Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Dünya 1973’te sona erdi

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, iddialı ve biraz da yanıltıcı başlığına rağmen tarihsel bir gerçeğe işaret ediyor. Yazar, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin 1973’te sona erdiğini ilan ediyor aslında. Fakat bu bildiğimiz kapitalizm, aslında bir anomaliydi de: Kapitalizmin sözde ‘Altın Çağ’ı, savaşın neden olduğu ‘yaratıcı yıkım’ın, nazizmi yenen Sovyetler Birliği’ne ve batıda iktidarın eşine gelmiş silahlı komünistlerin ve işçilerin korkusuna verilen cevabın bir sonucuydu. Bir başka açıdan, bildiğimiz anlamıyla kapitalizmin, aslında 1914 veya 1917’de sona erdiğini de ilan edebiliriz. Periyodizasyon tartışmasını bir kenara bırakırsak, her şeye rağmen, 1970’li yılların emperyalist-kapitalist sistem için bir dönüm noktası olduğu kesindir: Batılı ekonomiler durgunluğa girmiş, başta Fransa olmak üzere büyük işçi grevlerine bugünden bakıldığında ideolojik yönelimi tartışmalı öğrenci hareketleri eklemlenmiş, Portekiz-İspanya-İtalya-Yunanistan hattında devrimci krizler yaşanmış, Vietnam’da sarı benizli yoksul bir halk komünistlerin öncülüğünde ABD’yi yenmiş, emperyalist sistemin yöneticileri gerçekten yolun sonuna geldiklerine dair karamsar görüşler dile getirmeye başlamışlardı. 1970’lerde kapitalizmin yaptığı karşı-hamlenin sonuçlarını bugün hâlâ yaşıyoruz; hatta belki o dönemin de sonuna geldik. Kapitalizmin bugün ne olduğuna ve küresel olarak nasıl düzenlendiğine ilişkin tartışmalar için makalenin önemli olduğunu düşünüyoruz. Metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Dünya 1973’te sona erdi

Alex Hochuli
The New Statesman
23 Ağustos 2023

Batı çöküşte. On yılı aşkın bir süredir devam eden popülist isyanların ardından küresel bir salgın ve Doğu Avrupa’ya savaşın geri dönmesi, bu fikrin yaygınlaşmasına, hatta kabul görmesine neden oldu.

Bu anlatılar, genellikle kaybolan değerlere özlem duyan siyasi sağı da etkiliyor. 1950’leri hatırlayın: uzlaşı toplumu, özelleştirmecilik ve geleneksel cinsiyet rolleri – her şeyin dağılmadan önceki haline dair bir arkadyen vizyon. Daha sağda ise uygarlığın çöküşü genellikle ırksal paranoyalarla, ulusal gücün kaybına yakılan ağıtlarla ve Oswald Spengler’e selam göndermelerle süslenir.

Fakat solun, en azından refah devletçi kisvesi altında, kendi nostaljileri var. Thatcher ve Reagan’dan önceki döneme bakar. O zamanlar devlet daha fazla hak sağlardı, sendikalar daha güçlüydü ve demokrasi daha sağlamdı. Thatcher ve Reagan daha fazla kişisel özgürlük ve iktisadi büyüme vaat ettiler ama bunun yerine eşitsizlik getirdiler. Bir başka çöküş hikayesi. Radikal-liberal kültür savaşçıları bile geriye bakar. Irksal, cinsel ve toplumsal cinsiyet baskılarına karşı çıkarken, sanki son yarım yüzyıl hiç yaşanmamış gibi davranırlar.

Hem sol hem de sağ, savaş sonrası dönemin kesinliklerine geri dönmek için can atıyor. Hepsi de o dönemde her şeyin daha iyi olduğunu inandırıcı bir şekilde savunabilir. Hepsinin çizdiği resim aynı, sadece tuvalin farklı bir bölümüne odaklanmayı seçiyorlar. Bu çöküş anlatıları, güçlü, sürekli iktisadi büyüme ve insani gelişme ile desteklenen bir toplumsal düzenin kaybına tanıklık etmektedir.

