Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Dünya 1973’te sona erdi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, iddialı ve biraz da yanıltıcı başlığına rağmen tarihsel bir gerçeğe işaret ediyor. Yazar, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin 1973’te sona erdiğini ilan ediyor aslında. Fakat bu bildiğimiz kapitalizm, aslında bir anomaliydi de: Kapitalizmin sözde ‘Altın Çağ’ı, savaşın neden olduğu ‘yaratıcı yıkım’ın, nazizmi yenen Sovyetler Birliği’ne ve batıda iktidarın eşine gelmiş silahlı komünistlerin ve işçilerin korkusuna verilen cevabın bir sonucuydu. Bir başka açıdan, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin, aslında 1914 veya 1917’de sona erdiğini de ilan edebiliriz. Periyodizasyon tartışmasını bir kenara bırakırsak, her şeye rağmen, 1970’li yılların emperyalist-kapitalist sistem için bir dönüm noktası olduğu kesindir: Batılı ekonomiler durgunluğa girmiş, başta Fransa olmak üzere büyük işçi grevlerine bugünden bakıldığında ideolojik yönelimi tartışmalı öğrenci hareketleri eklemlenmiş, Portekiz-İspanya-İtalya-Yunanistan hattında devrimci krizler yaşanmış, Vietnam’da sarı benizli yoksul bir halk komünistlerin öncülüğünde ABD’yi yenmiş, emperyalist sistemin yöneticileri gerçekten yolun sonuna geldiklerine dair karamsar görüşler dile getirmeye başlamışlardı. 1970’lerde kapitalizmin yaptığı karşı-hamlenin sonuçlarını bugün hâlâ yaşıyoruz; hatta belki o dönemin de sonuna geldik. Kapitalizmin bugün ne olduğuna ve küresel olarak nasıl düzenlendiğine ilişkin tartışmalar için makalenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Dünya 1973’te sona erdi

Alex Hochuli
The New Statesman
23 Ağustos 2023

Batı çöküşte. On yılı aşkın bir süredir devam eden popülist isyanların ardından küresel bir salgın ve Doğu Avrupa’ya savaşın geri dönmesi, bu fikrin yaygınlaşmasına, hatta kabul görmesine neden oldu.

Bu anlatılar, genellikle kaybolan değerlere özlem duyan siyasi sağı da etkiliyor. 1950’leri hatırlayın: uzlaşı toplumu, özelleştirmecilik ve geleneksel cinsiyet rolleri – her şeyin dağılmadan önceki haline dair bir arkadyen vizyon. Daha sağda ise uygarlığın çöküşü genellikle ırksal paranoyalarla, ulusal gücün kaybına yakılan ağıtlarla ve Oswald Spengler’e selam göndermelerle süslenir.

Fakat solun, en azından refah devletçi kisvesi altında, kendi nostaljileri var. Thatcher ve Reagan’dan önceki döneme bakar. O zamanlar devlet daha fazla hak sağlardı, sendikalar daha güçlüydü ve demokrasi daha sağlamdı. Thatcher ve Reagan daha fazla kişisel özgürlük ve iktisadi büyüme vaat ettiler ama bunun yerine eşitsizlik getirdiler. Bir başka çöküş hikayesi. Radikal-liberal kültür savaşçıları bile geriye bakar. Irksal, cinsel ve toplumsal cinsiyet baskılarına karşı çıkarken, sanki son yarım yüzyıl hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Hem sol hem de sağ, savaş sonrası dönemin kesinliklerine geri dönmek için can atıyor. Hepsi de o dönemde her şeyin daha iyi olduğunu inandırıcı bir şekilde savunabilir. Hepsinin çizdiği resim aynı, sadece tuvalin farklı bir bölümüne odaklanmayı seçiyorlar. Bu çöküş anlatıları, güçlü, sürekli iktisadi büyüme ve insani gelişme ile desteklenen bir toplumsal düzenin kaybına tanıklık etmektedir.

Ve Batı’da bu düzen 1973’te sona erdi. Bu çöküşe ilişkin bilincin yaygınlaşması için 50 yıl geçmesi gerekti.

1973 yılı Batı’nın asla toparlanamadığı bir yıl oldu. OPEC tarafından tetiklenen petrol şoku ucuz enerjinin sonunu getirmiş, ardından gelen enflasyon ve iktisadi yavaşlama, politika yapıcıları yeni, liberal çözümlere ulaşmaya itecek bir kriz yaratmıştı. Pinochet’nin o yıl Şili’de gerçekleştirdiği darbe, bu karşı saldırının ilk acımasız salvosuydu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Richard Nixon’ın ikinci dönem başkanlığı için göreve başlaması, 1968’de zirveye ulaşan radikal enerji dalgasının sona erdiğini gösteriyordu. Radikaller bunun yerine siyaset ve ekonomiyi içinden çıkılmaz bularak enerjilerini kültürel meselelere yönlendirdiler. Bu, siyasi çekişmeyi, benlik ve varlık, kimlik sorularının güvenlik, zenginlik ve bunların dağılımı sorularının önüne geçtiği bir zemine taşımak anlamına geliyordu. Kültürel ilerlemecilik ve onun muhafazakâr tepkisi elli yıl boyunca şablon olacaktı. Amerika’da kitlesel hapsetmelerin katlanarak artması da o yıl başladı ve artık toplumsal sorunları daha kapsayıcı bir toplum yoluyla çözebileceğine inanmayan bir topluma tanıklık etti.

Teknolojik ilerlemeler ulaşım ya da inşaattan ziyade giderek iletişim ve sağlıkla ilgili hale gelecekti. İşte dijital çağın tohumları ve Batı’nın içe döndüğünün ve giderek daha da atomize hale geldiğinin teyidi. İlk cep telefonu görüşmesi 1973 yılında yapıldı. Eğer bu çöküş modellerini özetleyen tek bir görüntü istiyorsanız, Amerika Birleşik Devletleri’nde ücretlerin üretkenlikten farklılaşmasını gösteren ünlü timsah grafiğini düşünün: birincisi durgunlaşırken, ikincisi büyümeye devam etti. Timsahın çenesinin menteşesi? 1973 yılı.

Son 50 yılın bilançosu çok açık. Batılı siyasi kurumlar, resmi olarak aynı görünseler bile artık halkın iradesine yanıt vermiyor. Batı toplumları bunalmış ve atomize olmuş durumda; demagoglar için kolay bir av. Batı kültürü metalaşma ile düz ve cansız hale gelmiştir. Batı ekonomileri durgun: üretkenlik, ücretleri büyük ölçüde aşmış olsa da, üretkenlik artışı azaldı ve maddi ilerlemenin eski bir Apple ürününün son versiyonundan biraz daha fazlasını ifade ettiği bir zamanda toplumu daha da eşitsiz halde bıraktı.

Pek çok kişi tüm bunları ‘neoliberalizm’ adlı büyük kovaya atıp bu konuyu kapatmayı düşünebilir. Bu da son elli yılda yaşanan sıkıntıların sadece yanlış bir politika dönüşünün hikayesi olduğunu gösteriyor. Eğer bu durum tersine çevrilirse, Batı eski görkemli günlerine geri dönebilir.

Savaş sonrası düzene geri dönülmesi artık imkansızdır. Bu tarihsel olarak benzersiz bir düzenlemeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda sermayenin yok edilmesi nedeniyle yüksek büyüme ortaya çıkmış ve dünya ekonomisi 1951’den 1973’e kadar yılda %5 büyümüştür. Bu rakam şimdi en iyi ihtimalle %3 civarında seyrediyor. Kişi başına düşen gelirdeki büyüme ise yılda %1,5’e kadar düşmüştür. İşçi sınıfının düşük işsizlik ve dayanıklı tüketim mallarının yaygınlaşmasıyla güven kazandığı, elitlerin ise savaş deneyimi ve devrim tehdidiyle disipline edildiği savaş sonrası Batı siyasi uzlaşısı artık mevcut değil. Bu düzenlemeleri geri getirmek için aynı ölçekte başka bir savaş gerekecektir. Bu dönemi Batı’nın ‘nasıl olması gerektiğine’ dair bir temel olarak görmek büyük bir hatadır. Hem solda hem de sağda bunu yapanlar, tarihsel bir istisnayı bir idealle karıştırmaktadır. Bu koşullara geri dönülmesinde ısrar etmek sadece nostaljidir.

Batı’nın 1973’te sona erdiğini öne sürerken, bunun mümkün olan tüm dünyaların en iyisi olduğunu kastetmiyorum. O dönemde siyaseten aktif olan hiç kimse tahminlerinde bu kadar iyimser olamazdı. Batı demokrasilerine ırksal ve cinsel baskı damgasını vurmuştu; işçi ücretleri artmış olsa da o dönemde hayatın büyük bir kısmı boğucu görünüyordu. Hem 1960’ların Yeni Solcu öğrencilerinin yabancılaşmaya karşı isyanları hem de bireysel özgürlük adına Thatcher-Reagan karşı devrimi bu sıkışmışlık duygusuna tanıklık ediyordu. Gerçekten de 1970’lerin krizi aynı zamanda bir aşırı talep kriziydi. ‘Stagflasyon’ bu çelişkiyi yansıtıyordu: devlete yüklenen talepler ile artık malları tedarik edemeyen bir ekonominin birleşimi.

