DÜNYA BASINI
Corc Habaş: Devrim ve direniş üzerine
Yayınlanma
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz metin, Filistin ve Arap halkının Siyonist işgal karşıtı direnişinin tarihsel önderlerinden, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) kurucu lideri Corc Habaş’ın 17 Mart 1973’te Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta “Filistin’in Che Guevara’sı” olarak bilinen Muhammed Esved ve beraberindeki yoldaşlarının ölümlerinin ardından yaptığı konuşmasından.
Habaş, bu tarihi konuşmasında üç yoldaşının kaybının yarattığı hınç ve öfkeyi hitabet sanatının güçlü bir örneğine dönüştürerek, yas sürecini, zafer için gereken tüm teknik, stratejik ve diyalektik örgütlenmeyi içeren militan bir direnişe evriltmenin yol haritasını ortaya koyuyor. Konuşmanın satır aralarında, uzun süreli bir halk savaşı stratejisinin doğasında “ölümle derin bir yoldaşlık” kurmanın olağan olduğu vurgusunu yakalamak mümkün; fakat aynı zamanda, her bir devrimcinin hayatına verilen değerin ve zaferin ancak bu değerle birlikte geleceğinin izleri de belirgin.
“Rüyaları bile görevle dolduran”, ölümü yiğitçe göğüsleyen bir direniş geleneğinin önderi olan Habaş’ın “şehadet”, devrim ve direnişe dair yaptığı bir konuşmanın aynı zamanda zafere dair tefekkür olduğunu ve zafere sarsılmaz bir umudu içerdiğini hatırlatmaya ayrıca gerek yok.
Okur, Habaş’ın yoldaşı Gassan Kanafani’nin ölümünden çok az bir vakit önce söylediği “Devrimci eylem için kendini feda etmek, yaşamı insana layık hale getirme mücadelesidir” sözlerini de bu kapsamda değerlendirebilir. Son olarak metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.
Şehadet, devrim ve direniş üzerine: “Üstesinden Geleceğiz”
Corc Habaş
Ebb Magazine
7 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Kardeşler,
Cesur şehidimiz “Gazze’nin Guevara’sı”ına ve onun iki yoldaşı Kamil ve Abdül Adi’ye karşı görevimiz nedir? Ebu Ali Aya, Gassan Kanafani, Mahmud Hamşari ve Filistin devrimi için yaşamını ortaya koyanlara, tüm şehitlerimize karşı görevimiz ve sorumluluğumuz nedir? Onların anne babalarına, ailelerine ve şu anda sevgilerinden mahrum olan eşlerine ve çocuklarına karşı sorumluluklarımız nelerdir? Davaya, onların davasına, devrime, kitlelere ve ezenlere karşı ezilenlerin davasına karşı görevlerimiz nelerdir? Ülkelerinden sürülmüş ezilen halklara karşı görevlerimiz nelerdir? Son 50 yıldır fedakârlıktan bir an olsun vazgeçmeyen, emperyalist düşmanlara, insanlığın ve özgürlüğün düşmanlarına karşı mücadele eden halklarımıza karşı görevlerimiz nelerdir?
Yoldaşlar, işte bu şehitlere karşı görevimiz, olayları açık şekilde kavramak, davamızı net şekilde görmek, ilan etmek ve devrimimizin bu şekilde sürmeye ve var olmaya devam edeceğine ve dünyadaki hiçbir gücün, Filistin ve Arap halklarına hükmedecek kudrette tek bir gücün olmadığının ışığında harekete geçmektir.
Düşmanın bu özel aşamadaki planlarının merkezi noktası (siyasi hareketlerini ve komplolarını bir kenara bırakacak olursak) saflarımıza şüphe tohumları ekmek; aramızda ve halk arasında umutsuzluk yaymaktır. Şüpheye kapılan kitlelerin devrimlerini, devrimlerinin etkinliğini ve halkların kurtuluş mücadelesinin stratejisini sorgular hale gelmesi düşmanın temel hedefidir. Bizim görevimiz ise, bilimsel farkındalık yoluyla bu planı boşa düşürmektir.
