SÖYLEŞİ
Ersin Tatar’dan yeni BM Temsilcisi’ne: KKTC’nin egemen eşit statüsü tanınmadığı sürece müzakere yok
Yayınlanma
Yazar
Esra Karahindiba
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) başta İsrailliler olmak üzere yabancıların yoğun bir şekilde toprak satın aldığı yönündeki iddialar tartışmalara neden oldu. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a bu iddiaları, KKTC’nin tanınma yönünde attığı adımları ve Rusya’nın ülkede konsolosluk açmasının ne anlama geldiğini sorduk. Cumhurbaşkanı Tatar ayrıca BM’nin yeni Kıbrıs Temsilcisi Cuéllar’a seslenerek “KKTC egemen eşit bir devlet olarak tanınmadığı sürece müzakere yok” dedi.
‘Toprak satışı iddiaları dedikodulardan ibaret’
İsraillilerin veya İsrail kökenli KKTC vatandaşlığı edinen kişilerin aldığı söylenen topraklar ve gayrimenkullerin miktarıyla ilgili hem Türkiye’de farklı haberler çıktı hem Kıbrıs basınında bazı iddialar var. Bu iddialarla eş zamanlı olarak İsrail Başbakanlığı da KKTC’de bazı terör unsurlarının eğitildiği ve ülkede Yahudilere karşı düzenlenecek suikastların MOSSAD ajanları tarafından engellendiğiyle ilgili bazı iddialar dile getirdi. Bu iki iddiayı aynı anda değerlendirdiğinizde neler söylersiniz?
Bugün çok karışık haberler çıkıyor. Tabi, kurum ve kuruluşlara bakıyoruz. Yani spekülasyonlar, dedikodulardan ibaret. Ben de kendi kurumlara soruyorum. Benim güvenlik işleri komutanım bana verdiği bilgiye göre kesinlikle böyle terör örgütleriyle alakalı herhangi bir harekatın olmadığı yönünde. Gerek İsrail’in yaptığı açıklama gerek diğerlerinin yaptığı açıklama; bunların hiçbirinin gerçekle alakası yoktur. Burası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devletidir. Bu devletin kendi birimleri vardır; polisi vardır, güvenlik kuvvetleri komutanlığı vardır. Her türlü tedbirleri almış vaziyettedir. Biz anında her türlü tedbiri alabiliriz. Dolayısıyla güvenliğimiz noktasında bir sıkıntının olduğunu asla düşünmüyorum. Burada sadece bizim kendi polisimiz ve güvenlik kuvvetlerimiz değil aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Barış Kuvvetleri adında bir de kolordusu vardır. Bütün bu birimler bizim güvenimizi korumaktadır. Onun için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devletini kimse hafif almasın. Bizim buradaki yasalar açık ve nettir. Bir yabancı güvenlik soruşturmasından geçtikten sonra ve bakanlar kurulu kararıyla bir konut veya bir dönüm alabilir. Burada iddialara göre özellikle Yahudi şirketleri sözleşmeyle bazı kişiler aracılığıyla -avukat olabilir, başkası olabilir- mal sahiplerinden çok dönüm araziler aldıkları yönündedir. Bunu bizim İçişleri Bakanımız ve polisimiz, savcılığımız araştırmaktadır. Çünkü bu yasal değildir. En önemlisi, tekrar ediyorum, güvenlik soruşturmasına tabi olmasıdır. Her türlü güvenliği araştırılıyor, onay gelirse, bakanlık kararıyla bu mülkü tapuda kaydedebiliyor. Ama şu var: bir kere Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan çok sayıda Musevi var, bizim can kardeşlerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nde büyük itibar sahibi olan, iş yapan, çok değerli insanlar vardır. Yani şimdi Gazze’de yapılanların bir insanlık dramıdır. Asla, bu çağda böyle bir şeyin olmaması gerekirdi ve biz hep kınadık. Dolayısıyla İsrail’in Filistin’e oradaki yaptığı bu vahşeti bütün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Yahudi cemaatine mal etmek benim vicdanımda tamam değildir. Çünkü bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bazı farklı ülkelerden de gelip burada yatırım yapanlar olabilir. Çünkü bu Musevi cemaati, Yahudiler, dünyanın her yerinde yaşıyorlar. Onlar sadece İsrail’de değil; Amerika’da da var, İngiltere’de de var.
