neredeyse hiç somut eylemde bulunmuyor ya da sözlerini tutmuyor ve bence bu sefer de farklı olmayacak. Macron, stratejik özerkliğe duyulan ihtiyaç hakkında bu kadar açık konuşan tek kişi. Ancak bunu çok uzun zamandır söylüyor. Bu yıllardır Fransa’nın ve iktidara geldiğinden beri Macron’un da pozisyonu. Peki bunun herhangi bir şekilde somut sonuçları oldu mu? Pek olmadı. Geçtiğimiz yıllardaki tüm önemli kararlarda Amerika’yı takip etti. Ukrayna’da Amerika’yı takip etti ve Ukrayna’ya askeri yardım sağladı. Amerika’ya ya da Avrupa Birliği’nin Amerikan yanlısı politikalarına karşı çıkmadı.

Günün sonunda Avrupa’dan Amerika’ya karşı ciddi bir siyasi meydan okuma gelmesini beklemiyorum. Avrupa’nın herhangi bir stratejik özerklik geliştirme şansı olduğunu da düşünmüyorum, çünkü Avrupa’dan bahsederken net olmalıyız. Eğer Avrupa Birliği’ni kastediyorsanız, bir dizi nedenden ötürü Avrupa Birliği’nin bu derece büyük bir stratejik özerkliğe doğru ilerleme şansı kesinlikle yoktur. Demek istediğim, Avrupa Birliği yıllar içinde o kadar genişledi ki, şu anda Orta ve Doğu Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerini bünyesinde barındırıyor ve bu ülkelerin çoğu sadık bir şekilde Amerikan yanlısı ve Rusya karşıtı. Macron Amerika ve NATO’ya olan bağımlılığın azaltılması gerektiğine inanıyor olabilir. Almanya’daki güçlü unsurlar da muhtemelen bu görüşü paylaşıyor ve hatta diğer ülkelerdekiler de bunu açıkça dile getiriyor olabilir. Ancak Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kesinlikle böyle düşünmüyor. Dolayısıyla AB, bırakın daha fazla stratejik özerklik içeren bir sentez bulmayı, bir tür ortak pozisyon bile bulamayacak kadar parçalanmış durumda. Ben bunun gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Siyasi olarak da öyle söyleyebilirim; çok fazla bir şey beklemiyorum.

Bence yakın gelecekte göreceğimiz en büyük direnç, özellikle de Amerika’nın politikası söz konusu olduğunda, temelde Çin söz konusu olduğunda, Avrupalı şirketlerden gelecektir. Avrupa’nın bu darbeci ya da riskli politikada Amerika’yı takip etme kararından en çok şikayetçi olanlar onlar çünkü, şunu söylüyorlar: “Bakın, Rus gazından ve ucuz emtiadan vazgeçmek zorunda kaldığınız için zaten yeterince acı çekiyordunuz. Eğer Çin pazarını da elimizden alırsanız, o zaman ölmüş sayılırız.” Aslında Avrupalı şirketlerden, şirketlerin bu tür bir politikasına ya da Avrupa’yı Çin’den yavaş yavaş ayırma girişimine karşı güçlü bir tepki geldiğini görüyoruz. Ancak siyasi açıdan Avrupa, kendi başına düşünemeyecek kadar Amerika’ya bağımlı durumda. Amerika Avrupa’ya pek çok düzeyde hükmediyor. Avrupa Birliği kurumlarına hükmediyor. Avrupa’ya kültürel olarak hükmediyor. Avrupa’ya dilsel olarak hükmediyor. Avrupa’nın ortak dili nedir? İngilizce. Fransızca değil; Almanca değil; İngilizce. Peki İngilizcede tartışmanın şartlarını kim belirliyor? Anglo-Amerikan gazeteleri ve Anglo-Amerikan düşünce kuruluşları. Amerika tüm entelektüel ekosistemi kontrol ediyor ve Amerikan istihbarat servisinden bahsetmiyorum bile. Dolayısıyla bu noktada Avrupa’nın kendisini bir şekilde Amerikan hakimiyetinden kurtarmasının çok zor olduğunu ve bunun için çok ağır bir bedel ödeyeceğini düşünüyorum.