Nasıl ki Vietnam halklarının kurtuluşçu askeri stratejisi emperyalist düşman karşısında zaferi getirdiyse, aynı stratejinin Filistin ve Arap topraklarında uygulandığında da yenilmezliği getirdiğini söyleyeceğiz.
Emperyalizmi dize getiren Vietnam devrimi, devrimci eylemimizi emperyalist düşmanlara karşı yönlendirecek olan temel devrim gerçeğini tavzih etmiştir. Peki, Vietnam devriminin asli gerçekliği nedir? Tek bir ulusal birleşik cephe altında tek bir devrimci örgüt, mümkün olduğunca çok sayıda insanın seferber edilmesine ve savaşma sanatının ustaca bilinmesine dayanan, ittifaklarını uluslararası düzeye taşıyan adil bir devrimci savaşa önderlik eden bir halk… Ancak böyle bir halk zafere ulaşma ve emperyalizmi ezme kudretine sahiptir.
İşte Vietnam devriminin temel gerçeği budur. Dürüst insanlar için, devrimciler için, örgütler için ve devrimlere önderlik edenler için bir örnektir.
Peki Vietnam halkı, zaferden hemen önce devrimlerinin karşılaştığı krizler karşısında nasıl bir tutum aldı? Aralık ve ocak aylarında Nixon dünyaya Vietnam devriminin tüm hedeflerine ulaşmadığını kanıtlamak istemişti. Amerikan birliklerinin Vietnam topraklarından çekilmesinin onurlu bir davranış olduğunu öne sürme çabasındaydı. Daha önce Paris’te imzalanan anlaşmayı reddetmiş ve o anda Vietnam’ın üstüne yüzlerce bomba yağmıştı; Haiphong’a ve özellikle Hanoi’ye. Yanılmıyorsam, bu süre zarfında (yaklaşık 2 hafta) İkinci Dünya Savaşı boyunca İngiltere’ye atılan bomba ve diğer öldürücü düzeneklerle eşdeğer sayıda patlayıcı Vietnam’a karşı kullanıldı. Bu durumda Vietnam komutanlığının tavrı ne oldu peki? Sınırlarda savaşmayı mı bıraktı? Elçiler aracılığıyla New York’a onur kırıcı talepler mi iletti? Ne yaptı? Nasıl davrandı? Vietkong’un yok edilmesi gereken sabotajcılar olduğunu mu söyledi mesela? Hayır, General Giap [Võ Nguyên Giáp] emperyalistlere şöyle dedi: “Haiphong’u ve Hanoi’nin tamamını yok edebilirsiniz, her şeyi, taş üstünde taş bırakmadan yerle bir edebilirsiniz ama bizim savaşma irademizi asla bitiremezsiniz.”
Bugün, “Gazze’nin Guevara’sına” karşı yükümlülüğümüz, “Guevara”yı, Abdül Adi’yi, Ebu Ali’yi, Gassan Kanafani’yi, Mahmut Hamşari’yi ve daha nicelerini öldüren, devasa gücüne, silahlarına, uçaklarına ve tüm gücüyle üzerimize yöneltebileceği üstün teknolojisine rağmen Siyonist-emperyalist-gerici düşmana karşı asla silah bırakmamaya önce kendi aramızda, sonra da halklarla birlikte ant içmektir. Düşman beklenmedik yeni saldırılar düzenleyebilir, ama mücadele azmimizi asla yok edemeyecektir.
Bu şekilde zaferi nasıl getireceğiz?
Milyonlarca Filistinli çocuk zaferi nasıl tadacak?
Elli yıllık deneyimin ardından, Arap ulusumuzun yüz milyon çocuğu silahlı mücadeleyi sürdürme kararlılığında olduğunda ve kurtuluş için halk savaşının devrimci doktrini ve savaş stratejisini benimsediğinde kazanmış olacağız.