Benim bilgilerime göre bizim ülkemizdeki yabancı varlığı olarak kesinlikle ilk sırada Yahudi vatandaşları değildir. Bunu emlakçılara da sorabilirsiniz, müteahhitlere de sorabilirsiniz, halka da sorabilirsiniz. İlk sırada kim olur? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. İkinci kim olur? İranlı olur benim gördüğüm, sokaktaki temaslarımdan gelen bilgilere göre. Ondan sonra Kazakistanlılar geliyor, ondan sonra Ruslar geliyor. Çünkü Ukrayna savaşından sonra çok sayıda Rus buraya geldi ve Güney Kıbrıs’tan da kuzeye geçtiler. Çünkü Güney Kıbrıs’ta kesin ve net 100.000 Rus vatandaşı var. En az o kadar da İngiliz vatandaşı var. Diğer ülkelerden de çok bir nüfus var. Çünkü Avrupa Birliği devletidir ve Avrupa Birliği Devleti’ndeki ekonomik olsun, sosyal olsun imkanları tercih ederler. Orada mal mülk alanın haddi hesabı yoktur. Açık ve net söylüyorum: 100.000 Rus vatandaşı, 100.000 İngiliz vatandaşının Güney Kıbrıs’ta evi, yeri vardır. Ve tabii ki diğer bütün ülkelerden onlar da 100 bin kadar Güney Kıbrıs’ta, bir Avrupa bir devleti içerisinde. Oraya dış dünyadan yapılan yatırımlar vardır ve herkes bunu orada kabul ediyor. Diyor ki “bu kişiler bizim ekonomimize bir kaynak oluşturuyor”. Dolayısıyla “bu yabancı gelip alacak, bu yabancı burada yaşayacak, Kıbrıs’a para girecek” şeklinde bir zihniyet var güneyde. Ukrayna Savaşı’ndan sonra bildiğiniz gibi Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’nde olduğu için ve Avrupa Birliği’nde Rusya’ya sert yaptırım uygulamaları olduğu için mecbur kaldılar ve Ruslara abluka uyguladılar. Rusya’yla Güney Kıbrıs’ın Ortodoks aile bağı var; bunların buna rağmen araları açıldı. Ruslar, Güney Kıbrıs’ta gördükleri muameleden dolayı büyük rahatsızlık duydular. Epey sayıda Rus da dolayısıyla kuzeye geçmiştir. Şimdi burada yaşıyorlar. İşin geçmişi böyle.
Elbette biz duyarlılık göstermek suretiyle, “acaba birileri sözleşmeyle çok fazla mülk mü alıyor”, “bu iş nereye gidiyor” şeklinde devletimiz bunun araştırmasını yapıyor. Ben de cumhurbaşkanı olarak gerek polisimiz gerek güvenlik kuvvetleri komutanımız gerek İçişleri Bakanımızdan, yetkililerden sürekli olarak bilgi almaya çalışıyorum. Ama kesin ve net bana şu ana kadar “şu kadar Yahudi burada bu kadar yatırım yaptı” ve “burası tehlike altında” şeklinde abartılı bir durum da gelmiş değildir.