Çok kutuplu dünya Avrupa için büyük bir fırsat olabilir

Bu konuyla bağlantılı olarak ilginç bir nokta var. Sizin fikrinizi merak ediyorum. Biliyorsunuz, Avrupa içinde de Ukrayna’daki çatışmayla ilgili şüphelerini dile getiren ve Rusya’nın endişelerinin de dikkate alınması gerektiğini savunan bir kesim var. Ancak aynı grup, biliyorsunuz, örneğin İtalya’nın eski Cumhurbaşkanı Berlusconi ve İtalya’daki partisi güçlü bir Çin karşıtı duruşa sahip. Avrupa’da başka örnekler de var. Ukrayna sorunu gelecekte nihayet çözülürse Avrupa’nın Çin karşıtı bir eksen oluşturması mümkün mü?

Bence bu, Avrupa’nın Amerika’ya tabi olmasının bir sonucu olarak gerçekleşecek. Aslında Amerika’nın ayrıştırma politikasını taklit ediyor ya da taklit etmek istediğimizi iddia ediyoruz. Bence bunun yanlış olduğu çok ama çok kötü bir şekilde kanıtlanacak. Buna karşı güçlü bir tepki olacağını düşünüyorum. Şu anda Çin karşıtı duyguların o kadar da güçlü olduğunu söyleyemem. Aslında Avrupa’da, en azından popüler düzeyde, Amerika’yla bu sözde ittifakın artık bizim için gerçekten işe yaramadığı gerçeğine karşı artan bir farkındalık olduğunu düşünüyorum. Bence dünyanın çok kutuplu hale gelme sürecine ilgi var ve bu Avrupa için büyük bir fırsat olabilir; elbette bu Çin’in her istediğine boyun eğeceğiniz ya da ekonomilerinizi Çin’e satacağınız anlamına gelmiyor. Bu arada Çin’in istediği bu bile değil. Bu, potansiyel olarak küresel görünümün yeniden düzenlenmesinin Avrupa için ve özellikle de benimki gibi ülkeler için, hala siyasi olarak konumlanmış olan İtalya için çok büyük bir fırsat olabileceği anlamına geliyor.

Özellikle Avrupa ve özellikle Güney Avrupa’yla çok güçlü ilişkileri olan Afrika’nın Çin’le bağlarını yoğunlaştırdığı ve güçlendirdiği düşünüldüğünde, İtalya, Akdeniz ve Afrika’nın diğer ülkeleriyle etkileşime girerken Çin ve Avrupa arasında bir köprü görevi görebilir. Çin-Afrika ilişkilerinin çok hızlı bir şekilde güçlendiğini biliyoruz, tıpkı Afrika-Rusya ilişkilerinin güçlendiği gibi. Ve bence bu gerçekten Batı Avrupalılara işaret ediyor. Dünyadaki insanların çoğunluğunun her zaman çok adaletsiz, çok haksız ve kurallara saygı duymadan hiçbir şey yapamaz olarak algıladığı Batı liderliğindeki düzenden insanların ne kadar yorulduğunun farkında değiliz, her ne kadar buna kurallara dayalı düzen deseler de. Bu düzen her zaman Batı’ya uygun olana ve Batı’nın çıkarlarına uygun olana dayanan Batı temelli bir düzen olmuştur. Bence tüm dünyanın Çin ve Rusya’yla ilişkilerini güçlendirdiği bu senaryoda, Çin’e yönelik bu çatışmacı tutum yine tamamen intihar demek, çünkü artık kimseyi etkileme kapasitesinde olmadığımız anlamına gelebilir.