Ve Batı’da bu düzen 1973’te sona erdi. Bu çöküşe ilişkin bilincin yaygınlaşması için 50 yıl geçmesi gerekti.

1973 yılı Batı’nın asla toparlanamadığı bir yıl oldu. OPEC tarafından tetiklenen petrol şoku ucuz enerjinin sonunu getirmiş, ardından gelen enflasyon ve iktisadi yavaşlama, politika yapıcıları yeni, liberal çözümlere ulaşmaya itecek bir kriz yaratmıştı. Pinochet’nin o yıl Şili’de gerçekleştirdiği darbe, bu karşı saldırının ilk acımasız salvosuydu. Amerika Birleşik Devletleri’nde Richard Nixon’ın ikinci dönem başkanlığı için göreve başlaması, 1968’de zirveye ulaşan radikal enerji dalgasının sona erdiğini gösteriyordu. Radikaller bunun yerine siyaset ve ekonomiyi içinden çıkılmaz bularak enerjilerini kültürel meselelere yönlendirdiler. Bu, siyasi çekişmeyi, benlik ve varlık, kimlik sorularının güvenlik, zenginlik ve bunların dağılımı sorularının önüne geçtiği bir zemine taşımak anlamına geliyordu. Kültürel ilerlemecilik ve onun muhafazakâr tepkisi elli yıl boyunca şablon olacaktı. Amerika’da kitlesel hapsetmelerin katlanarak artması da o yıl başladı ve artık toplumsal sorunları daha kapsayıcı bir toplum yoluyla çözebileceğine inanmayan bir topluma tanıklık etti.

Teknolojik ilerlemeler ulaşım ya da inşaattan ziyade giderek iletişim ve sağlıkla ilgili hale gelecekti. İşte dijital çağın tohumları ve Batı’nın içe döndüğünün ve giderek daha da atomize hale geldiğinin teyidi. İlk cep telefonu görüşmesi 1973 yılında yapıldı. Eğer bu çöküş modellerini özetleyen tek bir görüntü istiyorsanız, Amerika Birleşik Devletleri’nde ücretlerin üretkenlikten farklılaşmasını gösteren ünlü timsah grafiğini düşünün: birincisi durgunlaşırken, ikincisi büyümeye devam etti. Timsahın çenesinin menteşesi? 1973 yılı.

Son 50 yılın bilançosu çok açık. Batılı siyasi kurumlar, resmi olarak aynı görünseler bile artık halkın iradesine yanıt vermiyor. Batı toplumları bunalmış ve atomize olmuş durumda; demagoglar için kolay bir av. Batı kültürü metalaşma ile düz ve cansız hale gelmiştir. Batı ekonomileri durgun: üretkenlik, ücretleri büyük ölçüde aşmış olsa da, üretkenlik artışı azaldı ve maddi ilerlemenin eski bir Apple ürününün son versiyonundan biraz daha fazlasını ifade ettiği bir zamanda toplumu daha da eşitsiz halde bıraktı.

Pek çok kişi tüm bunları ‘neoliberalizm’ adlı büyük kovaya atıp bu konuyu kapatmayı düşünebilir. Bu da son elli yılda yaşanan sıkıntıların sadece yanlış bir politika dönüşünün hikayesi olduğunu gösteriyor. Eğer bu durum tersine çevrilirse, Batı eski görkemli günlerine geri dönebilir.