Onun için üzülüyorum esasında çünkü bütün bu spekülasyonlar eğer iddia edildiği gibi doğru değilse Kıbrıs zarar görür bu işten. Çünkü Kıbrıs hassas bir noktadır. Yıllardır Kıbrıs’a yabancı anlamında gelen giden yoktu. Şimdi özellikle bu Ukrayna Savaşı’ndan sonra fevkalade bir ilgi oldu. Bu evler, yerler, arsalar, konutlar satılmaya başlandı. Bu da ekonomiye büyük bir kaynağın girişidir. Bunu herkes muhalefet ve iktidar kabul eder. Bu yatırımlar bütün çok değerlidir, çok kıymetlidir. Keşke daha fazla Türk vatandaşının buraya gelip ev yer alıp yerleşmelerini görebilsem. Gelen de vardır ama rakamlara baktığımızda az önce saydığım sayılar ve farklı milletlerin buraya ilgisi bir rahatsızlık yaratmıştır. Çünkü “gidişat nereye” şeklinde vatandaşım bunun sorusunu sormuştur. Dolayısıyla devlet bu işi takip edecek. Bakarız, görürüz ki bu iş bize zarar veriyor, o zaman bir Bakanlar Kurulu kararı bütün bunları da durdurabilir. Ama şu anda böyle durdurma lüksü yok çünkü bizim desteğe ihtiyacımız vardır, kaynağa ihtiyacımız vardır. İleride herhangi bir tehlike arz etmemesi için birtakım kamplaşmaların olduğu ve Kıbrıs Türküden uzak ama kendi kolonileri gibi yapılanmaların olmasına asla müsaade etmeyiz, edemeyiz. Zaten öyle bir tehlikeler görmüyorum.
Peki “takip ediyoruz, elimdeki rakamlar bunu söylemiyor” dediniz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından sonra elinizdeki rakamlar ne söylüyor? Burada mülk alan hangi ülke en fazla?
Gördüğüm kadarıyla İranlılar var, Kazaklar var, İngilizler var, Ruslar var, Ukraynalılar var ilk sıralarda. Türkiye’den gelenlerin bize olan katkısı hem ekonomik hem sosyal. Hem her türlü ilişkileri bakımından çok önemlidir. Onun için ben bir kez daha Türkiye’deki kardeşlerimizi, vatandaşlarımızı gerek yazlık gerek yatırım olarak görecekleri her türlü bina, konut, arsa yatırımlarını Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönlendirmelerini temenni ediyorum.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde özellikle ambargolar ve izolasyonlar altında birtakım kısıtlamaların olduğu gerçeğini de göz önünde tuttuğumuzda, bütün bu ilişkiler, temaslar daha da önem kazanıyor.
Az önce Rus vatandaşlarının adadaki nüfusunun artığından bahsettiniz. Bu durum Türkiye’de de çok fazla konuşulmuştu. “Rusya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde konsolosluk hizmeti verecek” dendiğinde herkes bir hareketlenmişti. “Acaba bu adım tanınmaya yönelik bir adım mı, bir yeşil ışık mı, Rusya göz mü kırpıyor” şeklinde sorular ortaya atılmıştı. Ümitvar değerlendirenler de olmuştu. Bu konuda farklı açıklamalar aldık. Örneğin Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, bunun tamamen Rusların kendi vatandaşlarının işlerini kolaylaştırmak için atılmış bir adım olduğunu söyledi. Sizin özel danışmanlarınızdan bazıları bunu daha pozitif gördü ve Rusya’nın bir adım attığı şeklinde yorumladı. Siz nasıl bakıyorsunuz?
