Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Çok kutuplu dünya Avrupa için büyük fırsat olabilir

Yayınlanma

İtalyan gazeteci, yazar Thomas Fazi son dönemde bilhassa ABD-Avrupa ilişkileri, Ukrayna savaşı ve küresel ekonomi üzerine yazdıklarıyla dikkat çekti. İngiltere merkezli Unherd ile ABD merkezli Compact internet sitelerine düzenli görüş yazan Fazi, ‘The Battle for Europe’, ‘Reclaiming the State A Progressive Vision of Sovereignty for a Post-Neoliberal World’ ve ‘The Covid Consensus’ başlıklı kitapların da yazarı. Fazi aynı zamanda ‘Standing Army’ isimli, dünyadaki ABD üslerini anlatan ve Noam Chomsky’nin de yer aldığı ödüllü belgeselin yönetmeni. Fazi ile Avrupa Birliği’nin ABD’ye bağımlılığını, Avrupa’nın geleceğini, gelişen çok kutupluluğu ve dolarsızlaşmayı konuştuk.

Avrupa’nın Amerika’yı takip etmesi tamamen intihar olur

Amerika Birleşik Devletleri’nin bu yeni küresel ekonomik stratejisinin Avrupa üzerinde ne gibi olası sonuçları olabilir? Bazılarına göre, bildiğiniz gibi, IRA (Enflasyonu Azaltma Yasası) ve artan enerji fiyatları Avrupa’nın sanayisizleşmesine neden olabilir. Peki Avrupa Birliği bir tür savaş ekonomisi uygulayarak bu tehlikeden kaçınabilir mi? Bildiğiniz gibi son günlerde bu mühimmat üretimini destekleme yasasıyla ilgili bir tartışma da var.

Bence asıl soru Avrupa’nın gelecekte ne gibi risklerle karşı karşıya kalacağı değil. Asıl soru, Avrupa’nın Ukrayna ve Rusya’ya karşı öncelikle Amerika’nın politikasına katılma, onu takip etme yönündeki neredeyse intihar diyebileceğim kararının bir sonucu olarak, biz konuşurken Avrupa’ya zaten ne olduğudur. Geçtiğimiz yıl yaşananlara bakacak olursak, asıl mağdur olan Ukrayna’yı bir kenara bırakırsak, bu savaştan en çok zarar gören kıta açık ara Avrupa’dır. Avrupa, Rus gazına ve Rusya’dan gelen diğer mallara en çok bağımlı olan bölge. Dolayısıyla Rusya’ya yaptırım uygulama kararı, Avrupa’nın temelde kendi kendine yaptırım uyguladığı bir tür otomatik yaptırım haline geldi.

Aynı şey Avrupa’nın Ukrayna’da Amerika’nın askeri stratejisini takip etme ve Ukrayna’ya silah yığmaya devam etme kararı için de söylenebilir, Avrupa sınırındaki bir çatışmayı tırmandırma riskini göze alarak. Yine, rasyonel bir bakış açısıyla bunu anlamak gerçekten zor görünüyor, çünkü Amerika’nın bakış açısına göre, Ukrayna’daki stratejisi, Rusya’da çok küçük bir maliyetle, Amerika için sıfır insan maliyetiyle ve her şey düşünüldüğünde çok küçük bir ekonomik maliyetle kazanabileceği için mantıklı. Bu aynı zamanda Amerika’nın Avrupa üzerindeki hegemonyasını ve kontrolünü yeniden tesis etmesi ve aslında Avrupa’nın Rus gazından çok daha pahalı olan Amerikan sıvılaştırılmış doğal gazına geçmesi nedeniyle Avrupa’nın Amerika’ya olan bağımlılığını arttırması anlamına geliyor. Yani kısa vadede Amerika bu durumdan açıkça fayda sağlıyor.

Rusya’nın yaptırımlara rağmen oldukça iyi durumda olduğunu biliyoruz. Hatta bazıları yaptırımlar sayesinde diyor. Asıl kötü durumda olan Avrupa. Almanya resesyonda. Ve muhtemelen tüm Avrupa Birliği olmasa bile tüm Euro Bölgesi yakında resesyona girecek. Yani şimdiden sanayisizleşmeyle karşı karşıyayız. Bence tüm bunlar Amerika’da artık kimsenin Avrupa’yı bir müttefik olarak görmediğini anlamak için yeterli olmalı. Şimdiye kadar olduysa bile, bunun her zaman oldukça dengesiz bir ilişki olduğunu söyleyebilirim, ancak en azından bir süre için, bu eşitsiz ilişkiden eşit olmanın faydasını gördünüz. Bunun hala geçerli olup olmadığı gerçekten belirsiz. Ben artık durumun hiç de öyle olmadığını söyleyebilirim. Bence bu durum Amerika’nın Ukrayna’daki stratejisinde de açıkça görülüyor; bu strateji aynı zamanda Avrupa’ya karşı askeri olduğu kadar ekonomik bir savaş, Rusya’ya karşı bir vekalet savaşı.

Her ciddi insanın anlayabileceği üzere, Kuzey Akım boru hattına yapılan saldırıda da açıkça görülüyor ki, bu Amerika tarafından yapılmadıysa bile, Amerika’nın bilgisi dahilinde yapılmış bir eylem ve önceden bilgileri vardı ve aslında önceden bilgi sahibi olduklarını itiraf ettiler. Ancak, Amerika’nın operasyonlara yeşil ışık yaktığının oldukça açık olduğunu söyleyebilirim. Burada söz konusu olan Amerika’nın Avrupa’nın önemli bir altyapısına yönelik bir terör saldırısına yeşil ışık yakması. Bunun da ötesinde, sizin de bahsettiğiniz gibi, açıkça korumacı bir sanayi politikası olan IRA, Avrupa’nın sanayilerine oldukça ciddi zarar veriyor. Açıkça görülüyor ki, Amerika kendi oyununu oynuyor. Hatta bir tür pan-Batı oyunu da oynamıyor. Artık Çin’den ayrışmayı da içeren kendi oyununu oynuyor. Ve bu oyunun üstesinden gelebileceğini düşünüyor ve bence bu hayalperestlik. Ama bence Amerika’nın en azından kısa vadede daha fazla kendi kendine yetme şansı var, çünkü enerji kaynaklarına sahip. Avrupa ise bunların hiçbirine sahip değil. Avrupa’nın bu stratejide Amerika’yı takip etmesi bence tamamen intihar olur. Bu da Avrupa’nın siyasi ve hatta psikolojik olarak Amerika’ya tabi olduğunu ve özerk stratejik terimlerle düşünme konusunda tamamen yetersiz olduğunu gösteriyor.

Avrupa’nın herhangi bir stratejik özerklik geliştirme şansı yok

Bu bağlamda, Avrupa’nın stratejik özerkliği ne olacak? Yani, bu stratejik özerklik tartışmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Emmanuel Macron’un Çin ziyareti sırasında yaptığı açıklamalarla ilgili önemli bir tartışma vardı ve diğer Avrupalı liderler de bu doğrultuda açıklamalar yaptılar. Sizin bu konudaki görüşünüz nedir?

Ciddi bir tartışma yok. Biliyorsunuz, Macron fikirlerini ifade etmeyi seven bir adam. Bir tür konformist olmayan, kalıpların dışında düşünen biri olarak görülmeyi seviyor ama aslında neredeyse hiç somut eylemde bulunmuyor ya da sözlerini tutmuyor ve bence bu sefer de farklı olmayacak. Macron, stratejik özerkliğe duyulan ihtiyaç hakkında bu kadar açık konuşan tek kişi. Ancak bunu çok uzun zamandır söylüyor. Bu yıllardır Fransa’nın ve iktidara geldiğinden beri Macron’un da pozisyonu. Peki bunun herhangi bir şekilde somut sonuçları oldu mu? Pek olmadı. Geçtiğimiz yıllardaki tüm önemli kararlarda Amerika’yı takip etti. Ukrayna’da Amerika’yı takip etti ve Ukrayna’ya askeri yardım sağladı. Amerika’ya ya da Avrupa Birliği’nin Amerikan yanlısı politikalarına karşı çıkmadı.

Günün sonunda Avrupa’dan Amerika’ya karşı ciddi bir siyasi meydan okuma gelmesini beklemiyorum. Avrupa’nın herhangi bir stratejik özerklik geliştirme şansı olduğunu da düşünmüyorum, çünkü Avrupa’dan bahsederken net olmalıyız. Eğer Avrupa Birliği’ni kastediyorsanız, bir dizi nedenden ötürü Avrupa Birliği’nin bu derece büyük bir stratejik özerkliğe doğru ilerleme şansı kesinlikle yoktur. Demek istediğim, Avrupa Birliği yıllar içinde o kadar genişledi ki, şu anda Orta ve Doğu Avrupa’nın neredeyse tüm ülkelerini bünyesinde barındırıyor ve bu ülkelerin çoğu sadık bir şekilde Amerikan yanlısı ve Rusya karşıtı. Macron Amerika ve NATO’ya olan bağımlılığın azaltılması gerektiğine inanıyor olabilir. Almanya’daki güçlü unsurlar da muhtemelen bu görüşü paylaşıyor ve hatta diğer ülkelerdekiler de bunu açıkça dile getiriyor olabilir. Ancak Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri kesinlikle böyle düşünmüyor. Dolayısıyla AB, bırakın daha fazla stratejik özerklik içeren bir sentez bulmayı, bir tür ortak pozisyon bile bulamayacak kadar parçalanmış durumda. Ben bunun gerçekleşebileceğini düşünmüyorum. Siyasi olarak da öyle söyleyebilirim; çok fazla bir şey beklemiyorum.