Savaş sonrası düzene geri dönülmesi artık imkansızdır. Bu tarihsel olarak benzersiz bir düzenlemeydi. İkinci Dünya Savaşı’nda sermayenin yok edilmesi nedeniyle yüksek büyüme ortaya çıkmış ve dünya ekonomisi 1951’den 1973’e kadar yılda %5 büyümüştür. Bu rakam şimdi en iyi ihtimalle %3 civarında seyrediyor. Kişi başına düşen gelirdeki büyüme ise yılda %1,5’e kadar düşmüştür. İşçi sınıfının düşük işsizlik ve dayanıklı tüketim mallarının yaygınlaşmasıyla güven kazandığı, elitlerin ise savaş deneyimi ve devrim tehdidiyle disipline edildiği savaş sonrası Batı siyasi uzlaşısı artık mevcut değil. Bu düzenlemeleri geri getirmek için aynı ölçekte başka bir savaş gerekecektir. Bu dönemi Batı’nın ‘nasıl olması gerektiğine’ dair bir temel olarak görmek büyük bir hatadır. Hem solda hem de sağda bunu yapanlar, tarihsel bir istisnayı bir idealle karıştırmaktadır. Bu koşullara geri dönülmesinde ısrar etmek sadece nostaljidir.

Batı’nın 1973’te sona erdiğini öne sürerken, bunun mümkün olan tüm dünyaların en iyisi olduğunu kastetmiyorum. O dönemde siyaseten aktif olan hiç kimse tahminlerinde bu kadar iyimser olamazdı. Batı demokrasilerine ırksal ve cinsel baskı damgasını vurmuştu; işçi ücretleri artmış olsa da o dönemde hayatın büyük bir kısmı boğucu görünüyordu. Hem 1960’ların Yeni Solcu öğrencilerinin yabancılaşmaya karşı isyanları hem de bireysel özgürlük adına Thatcher-Reagan karşı devrimi bu sıkışmışlık duygusuna tanıklık ediyordu. Gerçekten de 1970’lerin krizi aynı zamanda bir aşırı talep kriziydi. ‘Stagflasyon’ bu çelişkiyi yansıtıyordu: devlete yüklenen talepler ile artık malları tedarik edemeyen bir ekonominin birleşimi.

Batı’nın çöküşünün mutlak olmaktan ziyade çoğunlukla göreceli olduğu doğrudur. Batı’nın kaybı başkalarının kazancı olmuştur. Yoksulluk istatistikleri veya benzer göstergeler dikkate alındığında, dünyanın Steven Pinker’larının ısrar etmeyi sevdiği gibi, genel küresel tablo çok kötü görünmüyor. Fakat muhasebenizden Çin’i çıkardığınızda, birdenbire yukarı doğru fırlayan çizgiler oldukça düz görünüyor.

Karanlık gerçek şu ki, küresel bir yavaşlama ve ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla karşı karşıyayız ve dünyanın büyük bir kısmının bunu yakalaması pek mümkün görünmüyor. Batı kendi kalkınma yolunun sonuna geldi, ama diğer pek çok ülke de öyle. Yoksul ülkelerin sanayileşmek için çok az fırsatı var; birçoğu asla orta gelirli ülke olamayacak. Orta gelirli ülkeler ise kendilerini bir tuzağın içinde buluyor: artan maliyetler ve azalan rekabet gücü. Batı’nın on yıllar önce bir bütün olarak yapmaya başladığı gibi sanayisizleşiyorlar.

Ve burada, yine, 1973’e dönüm noktası olarak dönüp bakabiliriz.

1970’lerin başında Bretton Woods uluslararası mali sistemi sona erdi. Nispeten istikrarlı küresel iktisadi düzen çözülmeye başladı. Sermaye kontrolleri gevşetilirken, 1973’te petrol fiyatlarındaki artış petrodolarların yeni mali piyasalara akmasına yol açtı. Uluslararası sermaye piyasalarının patlayıcı bir şekilde büyümesi, aslında uluslararası ilişkilere yeni bir faktörün girmesiydi; bu faktör neredeyse dağıtılmış ama küresel bir egemen haline gelecekti: küresel finansın dev vampir kalamarı. Çeşitli fonlar, bankalar ve piyasalardan oluşan ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi önemli yardımcılar tarafından desteklenen bu kurum, ulusal kalkınma yörüngeleri üzerinde nihai hakem haline gelecekti.

Bir süre için bu yeni sermaye piyasaları, egemen devletlerin güçlü büyümenin devam edeceği beklentisiyle borçlanmalarına olanak sağladı. Fakat daha sonra ABD, 1979 yılında Volcker Şoku olarak bilinen bir olayla faiz oranlarını yükseltti. Bu borcu ödemek dayanılmaz hale geldi ve Latin Amerika ve ötesinde ‘kayıp on yıla’ yol açtı. Brezilya yeni eğilime iyi bir örnektir. 1960’tan 1980’e kadar kişi başına düşen reel GSYİH yüzde 140’tan fazla artmıştır. 1980’den 2000’e kadar ise yüzde 20’den daha az büyüdü. Devlet borç krizleri yinelenen bir olgu haline geldi. Küresel finansın dokunaçları sırayla bir dizi ülkeyi boğdu: Meksika, Brezilya, Arjantin, Tayland, Endonezya, Rusya, Arjantin (tekrar), Yunanistan ve daha fazlası.

Bu dönem başka bir dönüm noktasına da işaret ediyordu. Küresel eşitlik hayalinin sonunu getiren sadece borç yükü ve finansın küreselleşmesi değildi. Kauçuk, petrol ve çelik gibi şeylere dayanan türden sanayi (örneğin otomobil üretimi) katma değerli malların öncüsü olmaktan çıktı. Gerçekten yüksek değerli mallar, fikri mülkiyet haklarıyla korunarak giderek daha fazla gayrimaddi hale geldi. Oyuna girmesi engellenen ama Çin tarafından geride bırakılan birçok orta gelirli ülke korkutucu bir eğilim içine giriyor: ‘Erken sanayisizleşme.’

İngiltere ya da ABD’de sanayisizleşmenin uzun vadeli olumsuz etkileri hakkında –başlangıçta soldan ama şimdi giderek popülist sağdan– duyduğunuz tüm şikayetleri hatırlayın. Şimdi aynı süreçten geçtiğinizi ama çok daha düşük bir gelir seviyesinde olduğunuzu düşünün. Zamanın bir noktasında sanayileşmiş olacak kadar şanslı fakat bu süreci sadece geçmiş zamanda bilecek kadar şanssız orta gelirli ülkeler için gerçek budur.

Şimdi sanayinin büyümediğini ve istihdam sağlamadığını hayal edin, ama eski moda tarım da ortadan kalktı ve kitlelerin kırsalı terk edip şehre taşınmasına neden oldu. Sadece hizmet sektöründe güvencesiz işlerin sunulduğu tarımsızlaşma ve sanayisizleşme, coğrafyacı Mike Davis’in gecekondular gezegeni olarak adlandırdığı durumla sonuçlanıyor.

Bu, Güney Afrika ya da Brezilya, Senegal ya da Myanmar’daki –ya da İspanya ya da Belçika’daki– ortalama bir işçinin 1973’te maddi olarak daha iyi durumda olduğu anlamına gelmiyor. Ne de olsa o dönemde pek çok yeni devlet kendi ayakları üzerinde durmaya çalışırken, özgürlük hareketleri emperyal saldırganlık ve ölüm mangalarıyla karşı karşıyaydı. Yaşam standartları geçtiğimiz 40-50 yıl içinde iyileşti. Fakat, en önemlisi, genellikle beklenenden çok daha az ve bazı durumlarda neredeyse hiç iyileşmedi.

Aslında, her şeyi düz ampirik bir şekilde ölçmeye çalışmamalıyız. Dünya, Dünya Bankası tarafından üretilen bir grafik değildir. Olan, olabilecek olanı da içerir. Bir çağın ne kadar olasılık içerdiği, sunduğu şeylerin gerçekliği kadar önemlidir. Sadece maddi –ve aslında ahlaki– ilerlemenin birikimine değil, aynı zamanda bir çağın ne kadar filizlendirici olduğuna, farklı gelecekler için hangi yolları açık tuttuğuna da bakmalıyız.

Bu anlamda 1973, gerçekte ya da beklentide –ya da her ikisinde de– gerilediğimiz bir tür zirve olarak hizmet edebilir. Gelişmiş Batı ülkeleri için olağanüstü büyüme ileriye dönük bir yolu işaret ederken, daha az gelişmiş olanlar için kapitalist gelişme ve yetişme gerçek bir olasılık olarak görünüyordu. Soldakiler için sosyalizm, ister mevcut rejimleri taklit etsin isterse tamamen yeni bir şey olsun, ulaşılması gereken bir sonraki aşamaydı.

Bugün görünen o ki, sınırlı hırslar da bu duruma ortak oluyor. Sınırlı beklentiler siyasi liderler üzerindeki baskıyı azaltıyor. Çözümlere sahip olmadıklarına ya da olamayacaklarına inanıyor olabiliriz, fakat bu, baskı uygulamak, türümüzün çoğuna zarar veren küresel bir düzenin ötesine işaret etmeye başlamak için daha fazla neden demektir.

İktisatçı Marc Levinson bir keresinde Altın Çağ’ın 1973’te sona erdiğini gözlemlemiş fakat ‘hükümetlerin tam istihdam, istikrarlı iktisadi büyüme ve yükselen yaşam standartları sağlamak için neler yapabileceği konusunda gerçekçi olmayan beklentiler’ içinde bırakıldığımızı belirtmişti.

Gerçek şu ki çok az şey talep ediyoruz. Borç yükü altındaki yoksul ülkeler IMF ve kreditörlerin isteklerini yerine getiriyor. Kriz içindeki Güney Avrupalılar, herhangi bir büyüme ihtimalini açıkça engellediği halde Avrupa’nın ‘birlik’ yapılarına bağlı kalmaya devam ediyor. Amerikalılar iki partili sistemin ve küresel ticaret sisteminin ötesinde bir şey olmadığını kabul ediyor.

Yoksul ülkeler, esas olarak zengin azınlığa hizmet eden küresel bir sistemden kurtulmaya çalıştıklarında ezilirler. Bu nedenle çok azı bunu dener. Zengin ülkeler ise şimdiye kadar radikal bir kopuşun getireceği yıkımı –siyasi irade çağrılsa bile– kabullenmeye yanaşmadılar. Brexit’te gördüğümüz de buydu: elitler her şeyi eskisi gibi tutmaya çalışırken anayasal değişiklik iktisadi bir hesaplaşmaya yol açmadı. Britanya’da yeni bir kalkınma projesi ölü doğdu.

Levinson bugün ‘seçmenlerin popülist liderlerin yavaş büyüyen ekonomileri nasıl yeniden harika hale getireceklerini bileceklerini umarak yeniden sağa döndüklerini’ belirtiyor, fakat daha iyisini yapacaklarına inanmıyor. Muhtemelen hayır, ama sorun bunu yapmaları yönündeki talep değil. Daha fazla ulusal özerklik ve halk egemenliğinin olduğu bir dünya hayali de değil. Söz konusu olan, hem onların hem de bizim hırs ölçeğimizin yetersiz kalmasıdır.

1973’e geri dönüş yok. Ancak çöküşümüz üzerine, bunların hepsinin ‘kayıp on yıllar’ olduğu gerçeği üzerine düşünebilirsek, bu yeni bir düşünceyi kışkırtmaya hizmet edebilir. 1973, yeniden ele geçirilmesi gereken ideal bir dünyayı değil, daha büyük olasılıklara sahip bir dünyayı hatırlatmalıdır.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English