Şehitlerimize karşı ilk yükümlülüğümüz bu [yalın] gerçeği tespit edebilmektir. İkincisi, tüm hatalarına ve aldığımız darbelere rağmen devrimin son dönemde kaydettiği ilerlemenin (genel bir değerlendirmeden sonra) tam bilincinde olmaktır.
Son yıllarda atılması gereken son adım, Filistin ve Arap halklarını, Filistin ve Arap devriminin nihai hedeflerine doğru dev bir adım atmaya yönlendirmektir. Bu gerçek, Siyonist liderlerden birinin “Filistin direnişi, çözümün önündeki en büyük engeldir” sözleriyle bizzat düşman tarafından dahi kabul edilmektedir.
Tüm hatalarına rağmen, son 50 yıldır kendisine karşı kurulan tüm komplolara rağmen, Filistin devrimi, ne pahasına olursa olsun teslim olmamaya kararlı bir halkın davası olduğunu tüm dünyaya kanıtlayabilmiştir. Düşman bile bunun farkındadır.
Şehitlerimize karşı üçüncü ve en önemli görevimiz ise, geleceğimizi tam bir berraklıkla düşünmek ve belirlenmiş bir gündem doğrultusunda ilerlemek ve harekete geçmektir.
Konuşmamızın içi boş retoriklerden ibaret olmaması, bizi zafere götürecek hakiki bir güce dönüşebilmesi için siyasal programımızı tam olarak kavrayabilmemiz gerekiyor. Şayet Filistinli örgütler ve liderleri devrimlerini gerçekten sürdürmek istiyorlarsa, bu yolu izleyerek, yapılarını teorik, politik ve örgütsel altyapı bağlamında yeniden gözden geçirmeleri şart. Bu, söz konusu yapıları güçlendirmek ve düşmanın her türden komplosuna karşı koyabilecek bir düzeye taşıyabilmek için olmazsa olmazdır.
Geçmiş deneyimlerimizin bize en azından bir ders dahi vermemiş olması kabul edilemez. Her bir örgütü ayrı ayrı ve genel hatlarıyla direnişçilerin büyük bir kısmını da göz önünde bulundurarak bir an önce soruşturmamız gerekiyor. Ayrıca gerilla örgütlerinin yöneticileri ve liderleri, teori, politika ve örgütlenme düzeyinde kitleler için gerçek bir örnek teşkil edecek şekilde eğitim sürecine öncülük etmelidir.
Sadece duygular ve retoriklerle zafere ulaşılamaz. Tarihi bir görevle karşı karşıya olan örgütler kendilerini bu temeller üzerine inşa etmeli. Teorik, politik, örgütsel ya da pratik, misyonu zayıflatan her türden zaaf bir kenara bırakmalıdır. Bir direniş hareketinde, savaşçılar halka örnek olmalı, vakitlerini onları aydınlatmaya ayırmalı ve onların davaya olan inancını perçinlemelidirler. Önemli olaylarda, krizlerde ve zor zamanlarda halkın yanı başında olmalı ve kendilerini halka hizmete adamalıdırlar. Bu imaj geçmişte mevcut olmadığı gibi, şimdi de yok. O halde ilk görevimiz, direniş içindeki her türden zayıflığı ortadan kaldırmak amacıyla kendi örgütlerimizin kalbinde kendimize karşı bir savaş yürütmektir.
Tam da bu sebeple her örgütün, üyeleri ve liderleri tarafından uyandırılması gereken yeni güçler bulması bir zorunluluktur. Bu güçler, açık ve kamuoyu önünde faaliyet gösterdiğimiz dönemde edindiğimiz tüm alışkanlıklara karşı isyan ederken doğrulanmalıdır. Tüm bürokratik özelliklerimizi bir kenara bırakalım ve devrimin kaynağına, yani halka dönelim, onlarla bir arada yaşayalım, kendimizi onlara adayalım, onlara siyasi bir bilinç kazandıralım ve tarihi görevler üstlenebilecek tarihi bir güç yaratalım.