Batı’nın çöküşünün mutlak olmaktan ziyade çoğunlukla göreceli olduğu doğrudur. Batı’nın kaybı başkalarının kazancı olmuştur. Yoksulluk istatistikleri veya benzer göstergeler dikkate alındığında, dünyanın Steven Pinker’larının ısrar etmeyi sevdiği gibi, genel küresel tablo çok kötü görünmüyor. Fakat muhasebenizden Çin’i çıkardığınızda, birdenbire yukarı doğru fırlayan çizgiler oldukça düz görünüyor.

Karanlık gerçek şu ki, küresel bir yavaşlama ve ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla karşı karşıyayız ve dünyanın büyük bir kısmının bunu yakalaması pek mümkün görünmüyor. Batı kendi kalkınma yolunun sonuna geldi, ama diğer pek çok ülke de öyle. Yoksul ülkelerin sanayileşmek için çok az fırsatı var; birçoğu asla orta gelirli ülke olamayacak. Orta gelirli ülkeler ise kendilerini bir tuzağın içinde buluyor: artan maliyetler ve azalan rekabet gücü. Batı’nın on yıllar önce bir bütün olarak yapmaya başladığı gibi sanayisizleşiyorlar.

Ve burada, yine, 1973’e dönüm noktası olarak dönüp bakabiliriz.

1970’lerin başında Bretton Woods uluslararası mali sistemi sona erdi. Nispeten istikrarlı küresel iktisadi düzen çözülmeye başladı. Sermaye kontrolleri gevşetilirken, 1973’te petrol fiyatlarındaki artış petrodolarların yeni mali piyasalara akmasına yol açtı. Uluslararası sermaye piyasalarının patlayıcı bir şekilde büyümesi, aslında uluslararası ilişkilere yeni bir faktörün girmesiydi; bu faktör neredeyse dağıtılmış ama küresel bir egemen haline gelecekti: küresel finansın dev vampir kalamarı. Çeşitli fonlar, bankalar ve piyasalardan oluşan ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi önemli yardımcılar tarafından desteklenen bu kurum, ulusal kalkınma yörüngeleri üzerinde nihai hakem haline gelecekti.

Bir süre için bu yeni sermaye piyasaları, egemen devletlerin güçlü büyümenin devam edeceği beklentisiyle borçlanmalarına olanak sağladı. Fakat daha sonra ABD, 1979 yılında Volcker Şoku olarak bilinen bir olayla faiz oranlarını yükseltti. Bu borcu ödemek dayanılmaz hale geldi ve Latin Amerika ve ötesinde ‘kayıp on yıla’ yol açtı. Brezilya yeni eğilime iyi bir örnektir. 1960’tan 1980’e kadar kişi başına düşen reel GSYİH yüzde 140’tan fazla artmıştır. 1980’den 2000’e kadar ise yüzde 20’den daha az büyüdü. Devlet borç krizleri yinelenen bir olgu haline geldi. Küresel finansın dokunaçları sırayla bir dizi ülkeyi boğdu: Meksika, Brezilya, Arjantin, Tayland, Endonezya, Rusya, Arjantin (tekrar), Yunanistan ve daha fazlası.

Bu dönem başka bir dönüm noktasına da işaret ediyordu. Küresel eşitlik hayalinin sonunu getiren sadece borç yükü ve finansın küreselleşmesi değildi. Kauçuk, petrol ve çelik gibi şeylere dayanan türden sanayi (örneğin otomobil üretimi) katma değerli malların öncüsü olmaktan çıktı. Gerçekten yüksek değerli mallar, fikri mülkiyet haklarıyla korunarak giderek daha fazla gayrimaddi hale geldi. Oyuna girmesi engellenen ama Çin tarafından geride bırakılan birçok orta gelirli ülke korkutucu bir eğilim içine giriyor: ‘Erken sanayisizleşme.’

İngiltere ya da ABD’de sanayisizleşmenin uzun vadeli olumsuz etkileri hakkında –başlangıçta soldan ama şimdi giderek popülist sağdan– duyduğunuz tüm şikayetleri hatırlayın. Şimdi aynı süreçten geçtiğinizi ama çok daha düşük bir gelir seviyesinde olduğunuzu düşünün. Zamanın bir noktasında sanayileşmiş olacak kadar şanslı fakat bu süreci sadece geçmiş zamanda bilecek kadar şanssız orta gelirli ülkeler için gerçek budur.

Şimdi sanayinin büyümediğini ve istihdam sağlamadığını hayal edin, ama eski moda tarım da ortadan kalktı ve kitlelerin kırsalı terk edip şehre taşınmasına neden oldu. Sadece hizmet sektöründe güvencesiz işlerin sunulduğu tarımsızlaşma ve sanayisizleşme, coğrafyacı Mike Davis’in gecekondular gezegeni olarak adlandırdığı durumla sonuçlanıyor.

Bu, Güney Afrika ya da Brezilya, Senegal ya da Myanmar’daki –ya da İspanya ya da Belçika’daki– ortalama bir işçinin 1973’te maddi olarak daha iyi durumda olduğu anlamına gelmiyor. Ne de olsa o dönemde pek çok yeni devlet kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, özgürlük hareketleri emperyal saldırganlık ve ölüm mangalarıyla karşı karşıyaydı. Yaşam standartları geçtiğimiz 40-50 yıl içinde iyileşti. Fakat, en önemlisi, genellikle beklenenden çok daha az ve bazı durumlarda neredeyse hiç iyileşmedi.

Aslında, her şeyi düz ampirik bir şekilde ölçmeye çalışmamalıyız. Dünya, Dünya Bankası tarafından üretilen bir grafik değildir. Olan, olabilecek olanı da içerir. Bir çağın ne kadar olasılık içerdiği, sunduğu şeylerin gerçekliği kadar önemlidir. Sadece maddi –ve aslında ahlaki– ilerlemenin birikimine değil, aynı zamanda bir çağın ne kadar filizlendirici olduğuna, farklı gelecekler için hangi yolları açık tuttuğuna da bakmalıyız.

Bu anlamda 1973, gerçekte ya da beklentide –ya da her ikisinde de– gerilediğimiz bir tür zirve olarak hizmet edebilir. Gelişmiş Batı ülkeleri için olağanüstü büyüme ileriye dönük bir yolu işaret ederken, daha az gelişmiş olanlar için kapitalist gelişme ve yetişme gerçek bir olasılık olarak görünüyordu. Soldakiler için sosyalizm, ister mevcut rejimleri taklit etsin isterse tamamen yeni bir şey olsun, ulaşılması gereken bir sonraki aşamaydı.

Bugün görünen o ki, sınırlı hırslar da bu duruma ortak oluyor. Sınırlı beklentiler siyasi liderler üzerindeki baskıyı azaltıyor. Çözümlere sahip olmadıklarına ya da olamayacaklarına inanıyor olabiliriz, fakat bu, baskı uygulamak, türümüzün çoğuna zarar veren küresel bir düzenin ötesine işaret etmeye başlamak için daha fazla neden demektir.

İktisatçı Marc Levinson bir keresinde Altın Çağ’ın 1973’te sona erdiğini gözlemlemiş fakat ‘hükümetlerin tam istihdam, istikrarlı iktisadi büyüme ve yükselen yaşam standartları sağlamak için neler yapabileceği konusunda gerçekçi olmayan beklentiler’ içinde bırakıldığımızı belirtmişti.

Gerçek şu ki çok az şey talep ediyoruz. Borç yükü altındaki yoksul ülkeler IMF ve kreditörlerin isteklerini yerine getiriyor. Kriz içindeki Güney Avrupalılar, herhangi bir büyüme ihtimalini açıkça engellediği halde Avrupa’nın ‘birlik’ yapılarına bağlı kalmaya devam ediyor. Amerikalılar iki partili sistemin ve küresel ticaret sisteminin ötesinde bir şey olmadığını kabul ediyor.

Yoksul ülkeler, esas olarak zengin azınlığa hizmet eden küresel bir sistemden kurtulmaya çalıştıklarında ezilirler. Bu nedenle çok azı bunu dener. Zengin ülkeler ise şimdiye kadar radikal bir kopuşun getireceği yıkımı –siyasi irade çağrılsa bile– kabullenmeye yanaşmadılar. Brexit’te gördüğümüz de buydu: elitler her şeyi eskisi gibi tutmaya çalışırken anayasal değişiklik iktisadi bir hesaplaşmaya yol açmadı. Britanya’da yeni bir kalkınma projesi ölü doğdu.

Levinson bugün ‘seçmenlerin popülist liderlerin yavaş büyüyen ekonomileri nasıl yeniden harika hale getireceklerini bileceklerini umarak yeniden sağa döndüklerini’ belirtiyor, fakat daha iyisini yapacaklarına inanmıyor. Muhtemelen hayır, ama sorun bunu yapmaları yönündeki talep değil. Daha fazla ulusal özerklik ve halk egemenliğinin olduğu bir dünya hayali de değil. Söz konusu olan, hem onların hem de bizim hırs ölçeğimizin yetersiz kalmasıdır.

1973’e geri dönüş yok. Ancak çöküşümüz üzerine, bunların hepsinin ‘kayıp on yıllar’ olduğu gerçeği üzerine düşünebilirsek, bu yeni bir düşünceyi kışkırtmaya hizmet edebilir. 1973, yeniden ele geçirilmesi gereken ideal bir dünyayı değil, daha büyük olasılıklara sahip bir dünyayı hatırlatmalıdır.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English