Ben olumlu olarak yansıdığını değerlendiriyorum. Çünkü bu konsolosluk hizmeti olumlu bir gelişmedir. Kimse de bunu hafif almasın, kimse küçümsemesin. Burada iki faktör vardır. Biri, Rusya Ukrayna Savaşı’ndan sonra Güney Kıbrıs’taki bazı Rusların Güney Kıbrıs’ta duydukları rahatsızlıktır. Çünkü Güney Kıbrıs, bir Avrupa devleti olduğu için Rus vatandaşlarına çok haksızca uyguladıkları birtakım ablukalar, ciddi eylemler, tedbirler oluyor. Bir kısmının rahatsızlık duyarak kuzeye geçmesi durumu oldu. Ukrayna Savaşı’nın başlamasından sonra çok sayıda Rus’un buraya geçtiğini biliyorum. Bunlar geçip günlük işlerini yapıp sonra geri dönerlerdi. Bir kısmı artık gidip gelmek yerine buraya yerleşmeyi tercih etti. Bu önemlidir çünkü neticede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diye bir devlet vardır. Burada bir otorite vardır. Burada bir düzen vardır. Ve bunu insanların saygıyla selamladığı görüyorum açıkçası. Rusya’nın böylesine bir adım atması, esasında çok anlam ifade eder. Yani Rusya’yla Güney Kıbrıs arasında çok önemli derin bağlar vardır. Çünkü Ortodokslar. Özellikle Güney Kıbrıs, Sırbistan, Yunanistan ve Rusya dört esas Ortodoks ülke. Rusya ile Ortodoks bağları olmasına rağmen ve yıllardır Rusların Kıbrıs Güney ekonomisini muazzam boyutta desteklemelerine rağmen, Rus oligarkların paraları ciddi anlamda Güney Kıbrıs bankalarında yani Avrupa Birliğinde olmasına rağmen böyle oldu… Bunu reddedemezler. Papadopoulos, daha sonra Anastasiades, hepsinin hukuk büroları vardı. Bu Cumhurbaşkanları avukattı ve hukuk bürolarından bunlara vatandaşlık bile vermişlerdir, yeter ki yatırım yapsınlar Güney Kıbrıs’ta diye. Yani bu yatırım olayı böylesine ciddi bir konu.
Yıllarca Kuzey Kıbrıs Türkleri tanımadığı için, buraya güvenmedikleri için, Türkiye’nin buradaki politikasın nasıl bir şekilde olacağını bilmedikleri için, emin olmadıkları için, “her an olabilir” şeklindeki korkularından dolayı buraya hiç böyle yatırımlar yapmamışlardır. Hep Güney Kıbrıs’a ve başka yerlere gitmişlerdir. Şimdi bu Ukrayna Savaşı’ndan sonra öyle bir konjonktür oluştu ki… Benim cumhurbaşkanlığından sonra “iki devlet” söylemim ve Türkiye’nin tam bu siyasete tam destek vermesiyle, bu siyaset güçlendi. Bu siyaset güçlenince Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne güven arttı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşayacak. Bir anlaşma da olsa o anlaşmanın bir parçası olacak. Dolayısıyla “KKTC’nin geleceği parlaktır” anlayışının yerleşmesiyle insanlar buradan mal mülk almaya başladılar. Son 34 senede gerçekten oran artmış durumda.
Biz de tabii böyle bir blok olarak hep aynı milletten insanın kümeleşmesini doğru bulmuyoruz. Rahatsızlık duyuyorum. Ama bana gelen bilgilere göre araziler alınıp bu arazilerde bu inşaatları yapıp daha sonra konut olarak yüzlerce hatta 1000 sayısını bulacak şekilde bunların satışıdır. Ama dediğim gibi güvenlik soruşturmasından geçecekler. Bakanlar Kurulu kararı bir konut veya en fazla bir dönüm alabilirler. O büyük apartmanlarda belli ki bir yabancı bir daire alabilir ama daha fazlasını alamaz. Dolayısıyla o büyük yapıya baktığında “bir gün hepsi uyanacak ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti aleyhine bir teşebbüste bulunacaklar”: Böyle bir dünya yok. O apartmanlardan, o yüksek binalardan hem İskele’de hem Gazimağusa civarında son zamanlarda görüyorum. Her farklı milletten insan olabilir orada. Hepsinin de KTTC’ye saygı duyup gelip burada mal, mülk alıp yatırım yapmaları, ev almaları, yer almaları, elektrik kurumuna gidip kendi adıyla kayıt yaptırmaları, belediyeye gidip emlak vergisini ödemeleri, Maliye Bakanlığına gidip harç yatırmaları… Bütün bunlar Kuzey Kıbrıs Türk hükümetinin saygınlığını artırır.
Dolayısıyla bütün bu iddiaları yazarken elbette yazanlar burayı sevdiklerinden ve buranın korunması için, buranın gerçekten önemli bir ve güzel yer olarak buradaki varlığımızı barış, huzur ve güvenlik içerisinde sürdürmemiz için yazıyor. Ama bazı abartılı haberleri hayretle izledim ve bunların Kuzey Kıbrıs Türk hükümetine bir fayda getireceğine de inanmıyorum. Onun için bütün bu yayınların biraz olsun süzgeçten geçirip de yapılmasında fayda var.