Ukrayna’da kimse Rusya yerine Batı’yı takip etmiyor. Rusya’ya kim yaptırım uyguladı? Sadece sözde kolektif Batı. Batılı olmayan tek bir ülkenin bile Rusya’ya yaptırımı yok ve bu nokta Batı’nın dünyada etki yaratma kabiliyetinin hızla azaldığına işaret eden çok şey söylüyor. Eğer bugün Çin’e karşı çatışmacı bir tutum takınmak, Batılı olmayan tüm dünyaya karşı çatışmacı bir tutum takınmak anlamına geliyorsa, Çin Rusya’yla diplomatik, siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirmekten mutluluk duyacaktır. Umarım, bir noktada Batı’da birileri uyanır ve en azından Avrupa’da, bu stratejiyle kendimizden başka kimseyi izole etmediğimizi fark eder. Bence günün sonunda Avrupalı liderler bu konuda neredeyse hiç sınır tanımadıklarını kanıtladılar. Ancak bence bir noktada gerçeklik devreye girecek ve Avrupa’nın Amerika’yı takip etme konusunda ne kadar ileri gidebileceği ortaya çıkacak. Çünkü dediğimiz gibi, eğer Avrupa kendisini Çin’den ve Çin liderliğindeki bloğun çoğundan soyutlamaya karar verirse, düşüşünü şu anda hayal bile edemeyeceğimiz bir hızda artıracaktır. Bence bir noktada Avrupa gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak, ancak bu gerçekleştiğinde çok geç olabilir.

Dolarsızlaşma ülkelere daha fazla özgürlük sağlıyor

Tarihsel bir dinamik var ve o da ABD dolarının düşüşü. ABD dolarının rezerv para birimi olarak gerilemesinin ABD ve dünyanın geri kalanı üzerinde ne gibi etkileri olacak?

Bence bu süreç birkaç kez duyurulduktan sonra şimdi gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde, çünkü yakın zamana kadar de-dolarizasyonun başlangıcına hiç tanık olmamıştık, bence bu sefer Ukrayna’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların etkisiyle gerçekleşiyor. Tüm veriler bu eğilimin esas olarak jeopolitik nedenlerle başladığına işaret ediyor. Amerika ve Batı bu finansal hakimiyeti kötüye kullandı ve Rusya’nın rezervlerini çalmaya kadar varan şantajlar için dolar ve diğer Batı para birimlerini kullandı. Bence bu noktada gidişat kaçınılmaz ve bence dünyanın büyük bir kısmı için olumlu sonuçlar doğuracak, çünkü tanık olduğumuz şey, bir tekel olan dolardan başka bir tekele, örneğin Çin yuanına geçiş değil. Tanık olduğumuz şey, uluslararası işlemlerde kullanılan para biriminin farklılaşması. Uluslararası ödemelerin gerçekleştirilmesinde yerel para birimlerinin kullanımının arttığına tanık oluyoruz. Bu gerçekten iyi bir şey, çünkü ülkelere ticareti ve ödemeler dengesini yönetme konusunda daha fazla özgürlük sağlıyor. Bu iyi bir şey. Çoğu ülke bundan fayda sağlayacaktır.

Aslında Amerika da orta vadede de-dolarizasyondan faydalanacaktır, çünkü doların hakimiyetinden faydalanan sıradan Amerikalılar değiller. Amerikan oligarşisi. Dünyadaki askeri imparatorluğunu beslemek için kaynakları neredeyse bedavaya elde edebilmenin faydasını gören Amerikan oligarşisi. Ülkeyi sanayisizleştirmekten, Çin gibi düşük ücretli ülkeler uğruna tüm endüstrileri sömürgeleştirmekten fayda sağlayan Amerika’nın ekonomik oligarşisi. Ve Amerika kendisini sanayisizleştirirken, yani dolara sahip olduğu için yurtdışından giderek daha fazla mal satın alırken, esas gücünü koruyabildi. Dünyanın rezerv para birimine sahip olmak, Amerika’nın sanayileşme sürecinde yabancı mal ve ürünleri bedavaya satın alabileceği anlamına geliyordu. Biraz daha normal bir ülke haline gelmek, Amerikalı işçiler için iyi olmaz mı ya da Amerikalı aileler için iyi olmaz mı? Örneğin, yurtdışından bir şeyler satın alabilmek için gerçekten bir şeyler üretmek ve bir şeyler satmak zorunda kalmak aslında orta vadede fayda sağlayacak. Tabii ki, elitler bundan fayda görmeyecektir, yani maalesef politikalarımızı belirleme konusunda sürücü koltuğunda oturan Amerikan oligarşileri için bu bir fayda sağlamayacak. Bence bu dolarsızlaşma sürecini durdurmak için ellerinden geleni yapacaklar. Bence bundan çok korkuyorlar.