Bu bizim öncelikli hedefimizdir, ancak tek başına yeterli değildir. Bir örgütün gelecek tasavvurunu yalnızca kendisiyle sınırlandırması kesinlikle kabul edilemez bir suçtur.
Filistinli örgütlerden oluşan Filistin ulusal cephesi merkezi ve temel hedef haline gelmelidir. Bütün hareketlerin yönünü belirleyen ana eksen olmalıdır. Birtakım deneyimler elde edildikten sonra, direniş, devrimci pozisyonlarını açık ve kararlı şekilde tanımladığında, Filistinli örgütler arasındaki ilişkiler [zaten] eskide olduğu gibi kalmayacaktır.
Halk Cephesi, farklı örgütlerden tüm samimi yoldaşlarımızla birlikte, tüm yetkisini ve çabasını ulusal birlik sorununu adım adım ilerletmeye adayacağını burada huzurunuzda tüm samimiyeti ve dürüstlüğüyle beyan eder. Bu, önümüzde duran bir yükümlülüktür.
Karşıdevrimci düşman güçlerin şu andaki planlarından biri de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yok etme ve yerine Filistinli hainleri geçirmektir; böylece bahsi geçen zatların Filistin halkını temsil ettiğini söyleyebileceklerdir.
Böylesi bir durumda, FKÖ’yü desteklemek, onun siyasi standartlarını ve özellikle de idari ve askeri aygıtlarını geliştirmek için çaba göstermek bizim görevimizdir. Dahası, bu örgüte böyle bir görevle yüzleşmesi için gereken niteliği kazandırmak için örgüt içinde de mücadele etmeliyiz. Ulusal birlik siyasetine örgütler arasındaki temel ittifaklar da eşlik etmelidir ki böylece işgal altındaki Filistin’de, Ürdün’de ya da Arap ülkelerinde devrimin ilerleyişi üzerinde olumlu bir etki yaratabilsin.
İçinde bulunduğumuz zayıflıktan kurtulduktan ve teorik, politik ve örgütsel düzeyde yapılarımızı güçlendirdikten sonra, yani her örgüt yeni ve daha zorlu bir aşamaya hazırlandıktan ve tek tek örgütler sekter bakış açısıyla değil, ulusal birlik davasının çıkarına hareket ettikten sonra üçüncü hedefimiz, (örgütlerin ya da bu örgütlerden oluşan ulusal cephenin değil) sadece halkın kendisinin tek başına zaferi getirebilecek ve tarih yazabilecek güce sahip olduğunu sürekli akılda tutmaktır. Burada “halk” derken Caabari ya da Enver Nuseybe gibi figürleri kastetmiyorum, çünkü onlar Filistin halkımızın bir parçası değiller. Onlar her az gelişmiş ülkede egemen sınıfı oluşturan yüzde 4’lük kesime aitler. Filistin halkımızın yüzde 96’sı ise bahsi geçen kitlelerdir işte. Yani, halkımızın yoksulları, kamplardaki işçi sınıfı, köylüler, öğrenciler, devrimci aydınlar, hekimler ve sağlık emekçileri ve tüm onurlu ve yurtsever insanlar… Kadınlar ve çocuklar, yaşlılar ve gençler, fiili durumları ne olursa olsun, tüm bu insanlar durmak bilmeksizin gösterdiği emek ve çabalarıyla zaferi getirecek gücü yaratmamızı sağlayacaklardır. Unutmayalım ki bu siyaset, kitlelerin siyaseti, devrimci hareketin şu anda karşılaşabileceği tüm olası zorluklarla baş edebilecek temel siyasettir.