Yeni bir bilgi edindik. Küresel Gazeteciler Konseyi’nin düzenlediği KKTC Medya forumunda, Başbakanlık 5. Kalkınma Planını hazırlayan komitede yer alan bir bürokrat, şöyle bir bilgi verdi: “İngiltere’de de kullanılan bir model olan, lease-hold denilen bir model uygulanabilir. Yabancı vatandaş KKTC’de mülk alabilecek ama toprak alamayacak. Bina alabilecek, bina alsa da toprak sahibi olan kişiye kira vermesi gerekecek”. Bu somut bir adım mı yoksa tartışılan bir şey mi? Yani tedbir olarak bu öne sürüldü.
Tartışılabilir bir konu. Bir işin hukuku vardır. Anayasası vardır. Hakkı vardır, hukuku vardır. Mal kimindir? O mal sahibi nasıl bir tasarrufta bulunacak? Tabii o (model) iyi bir şeydir. Neticede üstündeki binanın bir ömrü var. Binanın ömrü bittiğinde 100 sene sonra, 120 sonra bittiğinde o toprak devlete geçer ama o toprak ilk başta kimindi? Bunu Hukukçular inceledikten sonra bu işleri netleştirecek.
Eski Kolombiya Dışişleri Bakanı María Ángela Holguín Cuéllar, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi olarak atanacak. Yalnız 6 aylık bir atama söz konusu. Bu kadar kısa sürede nasıl bir çalışma yapacak? Bir rapor mu sunacak? Yeni temsilcinin tek görevi bir müzakere için zemin yoklamak şeklinde bir görüş var. Buna katılıyor musunuz? Müzakereye nasıl bakıyorsunuz? İki devletli çözüme kapılarınız açık. Bu desteklediğiniz de bir söylem. Ama “bu olmazsa biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak bağımsız bir şekilde yolumuza devam edeceğiz” diyorsunuz. İki devletli çözüm ve müzakere için nasıl bir takviminiz var?
Biz yıllarda zaten bu mücadeleyi bu şekilde veriyoruz. Bizi haksızca tanımıyorlar ama devlet olmak ille de tanımayla olmuyor. Devlet olmak için; toprak lazım, var. Halk lazım, var. Tarih lazım, var. Demokrasi lazım, var. Bir de başka bir ülkenin sizi tanıması lazım. O ülke de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıdığı için devlet olma şartı tamamıyla yerine getirilmiştir. Hatta Rauf Denktaş, “100 devlet beni tanıyacağına, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tanısın; benim için daha iyidir” demiştir. Biz bağımsız ve gerçekten bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir devletiz ve bu devleti hak ediyoruz. Çünkü burada bir halk var. Bu halk, kendi kendini yönetme hakkına sahiptir. Bir sistem lazım, o da devlet ve cumhuriyet. Şu anda yapmaya çalıştığımız şey şu: bu öğrenci akışını daha sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek, daha nitelikli ve çok farklı ülkelerden öğrencinin buraya gelmesini sağlamak. Şu anda 144 farklı ülken öğrenci vardır. İnşallah bu daha da artabilir ama nitelik de önemli. Diğeri önemli konu turizm. Bu yüzden farklı ülkeden yüzden farklı ülkeden turizm amaçlı buraya gelenler, gidenler vardır. Bizim ihracatımız, ithalatımız yüzden farklı ülkeyle gerçekleşiyor. Bütün bunların havaleleri, transferleri, akreditifleri yapılmaktadır. Banka üzerinden transferler yapılıyor, mallar geliyor, hizmetler geliyor. Şimdi Bütün bunlar bu devletin bir noktada bir aşamada kabul görmekte olduğunu gösterir. Tabii ki buna göre tanınmakta olduğunu göstermektedir. Ancak BM’nin biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyoruz diye karar alması gerekiyor. O karar gelmiyor. Çünkü BM Güvenlik Konseyindeki devletler maalesef dünyaya farklı bakıyorlar. Bizim bu demokrasi anlayışımıza istediğimiz derecede olumlu yanıt vermiyorlar. Bizi buzdolabında tutup buradaki konjonktürün bizim aleyhimize değişmesini ve bizim de kendilerine biat edip gidip Rum’a yem olmamızı diliyorlar.