Bence yakın gelecekte göreceğimiz en büyük direnç, özellikle de Amerika’nın politikası söz konusu olduğunda, temelde Çin söz konusu olduğunda, Avrupalı şirketlerden gelecektir. Avrupa’nın bu darbeci ya da riskli politikada Amerika’yı takip etme kararından en çok şikayetçi olanlar onlar çünkü, şunu söylüyorlar: “Bakın, Rus gazından ve ucuz emtiadan vazgeçmek zorunda kaldığınız için zaten yeterince acı çekiyordunuz. Eğer Çin pazarını da elimizden alırsanız, o zaman ölmüş sayılırız.” Aslında Avrupalı şirketlerden, şirketlerin bu tür bir politikasına ya da Avrupa’yı Çin’den yavaş yavaş ayırma girişimine karşı güçlü bir tepki geldiğini görüyoruz. Ancak siyasi açıdan Avrupa, kendi başına düşünemeyecek kadar Amerika’ya bağımlı durumda. Amerika Avrupa’ya pek çok düzeyde hükmediyor. Avrupa Birliği kurumlarına hükmediyor. Avrupa’ya kültürel olarak hükmediyor. Avrupa’ya dilsel olarak hükmediyor. Avrupa’nın ortak dili nedir? İngilizce. Fransızca değil; Almanca değil; İngilizce. Peki İngilizcede tartışmanın şartlarını kim belirliyor? Anglo-Amerikan gazeteleri ve Anglo-Amerikan düşünce kuruluşları. Amerika tüm entelektüel ekosistemi kontrol ediyor ve Amerikan istihbarat servisinden bahsetmiyorum bile. Dolayısıyla bu noktada Avrupa’nın kendisini bir şekilde Amerikan hakimiyetinden kurtarmasının çok zor olduğunu ve bunun için çok ağır bir bedel ödeyeceğini düşünüyorum.

Çok kutuplu dünya Avrupa için büyük bir fırsat olabilir

Bu konuyla bağlantılı olarak ilginç bir nokta var. Sizin fikrinizi merak ediyorum. Biliyorsunuz, Avrupa içinde de Ukrayna’daki çatışmayla ilgili şüphelerini dile getiren ve Rusya’nın endişelerinin de dikkate alınması gerektiğini savunan bir kesim var. Ancak aynı grup, biliyorsunuz, örneğin İtalya’nın eski Cumhurbaşkanı Berlusconi ve İtalya’daki partisi güçlü bir Çin karşıtı duruşa sahip. Avrupa’da başka örnekler de var. Ukrayna sorunu gelecekte nihayet çözülürse Avrupa’nın Çin karşıtı bir eksen oluşturması mümkün mü?

Bence bu, Avrupa’nın Amerika’ya tabi olmasının bir sonucu olarak gerçekleşecek. Aslında Amerika’nın ayrıştırma politikasını taklit ediyor ya da taklit etmek istediğimizi iddia ediyoruz. Bence bunun yanlış olduğu çok ama çok kötü bir şekilde kanıtlanacak. Buna karşı güçlü bir tepki olacağını düşünüyorum. Şu anda Çin karşıtı duyguların o kadar da güçlü olduğunu söyleyemem. Aslında Avrupa’da, en azından popüler düzeyde, Amerika’yla bu sözde ittifakın artık bizim için gerçekten işe yaramadığı gerçeğine karşı artan bir farkındalık olduğunu düşünüyorum. Bence dünyanın çok kutuplu hale gelme sürecine ilgi var ve bu Avrupa için büyük bir fırsat olabilir; elbette bu Çin’in her istediğine boyun eğeceğiniz ya da ekonomilerinizi Çin’e satacağınız anlamına gelmiyor. Bu arada Çin’in istediği bu bile değil. Bu, potansiyel olarak küresel görünümün yeniden düzenlenmesinin Avrupa için ve özellikle de benimki gibi ülkeler için, hala siyasi olarak konumlanmış olan İtalya için çok büyük bir fırsat olabileceği anlamına geliyor.

Özellikle Avrupa ve özellikle Güney Avrupa’yla çok güçlü ilişkileri olan Afrika’nın Çin’le bağlarını yoğunlaştırdığı ve güçlendirdiği düşünüldüğünde, İtalya, Akdeniz ve Afrika’nın diğer ülkeleriyle etkileşime girerken Çin ve Avrupa arasında bir köprü görevi görebilir. Çin-Afrika ilişkilerinin çok hızlı bir şekilde güçlendiğini biliyoruz, tıpkı Afrika-Rusya ilişkilerinin güçlendiği gibi. Ve bence bu gerçekten Batı Avrupalılara işaret ediyor. Dünyadaki insanların çoğunluğunun her zaman çok adaletsiz, çok haksız ve kurallara saygı duymadan hiçbir şey yapamaz olarak algıladığı Batı liderliğindeki düzenden insanların ne kadar yorulduğunun farkında değiliz, her ne kadar buna kurallara dayalı düzen deseler de. Bu düzen her zaman Batı’ya uygun olana ve Batı’nın çıkarlarına uygun olana dayanan Batı temelli bir düzen olmuştur. Bence tüm dünyanın Çin ve Rusya’yla ilişkilerini güçlendirdiği bu senaryoda, Çin’e yönelik bu çatışmacı tutum yine tamamen intihar demek, çünkü artık kimseyi etkileme kapasitesinde olmadığımız anlamına gelebilir.

Ukrayna’da kimse Rusya yerine Batı’yı takip etmiyor. Rusya’ya kim yaptırım uyguladı? Sadece sözde kolektif Batı. Batılı olmayan tek bir ülkenin bile Rusya’ya yaptırımı yok ve bu nokta Batı’nın dünyada etki yaratma kabiliyetinin hızla azaldığına işaret eden çok şey söylüyor. Eğer bugün Çin’e karşı çatışmacı bir tutum takınmak, Batılı olmayan tüm dünyaya karşı çatışmacı bir tutum takınmak anlamına geliyorsa, Çin Rusya’yla diplomatik, siyasi ve ekonomik bağlarını güçlendirmekten mutluluk duyacaktır. Umarım, bir noktada Batı’da birileri uyanır ve en azından Avrupa’da, bu stratejiyle kendimizden başka kimseyi izole etmediğimizi fark eder. Bence günün sonunda Avrupalı liderler bu konuda neredeyse hiç sınır tanımadıklarını kanıtladılar. Ancak bence bir noktada gerçeklik devreye girecek ve Avrupa’nın Amerika’yı takip etme konusunda ne kadar ileri gidebileceği ortaya çıkacak. Çünkü dediğimiz gibi, eğer Avrupa kendisini Çin’den ve Çin liderliğindeki bloğun çoğundan soyutlamaya karar verirse, düşüşünü şu anda hayal bile edemeyeceğimiz bir hızda artıracaktır. Bence bir noktada Avrupa gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak, ancak bu gerçekleştiğinde çok geç olabilir.

Dolarsızlaşma ülkelere daha fazla özgürlük sağlıyor

Tarihsel bir dinamik var ve o da ABD dolarının düşüşü. ABD dolarının rezerv para birimi olarak gerilemesinin ABD ve dünyanın geri kalanı üzerinde ne gibi etkileri olacak?

Bence bu süreç birkaç kez duyurulduktan sonra şimdi gerçekleşiyor. Yanlış bir şekilde, çünkü yakın zamana kadar de-dolarizasyonun başlangıcına hiç tanık olmamıştık, bence bu sefer Ukrayna’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımların etkisiyle gerçekleşiyor. Tüm veriler bu eğilimin esas olarak jeopolitik nedenlerle başladığına işaret ediyor. Amerika ve Batı bu finansal hakimiyeti kötüye kullandı ve Rusya’nın rezervlerini çalmaya kadar varan şantajlar için dolar ve diğer Batı para birimlerini kullandı. Bence bu noktada gidişat kaçınılmaz ve bence dünyanın büyük bir kısmı için olumlu sonuçlar doğuracak, çünkü tanık olduğumuz şey, bir tekel olan dolardan başka bir tekele, örneğin Çin yuanına geçiş değil. Tanık olduğumuz şey, uluslararası işlemlerde kullanılan para biriminin farklılaşması. Uluslararası ödemelerin gerçekleştirilmesinde yerel para birimlerinin kullanımının arttığına tanık oluyoruz. Bu gerçekten iyi bir şey, çünkü ülkelere ticareti ve ödemeler dengesini yönetme konusunda daha fazla özgürlük sağlıyor. Bu iyi bir şey. Çoğu ülke bundan fayda sağlayacaktır.