Filistin halkının içinde bulunduğu özel koşullar, dünyanın dört bir yanına dağılmış bu nüfusun her bir yoğunluğu arasında bir ayrım yapmamızı zorunlu kılıyor. Bu bağlamda halkımız bazı avantajlara sahip. Bir kısmı her zaman kutsal topraklarımızda, işgal altındaki sevgili Filistin’imizde yaşamaktadırlar. Pek çok bakımdan nüfusumuzun bu kısmı en kayda değer olanıdır ve kuşkusuz direnişin gayretlerinden aslan payını almalıdır. 1,25 milyondan fazla Filistinli halen işgal altındaki Filistin’de; bunların 400.000’i ise kahraman Gazze bölgesindedir. Diğer 400.000 kişi ise 1948’den bu yana işgal altında olan bölgelerde yaşıyorlar. İsrail’in Filistinli kimliğini yok etmeye yönelik her türden çabasına karşı çıkmaya devam etmekte ve İsrail’in son 25 yıldır kendilerine uyguladığı ezici ırksal ve sosyal zulümlere boyun eğmeyi reddetmektedirler. Halkımızın 700.000’i ise Batı Şeria’da yaşamaktadır; bu da işgal altındaki Filistin’de 1,25 ila 1,5 milyon arasında, yani Filistin halkının yüzde 40 ila yüzde 50’si arasında bir nüfusa sahip olduğumuz anlamına geliyor.
Bir direniş hareketi olarak temel yükümlülüğümüz, en önemli ve asli unsur olan içerideki bu nüfusa yönelmektir. Bu insanların ikinci bir özelliği, kendilerini Filistin topraklarını işgal eden Siyonist düşmanla yüz yüze, doğrudan çatışma içinde bulmalarıdır. Bu doğrultuda, işgal altındaki Filistin’de daha önce gerçekleştirdiğimiz tüm faaliyetleri gözden geçirmeliyiz. Burada amaç, mümkün olan en kısa sürede onarmamız gereken çeşitli eksiklikleri tespit edebilmektir. Kitlelerin İsrail işgaline karşı eylemlerine ilişkin tasavvurumuzu askeri operasyonlarla sınırlamamalıyız. Kitleler aynı zamanda gündelik bir zulme de maruz kalıyorlar. İsrail işgali, sömürüde ısrara devam ediyor. İsrail’in tüm iddialarına rağmen, yapılan hemen her çalışma işgal altındaki Filistin’in İsrail malları için ikinci büyük pazar haline geldiğini ve Arap işgücünün İsrail endüstrisi tarafından fiilen sömürüldüğünü açıkça gözler önüne seriyor. Halkımız bu sömürüye gerçekten büyük bir öfke duyuyor. Bundan dolayı, işgal altındaki Filistin’de İsrail’e karşı askeri saldırılarımıza, halkın düşmana karşı gündelik savaşı eşlik etmelidir. [Ne var ki] böyle bir savaş, orada mücadele yürüten başlıca örgütler arasında gerçek bir birlik olmadan kapsamlı ve akılcı şekilde yürütülemez. Mesele bir ölüm kalım meselesi haline geldiğinde ya da devrim kendini bir yol ayrımında bulduğunda, artık dar kafalı bireycilik için yer yoktur.
Tüm güçlerimizi bir araya getirmeli ve bunları işgal altındaki Filistin topraklarında kurmayı amaçladığımız Filistin ulusal cephesinin etkili olabileceği şekilde uygulamalıyız. Bu cephenin kuruluşunu geniş kitlelerin zaman zaman İsrailli düşmana karşı sert darbeler indirebilen kitlelerin siyasi eylemleri takip etmelidir. Bu faaliyetler ise çok temel bir ilkeye uygun olmalı: Soğukkanlı olmalı ve can kaybına mal olacak maceralara atılmamalıyız. Her devrimcinin hayatına büyük bir kıymet vermeliyiz. Nihai zafere ancak bu şekilde ulaşacağız.
İşgal altındaki Filistin’deki eylemimiz, düşüncelerimizi tamamen ve radikal bir şekilde yeniden gözden geçirmemizi, düşmanın yeni planlarını hesaba katmamızı, geçmiş eylemlerimizi eleştirel bir gözle değerlendirmemizi ve Filistin devriminin mevcut aşamasındaki tüm koşulları irdelememizi gerektiriyor.
Şimdi ise Filistinli kitlelerin ikinci kısmı üzerine biraz konuşalım. Halkımızın ikinci önemli yoğunluğu şu anda Ürdün Nehri’nin doğu yakasında yaşıyor. Doğu Şeria’da ise 700,000-800,000’den fazla Filistinli bulunmakta, ki kabaca nüfusun yüzde 67 ila yüzde 70’ini oluşturuyorlar. İsrail işgaline karşı savaşmaları yasaklandıktan sonra, bu insanlar artık Ürdün’deki halkımızla omuz omuza savaşma hakkına ve görevine sahiptir. Bu görev ki, onları kendilerini hâlâ İsrail’e saldırmaktan alıkoyan hain ve düzmece Ürdün rejiminin yıkılmasını sağlamaktır.
Churchill’in hatıralarında da yer aldığı biçimiyle, bu rejim [Ürdün], 1920 yılında Filistin halkının Filistin’deki sömürgeci ve Siyonist komploya karşı mücadelesini bitirebilmek amacıyla Transürdün Emirliği’nin kurulmasıyla tesis edilmişti. Bu kukla oluşum, kuruluşundan bu yana Filistin halkına, mücadelesine ve devrimine karşı faaliyetlerinden asla vazgeçmedi. Ürdün rejiminin 1936 ve 1948’de oynadığı rol buydu. Ve 1970’teki “Kara Eylül”(*) sırasında bu sahte rejimin halkımızın devrimine ve Siyonist işgale karşı haklı ve meşru mücadelemize karşı oynadığı rolü hepiniz biliyorsunuz. Davamıza karşı sorumluluğumuz, Doğu Şeria’daki halkımızın, bu sahte rejimi yıkmak ve kitlelerin ayakları altında ezmek için her gün, her hafta, her ay, her yıl çalışan Ürdün ulusal kurtuluş hareketinin ayrılmaz bir parçası haline gelmesini gerektirmektedir.
Bunu, direniş hareketlerinin şu anda içinde bulunduğu meşakkatli durumun tamamen bilincinde olarak beyan ediyorum: Aldığımız ve bugün tekrar tekrar alacağımız darbelerin kesinlikle farkındayım. Direniş hareketinin boyutlarını ve etkisini azaltmaya yönelik mevcut manevraların; direniş hareketinin örgütleri ile halk kitleleri arasındaki ikiliğin tamamen farkındayım. Direniş hareketinin hatalarının da bilincindeyim, fakat aynı şekilde biliyorum ki, tüm hatalarına ve karşılaştığı tüm engellere rağmen, halkımızın devrimi sonunda zafere ulaşacaktır.
Burada sözünü ettiğim bu eylem planları elbette hemen şimdi uygulanamaz. Yarın, bir hafta ya da bir ay içinde uygulanmayacaklardır. Hepimiz bunlara inandığımızda ve bu inançla harekete geçip mücadele ettiğimizde hayata geçecekler ancak. Bu hepimizin önünde duran bir görevdir. Bu bağlamda tabanın yükümlülüğü, direniş hareketinin tüm liderleri üzerinde hakiki manada bir baskı uygulamaktır, böylece geçmiş deneyimlerden faydalanabilmemiz, dersler çıkarabilmemiz ve anlamlı bir ilerleme kaydedebilmemiz mümkün olacaktır.
Filistin halkımızı incelerken, dünyaya dağılmış olan bu nüfusun her bir yoğunlaşmasının kendine özgü niteliklerini de göz önünde bulundurmamız gerek. Bu noktada Filistin halkının üçüncü büyük yoğunluğu, sevgili Lübnan topraklarındadır. Yanılmıyorsam Lübnan’da 300,000 ila 400,000 arasında Filistinli yaşamaktadır. Şu anda bu yoğunluk, Filistin devrimi ve geleceği için özel bir tarihi sorumluluk taşıyor. Bu yaklaşık 400,000 kişilik nüfusun çocukları, kadınları, gençleri, yetişkinleri ve yaşlıları seferber edilip örgütlenebilirse, direniş hareketi zor anlarında geçici bir dayanak noktası olarak buraya sırtını yaslayabilir. Bu yükümlülük, mevcut değişkenlerin tam manasıyla kavranmasını gerektirmektedir. Bu talebi yalnızca Lübnan’daki Arap kitlelerle ve Lübnan yurtsever hareketiyle dayanışma ve kardeşlik içinde olduğumuzda karşılayabiliriz. Lübnan halkına ve direniş hareketini üstlenen Lübnan yurtsever hareketine teşekkür etmek ve minnettarlığını göstermek bizim için görevdir, Filistin halkının görevidir. Halklar ve yurtsever hareketler, Amerika direnişi yok edebilmek için ajanlarına gece gündüz para ödemesine rağmen, en azından şimdiye kadar bir katliamı önleyebileceklerini gösterdiler.
Filistin halkımızın Arap ülkelerinde ve dünya genelinde yoğunlaştığı yerler de mevcut. Filistin halkının dördüncü yoğunluğu Suriye’nin yanı sıra Arap Körfezi ve Arap yurtlarındaki diğer yerleşim bölgeleridir. Öte yandan Latin Amerika’da ve dünyanın diğer bölgelerinde de yaşayanlar bulunmakta. Bu nedenle her birini Filistin devriminin hizmeti için seferber edebilmek gerekir. Özellikle bu aşamada, kendilerini harekete geçirmeli. Filistin ve Ürdün’de Arap siyasetinin koşulları nedeniyle direniş hareketinin karşılaştığı zorluklar karşısında sorumluluklarının farkında olmalıdırlar. Tüm bunlar, kardeşlerim, Filistin devriminin gerçekten zafere ulaşabilmesi için eksiksiz bir planı gerektiriyor.
[Fakat] Filistin devrimi teorik, siyasi ve pratik olarak yeniden yapılandırılsa, birleşik bir Filistin ulusal cephesi hayata geçirilse ve bu cephe Filistin halkını gerçekten seferber edebilmeyi başarsa dahi, bunlar tek başına zaferi garantilemek için yeterli olmayacaktır.
Filistin devriminin kendine özgü bir yanı var. İşgalci Siyonist düşmanın ve onun emperyalizmle olan bağlılığının kendine has bir niteliği var. Arap dünyamızın bu bölümünde emperyalizmin petrol çıkarlarına özgü bir durum söz konusu. Benzer şekilde, Filistin davası ile Arap davası arasında da özel bir bağ mevcut. Bu nedenle 1967’den bugüne kadar olanlardan çıkarmamız gereken en büyük, ilk ve temel ders, Filistin devriminin Arap dünyamızın her köşesindeki Arap kitlelerinin devrimiyle bütünleşmediği sürece zafere ulaşamayacağıdır. Arap ulusu ve Filistin devrimini desteklemek üzere seferber olan Arap halkları, zafere ulaşabilecek gücü elinde tutmaktadır. Ve eğer yoldaşımız Guevara’ya ve hayatlarını ortaya koyanlara karşı sadakatimizi göstermek istiyorsak, yeni uluslararası düzende devrimci güçlerle ittifaklarımızın önemini hiçbir biçimde göz ardı edemeyiz. Tüm sosyalist devletlerle ilişkilerimizi sürdürme gerekliliğini de görmezden gelemeyiz. [Filistin devrimi], büyük Sovyetler Birliği, büyük Çin devrimi ve dünyanın dört bir yanındaki tüm sosyalist devletler ve ulusal kurtuluş hareketleriyle çok sağlam ilişkiler kurmalıdır. Bu ittifak, devrimimizin şu anda içinde bulunduğu krizden çıkmasını gerçekten sağlayacak etkili planlarla gerçeğe dönüşmelidir. Bu kılavuz ilkelerle gerçekten zafere ulaşacağız.
Eğer düşmanımız güçlüyse, gücümüzü tahkim ettikten sonra faydalanabileceğimiz zaafları da vardır. İsrail devleti ve onun temelleri eğretidir. Ürettiğinin dört katını tüketen bir devlettir. Bir askeri ve ekonomik güce sahipse, bunun nedeni şu anda 4 milyar dolarlık borç içinde olmasıdır. Bu kadar suni bir güce sahip bu denli yoksul bir devlet, gücünü ancak korkaklara ve bozgunculara karşı kullanabilir, hiçbir koşulda yoldaşlarımız “Guevara” ve Ebu Ali Ayad ile Filistin devrimi ve halkına karşı kullanamaz.
Devrimimiz tüm engellere rağmen zafer yolunda ilerlemeye devam edecektir. Yoldaşlar, bu, yoldaşımız ve şehidimiz Guevara’ya ve herkese karşı görevimizdir. Esenlikler dilerim.
İlginizi Çekebilir
-
Çinli uydu şirketi Brezilya’da Musk’ın Starlink’ine meydan okuyor
-
Meloni ile görüşen Milei’den “özgür uluslar ittifakı” önerisi: ABD ve İsrail’e davet
-
ABD’li şirketler Trump’ın gümrük vergisi getireceği korkusuyla hammadde stoklarını artırıyor
-
İsrail Meclis kürsüsünden Netanyahu’ya “seri katil” dedi
-
Amsterdam Belediye Başkanı Halsema’nın “pogrom” pişmanlığı
-
Barış Gücü’ne saldırılar kasıtlı: Arjantin, UNIFIL personelini geri çekti
DÜNYA BASINI
İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?
Yayınlanma
23 saat önce20/11/2024
Yazar
Emre KöseÇevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.
Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat
Éva Péli, NachDenkSeiten
Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.
Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?
Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.
Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.
Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.
Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.
Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.
Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.
İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.
Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.
Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?
Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.
Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”
NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.
Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.
Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.
ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?
Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.
Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.
Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.
Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.
Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?
Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.
Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.
Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.
Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.
Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.
Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.
Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.
Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?
Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.
Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.
Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.
DÜNYA BASINI
Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı
Yayınlanma
3 gün önce18/11/2024
Yazar
Harici.com.trAşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:
***
Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil
Gideon Levy
“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.
“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.
Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”
Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.
İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.
Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.
Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.
Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.
Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…
Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.
Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.
DÜNYA BASINI
Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı
Yayınlanma
4 gün önce17/11/2024
Yazar
Harici.com.trLizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024
Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.
ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.
Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”
Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.
2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.
Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.
Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.
Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.
Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.
Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.
Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.
Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.
Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.
Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.
Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.
Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.
Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.
Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.
Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.
Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.
Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.
Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.
Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.
Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.
Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.
Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.
Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.
Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.
Almanya, AB savunma tahvillerini desteklediği iddiasını reddetti
Çinli uydu şirketi Brezilya’da Musk’ın Starlink’ine meydan okuyor
Le Pen bütçe anlaşmazlığı nedeniyle Fransız hükümetini düşürmekle tehdit etti
Ukrayna, ilk kez Storm Shadow füzeleriyle Rusya’yı hedef aldı
UCM Hakiminden İsrail’in “tarafsızlık” sorgusuna yanıt
Çok Okunanlar
-
RUSYA1 hafta önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız
-
AMERİKA2 hafta önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
AVRUPA2 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI1 hafta önce
Donald J. Trump’ın ideolojisi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Belarus Halk Meclisi: siyasi sistemin güçlendirilmesi ve demokrasinin geliştirilmesi
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
-
SÖYLEŞİ1 hafta önce
“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”