BM Kıbrıs Özel Temsilcisi 6 ayda ne yapacak?
6 ayda görüşme zemini var mı, yok mu? Buna bakacak. Nabız yoklayacak. Bu konuşmalarını gerek garantör ülkelerle yapacak gerek bizimle gerek Güney Kıbrıs’la yapacak. Çünkü neticede birilerinin araya girip konuşması lazım. Bizim için müzakere sürecinin başlayabilmesi egemen eşitliğimiz ve eşit ulusal statü pozisyonumuzun kabul edilmesinden geçer. Eğer bunları kabul etmezse biz de o müzakere masasına oturmayız. Kıbrıs’ta bir anlaşma olacaksa iki devletin iş birliği olacak. Şu anda bizi tanımayabilir ama anlaşma istiyorsa tanıyacak. Tanıyıp benimle iş birliği yapacak. Bunu yapmazsa benimle anlaşma zemini yoktur. Dolayısıyla bu gelecek olan Kolombiya’nın eski Dışişleri bakanına, şu anda özel temsilci olarak atanan hanımefendiden bunu teyit etmesini isteyeceğiz. Yani benim kendisine söyleyeceğim budur. Bakın, şartlar oluşmamıştır. Karşı taraf hala bizi federasyonun içerisine çekmeye çalışıyor. Federasyon dendiğinde bizim Kuzey Kıbrıs Türk Devleti ortadan kalkar. Türkiye’nin garantörlüğü son bulur. Türk askeri adadan çekilir. Çünkü sıfır asker, sıfır garanti olur. Bunlara bizim “evet” dememiz mümkün değildir.
Peşin peşin söylüyorsunuz aslında basına da açıklayarak. “Müzakere için bu şartlarla geleceksiniz gelmeyin” diyorsunuz.
Gelir, gelmez. Kendisi bilir. Gelecek, duyacak, gidecek. Eğer kabul etmezse duyacak, gidecek. Ben bunu BM’ye de söyledim, AB’ye de söyledim. Güney Kıbrıs’a da söyledim. İngilizlere de söyledim. Hepsine söylüyorum. Dolayısıyla çekindiğimiz bir şey yok. Çünkü Türkiye de bu konuda tamamıyla bizi destekliyor.
Yunanistan’ın rolü var mı? Şu anda Türkiye Yunanistan yakınlaşması, Atina Bildirgesi çok konuşuluyor. Atina’da masada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusu var mıydı yok muydu?