Aslında Amerika da orta vadede de-dolarizasyondan faydalanacaktır, çünkü doların hakimiyetinden faydalanan sıradan Amerikalılar değiller. Amerikan oligarşisi. Dünyadaki askeri imparatorluğunu beslemek için kaynakları neredeyse bedavaya elde edebilmenin faydasını gören Amerikan oligarşisi. Ülkeyi sanayisizleştirmekten, Çin gibi düşük ücretli ülkeler uğruna tüm endüstrileri sömürgeleştirmekten fayda sağlayan Amerika’nın ekonomik oligarşisi. Ve Amerika kendisini sanayisizleştirirken, yani dolara sahip olduğu için yurtdışından giderek daha fazla mal satın alırken, esas gücünü koruyabildi. Dünyanın rezerv para birimine sahip olmak, Amerika’nın sanayileşme sürecinde yabancı mal ve ürünleri bedavaya satın alabileceği anlamına geliyordu. Biraz daha normal bir ülke haline gelmek, Amerikalı işçiler için iyi olmaz mı ya da Amerikalı aileler için iyi olmaz mı? Örneğin, yurtdışından bir şeyler satın alabilmek için gerçekten bir şeyler üretmek ve bir şeyler satmak zorunda kalmak aslında orta vadede fayda sağlayacak. Tabii ki, elitler bundan fayda görmeyecektir, yani maalesef politikalarımızı belirleme konusunda sürücü koltuğunda oturan Amerikan oligarşileri için bu bir fayda sağlamayacak. Bence bu dolarsızlaşma sürecini durdurmak için ellerinden geleni yapacaklar. Bence bundan çok korkuyorlar.

Amerika’nın bu süreci yavaşlatmak için yaptığı her şey süreci hızlandırmakla sonuçlanıyor, dolayısıyla bunun farkında değiller gibi görünüyor. Yani, sadece Ukrayna’ya bakın. Rusya’yı zayıflatmak için Ukrayna’yı kullanmanın harika bir fikir olduğunu düşünmüş olabilirler. Ancak bir buçuk yıl içinde olan şey, Rusya ve Çin’in karşılıklı bağlarını güçlendirmeleri oldu ki, bu da Amerikan politikasının son 70 yıldır hep kaçınmaya çalıştığı bir şeydi. Bu post-Batı ittifakının ortaya çıkışını hızlandırdı. Bence aynı şeyi dolarla yapmaya çalışırlarsa, yani ülkeleri doları terk etmemeleri için tehdit ederlerse, tam tersi bir sonuç elde edecekler. Bu da ülkeleri doları bir an önce terk etmek için daha da istekli hale getirecek. Bence Amerika’nın bunu yavaşlatmak için gerçekten yapabileceği bir şey yok. Çin, Rusya ve dünyanın geri kalanıyla topyekun bir savaşa girmeyi tercih etmezlerse bu düşüşe geçer. Ama elbette bu, düşünmek bile istemediğimiz bir senaryo. Ancak şu anda Amerika’nın stratejisinin kendi kendini yenilgiye uğrattığı oldukça açık ve bence bu giderek daha da belirginleşecek. Önümüzdeki aylarda bile, BRICS’e daha fazla ülkenin katılmasıyla birlikte, giderek daha fazla ülkenin Amerika’nın stratejisinin biraz çılgınca olduğunu düşüneceğini düşünüyorum. Amerika’nın imajı gerçekten de hiç olmadığı kadar kötüleşiyor ve Avrupa’nın imajı da buna eşlik ediyor.

ABD’de askeri-endüstriyel kompleks ile kapitalist sınıf arasında çatışma var

Son makalenizde ABD’li kapitalistler ile Çin arasındaki ekonomik bağların ABD silah endüstrisinin çıkarlarıyla çatıştığından bahsettiniz. Bu ilginç bir nokta. Peki, bu durumun potansiyel sonuçları nelerdir?

Bence Batı dış politikasını ve Batı askeri müdahaleciliğini eleştirenler, bu araçların Batılı büyük şirketlerin ve Batı sermayesinin hizmetinde olduğunun her zaman idrakindelerdi. Bence uzun bir süredir durum böyle ve aslında tarihin büyük bir bölümünde de durumun böyle olduğu söylenebilir. Bence ulusal ordular her zaman sermayenin hizmetinde olmuştur ve şu anda tanık olduğumuz şeyin yeni bir senaryo olduğunu söyleyebilirim. Amerika’nın Rusya ve hatta Çin üzerindeki stratejisine baktığımızda, bu politikaların Batı iş dünyasına nasıl fayda sağladığı gerçekten açık değil. Bir zamanlar oldukça büyük bir pazar olan Rusya pazarından neredeyse tüm Batılı şirketler nasıl çıkıyor? Ve bu nasıl Batılı şirketlerin yararına oluyor? Rusya’yla bağları koparmak nasıl onların çıkarına oluyor? Elbette Amerikan ekonomisinin enerji sektörü gibi bazı özel sektörlerinin çıkarına. Ama kesinlikle Batı sermayesinin ve hatta Amerikan sermayesinin genel çıkarlarına hizmet etmiyor. Çin’le yaşananlarla birlikte, Amerika’nın kendisini izole etmek ve Çin’den koparmak için yıllardır inşa ettiği küresel ticaret sistemini nasıl yok ettiği daha da açık hale geliyor. Bu genel olarak Amerikalı ya da Batılı şirketlerin çıkarları için nasıl faydalı olabilir? Bu hiç net değil, çünkü öyle değil. Hatta kapitalizmin açılma eğiliminde olduğu tam anlamıyla kapitalist bir mantığı bile takip etmiyor gibi görünüyor. Yeni pazarlar kaynaklara, pazarlara ve tüketicilere erişimin önünü açar. Mevcut Amerikan stratejisi ise tam tersi yönde ilerliyor. Ve gerçekten de birkaç belirli sektör dışında başka hiçbir sektöre hizmet etmiyor gibi görünüyor, ama esas olarak bir sektöre, neredeyse bir sosyal sınıf olarak adlandırılabilecek bir sektöre, yani askeri-endüstriyel sosyal sınıfa hizmet ediyor.

Bu sadece savunma şirketleri değil, aynı zamanda askeri ve istihbarat sektörleri etrafında dönen tüm sivil ve devlet aygıtları. Şimdi bahsettiğimiz şey devasa bir kompleks. Çok büyük ve her zamankinden daha güçlü. Eisenhower 60’lı yıllarda askeri-endüstriyel komplekse karşı uyarıda bulunduğunda, askeri-endüstriyel kompleks kesinlikle bugün olduğundan daha küçüktü. Ve bugün Amerika’nın stratejisine baktığımızda, bunun askeri-endüstriyel kompleks olduğu görülüyor. Politikayı gerçekten yönlendiren bu askeri sınıf. Ve politika esasen “sonsuza kadar savaş”. Bu sürekli bir savaş, çünkü askeri sınıfın hayatta kalması için buna ihtiyacı var. Dolayısıyla bence çok tehlikeli bir durumdayız. Batı kapitalizmi bu canavarı yarattı, ancak bu canavar artık yaratıcılarının kontrolünden çıktı ve artık kendi başına bir hayat ve irade kazandı. Aslında yaratıcısını kendisine bağımlı kıldı. Ve aslında, bence şu anda Amerika’da ve bir dereceye kadar Avrupa’da gördüğümüz en ilginç gelişmelerden biri, kapitalist sınıfın çoğu ile askeri sınıf arasındaki bu büyüyen çatışma. Bunu, daha önce de belirttiğim gibi, en büyük direnişin Amerikan ve Batılı şirketlerden geldiği Çin’de çok net bir şekilde görüyoruz. Yani, burada gerçekten bir çatışma var. Bir yanda düzenden açıkça fayda sağlayacak olan ve kar etmek için belli ölçüde düzen ve barışa ihtiyaç duyan kapitalistler var. Diğer yanda ise kaos, istikrarsızlık ve savaştan, savaşın kendisinden olmasa bile en azından sürekli savaş hazırlığından kar eden askeri sınıf var. Dolayısıyla, makalede de yazdığım gibi, bir yanda üretim araçlarının sahipleri ile diğer yanda yıkım araçlarının sahipleri arasında yeni bir tür tarihsel sınıf mücadelesine tanıklık ediyor olabiliriz.

SÖYLEŞİ

‘İkinci Trump döneminin en büyük zorluklarından biri Çin olacak’

Yayınlanma

Trump hükümetinin en etkili isimlerinden, eski ABD Savunma Bakan Yardımcısı ve NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı Guy B. Roberts Harici’ye konuştu: “Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum. Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.”

Önceki Başkan Donald Trump döneminde ABD’nin Nükleer, Kimyasal ve Biyolojik Savunma Programları’ndan sorumlu Savunma Bakan Yardımcısı olarak görev yürüten Guy B. Roberts, ayrıca NATO’nun kitle imha silahları politikasından sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı ve Nükleer Politika Planlama Direktörlüğü görevlerini de yürüttü.

Guy B. Roberts, ikinci Trump döneminde izlenmesi beklenen iç ve dış politikalara ilişkin Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.

‘Öncelik göç ve vergi politikası olacak’

Donald Trump’ın önceki kabinesinde Savunma Bakan Yardımcısı olarak yakın çalıştığınızı biliyorum. Onun politikalarını önceden nasıl yürüttüğünü biliyorsunuz ve ocak ayından itibaren nasıl devam edeceğini öngörebilirsiniz. Şu anki birincil beklentiniz nedir?

Aslında bu oldukça heyecan verici çünkü Başkan Trump’ın, seçim vaatlerinin hepsini yerine getirme konusunda kararlı olduğunu açıkça ifade ettiğini düşünüyorum. Muhtemelen ilk odaklanacağı konu, ABD’ye yasa dışı göç ve bunun yanı sıra vergi yapısını yeniden düzenleyerek orta sınıf Amerikalılar için vergi indirimlerini maksimize etmek olacak. Uluslararası alanda ise müttefikler ve ortaklara daha fazlasını yapmaları için baskı uygulamasını ve savunma harcamaları için taahhüt ettikleri, GSYİH’lerinin %2’si veya daha fazlasını harcama sözlerini yerine getirmelerini bekliyorum. Bu, ilk yönetiminde de kilit bir unsurdu ve ben de NATO karargahında onunla birlikteydim. Orada müttefiklerimizin bu konuda adım atması gerektiği üzerine uzun uzun konuştuk. Ekibini kurduktan sonra bu konuların öncelikli olarak ele alınacağını düşünüyorum. Tabii ki ABD sistemi gereği bunun gerçekleşmesi yaklaşık altı ay sürecektir.

‘Trump’ın Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum’

Ukrayna hakkında konuşalım. Trump, Ukrayna savaşını 24 saat içinde bitirme sözü verdi. Ekibi bugün bile bu iddiayı tekrarlıyor. Son aylarda savaş Ukrayna için olumsuz bir seyir izlerken, Trump Ukrayna’ya barış getirebilir mi? Ayrıca, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin bir ateşkesi veya barış anlaşmasını kabul eder mi sizce?

Bu gerçek bir mesele. Trump’ın iddia ettiği gibi bu sorunu 24 saat içinde çözmesinin gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Bu çok daha karmaşık bir durum. Ancak, Başkan Putin ile doğrudan temas kuracağını düşünüyorum. Bunu yapacağını öngörebiliyorum; Putin üzerinde bir ateşkesi kabul etmesi ve bu sorunun çözümüne yönelik adımlar atması için baskı yapacaktır. Ukrayna, toprak vermek konusunda hevesli olmayabilir, ancak yeni silah sistemlerinin devreye girmesi gibi mevcut durumu göz önünde bulundurduğumuzda, Rusların Ukrayna’ya attığı son orta menzilli balistik füzeler ve Ukrayna’nın Rusya’nın Kursk bölgesine saldırıları, tarafların birbirine taviz verdiği bir tür müzakere için zemin hazırlayabilir. Bu müzakereler başlangıçta en azından bir ateşkes karşılığında bir şeylerden feragat etmeyi içerebilir. Barışın ise 24 saatten çok daha uzun süreceğine inanıyorum.

Görev süresinin sonlarına yaklaşan Başkan Biden, Trump için işleri zorlaştırabilecek bazı önemli hamlelerde bulundu. Örneğin, Ukrayna’nın Rusya’ya karşı ABD yapımı uzun menzilli füzeler kullanmasına izin veren bir yasa tasarısını imzaladı. İkincisi, Rusya’nın uluslararası para transferleri ve enerji ticareti için kritik öneme sahip olan Gazprombank’a yaptırımlar uyguladı. Birkaç diğer banka da yaptırım listesine alındı. Biden, görevinden ayrılmadan hemen önce ne yapmaya çalışıyor? Trump’ın eline bazı “bombalar” mı bırakıyor?

Bunun kesinlikle aklının bir köşesinde olduğunu düşünüyorum. Müzakereler için başarılı bir zemin hazırlıyor, Trump’a bu krediyi vermek istese de istemese de. Yönetimi muhtemelen bunu inkâr edecektir. Ancak, Biden’ın şimdi yetkilendirdiği uzun menzilli ateş gücü, onayladığı askeri teçhizat artışları ve diğer müttefiklere aynı şeyi yapmaları için verdiği cesaretin, başarılı bir ateşkes müzakeresine ulaşmada yardımcı olduğunu ve yardımcı olacağını düşünüyorum.

Trump’ın yaklaşan ikinci dönem başkanlığı hakkında konuşalım, Avrupa liderleri gerçekten hevesli değildi ve bazıları Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönecek olmasından mutlu değil. Yeni bir Trump dönemi için Avrupa’dan nasıl bir yeniden yapılanma bekliyorsunuz?

Bir ittifak perspektifinden bakıldığında, Genel Sekreter Rutte, selefi Genel Sekreter Jens Stoltenberg gibi, müttefiklerin daha fazlasını yapması gerektiği konusunda çok hevesli bir destekçi ve kampanyacı oldu. Genel olarak daha fazlasını yaptıklarını düşünüyorum. Örneğin, şimdi 21’den fazla ülkenin askeri harcamalarının GSYİH’nin %2’sini karşıladığını ve diğer ülkelerin de bu hedefe doğru ilerlediğini söyleyebilirim. Yeni müttefikler, Finlandiya ve İsveç gibi ülkeler, savunma ve eğitim harcamalarında çok sağlam bir tutum sergilediler; hatta nüfusun olası bir savaş durumunda belirli faaliyetlerde bulunması için kılavuzlar hazırlamaya kadar gittiler. Bu, bence, caydırıcılık değeri taşıyor. İttifakın gönderdiği mesaj şu: Biz bir ittifakız ve herhangi birimize saldırırsanız, hepimize karşı koymak zorunda kalırsınız.

Benzer şekilde, Hint-Pasifik bölgesinde Avustralya ve Yeni Zelanda’nın yanı sıra Vietnam gibi bölgedeki ortaklarla bir koalisyon oluşturma çabalarını gördük. Kısa süre önce onlara bazı eğitim jetleri sattık ve diğer ülkelere de satışlar gerçekleştirdik. Trump yönetimi muhtemelen ittifak oluşturma konusuna daha az, savunma açısından kendi kendine destek sağlayan birebir ilişkilere daha fazla odaklanacaktır. Bu, Trump ve Biden yönetimleri arasında göreceğimiz değişimlerden biri olabilir.

‘Çin’e karşı caydırıcılık için ortaklık stratejisi’

Trump’ın kurumsal diplomasi yerine kişisel diplomasi tercih edeceğini mi söylüyorsunuz?

Evet, bence Biden yönetiminin koalisyon oluşturma konusuna odaklandığını görebiliyoruz. Örneğin, Beş Göz, NATO ittifakını taklit etmeye çalışan Güneydoğu Asya Antlaşması Örgütü (SETO) gibi 1950’lerin sonları ve 1960’ların başlarındaki benzer bir girişimi andırıyor. Birçok nedenden dolayı SETO işe yaramadı ve dağıldı. Ancak şimdi, Çin’in saldırgan davranışları, Güney Çin Denizi ve diğer bölgelerdeki iddiaları, Tayvan’a karşı saldırgan tutumu ve uluslararası adalet divanının deniz hukuku konusundaki görüşlerini kabul etmeyi reddetmesi, Filipinler ile olan düşmanca ilişkileri ve sınır adaları gibi konular, bu bölgeyi potansiyel bir sıcak nokta haline getiriyor. Çin’in bu şekilde hareket etmeye devam etmesini engellemenin ve caydırmanın tek yolunun bu ilişkileri inşa etmek olduğunun farkında. Bunu yapma konusunda çok fazla istek göreceğimizi düşünüyorum.

Kişisel diplomasi ve kişisel ilişkiler hakkında konuşacak olursak, Trump ve Xi Jinping, Trump ve Macron, Trump ve Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında potansiyel ilişkileri nasıl tanımlarsınız?

Bu çok önemli bir konu ve Trump Yönetimi’nin tam olarak nasıl ilerleyeceğinden emin değilim. Ancak, Başkan Trump’ın ulusal liderlerle kişisel ilişkilere çok değer verdiğine inanıyorum. Bu yüzden büyük ortaklıklar kurmak yerine birebir ilişkiler kurma konusunda daha rahat ve bu konuda daha istekli olduğunu düşünüyorum.

Trump’ın, stratejik istikrarı sağlamak için önemli gördüğü Güneydoğu Asya, ittifak ortaklıkları, Akdeniz veya başka bir bölgede, çeşitli devlet başkanları ve başbakanlarla birebir görüşmeler yapacağı bir yaklaşımı çok daha fazla göreceğimizi düşünüyorum. Biden Yönetimi’nden daha proaktif bir şekilde kişisel ilişkiler kurmasını bekleyebiliriz.

Trump ve Erdoğan’dan, ABD ile Türkiye arasındaki işbirliği ve zorluklardan bahsedelim. Özellikle Türkiye için önemli bir konu olan PYD meselesi üzerinden: ABD, bir terör grubunu başka bir terör grubunu kullanarak yenmeye çalışıyor. Özellikle Türkiye bir NATO müttefiki olmasına rağmen, ABD hala Ankara’nın PYD konusundaki endişelerini göz ardı ediyor. Bu, Türkiye’nin bir numaralı meselesi. Diğer yandan F-35 meselesi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türkiye yeniden F-35 programına katılabilir mi? Son olarak, Türkiye’nin Orta Doğu’da, özellikle Filistin’de barışı sağlamada ve İsrail ile savaşı sona erdirmede kolaylaştırıcı bir rol üstlenebileceğini düşünüyor musunuz?

Bana tüm günü alabilecek bir soru sordunuz. Türkiye ile olan ilişkilere ve liderliğine baktığımızda, Türkiye’nin bölgedeki barış ve istikrarı sağlamak için kritik bir ortak olduğuna inanıyorum. Aynı zamanda çok fazla karmaşa var. Önemli bir mesele, Türkiye’nin Rusya ve Çin ile uzun vadede görülen ilişkilerinin güçlenmesi, bu da NATO’nun Ukrayna’ya yönelik Rus saldırganlığı ve İran’ın Rusya’ya insansız hava araçları ve füzeler sağlayarak destek vermesi konusundaki pozisyonuyla tutarlı değil.

Aynı zamanda, şu anda Türkiye içinde önemli siyasi kargaşalar var, bunu benden daha iyi biliyorsunuz. Çözülmemiş konulardan biri, bölgede çeşitli savaşlar sonucunda yerinden edilmiş iki milyon insanla ne yapılacağıdır. Sanırım Başkan Trump, Erdoğan ile bir araya gelerek Suriye sorununu çözmeyi görüşmekten çok ilgilenecektir. Trump, ABD güçlerinin Orta Doğu’nun o bölgesinden çekilmesine olanak tanıyacak bir çıkış stratejisi arıyor gibi görünüyor. Kampanya sırasında bu tür bölgeleri, ABD’nin askeri olarak küresel ölçekte yer aldığı “Sonsuz Savaşlar” olarak nitelendirmişti.

Hamas, Hizbullah ve diğer terörist gruplara gelince, bunlar büyük zorluklar. Abraham Anlaşmaları’nın, tüm bölgenin benimseyeceği bir yaklaşım olacağını umuyordum. Bu da yine Trump’ın ilk döneminde İsrail, BAE, Sudan ve sanırım Fas gibi ülkeleri içeren bir girişimiydi. Bu ülkeler, ekonomik, bilimsel ve mühendislik alanlarında işbirliği yapmak ve bölgede terörist faaliyetlerden ve geçmişte yaşanan nefretin izlerinden arınmış bir barış ve güvenlik ortamını sürdürmek ve yaratmak için bir barış anlaşması imzaladılar. Hatta bu sürece katılmayı düşünen Suudi Arabistan gibi bir ülke bile gördüm; ancak şimdi bu süreç, Hamas’ın İsrail’e saldırısı ve İsrail’in buna verdiği yanıt nedeniyle tamamen durdu. Pek çok kişi İsrail’in tepkisinin olanlara kıyasla oldukça aşırı olduğunu düşünüyor.

Bu gerçekten çok ilginç. Daha önce Ankara’da sizi röportaj için ağırlamıştım, hatırlarsanız. Bir saatlik bir röportajdı ve bu konuyu tartışmıştık. Aynı şeyleri tekrar etmek istemiyorum; belki izleyicilerimiz o bölümü tekrar izleyebilir. Ancak yine, Batı söylemleri her şeyi 7 Ekim’de Hamas saldırısıyla başlamış gibi tekrarlıyor. Kimse 1948’den beri neler olduğunu konuşmuyor. Tamam, moderatör ve sunucuyum ama bu tartışmaya katkıda bulunmak istiyorum. Gerçekten anlamıyorum. ABD hükümeti Abraham Anlaşmaları ile bölgede barışı sağlamayı ve herkesin barış içinde bir dönem için bir araya gelmesini istiyorsa, Filistin’in BM kararlarına göre özgürlüğe sahip olma gereğini kabul etmesi lazım. 1948’den beri devam eden bu baskılar altında Filistin’e bu özgürlük verilmedi. İki devletli çözüm hâlâ beklemede. 7 Ekim’de kaç kişi yaralandı veya öldü? Tam sayıyı bilmiyorum. Ancak uluslararası kuruluşların raporlarına göre şu anda Gazze’de, Batı Şeria da dahil olmak üzere yaklaşık 100.000 kişi öldü. Batı Şeria hâlâ çok sayıda yerleşime tanık oluyor. Yerleşim yerleri ne anlama geliyor? İnsanların topraklarını ve evlerini almak, barışın var olamayacağı bir durum yaratmak anlamına geliyor. ABD, Orta Doğu’ya barış getirmek için iki devletli çözümü uygulaması için İsrail’e neden baskı yapmıyor?

Bu gerçekten çok iyi bir soru ve ele alınması gerekiyor. Zorluk şu ki, ben 1948’e değil, 1917’ye ve bugünkü ortamı yaratan Balfour Deklarasyonu’na geri dönerdim. Bu deklarasyon bir Yahudi yurdunu garanti etti. Sorun şu ki, Hamas, Filistin Yönetimi ve diğerlerinin, İsrail’i yok etmeyi amaçladıklarını belirten tüzükleri var. Bu birincil hedef olduğunda, barış anlaşması müzakere etmek için masaya oturmak çok zor. Bunun ötesine geçip bölgedeki tüm aktörler İsrail’in var olma hakkını kabul etseydi, şahsen inanıyorum ki bahsettiğiniz tüm sorunlar müzakere konusu olabilirdi. İsraillilerin, topraklarına yüzlerce roketin ateşlenmeyeceği ve sürekli terör saldırıları olmayacağı garantisine sahip olmak için oldukça fazla taviz vereceğini düşünüyorum.

İsrail’in meşru bir devlet olarak tanınması ve var olma hakkının kabul edilmesi müzakerelerin kapısını açacaktır. Bence diğer her şey müzakere konusu olabilir ve İsrailliler çok şeyden vazgeçebilir. Ama bu noktada, insan hakları ihlallerinde bulunan gruplar olduğunda—ve açıkça her iki tarafın da savaş hukuku veya insani ihlaller işlediğini söylemekten çekinmiyorum—insanların nefretle dolduğu bir ortam oluşuyor. Sonuç olarak, bu tutum bir sonraki nesle aktarılıyor ve 10 yıl içinde başka bir intifada ya da benzeri bir durumla karşılaşıyoruz; insanlar birbirlerinin boğazına sarılıyor. Burada oturup “Bir çözüm bulabiliriz” demek kesinlikle doğru—bir çözüm bulabiliriz. Ama kimsenin oturup “Tamam, iyi bir anlaşma yapalım” demeye istekli olduğu görünmüyor. Ve bu da gerçekleşiyor gibi görünmüyor. Keşke gerçekleşseydi.

Bence Trump yönetimi, Başkan Trump’ın kişisel müdahalesiyle, herkesin masaya gelmesini teşvik etmek için belirttiğiniz şeylerin bir kısmını müzakere etmek için büyük bir fırsata sahip. Daha önce de insanları masaya getirdik. Geçmişte, Orta Doğu’da kitle imha silahları veya silah kontrolüyle ilgili anlaşmalar yapmaya çalıştık. Harika fikirler bulduk—hepsi orada duruyor. Bunları uygulamak için sadece siyasi irade gerekiyor. Maalesef, bunu yapacak siyasi irade yok. Bu yüzden, sadece denemeye devam etmeli ve bölgedeki liderler arasında, insanların ve kendi çıkarları için oturup kalıcı bir barış tasarlamanın en iyisi olduğuna dair bir fikir birliği oluşturmaya çalışmalıyız. Ama bunun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda, 40 yıldır bu konuyu inceledikten sonra söylemeliyim ki, 10 yıl içinde başka bir şiddet döngüsüyle karşılaşma olasılığımız var. Bu, o bölgedeki durumun gerçeği.

Fakat Uluslararası Ceza Mahkemesi  gerçeği var; İsrail Başbakanı Netanyahu için savaş suçları nedeniyle bir tutuklama emri çıkardığını duyurdu. Bu gerçek—on binlerce insandan bahsediyoruz. Hep 50.000 kişi deriz, ama bu sayı neredeyse 100.000 kişi, ve bu gerçekten delilik. Eğer bölgede savaş istemiyorsanız, asıl mesele şu: Kiminle savaştasınız? İran’la mı, Lübnan’la mı, Hizbullah’la mı? Müslüman Kardeşler’i sevmiyorsunuz, vs., ama bunların hepsi özgür bir Filistin devleti sorunuyla bağlantılı. Bu şekilde çözüm olmuyor, olmayacak da. Bu tartışmaya derinlemesine girmek istemiyorum çünkü bunun bir sonu yok.

Son beş dakikamızda Trump’ın dış politikasına geri dönmek istiyorum. İlk döneminde İsrail yanlısı bir tutum sergiledi ve elçiliği Kudüs’e taşıdı. Ancak daha sonra Netanyahu ile olumsuz anlar da yaşadı. 2024 kampanyası için ise bu kez daha fazla İsrail desteğini kazanmış durumda. Bu durum İran ve genel olarak Orta Doğu politikalarını nasıl etkileyecek?

Evet, kesinlikle. Şu anda bölgede en önemli oyuncu aslında İran, çünkü uluslararası terörizmin bir numaralı destekçisi olarak tanınıyor. Bu, Körfez İşbirliği Konseyi tarafından da tanınmıştır. Hamas ve Hizbullah’ı destekliyorlar; her ikisi de uluslararası terör örgütleri olarak tanımlanıyor. İran’dan İsrail’e roketlerin ateşlenmesiyle, buna karşılık olarak İsrail’in yanıt vermesiyle şiddet sarmalı devam ediyor. Bu durdurulmalı ve barış içinde bir arada yaşama yolları bulunmalı. Ancak bildiğimiz gibi, İran’ın retoriği “İsrail’e ölüm, Amerika’ya ölüm” şeklinde. Bu tür bir tutum barış müzakerelerini uygun hale getirmiyor. “Çözüm bu ve herkes bunu kabul edecek” diyebileceğim bir cevap vermeyi isterdim. Ancak dediğiniz gibi, Orta Doğu’daki sorunlar ve zorluklar hakkında saatlerce konuşabiliriz.
Örneğin, Lübnan’da olan biteni izliyorum ve aslında 1982’ye geri dönüyorum. O dönem Lübnan’daydım. Çeşitli gruplar arasında barışı sağlama girişimimiz oldu. Ardından İsrailliler Beyrut’a saldırarak kuşatma durumu yarattı, bağlantıları kesti. Bu, adeta bir deja vu gibi hissettiriyor. Şiddet döngüsünü nasıl durdurabiliriz? Gerçekten bunu çözmek benim kapasitemin ötesinde. Bu meseleyle uzun zamandır ilgileniyorum ve her çözüm bulduğumuzda, bu çözümler hızla görmezden gelindi. Sonrasında nefret baskın hale geldi. Bu yüzden sadece denemeye devam etmeliyiz ve umarım bir gün o noktaya ulaşırız.

‘Tayvan en büyük anlaşmazlık noktası’

Peki, umut edelim. Son sorum Çin ile ilişkiler hakkında. Trump’ın kabinesinde Çin’e karşı oldukça sert bir tutum sergileyen isimler var. Trump, Çin’e %60 vergi koymayı vaat etti, bu oldukça büyük bir endişe kaynağı. İkinci Trump döneminde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl ilerleyeceğini düşünüyorsunuz?

Bence Çin, ABD için birincil uluslararası sorun olacak. Çin’in uzun vadeli stratejisi çok net ve Başkan Xi, Çin’in 2049 yılına kadar dünyanın hegemonu olma arzusunu açıkça belirtti. Bu doğrultuda açıklamalar yaptılar ve bunu gizlemiyorlar. Birçok ülkeyle ilişkiler kurmak için krediler ve çeşitli ekonomik teşvikler yoluyla çok agresif bir politika izliyorlar. Güney Çin Denizi’ndeki iddialarda bulundular, bu oldukça istikrarsızlaştırıcı. Bu iddialar, uluslararası deniz hukuku ile uyumlu değil. Bölgede birçok ülkeyi deniz toprak iddiaları konusunda taciz etmeye çalıştılar. Bu durum, Vietnam gibi ülkelerin ABD ile güçlü ilişkiler kurmasına yol açtı. Savunma Bakan Yardımcısı olarak yaptığım son gezilerden birinde Hanoi’ye gittim ve Vietnamlıların ABD ile özellikle savunma sektörü konusunda çalışmaya çok istekli olduklarını gördüm. Bölgedeki diğer ülkeler de Çin’in müdahaleci ve zorlayıcı tutumu nedeniyle aynı şekilde hissediyor.

Çin ayrıca Panama Kanalı, Süveyş Kanalı bölgesi, Malakka Boğazı ve diğer stratejik geçiş noktalarında liman tesisleri edinerek güçlü bir küresel ağ kurdu. Düşmanca bir ortamda dünya ekonomisini boğma potansiyeline sahip olabilecek çok güçlü bir varlık oluşturmuş durumdalar. Bu tür şeylerin gerçekleştiğini görüyoruz ve Amerika Birleşik Devletleri içinde, Çin’in ulusal güvenlik ve dünya çapındaki kolektif güvenlik ilişkisi üzerinde olumsuz bir etkisi olan faaliyetlerini tanıyoruz. Bu konularda Çin ile çok daha aktif ve proaktif bir çatışma göreceğimizi düşünüyorum.

Tayvan muhtemelen şu anda en önemli olan büyük anlaşmazlık noktalarından biri. Çin liderliğinin çeşitli açıklamaları, Tayvan’ı tamamen Çin siyasi yapısına entegre etme konusunda güçlü bir baskının devam edeceğini gösteriyor. Bunun Trump yönetiminin ilk yılında karşılaşacağı büyük zorluklardan biri olacağını düşünüyorum.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Yerli halklar, sömürgecilik ve emperyalizme karşı ayakta’

Yayınlanma

Venezuela’da ve beş asırdan uzun bir süre önce İspanyol imparatorluğu tarafından sömürgeleştirilen Latin Amerika’nın büyük bölümünde ekim ayı, atalarının “Abya Yala” olarak adlandırdığı Amerika kıtasının yerli köklerini andığı tarih.

Ancak, Kristof Kolomb’un gelişinden 500 yıl sonra bugün bile İspanya, yerli halkların ve kültürlerinin soykırımını ve bu toprakların zenginliklerinin yağmalanmasını tanımamaya devam ediyor.

Günümüzde imparatorluk bir başka hegemonik güç olan Amerika Birleşik Devletleri ve bir başka sömürgecilik türü olan, daha ziyade bir kâbus gibi görünen “Amerikan Rüyası” kültürü tarafından temsil edilmektedir, ancak yerli halklara ve Venezuela’yı oluşturan Afro-azınlık halklara yönelik tehdit aynı olmaya devam ediyor.

Ve bu emperyal ve sömürgeci tehdit karşısında Venezuela ve diğer Abya Yala ülkeleri mücadele ediyor, direniyor ve savaşı kazanıyor.

Venezuela’da 2002 yılından bu yana her 12 Ekim’de anılan Yerli Direniş Günü çerçevesinde Venezuela Yerli Halklar Bakanı Clara Vidal ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

Vidal, aslen Venezuela’nın doğusundaki Sucre eyaletinde yaşayan Kariña yerli halkından ve 2022’den bu yana Yerli Halklar Bakanı olarak görev yapıyor.

Venezuela Yerli Direniş Gününü neden kutluyor?

Bugün bu trajik tarihin önemi üzerine düşünürken, İspanya bugün “Hispanik Günü” adını verdikleri ulusal bir bayramı neşeyle, uçaklarla vs. anıyor. Yani İspanya 90 milyon yerli halkın ölümünü kutluyor, insanlık tarihinin en büyük soykırımını kutluyorlar.

Fakat Venezuela’da bizler, bugüne kadar bir ufuk ve bizi bekleyen muzaffer bir gelecek için savaşan yerli halkların direnişinin başlangıcının 532. yılını anıyoruz.

Bugünün yansıması şudur ki ne İspanyol monarşisi ne de çökmekte olan ABD imparatorluğu, hiçbir şey ve hiç kimse bizi yenemeyecektir, zira 200 yıl önce onları bu topraklardan kovduk, zira artık sömürgecilik ya da emperyalizm istemiyoruz, egemen, hür ve bağımsız olmak istiyoruz.

Bugün Venezuela’daki yerli halkların referansları nelerdir? Ve bunun önemi nedir?

Bugün komutan Hugo Chávez’in, kurtarıcı Simón Bolívar’ın, Büyük Şefler Şefi Cacique Guaicaipuro’nun, yerli halkların direnişinin liderinin topraklarında olduğumuzu söylememe izin verin, zira 532 yıl önce topraklarımız işgal edildi ve neredeyse 90 milyon yerli kardeşimiz bir Avrupa İmparatorluğu tarafından yok edildi.

Tam olarak, yaşadıklarımıza ve atalarımızın yaşadıklarına göre, hür, egemen ve bağımsız bir ülke olduğumuzu, tarihimiz boyunca hiçbir imparatorluğun bizi kontrol etmesine, bize hükmetmesine izin vermeyeceğimizi söyleyebiliriz ve bu nedenle her zaman hatırlamamız gereken temel tarihi referanslarımız arasında:

Yerli Cacique Guaicaipuro’nun, ağabeyimizin mücadelesi, ardından kurtarıcı Simón Bolívar’dan kurtuluşumuz için verilen mücadele ve daha yakın bir zamanda, 4 Şubat 1992’deki “Şimdilik ‘ten sonra 1999’da başkanlığımızı üstlenen ebedi komutanımız Hugo Rafael Chávez Frías’ın özgürlüğümüzü, egemenliğimizi, bugün ve ulusal geleceğimiz için bağımsızlığımızı kurtarması yer alıyor.

Bolivarcı Devrim, yerli halklara nasıl bir rol verdi?

Bolivarcı Devrim bize en önemli şeyi, yani yerli halkların haklarının güvence altına alınmasını sağladı. Devrimin gelişi, yerli halklarımızın her birinin 1999 Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti Anayasasında özel bir maddeye sahip olması için mücadele etti ve bunu sağladı. Yerli halkların haklarının tanınması ve bu haklara saygı gösterilmesine yönelik devrimci sürecimizin büyük takdiri işte burada başlıyor. Buna ek olarak, bize kamu politikaları olarak verdiği binlerce araç: Guaicaipuro Misyonu, Yerli Halklar için Halk Gücü Bakanlığı, ki bu uluslararası düzeyde benzersiz bir deneyim. Venezuela özellikle yerli halklar için bir kuruma sahip olma konusunda öncüdür, diğer ülkelerde de bakanlıklar var, örneğin Brezilya’da, ama yolu biz açtık.

Buna ek olarak, yasa koyucularımız var, belediye meclislerinde meclis üyelerimiz var, yerli olan ulusal milletvekillerimiz var. Ulusal, bölgesel ve yerel yasama organlarında sesimizi duyurabiliyoruz.

ABD’nin Latin Amerika’daki varlığı

Latin Amerika’daki diğer müdahaleci kurumların yanı sıra CIA, DEA veya NATO gibi emperyalizm kurumlarının varlığı, işlevlerinin aşırılığına göre değerlendirilmeli. ABD bir ülke olarak değil, her bir ulusun iç politikasına müdahale eden bir örgüt olarak hareket ediyor.

Birleşik Devletler, ulusların her birinin politikalarına müdahale etmekte, yani halkların egemenliğini ihlal ediyor. Ve en önemlisi de her bir halkın kültürüne ve kendine has özelliklerine saygı duymuyor.

Kesinlikle, sömürgecilikten bahsettiğimizde, emperyalizmden farklı olarak, yerli halkların kültürlerini küçümseyerek, onlara hükmetmek, kontrol etmek ve kültürlerini empoze etmekle alakalı. Şimdi, emperyalizmden bahsettiğimizde, bu, her bir halkın ve ulusun siyasi, sosyal, kültürel, askeri; her açıdan mutlak bir kontrol.

ABD ve Avrupa buradan faşizme, neo-faşizme ve benzer ifadelere denk düşüyor. Venezuela yerli halklar: Topraklarımızdaki ve uluslarımızdaki emperyal varlığa hayır deyin!

Latin Amerika’daki neo-faşist hükümetlerdeki emperyalizm yerli halklara saldırıyor

Yerli halklar cesur halklardır, aşırı sağcı, neo-faşist hükümetlerin olduğu ülkelerde yerli halklar tamamen kriminalize edilmiş ya da tamamen unutulmuş, kendi topraklarında kendi kültürlerini yaşamaları engellenmiştir. Bugün Venezuela’dan size yerli halkların yalnız olmadığını söyleyebilir ve onları hakları için mücadeleye devam etmeye teşvik edebiliriz. Sağcı ve neo-faşist hükümetler yerli halkları asla ama asla sevmeyecekler, çünkü tarihimizi silmek istiyorlar.

Bu hükümetler hiçbir zaman yerli halkların haklarını korumayacaklardır. Venezuela solu, Bolivarcı sosyalizm, başta yerli halklar ve topluluklar olmak üzere tüm bu kesimlerin ve kadim yerli halkların taleplerinin temel bir parçası olmuştur, zira biz aynı halkız, ezilen halklarız. Bu nedenle Abya Yala’nın yerli halklarına, zaferi elde edene kadar mücadelenin devam etmesi gerektiğini söylüyoruz. Venezuelalı kimliğimizi, haklarımızı ve yerli kültürümüzü geri kazanmanın mümkün olduğunun kanıtıdır.

Dünyada emperyalizm ve soykırımcı sömürgecilik: Gazze’de soykırım

Dünyayı, uluslararası toplumu, ulusal ve uluslararası kamuoyunu Gazze’de yaşananlar üzerine düşünmeye çağırıyoruz. Nasıl ki bugün Gazze’de Filistin halkına karşı bir soykırım yaşanıyorsa, 500 yıldan fazla bir süre önce yaşadıklarımızı da hatırlıyoruz. Tıpkı bugün Filistin halkının başına gelenler gibi, dün atalarımızın başına gelenler de bizim atalarımızın başına gelmişti, zira biz bugün hayattayız. Bugün dayanışmamızı ilan ediyor ve Filistin halkına da kazanacaklarını söylüyoruz, zira nefret karşısında, emperyalizm karşısında, sömürgecilik karşısında sevgi ve adalet her zaman kazanacaktır. Dolayısıyla bugünün yansıması, mücadeleye devam etmemizdir; çünkü zafer, kurtuluşları için mücadele eden insanlara aittir.

Bu tarihi insanlık tarihindeki en büyük soykırımın başlangıcı olarak hatırlayacağız ki bir daha asla insanlara karşı kolunu ve nefretini kaldırabilecek, insanın insana köleliğini dayatabilecek bir imparatorluk olmasın, aksine Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti’nden anayasal başkanımız Nicolás Maduro ile birlikte önerdiğimiz gibi barış ve umut olsun.

Venezuela’nın diğer yerli halklara verdiği mesaj nedir?

Güneydeki kardeş halklara, Bolivya, Peru, Ekvator, Şili, Arjantin, Uruguay ve ayrıca büyük Brezilya’ya, çünkü Brezilya’da da bizim gibi Portekiz tarafından işgal edilen yerli halklar, yerli kardeşlerimiz var; Bugün hepinize diyoruz ki, bu halkın zamanıdır, birleşeceğiz, bir ağlar ağı oluşturacağız. Bu çökmekte olan imparatorluğun ya da ortaya çıkabilecek herhangi bir başkasının bizi bir daha asla yenememesi için gerekli olan tarihsel ittifakı oluşturacağız.

Bugün internetle, yapay zekayla bizi ezmeye çalıştılar ama biz burada yerli halkların atalarından gelen insan zekasıyla kazanamayacaklarını söylüyoruz. İşte biz savaşıyoruz. Kimsenin kuşkusu olmasın, zira Komutan Chavez’in dediği gibi burada bir vatan var. Bugün tüm atalarımız bir arada, emperyalizme ve sömürgeciliğe yeter demek için birleşti. Zafer halkın olacak! Çok yaşa halk! Yaşasın yerli halklar! Yaşasın barış ve yaşasın özgürlük!

Son olarak, Venezuela’daki yerli halklar ve Afro-azınlık halkların birliğinin önemi nedir?

Bu önemli günde Venezuela’, Latin Amerika’nın geri kalan yerli halklarına mücadelesini ve direnişini gösteriyor. Bugün, Abya Yala’daki büyük soykırımdan 532 yıl sonra, işte buradayız, Afro-azınlık halklarının yanında bulunan yerli halklar, genel olarak yerli halklar, direnmeye devam eden kadın ve erkeklerden oluşan Venezuela’ halkı. Bugün güçlü bir sesle, sevgi dolu bir sesle ve sevinç dolu bir sesle direnişe devam ettiğimizi söyleyebiliriz.

Yerli halklarımızın haklarının iadesi için yorulmak bilmeden mücadele etmeye devam ediyoruz. Ve bugün Venezuela’da 54’ten fazla yerli halkımız var, bu da direndiğimiz ve direnmeye ve kazanmaya devam edeceğimiz anlamına geliyor.

Afro-azınlık halklar da hayatta kalmak ve haklarını savunmak için bir savaş verdiler. Ve burada yerli direniş gününe sahip çıkıyoruz, ama aynı zamanda emperyal hırsın nesnesi olan ve onları zorla buraya getiren, ama bugün tam da bizi devrim yapan eli yürümeye yönlendiren Afro-azınlık halkların atalarının tarihi için de savaşıyoruz.

Şimdi yeni bir tarih yazıyoruz, zira İspanyol imparatorluğu gelmeden önce buradaydık, zira yerli halklar bu topraklardaydı, çünkü köleleştirilmiş olarak gelen kadın ve erkeklerin şimdi yeni bir ufku var, tam da tarihi, kökenlerimizi unutmak değil ama kaderimizin kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kesin olarak kurtarmak, zihinlerimizden özgürleşmek ve direnen ve direnmeye devam eden bir halk olduğumuzu bilme vizyonuyla yeni nesillere doğru ilerlemek olduğunu da biliyoruz çünkü bizi kimse keşfetmedi. Biz zaten vardık.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır’

Yayınlanma

Macaristan Dışişleri Bakanı Péter Szijjártó, Harici’ye konuştu: “Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır.”

Dr. Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtlayan Macar Bakan, AB üyesi ülkelerin çoğunluğunu “barışçıl olmayan” politikaları nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken, Başkan Biden’ın Ukrayna’ya ABD yapımı balistik füzeleri Rusya’ya karşı kullanma izni verme kararına ve Gazprombank’a uygulanan ABD yaptırımlarına dair de değerlendirmelerde bulundu.

Sayın Bakan, bizimle konuşmak için zaman ayırdınız; çok teşekkür ederim. Avrupa Birliği’nin Macaristan’a yönelik eleştirileriyle başlayalım. Avrupa Birliği’nin ortak dış politikasına uymadığınız iddia ediliyor. Bu eleştirilere yanıtınız nedir ve Avrupa Birliği Konseyi Başkanlığınız sırasında edindiğiniz deneyim nasıldı?

Ne yazık ki, Avrupa Birliği’nde savaşı destekleyen Avrupalı politikacılar çoğunlukta. Biz savaş yanlısı değil, barış yanlısı bir hükümet olduğumuz için, mevcut Avrupa dış politika ana akımına uyum sağlamadığımız açıktır. Ateşkesin sağlanması ve barış müzakerelerinin başlatılması için çaba gösteriyoruz. Avrupa’daki politikacıların çoğu savaş yanlısıdır. Gittikçe tırmanma riskini artıran önlemler alıyorlar. Bu nedenle kesinlikle onlarla uyum sağlamayacağız. Barış çabalarımıza devam edeceğiz ve önümüzdeki yıl Ocak ayında Başkan Trump Beyaz Saray’a geçtiğinde, uluslararası alanda barış yanlısı politikacıların daha da güç kazanmasını umuyoruz.

Antalya Diplomasi Forumu’nda sizinle yaptığımız röportajda bu konu hakkında konuşmuştuk ve bana Trump’ın seçilmesi durumunda Ukrayna ile Rusya arasında barışın mümkün olduğuna inandığınızı söylemiştiniz. Şimdi Trump seçilmiş başkan ve dediğiniz gibi Ocak ayında görevine başlayacak. Trump Yönetimi ile temas halinde misiniz? Gündeminizde hangi maddeler var ve hangi konuları müzakere ediyorsunuz?

Bakın, Başkan Trump seçildikten sonra, Başbakanımızı arayıp tebrik etti ve önümüzdeki dört yılın ABD-Macaristan ilişkileri açısından altın çağ olacağı konusunda anlaştılar. ABD’de geçiş dönemiyle ilgili çok katı düzenlemeler olduğunu biliyorsunuz, bu yüzden bizimle Trump yönetimi arasındaki ciddi ve esaslı müzakereler, elbette Trump Beyaz Saray’a girdikten hemen sonra başlayacak. Gündemde zaten önceden tartıştığımız bazı konular var, ancak örneğin Demokrat yönetim, Macaristan ile ikili vergi anlaşmasını feshetti. Bunun yeniden yürürlüğe girmesini umuyoruz. ABD Demokrat Yönetimi, Macar vatandaşlarının ESTA vize sistemine veya bir tür vize sistemine erişimini kısıtladı. Trump Yönetiminin iktidara gelmesiyle birlikte, eskiden olduğumuz statüye geri döneceğimizi umuyoruz. Elbette, Başkan Trump’ın genel olarak, Orta Avrupa bölgesine barışın geri dönmesine yardımcı olacak ve Avrupa’da çok daha iyi bir atmosferin oluşmasını sağlayacak bir politika yürüteceğini umuyoruz.

Kırım ve Donbas bölgeleriyle ilgili olarak Ukrayna’nın toprak bütünlüğü konusundaki duruşunuz nedir? Çünkü bu bölgeler, Rusya’nın barış yapması için birinci şart olabilir.

Toprak bütünlüğü ve egemenlik, saygı duyulması gereken prensiplerdir. Öte yandan, sıralamanın önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle bir ateşkes sağlanmalı, ardından barış müzakereleri başlatılmalı ve sonrasında bir barış anlaşması yapılmalıdır. 

Enerji konuşacak olursak, İstanbul Enerji Forumu’na katıldınız ve farklı ülkelerden mevkidaşlarınızla ikili görüşmeler yaptınız. Macaristan, TürkAkım boru hattını tam kapasiteyle kullanmak için Gazprom ile ek bir sözleşme imzaladığını da duyurdu. Bu gelişmeden beklentiniz nedir?

Rusya enerji tedariki konusunda güvenilir bir ortak. Türkiye ise transit konusunda çok güvenilir bir ortak. Dolayısıyla, Türkiye ve Rusya ile birlikte çalışarak Macaristan’ın enerji arz güvenliğini garanti edebilmek bizim için bir onurdur. Beklentimiz, artan hacimlerle birlikte fiyatın daha rekabetçi hale gelmesidir. Elbette, Macaristan’da çok önemli bir programımız var ve bu program sayesinde Macar ailelerin ve hanelerinin hizmetler için en düşük fiyatı ödemelerini sağlıyoruz. Gazprom ve gaz ticaret şirketimiz arasında imzalanan bu ek sözleşmeler, Macaristan’daki hizmet maliyetlerini düşük tutma açısından çok önemli.

Enerji konusuna devam edelim. Türk Devletleri Teşkilatı’nın gözlemci üyesi olarak, AB Konseyi başkanlığınızın bu iki bölge arasında bir köprü olmak açısından çok önemli olduğunu biliyorum. Türkmenistan ve Kazakistan çok istekli, aslında AB de bu iki ülkeden enerji satın almak için çok istekli. AB’nin bu bölgeye yatırım yapması beklenen milyarlarca dolarlık altyapı projeleri var. Bu konuda en son gelişmeler ve rakamlar nedir?

Türk bölgesi, Kafkasya ya da Orta Asya bölgesine gelince, bu bölgeleri gelecekteki enerji tedariki için olası kaynaklar olarak değerlendiriyoruz. Yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik sağlayacak ve Azerbaycan ile Gürcistan’dan Romanya üzerinden Macaristan’a elektrik taşınmasını içeren “Yeşil Orta Koridor” projesinin başarılı olmasını kesinlikle bekliyoruz. Ayrıca, Azerbaycan’dan gelen gazın ulusal enerji karışımımızda daha büyük bir rol oynamasını bekliyoruz. Bunun için en büyük darboğaz, Güneydoğu Avrupa boru hattı ağının kapasitesidir. Ancak umuyoruz ki kapasiteyi artırarak, Azerbaycan’dan gelen gazın ve Türkiye’den gelen gazın ulusal enerji karışımımızdaki rolünü artırabiliriz. 

Orta Koridor, kuzey rotası şu anda kullanılamadığı için çok daha fazla önem kazandı. Başka bir gelişme; Biden yönetiminin, görev süresinin bitiminden hemen önce Ukrayna’ya Rusya’ya karşı ABD füzeleri kullanma izni vermesi oldu. Rus lider Putin, “Hiçbir şey karşılıksız kalmayacak” dedi. Yakın geleceği nasıl görüyorsunuz?

Bu gerçekten çok tehlikeli. Bu durum, kesinlikle Orta Avrupa’daki insanların çıkarlarına aykırıdır. Bu durum, kesinlikle Amerikan halkının iradesine de aykırıdır, çünkü Amerikan halkı farklı bir yönetim seçti. Barış yanlısı bir başkan seçtiler. Bu nedenle, mevcut Amerikan yönetiminin yaptıklarının gerçekten tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tür adımlar, bir tırmanışa yol açabilir ve umuyoruz ki 20 Ocak’a kadar tırmanıştan bir şekilde kaçınabiliriz. Sonra, Başkan Trump göreve geldiğinde, umarım hâlâ barışı sağlama şansı olur. Mevcut Demokrat yönetimin Ocak ayında barışı tamamen imkânsız hale getirmeyeceğini umuyorum.

Son sorum: İstanbul Enerji Forumu hakkındaki görüşleriniz nedir? Burada gündeminiz neydi ve Macaristan, Türkiye ve diğer ikili görüşmeler yaptığınız muhataplar için beklenen sonuçlar nelerdir?

Şu anki en kısa vadeli görevimiz, ABD yönetiminin Gazprom Bank’ı yaptırım listesine alma kararıyla ortaya çıkan zorlukların üstesinden gelmek. Çünkü bölgemizdeki birçok ülke gibi biz de gaz ödemelerini Gazprom Bank hesaplarına yapıyoruz. Bu nedenle burada bir araya geldik ve bu zorluğun üstesinden nasıl gelineceğini bulmaya çalışıyoruz. Eminim ki bir araya geldiğimiz için bunu aşmanın ve gelecekte de arz güvenliğini sağlamanın bir yolunu bulacağız.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English