Amerika’nın bu süreci yavaşlatmak için yaptığı her şey süreci hızlandırmakla sonuçlanıyor, dolayısıyla bunun farkında değiller gibi görünüyor. Yani, sadece Ukrayna’ya bakın. Rusya’yı zayıflatmak için Ukrayna’yı kullanmanın harika bir fikir olduğunu düşünmüş olabilirler. Ancak bir buçuk yıl içinde olan şey, Rusya ve Çin’in karşılıklı bağlarını güçlendirmeleri oldu ki, bu da Amerikan politikasının son 70 yıldır hep kaçınmaya çalıştığı bir şeydi. Bu post-Batı ittifakının ortaya çıkışını hızlandırdı. Bence aynı şeyi dolarla yapmaya çalışırlarsa, yani ülkeleri doları terk etmemeleri için tehdit ederlerse, tam tersi bir sonuç elde edecekler. Bu da ülkeleri doları bir an önce terk etmek için daha da istekli hale getirecek. Bence Amerika’nın bunu yavaşlatmak için gerçekten yapabileceği bir şey yok. Çin, Rusya ve dünyanın geri kalanıyla topyekun bir savaşa girmeyi tercih etmezlerse bu düşüşe geçer. Ama elbette bu, düşünmek bile istemediğimiz bir senaryo. Ancak şu anda Amerika’nın stratejisinin kendi kendini yenilgiye uğrattığı oldukça açık ve bence bu giderek daha da belirginleşecek. Önümüzdeki aylarda bile, BRICS’e daha fazla ülkenin katılmasıyla birlikte, giderek daha fazla ülkenin Amerika’nın stratejisinin biraz çılgınca olduğunu düşüneceğini düşünüyorum. Amerika’nın imajı gerçekten de hiç olmadığı kadar kötüleşiyor ve Avrupa’nın imajı da buna eşlik ediyor.

ABD’de askeri-endüstriyel kompleks ile kapitalist sınıf arasında çatışma var

Son makalenizde ABD’li kapitalistler ile Çin arasındaki ekonomik bağların ABD silah endüstrisinin çıkarlarıyla çatıştığından bahsettiniz. Bu ilginç bir nokta. Peki, bu durumun potansiyel sonuçları nelerdir?

Bence Batı dış politikasını ve Batı askeri müdahaleciliğini eleştirenler, bu araçların Batılı büyük şirketlerin ve Batı sermayesinin hizmetinde olduğunun her zaman idrakindelerdi. Bence uzun bir süredir durum böyle ve aslında tarihin büyük bir bölümünde de durumun böyle olduğu söylenebilir. Bence ulusal ordular her zaman sermayenin hizmetinde olmuştur ve şu anda tanık olduğumuz şeyin yeni bir senaryo olduğunu söyleyebilirim. Amerika’nın Rusya ve hatta Çin üzerindeki stratejisine baktığımızda, bu politikaların Batı iş dünyasına nasıl fayda sağladığı gerçekten açık değil. Bir zamanlar oldukça büyük bir pazar olan Rusya pazarından neredeyse tüm Batılı şirketler nasıl çıkıyor? Ve bu nasıl Batılı şirketlerin yararına oluyor? Rusya’yla bağları koparmak nasıl onların çıkarına oluyor? Elbette Amerikan ekonomisinin enerji sektörü gibi bazı özel sektörlerinin çıkarına. Ama kesinlikle Batı sermayesinin ve hatta Amerikan sermayesinin genel çıkarlarına hizmet etmiyor. Çin’le yaşananlarla birlikte, Amerika’nın kendisini izole etmek ve Çin’den koparmak için yıllardır inşa ettiği küresel ticaret sistemini nasıl yok ettiği daha da açık hale geliyor. Bu genel olarak Amerikalı ya da Batılı şirketlerin çıkarları için nasıl faydalı olabilir? Bu hiç net değil, çünkü öyle değil. Hatta kapitalizmin açılma eğiliminde olduğu tam anlamıyla kapitalist bir mantığı bile takip etmiyor gibi görünüyor. Yeni pazarlar kaynaklara, pazarlara ve tüketicilere erişimin önünü açar. Mevcut Amerikan stratejisi ise tam tersi yönde ilerliyor. Ve gerçekten de birkaç belirli sektör dışında başka hiçbir sektöre hizmet etmiyor gibi görünüyor, ama esas olarak bir sektöre, neredeyse bir sosyal sınıf olarak adlandırılabilecek bir sektöre, yani askeri-endüstriyel sosyal sınıfa hizmet ediyor.

Bu sadece savunma şirketleri değil, aynı zamanda askeri ve istihbarat sektörleri etrafında dönen tüm sivil ve devlet aygıtları. Şimdi bahsettiğimiz şey devasa bir kompleks. Çok büyük ve her zamankinden daha güçlü. Eisenhower 60’lı yıllarda askeri-endüstriyel komplekse karşı uyarıda bulunduğunda, askeri-endüstriyel kompleks kesinlikle bugün olduğundan daha küçüktü. Ve bugün Amerika’nın stratejisine baktığımızda, bunun askeri-endüstriyel kompleks olduğu görülüyor. Politikayı gerçekten yönlendiren bu askeri sınıf. Ve politika esasen “sonsuza kadar savaş”. Bu sürekli bir savaş, çünkü askeri sınıfın hayatta kalması için buna ihtiyacı var. Dolayısıyla bence çok tehlikeli bir durumdayız. Batı kapitalizmi bu canavarı yarattı, ancak bu canavar artık yaratıcılarının kontrolünden çıktı ve artık kendi başına bir hayat ve irade kazandı. Aslında yaratıcısını kendisine bağımlı kıldı. Ve aslında, bence şu anda Amerika’da ve bir dereceye kadar Avrupa’da gördüğümüz en ilginç gelişmelerden biri, kapitalist sınıfın çoğu ile askeri sınıf arasındaki bu büyüyen çatışma. Bunu, daha önce de belirttiğim gibi, en büyük direnişin Amerikan ve Batılı şirketlerden geldiği Çin’de çok net bir şekilde görüyoruz. Yani, burada gerçekten bir çatışma var. Bir yanda düzenden açıkça fayda sağlayacak olan ve kar etmek için belli ölçüde düzen ve barışa ihtiyaç duyan kapitalistler var. Diğer yanda ise kaos, istikrarsızlık ve savaştan, savaşın kendisinden olmasa bile en azından sürekli savaş hazırlığından kar eden askeri sınıf var. Dolayısıyla, makalede de yazdığım gibi, bir yanda üretim araçlarının sahipleri ile diğer yanda yıkım araçlarının sahipleri arasında yeni bir tür tarihsel sınıf mücadelesine tanıklık ediyor olabiliriz.

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 3: Üye ülkelerin karşı karşıya olduğu zorluklar neler?

Yayınlanma

Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan Cumhuriyeti’nin Başkenti Kazan’da gerçekleştirilen BRICS Zirvesi’nin yankıları devam ederken; gündemle ilgili soruları BRICS & Şanghay İşbirliği Örgütü İnovatif Diplomasi Merkezi Direktörü Dr. Nina Ladıgina-Glazunova’ya sorduk.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, Kazan’daki zirveye siz de katılım sağladınız. Zaten direktörü olduğunuz kurumda “Bricsolog” olarak çalışmalarınıza devam ediyorsunuz. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin için zirve hem sembolik hem de pratik açıdan önemli görülüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Bu zirvenin Rusya için önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu zirve Rusya’nın küresel ajandasını nasıl etkiler? Ek olarak; BRICS içerisinde rekabet halinde olan ülkeler de var. Üye ülkeler arasındaki rekabet ve çatışmaları değerlendirdiğinizde BRICS’in çeşitli alanlardaki işbirliğini derinleştirme hedefini nasıl görüyorsunuz?

Nina Ladıgina-Glazunova: Kazan’da yapılan BRICS Zirvesi’nin Rusya açısından önemi, esas olarak Batı’nın Rusya’yı tecrit etme politikasının tamamen başarısızlığa uğramasında ve genel gerginliklere rağmen Rusya’nın dünya sahnesindeki öneminin devam ettiğinin kabul edilmesinde yatmaktadır. Kazan’daki BRICS Zirvesi’nin yüzyılın olayı haline geldiğini; Azerbaycan, Ermenistan, Bahreyn, Bangladeş, Belarus, Bolivya, Kongo, Küba, Endonezya, Kazakistan, Kırgızistan, Laos, Malezya, Moritanya, Moğolistan, Nikaragua, Filistin, Sırbistan, Sri Lanka, Tacikistan, Tayland, Türkiye, Türkmenistan, Özbekistan, Venezuela, Vietnam ve Sırp Cumhuriyeti’nden (Bosna-Hersek’e bağlı bir birim) oluşan heyet başkanlarını bir araya getirdiğini görüyoruz. Bunlardan 23’ü devlet başkanları düzeyinde, sadece BRICS üye ülkelerinden (Rusya, Brezilya, BAE, Çin, Mısır, Etiyopya, Hindistan, İran, Güney Afrika ve davetli ülke olarak Suudi Arabistan) değil, aynı zamanda zirveye büyük ilgi gösteren Küresel Güney ülkeleriyle birlikte Birleşmiş Milletler (Genel Sekreter – Antonio Guterres), Avrasya Ekonomik Komisyonu (Yönetim Kurulu Başkanı – Bakıtcan Abdirulı Sağıntayev), Birleşmiş Devletler Topluluğu (Genel Sekreter – Sergey Lebedev), Rusya ve Belarus Birliği Devleti (Devlet Sekreteri – Dmitriy Mezentsev), Şanghay İşbirliği Örgütü (Genel Sekreter – Zhang Ming) ve Yeni Kalkınma Bankası BRICS (Banka Başkanı – Dilma Rousseff) gibi beş uluslararası örgütün başkanları da vardı.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 1: Bağımsız BRICS ödeme sistemi başarıya ulaşabilir mi?

23 Ekim’de heyetler ve BRICS ülkelerinin delegasyon başkanlarının toplantılarının ardından yayınlanan bildiride, BRICS’in kurumsal gelişimini teşvik etme yolu mutabakatla kabul edildi ve tarihte ilk kez, birliğe dahil olan ülkeler bildirgenin ilk paragrafında listelenmiyor.

Bu ne anlama geliyor?

Bunun başlıca nedeninin, bu yıl çoğu formatta eşit düzeyde yer almasına rağmen, hala tam üye statüsünü kabul etme sürecinde olan Suudi Arabistan’ın belirsiz statüsü olduğu varsayılabilir. Bu da yüksek ve uzmanlaşmış bir düzeyde temsil anlamına geliyordu. Ayrıca yazılı, görsel ve sosyal medyada sahte haber tehlikesine ve ülkelerimiz hakkında doğrulanmış bilgilerin yayılmasına da özel dikkat gösterildi.

Zirve ve tüm horizontal formatlar yelpazesi sayesinde Rusya, BRICS’teki başkanlığı sırasında yeni pazarlara girme yeteneklerini genişletebildi, bu kesinlikle olumlu bir andır ve ülke en başından, kurulduğu andan itibaren, bu yönelime bağlı kalmalı ve yalnızca Batı ülkelerine ana yönelim olarak bakmamalıydı. Şimdi yapbozu bir araya getirmek gibi düşünürsek; ekonomiyi çeşitlendirme ve yalnızca yurtdışından gelen bileşenlere odaklanan üretimden uzaklaşma süreci başlatıldı ve yabancı bileşen üreticilerinin üzerimizdeki nüfuzu giderek azaldı. Rusya, kapsamlı bir stratejik ortaklık anlaşması imzalamak konusunda İran ile anlaştı.

Bugün emin bir şekilde söyleyebiliriz ki en güçlü BRICS ülkeleri; Rusya, Çin, Hindistan ve İran’dır. Yani, tek kutuplu Batı dünyasının antipodu haline gelen ülkeler… Parametrelerinde G7’yi aşan küresel bir ülkeler birliğinden bahsedebiliriz ve bu gezegenimizin ekonomik geleceğiyle ilgilidir. Ortak hedeflerine ve çok kutuplu bir dünyaya odaklanmalarına ve kendi kimliklerini korumalarına rağmen; BRICS ülkeleri, özellikle komşularıyla çeşitli rekabet biçimleri ve toprak zorluklarıyla karşı karşıyadır.

Her ikisi de büyük gelişmekte olan ekonomiler olan Çin ve Hindistan, küresel pazarlarda ve gelişmekte olan ülkelerde nüfuz için rekabet ediyor ve birbirleriyle toprak anlaşmazlıkları var. Rusya ve Güney Afrika arasında jeopolitik gerginlikler Özel Askeri Operasyonun başlangıcından bu yana ortaya çıkmıştır. Rusya ve Çin her alanda yakın ortaklardır, ancak her iki ülkenin bireysel siyasi gündemlerinde, Kazakistan gibi Orta Asya ülkeleri gibi, çatışabilecekleri alanlar vardır. Aynı zamanda Hindistan ve Çin, Rusya’nın diplomatik çabalarının da yardımıyla uzun süredir devam eden sınır sorunlarını çözmede ilerleme kaydettiklerini duyurdular ve bu zirvede önemli bir başarıydı.

BRICS ülkeleri ve gelecekteki ortakları, Filistin’e desteklerini ilan ederken; dünyanın dört bir yanındaki yaklaşık iki milyar Müslüman Kazan’daki olayları izledi. Zirve sırasında, birçok delegasyon başkanı Filistin’e, Orta Doğu’ya, hızlıca barışçıl şekilde bir arada yaşamayı ve BM sözleşmelerine uyumu gerektiren çok hassas ve kırılgan bir bölge olarak büyük vurgu yaptı. Bu doğrultuda zirvede Filistin meselesinin dünya Müslüman toplumu için önemini vurgulayan güçlü bir sonuç bildirgesi kabul edildi.

Brezilya, Venezuela’nın BRICS ile yakınlaşmasından pek memnun değil ve bu durum, onu Pakistan gibi “Ortak Ülkeler” listesinde göremememizin başlıca nedenlerinden birisidir (13 ülke BRICS ortak ülke statüsü aldı. Bunlar Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Cezayir, Belarus, Bolivya, Küba, Endonezya, Malezya, Nijerya, Tayland, Uganda ve Vietnam’dı). Ek olarak BRICS’te farklı ülkelerin ve medeniyetlerin dünya düzenine ilişkin farklı fikirleri olması nedeniyle G7 ile çatışma platformu olmayacak.

Öte yandan politikasını dünyadaki tüm çatışmaların çözümü üzerine kuran; ancak Pakistan ile ilgili konulara nadiren değinen Narendra Modi var… Çünkü aralarında uzun yıllardır bir çatışma var ve aynı zamanda Çin ile Rusya, Pakistan’ı BRICS ortağı olarak tanıtıyorlar.

Bu nedenle, BRICS’in ticaret cirosunu artırma, karşılıklı yatırımlar (çatışmaları önlemek için, belirli bölgelerdeki etki alanlarının sınırlandırılması konularını “kıyıda” çözmek gerekir), sosyo-insani değişimlerin birbirimizi daha iyi tanımamızı ve belki de bazı ülkeler söz konusu olduğunda “baltayı gömmemizi” ve ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin “yumuşak güç” yoluyla yaptığı kültürel genişlemeye yönelik olası müdahaleleri düzenlememizi sağlayacağı gibi karşılıklı olarak faydalı işbirliği alanlarını teşvik etmesi gerektiğine inanıyorum.

Öte yandan Güney Amerika, sosyal, politik, ekonomik olarak her anlamda çok istikrarsız ve ABD’nin güçlü etkisi altında. BRICS platformuna geldiğinizde tüm bunları unutmanız gerektiğini; çünkü büyük resmi ve küresel gündemi düşünmeniz gerektiğini hatırlamak önemlidir. Ve gerçekten barışçıl olarak adlandırılabilecek olan Kazan Zirvesi, BRICS+ formatındaki bazı katılımcıları, örneğin Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’i, barış antlaşması, sınır belirleme ve diğer karşılıklı ilgi konular da dahil olmak üzere ikili barış gündemini ilerletmeyi tartışmak üzere bir araya getiren bir toplantı oldu ve daha önce duraklamış olan karşılıklı sorunları çözmek için müzakere etmeye teşvik etti.

Bugün, bildirge halihazırda ulusal para birimlerindeki koşullu rezervler için mevcut mekanizmalarını da açıklıyor. Bunlar: IMF ve Dünya Bankası gibi mevcut kurumlar kadar büyük ve kapsamlı olmasa da; onlar için ciddi bir tehdit oluşturuyor. BRICS Pay mekanizması da başlatıldı: Çin’in CIPS (Sınır Ötesi Bankalararası Ödeme Sistemi) sistemine ve uluslararası SWIFT sistemine benzer bir ödeme sistemi projesi olan BRICS Pay, uluslararası ödeme kartları Visa ve Mastercard veya Rusya’nın MIR, RuPay’i ile Çin’in UnionPay gibi ulusal banka kartlarıyla birlikte çalışabilir ve BRICS+ ülkelerinde kullanabilecek halde olacak.

Gelişmekte olan ülkelerin katılımıyla kolektif çözümler bulmanın doğrudan, açık ve etkili bir yolu, ulusal para birimlerinin giderek yaygınlaşan kullanımıyla de-dolarizasyondur ve bizim için yeni bir rezerv para birimi dediğimiz şeye ihtiyacımız var. Çok sayıda medeniyet ve kültürün temsilcilerinin, bilinçaltında kendi ülkelerinin refahı için kendi gündemlerini tanıtmak istedikleri birleşmeleri, yalnızca Küresel Güney ülkeleri için açık olan konularda; örneğin BM Güvenlik Konseyi reformu veya iklim değişikliği (Burada Vladimir Putin de yeşil gündemi topluma zarar vermek için kullanma konusundaki açıklamasında dikkatlice ima ettiğini hatırlatalım) birleşik bir şeye yönelik kararlar almayı zorlaştırıyor.

BRICS’in rolünün artacağı ve BRICS ülkelerinin halihazırda küresel ekonomik büyümenin itici güçleri olduğu, jeopolitik manzarayı Avrasya’ya ve bir bütün olarak Güney’e doğru kaydırdığı oldukça açık. Mevcut yılın sonuçlarına göre, BRICS’teki ortalama ekonomik büyüme oranı %4 olarak tahmin ediliyor. Bu, G7 ülkelerindeki, sadece %1.7’lik orandan daha yüksek. Ekonomik büyüme oranlarındaki bu kadar farkla, öngörülebilir gelecekte küresel GSYİH’daki ana artış BRICS’te üretilecek. OPEC Plus’da aslında BRICS ülkelerinin bir parçası ve Rusya ve Suudi Arabistan aslında oradaki liderler. Dünya çapında petrol fiyatlarını onlar belirliyor. Ancak çoğu ticaret platformunun bununla mücadele etmek için çıkarlarını lobi yapan Batılı şirketlere ait olduğunu hatırlamakta fayda var ve birleşmek gerekiyor.

BRICS, BM’nin aksine, herkesin aynı masada oturması ve üye devletlerin daha adil bir şekilde temsil edilmesiyle eşit bir sese sahip olması bakımından farklı. Belki de BRICS, gelecekte tüm BRICS ülkeleri tarafından savunulan reformu gerçekleştirerek, BM’ye bir alternatif olabilir. Ancak bu uzun bir süreç olacaktır.

Sorunlarını ve toprak anlaşmazlıklarını kabul eden BRICS ülkeleri, küresel işbirliğinin ortak gündemine odaklanmayı hedefliyor. 1 Ocak 2024’ten itibaren birliğe yeni ülkelerin de dahil olmasıyla, ortak bir hedef adına güçlü bağlar ve diyalog kurulmalı, sadece ‘a priori’ değil, böyle bir format olmamalı, Birlik’in çeşitli alanlardaki işbirliğinin önceliği ile Anglo-Sakson ideolojisine dayalı bir birlik olarak temellendirilmemelidir. Birliğin ortak çıkarları teşvik etme ve eşitlik ve saygıya dayalı çok kutuplu küresel yönetişimi teşvik etme konusunda muazzam bir potansiyeli var.

Zirvede imzalanan mutabakat aynı zamanda herhangi bir katılımcının ulusal çıkarlarının garanti altına alınmasının da bir garantisidir.

İlber Vasfi Sel: Nina Hanım, oldukça geniş ve bilgilendirici cevaplarınız için Harici olarak teşekkür ederiz.

Uzmanlara BRICS’i sorduk – 2: Türkiye BRICS’e üye olabilir mi?

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English