Hayır, hayır. Ben konuştum en üst düzeyle. Bir kere Kıbrıs meselesi farklı bir meseledir. Atina-Türkiye ilişkileri iki büyük ülke arasında kendi ekonomik, turizm vb. yönelik birtakım açılımlar yapılabilmesi için, dostluk mesajları verilebilmesi için gerçekleşen bir ziyaret olmuştur. O ziyarette çok önemli açıklamalar da vardır. Ama Kıbrıs meselesi baktığınızda o işin dışında. Çünkü burada bir asırdır devam eden bir ihtilaf vardır. İngiliz döneminde yapılanlar vardır. Ama buradaki yapı elbette çok önemli. Çünkü netice itibariyle burada, Doğu Akdeniz’de barış, huzur ve güvenlik devam ediyorsa buradaki denge çok önemli. Kıbrıs’ta her zaman Kıbrıs Türkü, Kıbrıs Rumu ama aynı zamanda Türk-Yunan dengesi hep önemli bir rol oynamıştır. Nitekim 1923 yılında yapılan Lozan Antlaşmasında bile 16 maddede diyor ki işte gün gelir de İngiltere çekilirse mutlak surette Türkiye Cumhuriyeti’nin adanın geleceğinde söz hakkı olacaktır. Bu devlet her ne kadar da bağımsız bir Cumhuriyet olsa da, Türkiye’nin garantör ülke olarak buradaki gelişmelere ilgili hakkı ve hukuku olduğu kabul edilmişti. Nitekim oldu da. 1974’te asker adaya ayak bastı ve 1974’ten sonra da Kıbrıs’ta iki devletlilik politikası daha da güçlendirildi. Şu anda Kıbrıs’ta iki ayrı devlet vardır. Bu esasında 50 senede büyük bir başarıdır. Gerçekten Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, Doğu Akdeniz’e çok büyük bir hizmet vermektedir. Nedir bu hizmet? Doğu Akdeniz’deki barış, huzur ve siyasi dengelerin oluşmasında ve sürdürülmesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti anahtar rol oynuyor. Eğer Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmasaydı ve burada Avrupa Birliği içesinde üniter bir yapıda bir Yunan adasına dönüşmüş bir Kıbrıs olsaydı Türkiye’nin güvenliğini fevkalade olumsuz etkileyen her türlü çatışma da olabilirdi. Şimdi çatışma yok. Savaş ihtimali yok. 50 senedir Kıbrıs’ta her şey sükûnet içerisinde kimsenin da burnu kanamadı.
Diplomatik bütün çabalarınız devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin de KKTC’nin tanınması için girişimleri Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’deki hitabı oldu. Bunlar çok önemli ama bir de medya diplomasisi konusunu size sormak istiyorum. Çünkü Türk tarafını bilmeyenler, tanımayanlar, buraya gelmeyenler, adayı Rumların kurduğu Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyorlar ve böyle biliyorlar. Medya diplomasisi bakımından mesela Küresel Gazeteciler Konseyi’nin düzenlediği bu Forum gibi projeleri artırmayı düşünüyor musunuz? Sadece dünya ülkelerinin, devletlerinin değil de halklarının da sizi tanımaya ihtiyacı var mı? Ne kadar biliniyorsunuz? Bununla ilgili stratejiniz var mı?
Eskiye göre çok daha iyi biliniyoruz çünkü biz büyük bir çalışma içerisindeyiz. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin her yerdeki büyükelçileri, daimi temsilcileri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti davasını bütün dünyada anlatmaya çalışıyorlar. Dünya Devletleri, Kıbrıs’ta neyin ne olduğunu gayet iyi bilmektedirler çünkü hepsinin burada bir pozisyonu vardır, bir çıkarı vardır, bir beklentisi vardır, bir sorumluluğu vardır. Eskiye göre çok daha bilinirlik, çok daha farkındalık vardır. Türk Devletleri Teşkilatında da öyledir, İslam İşbirliği teşkilatında da öyledir. Türkiye’nin Afrika’da çok sayıda devletle ilişkileri vardır. Hep oralarda, Türkiye’nin olduğu yerde, bu aks var. O şekilde Türkiye ile biz Tek Yürek bu işi götürmeye çalışıyoruz.
İlginizi Çekebilir
-
İsrail, Suriye’den sonra Lübnan’da da kalıcı işgale hazırlanıyor
-
Witkoff’un yeni ateşkes önerisine Hamas’tan itiraz
-
ABD ve İsrail Filistinlileri Gazze’den sürmek için Afrika’dan yer bakıyor
-
“Diplomatik çözümün” sonu İsrail-Lübnan normalleşmesi mi?
-
ABD-Britanya kavgası: ABD’nin sınır dışı etmek istediği ‘Filistin yanlısı’, İngiliz devleti bağlantılı
-
Doha’daki müzakerelerde ihtiyatlı iyimserlik hâkim
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
4 hafta önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
4 hafta önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
4 hafta önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu

Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak

G7 bildirisinin hedefinde İran var

NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı

İtalya, Ukrayna konusunda Trump ile ortak zemin arıyor
Çok Okunanlar
-
AVRUPA3 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI4 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi