Bizi Takip Edin

SÖYLEŞİ

Ersin Tatar’dan yeni BM Temsilcisi’ne: KKTC’nin egemen eşit statüsü tanınmadığı sürece müzakere yok

Yayınlanma

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) başta İsrailliler olmak üzere yabancıların yoğun bir şekilde toprak satın aldığı yönündeki iddialar tartışmalara neden oldu. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’a bu iddiaları, KKTC’nin tanınma yönünde attığı adımları ve Rusya’nın ülkede konsolosluk açmasının ne anlama geldiğini sorduk. Cumhurbaşkanı Tatar ayrıca BM’nin yeni Kıbrıs Temsilcisi Cuéllar’a seslenerek “KKTC egemen eşit bir devlet olarak tanınmadığı sürece müzakere yok” dedi. 

‘Toprak satışı iddiaları dedikodulardan ibaret’

İsraillilerin veya İsrail kökenli KKTC vatandaşlığı edinen kişilerin aldığı söylenen topraklar ve gayrimenkullerin miktarıyla ilgili hem Türkiye’de farklı haberler çıktı hem Kıbrıs basınında bazı iddialar var.  Bu iddialarla eş zamanlı olarak İsrail Başbakanlığı da KKTC’de bazı terör unsurlarının eğitildiği ve ülkede Yahudilere karşı düzenlenecek suikastların MOSSAD ajanları tarafından engellendiğiyle ilgili bazı iddialar dile getirdi. Bu iki iddiayı aynı anda değerlendirdiğinizde neler söylersiniz?

Bugün çok karışık haberler çıkıyor. Tabi, kurum ve kuruluşlara bakıyoruz. Yani spekülasyonlar, dedikodulardan ibaret. Ben de kendi kurumlara soruyorum. Benim güvenlik işleri komutanım bana verdiği bilgiye göre kesinlikle böyle terör örgütleriyle alakalı herhangi bir harekatın olmadığı yönünde. Gerek İsrail’in yaptığı açıklama gerek diğerlerinin yaptığı açıklama; bunların hiçbirinin gerçekle alakası yoktur. Burası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devletidir. Bu devletin kendi birimleri vardır; polisi vardır, güvenlik kuvvetleri komutanlığı vardır. Her türlü tedbirleri almış vaziyettedir. Biz anında her türlü tedbiri alabiliriz. Dolayısıyla güvenliğimiz noktasında bir sıkıntının olduğunu asla düşünmüyorum. Burada sadece bizim kendi polisimiz ve güvenlik kuvvetlerimiz değil aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Barış Kuvvetleri adında bir de kolordusu vardır. Bütün bu birimler bizim güvenimizi korumaktadır. Onun için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti devletini kimse hafif almasın. Bizim buradaki yasalar açık ve nettir. Bir yabancı güvenlik soruşturmasından geçtikten sonra ve bakanlar kurulu kararıyla bir konut veya bir dönüm alabilir. Burada iddialara göre özellikle Yahudi şirketleri sözleşmeyle bazı kişiler aracılığıyla -avukat olabilir, başkası olabilir- mal sahiplerinden çok dönüm araziler aldıkları yönündedir. Bunu bizim İçişleri Bakanımız ve polisimiz, savcılığımız araştırmaktadır. Çünkü bu yasal değildir. En önemlisi, tekrar ediyorum, güvenlik soruşturmasına tabi olmasıdır.  Her türlü güvenliği araştırılıyor, onay gelirse, bakanlık kararıyla bu mülkü tapuda kaydedebiliyor. Ama şu var: bir kere Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan çok sayıda Musevi var, bizim can kardeşlerimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nde büyük itibar sahibi olan, iş yapan, çok değerli insanlar vardır. Yani şimdi Gazze’de yapılanların bir insanlık dramıdır. Asla, bu çağda böyle bir şeyin olmaması gerekirdi ve biz hep kınadık. Dolayısıyla İsrail’in Filistin’e oradaki yaptığı bu vahşeti bütün Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Yahudi cemaatine mal etmek benim vicdanımda tamam değildir. Çünkü bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bazı farklı ülkelerden de gelip burada yatırım yapanlar olabilir. Çünkü bu Musevi cemaati, Yahudiler, dünyanın her yerinde yaşıyorlar. Onlar sadece İsrail’de değil; Amerika’da da var, İngiltere’de de var.

Benim bilgilerime göre bizim ülkemizdeki yabancı varlığı olarak kesinlikle ilk sırada Yahudi vatandaşları değildir. Bunu emlakçılara da sorabilirsiniz, müteahhitlere de sorabilirsiniz, halka da sorabilirsiniz. İlk sırada kim olur? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. İkinci kim olur? İranlı olur benim gördüğüm, sokaktaki temaslarımdan gelen bilgilere göre. Ondan sonra Kazakistanlılar geliyor, ondan sonra Ruslar geliyor. Çünkü Ukrayna savaşından sonra çok sayıda Rus buraya geldi ve Güney Kıbrıs’tan da kuzeye geçtiler. Çünkü Güney Kıbrıs’ta kesin ve net 100.000 Rus vatandaşı var. En az o kadar da İngiliz vatandaşı var. Diğer ülkelerden de çok bir nüfus var. Çünkü Avrupa Birliği devletidir ve Avrupa Birliği Devleti’ndeki ekonomik olsun, sosyal olsun imkanları tercih ederler. Orada mal mülk alanın haddi hesabı yoktur. Açık ve net söylüyorum: 100.000 Rus vatandaşı, 100.000 İngiliz vatandaşının Güney Kıbrıs’ta evi, yeri vardır. Ve tabii ki diğer bütün ülkelerden onlar da 100 bin kadar Güney Kıbrıs’ta, bir Avrupa bir devleti içerisinde. Oraya dış dünyadan yapılan yatırımlar vardır ve herkes bunu orada kabul ediyor. Diyor ki “bu kişiler bizim ekonomimize bir kaynak oluşturuyor”. Dolayısıyla “bu yabancı gelip alacak, bu yabancı burada yaşayacak, Kıbrıs’a para girecek” şeklinde bir zihniyet var güneyde. Ukrayna Savaşı’ndan sonra bildiğiniz gibi Güney Kıbrıs, Avrupa Birliği’nde olduğu için ve Avrupa Birliği’nde Rusya’ya sert yaptırım uygulamaları olduğu için mecbur kaldılar ve Ruslara abluka uyguladılar. Rusya’yla Güney Kıbrıs’ın Ortodoks aile bağı var; bunların buna rağmen araları açıldı. Ruslar, Güney Kıbrıs’ta gördükleri muameleden dolayı büyük rahatsızlık duydular. Epey sayıda Rus da dolayısıyla kuzeye geçmiştir. Şimdi burada yaşıyorlar. İşin geçmişi böyle.

Elbette biz duyarlılık göstermek suretiyle, “acaba birileri sözleşmeyle çok fazla mülk mü alıyor”, “bu iş nereye gidiyor” şeklinde devletimiz bunun araştırmasını yapıyor. Ben de cumhurbaşkanı olarak gerek polisimiz gerek güvenlik kuvvetleri komutanımız gerek İçişleri Bakanımızdan, yetkililerden sürekli olarak bilgi almaya çalışıyorum. Ama kesin ve net bana şu ana kadar “şu kadar Yahudi burada bu kadar yatırım yaptı” ve “burası tehlike altında” şeklinde abartılı bir durum da gelmiş değildir.

Onun için üzülüyorum esasında çünkü bütün bu spekülasyonlar eğer iddia edildiği gibi doğru değilse Kıbrıs zarar görür bu işten. Çünkü Kıbrıs hassas bir noktadır. Yıllardır Kıbrıs’a yabancı anlamında gelen giden yoktu. Şimdi özellikle bu Ukrayna Savaşı’ndan sonra fevkalade bir ilgi oldu. Bu evler, yerler, arsalar, konutlar satılmaya başlandı. Bu da ekonomiye büyük bir kaynağın girişidir. Bunu herkes muhalefet ve iktidar kabul eder. Bu yatırımlar bütün çok değerlidir, çok kıymetlidir. Keşke daha fazla Türk vatandaşının buraya gelip ev yer alıp yerleşmelerini görebilsem. Gelen de vardır ama rakamlara baktığımızda az önce saydığım sayılar ve farklı milletlerin buraya ilgisi  bir rahatsızlık yaratmıştır. Çünkü “gidişat nereye” şeklinde vatandaşım bunun sorusunu sormuştur. Dolayısıyla devlet bu işi takip edecek. Bakarız, görürüz ki bu iş bize zarar veriyor, o zaman bir Bakanlar Kurulu kararı bütün bunları da durdurabilir. Ama şu anda böyle durdurma lüksü yok çünkü bizim desteğe ihtiyacımız vardır, kaynağa ihtiyacımız vardır. İleride herhangi bir tehlike arz etmemesi için birtakım kamplaşmaların olduğu ve Kıbrıs Türküden uzak ama kendi kolonileri gibi yapılanmaların olmasına asla müsaade etmeyiz, edemeyiz. Zaten öyle bir tehlikeler görmüyorum.

Peki “takip ediyoruz, elimdeki rakamlar bunu söylemiyor” dediniz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından sonra elinizdeki rakamlar ne söylüyor? Burada mülk alan hangi ülke en fazla?

Gördüğüm kadarıyla İranlılar var, Kazaklar var, İngilizler var, Ruslar var, Ukraynalılar var ilk sıralarda. Türkiye’den gelenlerin bize olan katkısı hem ekonomik hem sosyal. Hem her türlü ilişkileri bakımından çok önemlidir. Onun için ben bir kez daha  Türkiye’deki kardeşlerimizi, vatandaşlarımızı gerek yazlık gerek yatırım olarak görecekleri her türlü bina, konut, arsa yatırımlarını Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönlendirmelerini temenni ediyorum.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde özellikle ambargolar ve izolasyonlar altında birtakım kısıtlamaların olduğu gerçeğini de göz önünde tuttuğumuzda, bütün bu ilişkiler, temaslar daha da önem kazanıyor.

Az önce Rus vatandaşlarının adadaki nüfusunun artığından bahsettiniz. Bu durum Türkiye’de de çok fazla konuşulmuştu. “Rusya, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde konsolosluk hizmeti verecek” dendiğinde herkes bir hareketlenmişti. “Acaba bu adım tanınmaya yönelik bir adım mı, bir yeşil ışık mı, Rusya göz mü kırpıyor” şeklinde sorular ortaya atılmıştı. Ümitvar değerlendirenler de olmuştu. Bu konuda farklı açıklamalar aldık. Örneğin Dışişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu, bunun tamamen Rusların kendi vatandaşlarının işlerini kolaylaştırmak için atılmış bir adım olduğunu söyledi. Sizin özel danışmanlarınızdan bazıları bunu daha pozitif gördü ve Rusya’nın bir adım attığı şeklinde yorumladı. Siz nasıl bakıyorsunuz?

Ben olumlu olarak yansıdığını değerlendiriyorum. Çünkü bu konsolosluk hizmeti olumlu bir gelişmedir. Kimse de bunu hafif almasın, kimse küçümsemesin. Burada iki faktör vardır. Biri, Rusya Ukrayna Savaşı’ndan sonra Güney Kıbrıs’taki bazı Rusların Güney Kıbrıs’ta duydukları rahatsızlıktır. Çünkü Güney Kıbrıs, bir Avrupa devleti olduğu için Rus vatandaşlarına çok haksızca uyguladıkları birtakım ablukalar, ciddi eylemler, tedbirler oluyor. Bir kısmının rahatsızlık duyarak kuzeye geçmesi durumu oldu. Ukrayna Savaşı’nın başlamasından sonra çok sayıda Rus’un buraya geçtiğini biliyorum. Bunlar geçip günlük işlerini yapıp sonra geri dönerlerdi. Bir kısmı artık gidip gelmek yerine buraya yerleşmeyi tercih etti. Bu önemlidir çünkü neticede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti diye bir devlet vardır. Burada bir otorite vardır. Burada bir düzen vardır. Ve bunu insanların saygıyla selamladığı görüyorum açıkçası. Rusya’nın böylesine bir adım atması, esasında çok anlam ifade eder. Yani Rusya’yla Güney Kıbrıs arasında çok önemli derin bağlar vardır. Çünkü Ortodokslar. Özellikle Güney Kıbrıs, Sırbistan, Yunanistan ve Rusya dört esas Ortodoks ülke. Rusya ile Ortodoks bağları olmasına rağmen ve yıllardır Rusların Kıbrıs Güney ekonomisini muazzam boyutta desteklemelerine rağmen, Rus oligarkların paraları ciddi anlamda Güney Kıbrıs bankalarında yani Avrupa Birliğinde olmasına rağmen böyle oldu… Bunu reddedemezler. Papadopoulos, daha sonra Anastasiades, hepsinin hukuk büroları vardı. Bu Cumhurbaşkanları avukattı ve hukuk bürolarından bunlara vatandaşlık bile vermişlerdir, yeter ki yatırım yapsınlar Güney Kıbrıs’ta diye. Yani bu yatırım olayı böylesine ciddi bir konu.

Yıllarca Kuzey Kıbrıs Türkleri tanımadığı için, buraya güvenmedikleri için, Türkiye’nin buradaki politikasın nasıl bir şekilde olacağını bilmedikleri için, emin olmadıkları için, “her an olabilir” şeklindeki korkularından dolayı buraya hiç böyle yatırımlar yapmamışlardır. Hep Güney Kıbrıs’a ve başka yerlere gitmişlerdir. Şimdi bu Ukrayna Savaşı’ndan sonra öyle bir konjonktür oluştu ki… Benim cumhurbaşkanlığından sonra “iki devlet” söylemim ve Türkiye’nin tam bu siyasete tam destek vermesiyle, bu siyaset güçlendi. Bu siyaset güçlenince Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne güven arttı. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilelebet yaşayacak. Bir anlaşma da olsa o anlaşmanın bir parçası olacak. Dolayısıyla “KKTC’nin geleceği parlaktır” anlayışının yerleşmesiyle insanlar buradan mal mülk almaya başladılar. Son 34 senede gerçekten oran artmış durumda.

Biz de tabii böyle bir blok olarak hep aynı milletten insanın kümeleşmesini doğru bulmuyoruz. Rahatsızlık duyuyorum. Ama bana gelen bilgilere göre araziler alınıp bu arazilerde bu inşaatları yapıp daha sonra konut olarak yüzlerce hatta 1000 sayısını bulacak şekilde bunların satışıdır. Ama dediğim gibi güvenlik soruşturmasından geçecekler. Bakanlar Kurulu kararı bir konut veya en fazla bir dönüm alabilirler. O büyük apartmanlarda belli ki bir yabancı bir daire alabilir ama daha fazlasını alamaz. Dolayısıyla o büyük yapıya baktığında “bir gün hepsi uyanacak ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti aleyhine bir teşebbüste bulunacaklar”: Böyle bir dünya yok. O apartmanlardan, o yüksek binalardan hem İskele’de hem Gazimağusa civarında son zamanlarda görüyorum. Her farklı milletten insan olabilir orada. Hepsinin de  KTTC’ye saygı duyup gelip burada mal, mülk alıp yatırım yapmaları, ev almaları, yer almaları, elektrik kurumuna gidip kendi adıyla kayıt yaptırmaları, belediyeye gidip emlak vergisini ödemeleri, Maliye Bakanlığına gidip harç yatırmaları… Bütün bunlar Kuzey Kıbrıs Türk hükümetinin saygınlığını artırır.

Dolayısıyla bütün bu iddiaları yazarken elbette yazanlar burayı sevdiklerinden ve buranın korunması için, buranın gerçekten önemli bir ve güzel yer olarak buradaki varlığımızı barış, huzur ve güvenlik içerisinde sürdürmemiz için yazıyor. Ama bazı abartılı haberleri hayretle izledim ve bunların Kuzey Kıbrıs Türk hükümetine bir fayda getireceğine de inanmıyorum. Onun için bütün bu yayınların biraz olsun süzgeçten geçirip de yapılmasında fayda var.

Yeni bir bilgi edindik. Küresel Gazeteciler Konseyi’nin düzenlediği KKTC Medya forumunda, Başbakanlık 5. Kalkınma Planını hazırlayan komitede yer alan bir bürokrat, şöyle bir bilgi verdi: “İngiltere’de de kullanılan bir model olan, lease-hold denilen bir model uygulanabilir. Yabancı vatandaş KKTC’de mülk alabilecek ama toprak alamayacak. Bina alabilecek, bina alsa da toprak sahibi olan kişiye kira vermesi gerekecek”. Bu somut bir adım mı yoksa tartışılan bir şey mi? Yani tedbir olarak bu öne sürüldü.

Tartışılabilir bir konu. Bir işin hukuku vardır. Anayasası vardır. Hakkı vardır, hukuku vardır. Mal kimindir? O mal sahibi nasıl bir tasarrufta bulunacak? Tabii o (model) iyi bir şeydir. Neticede üstündeki binanın bir ömrü var. Binanın ömrü bittiğinde 100 sene sonra, 120 sonra bittiğinde o toprak devlete geçer ama o toprak ilk başta kimindi? Bunu Hukukçular inceledikten sonra bu işleri netleştirecek.

Eski Kolombiya Dışişleri Bakanı María Ángela Holguín Cuéllar, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi olarak atanacak. Yalnız 6 aylık bir atama söz konusu. Bu kadar kısa sürede nasıl bir çalışma yapacak? Bir rapor mu sunacak? Yeni temsilcinin tek görevi bir müzakere için zemin yoklamak şeklinde bir görüş var. Buna katılıyor musunuz? Müzakereye nasıl bakıyorsunuz? İki devletli çözüme kapılarınız açık. Bu desteklediğiniz de bir söylem. Ama “bu olmazsa biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak bağımsız bir şekilde yolumuza devam edeceğiz” diyorsunuz. İki devletli çözüm ve müzakere için nasıl bir takviminiz var?

Biz yıllarda zaten bu mücadeleyi bu şekilde veriyoruz. Bizi haksızca tanımıyorlar ama devlet olmak ille de tanımayla olmuyor. Devlet olmak için; toprak lazım, var. Halk lazım, var. Tarih lazım, var. Demokrasi lazım, var. Bir de başka bir ülkenin sizi tanıması lazım. O ülke de Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye Cumhuriyeti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıdığı için devlet olma şartı tamamıyla yerine getirilmiştir. Hatta Rauf Denktaş, “100 devlet beni tanıyacağına, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tanısın; benim için daha iyidir” demiştir. Biz bağımsız ve gerçekten bütün kurum ve kuruluşlarıyla bir devletiz ve bu devleti hak ediyoruz. Çünkü burada bir halk var. Bu halk, kendi kendini yönetme hakkına sahiptir. Bir sistem lazım, o da devlet ve cumhuriyet. Şu anda yapmaya çalıştığımız şey şu: bu öğrenci akışını daha sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek, daha nitelikli ve çok farklı ülkelerden öğrencinin buraya gelmesini sağlamak. Şu anda 144 farklı ülken öğrenci vardır. İnşallah bu daha da artabilir ama nitelik de önemli.  Diğeri önemli konu turizm. Bu yüzden farklı ülkeden yüzden farklı ülkeden turizm amaçlı buraya gelenler, gidenler vardır. Bizim ihracatımız, ithalatımız yüzden farklı ülkeyle gerçekleşiyor. Bütün bunların havaleleri, transferleri, akreditifleri yapılmaktadır. Banka üzerinden transferler yapılıyor, mallar geliyor, hizmetler geliyor. Şimdi Bütün bunlar bu devletin bir noktada bir aşamada kabul görmekte olduğunu gösterir. Tabii ki buna göre tanınmakta olduğunu göstermektedir. Ancak BM’nin biz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanıyoruz diye karar alması gerekiyor. O karar gelmiyor. Çünkü BM Güvenlik Konseyindeki devletler maalesef dünyaya farklı bakıyorlar. Bizim bu demokrasi anlayışımıza istediğimiz derecede olumlu yanıt vermiyorlar. Bizi buzdolabında tutup buradaki konjonktürün bizim aleyhimize değişmesini ve bizim de kendilerine biat edip gidip Rum’a yem olmamızı diliyorlar.

BM Kıbrıs Özel Temsilcisi 6 ayda ne yapacak?

6 ayda görüşme zemini var mı, yok mu? Buna bakacak. Nabız yoklayacak. Bu konuşmalarını gerek garantör ülkelerle yapacak gerek bizimle gerek Güney Kıbrıs’la yapacak. Çünkü neticede birilerinin araya girip konuşması lazım. Bizim için müzakere sürecinin başlayabilmesi egemen eşitliğimiz ve eşit ulusal statü pozisyonumuzun kabul edilmesinden geçer. Eğer bunları kabul etmezse biz de o müzakere masasına oturmayız. Kıbrıs’ta bir anlaşma olacaksa iki devletin iş birliği olacak. Şu anda bizi tanımayabilir ama anlaşma istiyorsa tanıyacak. Tanıyıp benimle iş birliği yapacak. Bunu yapmazsa benimle anlaşma zemini yoktur. Dolayısıyla bu gelecek olan Kolombiya’nın eski Dışişleri bakanına, şu anda özel temsilci olarak atanan hanımefendiden bunu teyit etmesini isteyeceğiz. Yani benim kendisine söyleyeceğim budur. Bakın, şartlar oluşmamıştır. Karşı taraf hala bizi federasyonun içerisine çekmeye çalışıyor. Federasyon dendiğinde bizim Kuzey Kıbrıs Türk Devleti ortadan kalkar. Türkiye’nin garantörlüğü son bulur. Türk askeri adadan çekilir. Çünkü sıfır asker, sıfır garanti olur. Bunlara bizim “evet” dememiz mümkün değildir.

Peşin peşin söylüyorsunuz aslında basına da açıklayarak. “Müzakere için bu şartlarla geleceksiniz gelmeyin” diyorsunuz.

Gelir, gelmez. Kendisi bilir. Gelecek, duyacak, gidecek. Eğer kabul etmezse duyacak, gidecek. Ben bunu BM’ye de söyledim, AB’ye de söyledim. Güney Kıbrıs’a da söyledim. İngilizlere de söyledim. Hepsine söylüyorum. Dolayısıyla çekindiğimiz bir şey yok. Çünkü Türkiye de bu konuda tamamıyla bizi destekliyor.

Yunanistan’ın rolü var mı? Şu anda Türkiye Yunanistan yakınlaşması, Atina Bildirgesi çok konuşuluyor. Atina’da masada Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti konusu var mıydı yok muydu?

Hayır, hayır. Ben konuştum en üst düzeyle. Bir kere Kıbrıs meselesi farklı bir meseledir. Atina-Türkiye ilişkileri iki büyük ülke arasında kendi ekonomik, turizm vb.  yönelik birtakım açılımlar yapılabilmesi için, dostluk mesajları verilebilmesi için gerçekleşen bir ziyaret olmuştur. O ziyarette çok önemli açıklamalar da vardır. Ama Kıbrıs meselesi baktığınızda o işin dışında.  Çünkü burada bir asırdır devam eden bir ihtilaf vardır. İngiliz döneminde yapılanlar vardır. Ama buradaki yapı elbette çok önemli. Çünkü netice itibariyle burada, Doğu Akdeniz’de barış, huzur ve güvenlik devam ediyorsa buradaki denge çok önemli. Kıbrıs’ta her zaman Kıbrıs Türkü, Kıbrıs Rumu ama aynı zamanda Türk-Yunan dengesi hep önemli bir rol oynamıştır. Nitekim 1923 yılında yapılan Lozan Antlaşmasında bile 16 maddede diyor ki işte gün gelir de İngiltere çekilirse mutlak surette Türkiye Cumhuriyeti’nin adanın geleceğinde söz hakkı olacaktır. Bu devlet her ne kadar da bağımsız bir Cumhuriyet olsa da, Türkiye’nin garantör ülke olarak buradaki gelişmelere ilgili hakkı ve hukuku olduğu kabul edilmişti. Nitekim oldu da. 1974’te asker adaya ayak bastı ve 1974’ten sonra da Kıbrıs’ta iki devletlilik politikası daha da güçlendirildi. Şu anda Kıbrıs’ta iki ayrı devlet vardır. Bu esasında 50 senede büyük bir başarıdır. Gerçekten Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti, Doğu Akdeniz’e çok büyük bir hizmet vermektedir. Nedir bu hizmet? Doğu Akdeniz’deki barış, huzur ve siyasi dengelerin oluşmasında ve sürdürülmesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti anahtar rol oynuyor. Eğer Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmasaydı ve burada Avrupa Birliği içesinde üniter bir yapıda bir Yunan adasına dönüşmüş bir Kıbrıs olsaydı Türkiye’nin güvenliğini fevkalade olumsuz etkileyen her türlü çatışma da olabilirdi. Şimdi çatışma yok.  Savaş ihtimali yok. 50 senedir Kıbrıs’ta her şey sükûnet içerisinde kimsenin da burnu kanamadı.

Diplomatik bütün çabalarınız devam ediyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin de KKTC’nin tanınması için girişimleri Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler’deki hitabı oldu. Bunlar çok önemli ama bir de medya diplomasisi konusunu size sormak istiyorum. Çünkü Türk tarafını bilmeyenler, tanımayanlar, buraya gelmeyenler, adayı Rumların kurduğu Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyorlar ve böyle biliyorlar. Medya diplomasisi bakımından mesela Küresel Gazeteciler Konseyi’nin düzenlediği bu Forum gibi projeleri artırmayı düşünüyor musunuz? Sadece dünya ülkelerinin, devletlerinin değil de halklarının da sizi tanımaya ihtiyacı var mı? Ne kadar biliniyorsunuz? Bununla ilgili stratejiniz var mı?

Eskiye göre çok daha iyi biliniyoruz çünkü biz büyük bir çalışma içerisindeyiz. Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin her yerdeki büyükelçileri, daimi temsilcileri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti davasını bütün dünyada anlatmaya çalışıyorlar. Dünya Devletleri, Kıbrıs’ta neyin ne olduğunu gayet iyi bilmektedirler çünkü hepsinin burada bir pozisyonu vardır, bir çıkarı vardır, bir beklentisi vardır, bir sorumluluğu vardır. Eskiye göre çok daha bilinirlik, çok daha farkındalık vardır. Türk Devletleri Teşkilatında da öyledir, İslam İşbirliği teşkilatında da öyledir. Türkiye’nin Afrika’da çok sayıda devletle ilişkileri vardır. Hep oralarda, Türkiye’nin olduğu yerde, bu aks var. O şekilde Türkiye ile biz Tek Yürek bu işi götürmeye çalışıyoruz.

SÖYLEŞİ

“Avrupa, ABD’nin eklentisi olarak kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek”

Yayınlanma

Yazar

Ukrayna savaşı, Rusya karşıtı yaptırımlar, iktisadi darboğaz ve ABD-Çin gerilimi ile birlikte Avrupa bir kez daha büyük bir krizin içerisine yuvarlanmış gibi görünüyor. Yaşlı Kıtanın geldiği entegrasyon seviyesi, bir kez daha “ulusal” çıkış yollarından ziyade tüm Avrupa’yı içine alan fikirlere davet çıkarıyor.

Alman araştırmacı-yazar-yayıncı Hauke Ritz 15 yılı aşkın bir süredir Almanya, Rusya ve Batı-Rusya ilişkilerinin analizi ile uğraşıyor. Ritz, bu uğraşının, gelecekte ABD ile Rusya arasında, savaş olmasa bile güçlü bir jeopolitik çatışma olacağını anlamaya başladığı 2007 yılına dayandığını söylüyor. “Ve bunu bir kez anladıktan sonra,” diyor, “Daha önemli bir konu bulmak zor.”

Alman yazar, bu konunun hayatını “bir ölçüde ele geçirdiğini” belirtiyor. Bu gerilimin “derin nedenlerini” kavrayabilmek için Rus dilini öğrenmeye ve Rusya’yı ziyaret etmeye başladığını söylüyor.

Ritz’in en çok dikkat çeken tezlerinden birisi, “Batı” kavramı ile “Avrupa”nın örtüşmediği iddiası. Ona göre “Batı”, İkinci Dünya Savaşı sonrası düzeni imliyor ve açıkça Avrupa üzerindeki ABD hegemonyasının adı. “Avrupa” ise, tarihi binlerce yıl önceye giden, savaşların da barışın da hüküm sürdüğü, Aydınlanma’nın, devrimlerin ve Reform’un kıtası; ama hiçbir zaman tek bir gücün hegemonyası ile yönetilmeyen, güç dengesi ile kendini var eden, kültürel olarak bir ama siyasi olarak ayrı, bir tür “çok kutupluluk” vahası…

Dolayısıyla, Avrupa son 75 yılın “Batı” hegemonyasından kurtulup kendisini tekrar bulduğu vakit, hem “çok kutuplu dünyada” kutuplardan biri olacak, hem de kendi içerisinde de “çok kutuplu” bir döneme geçecek. Bu nasıl, kim aracılığıyla olacak? Ritz’in buna bir yanıtı olup olmadığı okura kalmış.

Son kitabınızla [Vom Niedergang des Westens zur Neuerfindung Europas – Batı’nın çöküşünden Avrupa’nın yeniden keşfine], kitabınızın başlığının ilk kısmıyla başlayalım, çünkü Batı’nın çöküşünden bahsediyorsunuz. Batı’nın çöküşü, Avrupa tarihinde yinelenen bir tema. Bu terimi hangi anlamda kullanıyorsunuz? Çünkü Oswald Spengler ve takipçileri tarafından popülerleştirilmişti. Batı’nın düşüşte olduğu fikrine katılıyor musunuz? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, bu Batı’nın kaçıncı çöküşü?

Öncelikle kitapta Oswald Spengler’e atıfta bulunmadım çünkü bugün gördüğümüz çöküşün çok daha farklı bir çöküş olduğunu düşünüyorum. O zamanlar, bugün bildiğimiz Batı gerçekte yoktu. Bu olguya daha sonra tekrar döneceğiz. Sadece şunu belirtmek isterim ki, bugün Batı’nın çöküşünü birçok alanda muazzam bir hızla görüyoruz ve durumun gerçekten yıldan yıla, aydan aya hızlandığı izlenimini ediniyoruz ve bu çok görünür hale geliyor.

Mevcut durumu Berlin Duvarı’nın yıkıldığı 1989 yılı ile karşılaştırın. O dönemde, Doğu Avrupa’nın ve hatta Sovyet cumhuriyetlerinin büyük bir kısmı, Batı’dan, onun ürünlerinden, müziğinden, yaşam tarzından, medeniyet modelinden etkilenmişti. Aynı şey güneydeki, Küresel Güney’deki ve doğudaki pek çok ülke için de geçerliydi. O dönemde Batı, dünyada modernliğin tek tezahürüydü.

Sovyetler Birliği çöktükten ve sosyalist devletler sistemi çözüldükten sonra, Batı modernite üzerinde, modern dünyanın yorumlanması üzerinde bir tür tekele sahip oldu. Ve herkes ister filmlerle, ister ürünlerle, ister bir Batı ülkesine göç ederek olsun, bu dünyaya bağlanmak istedi. Batı aynı zamanda demokrasi, adil, zengin ve müreffeh bir toplum, yenilikçilik imajına sahipti.

Şimdi bugün Batı’nın neyi savunduğuna bir bakın. Yaptırımlar için, savaş için, LGBT hareketi gibi garip ideolojiler için… Ki bu sadece Küresel Güney ve doğuda değil, aynı zamanda Batı’nın kendisinde de kafaların sallanmasına neden oluyor. Böylece Batı dünyası sadece ahlaki üstünlüğünü değil, aynı zamanda yumuşak gücünü, cazibesini de kaybetti.

Sadece o da değil. Artık modernitenin yorumunu modern Çin’de görmüyoruz, modern Hindistan’ı görmeye başladık ve Rusya da büyük bir medeniyet olarak geri döndü. Yani Batı şu anda oldukça farklı bir durumda ve medeniyet modeli olma statüsünün cazibesini kaybetmesi bence kısa sürede onarılamayacak kadar ciddi bir şey.

Benim her zaman kullandığım şey de bu: Batı dünyası. Tabii ki bu konuda kullanılması gereken karşıt terim Avrupa’dır. Ve Avrupa Batı’dan oldukça farklı bir şeydir.

Buna şimdi geleceğiz. Sanırım siz Avrupalı ve batılıları ayrı kimlikler ve medeniyetler olarak görüyorsunuz. Şu anda batıdan anlamamız gereken şeyin ABD olduğunu düşünüyor musunuz? Ve ABD’nin dünya vizyonu ile Avrupa dünyası arasındaki fark nedir?

Çok fazla farklılık var. Gerçekten de batı medeniyeti ile Avrupa medeniyetinin pek çok açıdan oldukça farklı kavramlar olduğunu düşünüyorum.

Her şeyden önce Batı oldukça yeni bir şey. Batı gerçekten ne zamandır var? Bugün bildiğimiz Batı, ilk olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıktı ve o zamanlar temel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında askeri genişleme ile oluşturulan Amerikan etki alanıydı ve askerlerin durduğu yerde, Batı da durdu.

Kuzey Kore batının bir parçası değildi ama Güney Kore öyleydi. Aynı şey Almanya için de geçerlidir. Doğu Almanya Batı’nın parçası değildi, Batı Almanya öyleydi. Dolayısıyla savaş sırasındaki tesadüfi hareketler bir etki alanı yarattı ve bu da Batı olarak adlandırıldı.

Elbette, “Hayır, Batı daha eskidir,” gibi bir argüman öne sürebilirsiniz. Batı Avrupa devletlerinde devrimler oldu. Fransız Devrimi, İngiliz Devrimi, Hollanda ve diğerleri. Evet, ama bunlar aynı zamanda sadece devrim yapan ülkeler değil, aynı zamanda denizaşırı imparatorluklarda koloniler kuran ülkelerdi. Belki bu da bağlantılıdır. Denizler üzerinde büyük bir ticaretiniz varsa, aristokrasiyle rekabet etmeye başlayan çok sayıda tüccarınız vardır ve o zaman devrim yapma olasılığınız daha yüksektir.

Ne var ki Batı’nın bu ilk aşamaları birleşik değildi. Aralarında çok fazla rekabet vardı. Fakat 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında bu rekabetin bir tür ittifaka dönüşmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, Büyük Britanya ve Fransa arasındaki Entente Cordiale, daha sonra Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ittifak. Bu, bugün bildiğimiz Batı’nın bir tür embriyo hali olabilir.

Ama Batı genel olarak 100 yıldan daha eski değildir. Yani çok genç bir oluşum ve bir tarafta Kuzey Amerika, diğer tarafta Polonya gibi Slav devletlerini de içeren Avrupa Birliği’nin bugünkü Avrupa’sını içeriyor. Bir de Güney Kore, Tayvan ve Japonya var. Yani kültürel açıdan bakıldığında, bunlar oldukça farklı ülkeler, dünyanın oldukça farklı bölgeleri, farklı dinlerden etkileniyorlar ve hepsi tek bir faktörle birleşiyor: Amerikan egemenliği, Amerikan hegemonyası.

Yani sonuçta, Batı’nın temelde bu Amerikan hegemonyası olduğu sonucuna varıyorsunuz. Kültürel bir temel eksikliği var, tarih eksikliği var.

Avrupa ise bunun aksine oldukça farklı bir şey. Avrupa 2500 yaşında. Avrupa antik Yunan’da demokrasi modeliyle başladı ve demokrasi de modern zamanda Fransız devrimi ve diğer devrimlerle Avrupa’ya geri döndü. 

Fakat arada, Avrupa’nın oldukça farklı hükümet modellerine ve toplumunu organize etmenin farklı bir yoluna sahip olduğu uzun bir dönem var.

Dolayısıyla Avrupa, oldukça farklı dönemler ve çağlardan oluşan geniş bir tarihe sahip olan bir varlıktır, fakat yine de 2000 yıldan fazla olan bu zamanın tamamını tanımlayabilecek bir şey vardır. Bu nedenle Avrupa kavramı, batı kavramından çok daha karmaşık ve çok daha derin bir kavramdır.

Peki sizce Avrupalıların Batı’ya karşı bazı panzehirleri var mı?

Avrupa elbette Batı Avrupa’ya aittir ve Batı Avrupa da, Avrupa’nın denizaşırı genişleyen kolonilere sahip olmaya başlayan ve daha sonra batıya dönüşen kısmıdır. Dolayısıyla belki bazı Batılı unsurlar da Avrupa’ya aittir.

Fakat Avrupa daha çok Avrupa’nın merkezidir. Almanya, İtalya, genellikle Batı’nın bir parçası olarak görülmezler. Yüzyıllar boyunca denizaşırı büyük imparatorluklara sahip olmadılar. Merkezi olmayan bir şekilde örgütlendiler. Sonra doğuda Slav halkları var. Yani Avrupa bunların hepsi.

Ve Batı terimi, tüm bu alan ve Avrupa’nın tüm tarihi için tek bir model olduğunu öne sürer. Avrupa aynı zamanda sanat, edebiyat, müzik ve felsefe alanındaki başarılarıyla da tanımlanır. Aynı zamanda Hıristiyanlık ve Hıristiyanlık tarihi ile de tanımlanır. Aynı zamanda antik çağlara yapılan atıflarla da tanımlanır. Yani tüm Avrupa devletleri için ortak olan ve örneğin Latince ve antik Yunan dili aracılığıyla tüm Avrupa devletleri için bir tür birleşik bilgi ve referans alanı yaratan antik Roma’daki antik Yunan kültürünün hatırası ile. Yani Avrupa’da Batı’dan çok daha fazlası var.

Ayrıca dünya düzeni kavramı açısından da büyük bir fark var. ABD iki okyanus tarafından korunuyor. Kimse onlara zarar veremez. Eğer başka bir kıyıda bir savaş yürütürlerse, bunun kendileri için hiçbir yansıması olmayacağından, hiçbir şeyin kendilerine geri dönmeyeceğinden emin olabilirler.

Avrupa’da durum böyle değildi. Avrupa var olduğu süre boyunca muazzam savaşlar yaşadı. Avrupa tarihinin en acımasız dönemlerinden biri de 17. yüzyılda Almanya’da yaşanan 30 Yıl Savaşlarıydı. Ama aynı zamanda diğer Avrupa devletlerinde de iç savaşlar vardı.

Avrupa’nın bu savaştan öğrendiği şey, değerler üzerine savaş ve dış politika yürütemeyeceğinizdi. Katoliklik ve Protestanlık meselesini dış politikanızın bir parçası, ulusal genişlemenizin bir parçası haline getirmeye başlarsanız, o zaman hiç bitmeyen savaşlar yaşarsınız.

Vestfalya sistemine işaret ediyorsunuz.

Evet, öyle. Dolayısıyla bu savaştan sonra, bu genç ulus devletlerin farklılıklarına saygı duymayı, her devletin kendi iç işlerini yönetme hakkına sahip olduğunu ve dışarıdan bir etki olmaması gerektiğini öğrendikleri Vestfalya sistemi yaratıldı.

Her devlet, nüfus sayısına ve gücüne rağmen aynı şekilde uluslararası hukukun öznesiydi ve bu oldukça büyük bir medeniyet başarısıydı, tabii ki takip eden yüzyıllarda zaman zaman tekrar kaybedildi. Ama bu oldukça farklı bir dünya düzeni kavramıydı. Çok kutupluluğu kabul eden, birbirlerine müdahale etmeyen, birbirlerinin ötekiliğini düşünmeye başlayan, çeşitli güçlerin eş zamanlı varlığını kabul eden bir dünya düzeni.

ABD ise tamamen farklı bir dünya düzeni anlayışına sahip. Her şeyden önce, bir şekilde Tanrı tarafından seçildiklerini, Tanrı tarafından kendilerine verilmiş bir kutsal misyona (manifest destiny) sahip olduklarını düşünüyorlar. Kutsal misyon kavramı, sadece daha güçlü, daha güçlü ve daha güçlü olabileceklerini düşündükleri anlamına gelir. Bu nedenle de dünyayı yönetme görevi onlara aittir. Ve onlar, vazgeçilmez bir ulus. Amerikan istisnacılığı. Bu nedenle Amerikan dış politikasının tüm tarihi, ortak olamama gerçeği ile tanımlanır. Başka biriyle ortaklık kuramazlar çünkü her zaman diğerlerinden üstün olduklarını düşünürler. Her zaman diğerlerinden daha iyi bir sisteme sahip olduklarını düşünürler.

İşte bu yüzden Amerikalılar bugüne kadar örneğin Rusya ya da Çin ile gerçekten bağlı kalacakları bir sözleşme yapmakta zorlandılar çünkü her zaman diğer ulusların, diğer devletlerin bizim sahip olduğumuz türden bir demokrasiye sahip olmadıklarını, oradaki insanların baskı altında olduklarını düşündüler.

Dolayısıyla şu anda yaptığımız sözleşme sadece bir süreliğine; çünkü bu sözleşmeyi yaptığımız devlet bizim kadar gelişmiş değil. Bizimle aynı şekilde seçilmiş değil.

Bu temelde bir trajedidir, çünkü bu kutsal misyon kavramı, istisnacılık, vazgeçilmez ulus kavramı nedeniyle ABD ortaklıklar yaratamamıştır. Avrupa ile, Almanya ile, Fransa ile, İtalya ile ortaklık kurmak yerine Avrupa’yı yavaş ama emin adımlarla bir tür sömürge statüsüne dönüştürdü. Bu aynı zamanda Amerika’nın kendisi için de bir trajedidir çünkü eğer Avrupa, Amerika Birleşik Devletleri için bir ortak olsaydı, onu olumlu yönde etkileyebilirdi. Örneğin Amerikan dış politikasının Orta Doğu’da ya da Rusya konusunda yaptığı pek çok hatayı önleyebilirdik.

Ama Amerika Avrupa’yı bir ortak olarak görmediği için bizden hiçbir şey öğrenmedi. Her zaman her şeyi zaten biliyormuş gibi davrandılar. Bu da dünyanın büyük bir bölümünü düşmanlaştıran bir dış politikaya yol açtı.

ABD’nin artık sadece savaş durumuna girmiş olan Rusya ile değil, aynı zamanda Çin ile, İran ile, giderek daha fazla Türkiye ile, muazzam savaşlar ve yıkımlar gerçekleştirdikleri Arap dünyası ile, Afrika ve Latin Amerika ile de çelişkili bir ilişkisi var. Yani dünyada ABD’nin normal bir ilişki içinde olduğu hiçbir medeniyet alanı kalmadı, Hindistan’la bile.

Bu da ABD için oldukça yıkıcı bir durum çünkü ABD dünyadaki diğer tüm büyük ulusları ya da medeniyetleri düşmanlaştırarak temelde bir tür karşı ittifak yaratmış oldu.

BRICS, ABD tarafından yaratıldı, ABD BRICS’i kurdu, bunu yapmayı amaçlamamış olsalar bile; ama BRICS temelde ABD’nin dış politikasının çocuğudur.

Yani aslında çok çok farklı iki zihniyetten bahsettiniz. Bir tarafta kutsal misyon, Amerikan istisnacılığı var, diğer tarafta ise Avrupa’nın Vestfalya sistemi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın birliği, Sovyetler Birliği’ne ve komünizme karşıydı ama aynı zamanda ABD’nin kıta üzerindeki hegemonyası ile birlikte bunu yapıyordu. Kıta üzerindeki bu hegemonyayı nasıl elde ettiler? Ya da başka bir deyişle, Avrupalılar neden Amerikalıların onları Sovyetler Birliği’ne karşı yönlendirmesine izin verdi?

Avrupa, daha önce de belirttiğim gibi, yüzyıllar boyunca bir tür güçler dengesi olarak örgütlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sisteme geri dönmek zor oldu. Bence Sovyetler Birliği sisteme geri dönmek isterdi çünkü Sovyetler Birliği zaten çok büyük bir ülkeydi ve kendi dışında daha fazla devleti kontrol etmek bir yüktü, özellikle de İkinci Dünya Savaşının Sovyetler Birliği’nin en kalabalık bölgelerinde neden olduğu büyük yıkımı düşünürseniz.

Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin Avrupa’nın büyük bir bölümünü kontrol etmek gibi bir çıkarı yoktu ve Avrupa’nın tamamını kontrol etmek gibi bir çıkarı kesinlikle yoktu. Bu, örneğin 1952 yılında Sovyetler Birliği’nin tarafsızlık için kuvvetlerini Almanya’dan çekeceği, Almanya’nın Avusturya gibi tarafsız olması halinde yeniden birleşebileceği teklifini neden yaptığını açıklayabilir. Fakat bu teklif Batı Almanya hükümeti ve Amerikalıları içeride, Rusları dışarıda ve Almanları aşağıda tutmak isteyen ABD tarafından reddedildi.

Şimdi Amerikalılar oradaydı ve başladılar. Onlar için Avrupa bir tür gegenko idi, Almanca’da böyle deriz, karşı kıyı. Yani ABD için, bir deniz gücü olarak, okyanusun karşı kıyısını kontrol etmeleri çok önemliydi ve bu Avrupa’ydı ve orada kalmak istiyorlardı.

Zihniyetlerinde, Avrupa’daki varlıklarını bir tür ganimet ya da zafer olarak görüyorlardı çünkü daha iyi bir sisteme sahip oldukları izlenimini edindiler. Ve ABD, Avrupa’dan siyasi baskı ya da dini baskı nedeniyle kaçan insanlar tarafından dolduruldu. İşte bu yüzden bugüne kadar pek çok Amerikalı Avrupa hakkında olumsuz bir izlenime sahip olmuştur. Avrupa onlar için kendileri kadar özgür ve demokratik olmayan bir yerdir. İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’ya dönmek onlar için artık Avrupa’yı düzeltmek anlamına geliyordu.

Bunu gerçekten yapmadılar. Elbette Avrupa sanatına, edebiyatına ve felsefesine hayranlık duyan bazı Amerikalılar var ama genel olarak Avrupa’ya saygı duymaktan çok tepeden bakıyorlar. Onlar için Avrupa kültürünü yeniden şekillendirmek, yeniden düzenlemek sorun değildi. Ayrıca burayı birleştirmek, Sovyetler Birliği’ne karşı bir tür ittifak yaratmak istiyorlardı. Birleşik Devletler kendisini kutsal bir misyona sahip istisnai bir ulus olarak gördüğü için, Sovyetler Birliği gibi bir sosyalizm projesi ve insanlık için bir fikri olan başka bir ulus olduğunu kabul edemediler. Bu yüzden hakim olmak istediler, sanırım.

Sovyetler Birliği için Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı elbette bir tehlikeydi çünkü Rusya birkaç yüzyıl boyunca güç dengesi olduğu takdirde Avrupa ile barış içinde yaşayabileceğini tecrübe etti. Fakat arada bir Avrupa, örneğin Napolyon’un yönetiminde birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Ya da Avrupa Hitler ve Nazi Almanya’sının fethiyle birleşiyor ve sonra Rusya’ya saldırıyor. Şimdi Amerikalıların Avrupa kıtasındaki varlığı bir kez daha Avrupa’nın Amerikan yönetimi altında birleşmesi anlamına geliyor. Bu da Moskova açısından bir kez daha saldırıya uğrama tehlikesini beraberinde getiriyordu. Doğu Avrupa’da bulunmalarının nedeni de buydu.

Öyle olsa bile, bunu gerçekten istemediler.

Bu da bizi Rusya’ya, yani Rusya’nın Batı ile ilişkisi sorusuna getiriyor. Sizce örneğin Rusya’nın tekrar dahil olduğu bir Avrupa güvenlik mimarisi mümkün mü? Veya Kantçı “ebedi barış” fikri mi hakim olacak? Yoksa AB sonrası Avrupa bir savaşlar kıtası mı olacak? Çünkü Avrupa, Avrupa Birliği dağılsa bile Almanya ve Fransa ekseninin ya da sadece Almanya ekseninin hakim olması mümkün. AB sonrası bir Avrupa çünkü Almanya hâlâ Avrupa’nın en büyük ekonomisi. Diğer ülkeleri yönlendirmek için çok fazla imkana sahip.

Hayır, hayır. Az önce bahsettiğim sebepten dolayı bu mümkün değil. Az önce Avrupa’nın her zaman bir güç dengesi olarak organize olduğunu söyledim. Bu da eğer Avrupa’yı yöneten tek bir güç varsa Avrupa’nın istikrarsızlaştığı anlamına gelir. Bu Avrupa için iyi değildir.

Almanya belki Avrupa’nın en güçlü ülkesi ama Avrupa’yı tek başına yönetecek kadar güçlü değil. Avrupa’nın güzelliği de bu, Avrupa’da bu kadar çok devlet var ve bunların bazıları eşit derecede güçlü: Fransa ve Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya, hepsi birbirine benziyor, en büyükler ve birbirlerini dengeliyorlar. Bence Avrupa ancak böyle bir denge içinde yönetilebilir, bu dengenin hangi ülkeler arasında gerçekleştiği yüzyıldan yüzyıla farklılık gösterebilir.

Avrupa Birliği döneminde, bu dengeyi yeniden inşa etmenin ya da çoğaltmanın bir yolu olan Alman-Fransız ekseni vardı. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nın mirası nedeniyle Almanya Avrupa’nın geri kalanında pek sevilmiyor. Almanya’nın dostları var. Çin’de, Japonya’da, Rusya’da Almanya’ya büyük saygı duyuluyor. Eğer Almanya’dan uzaktaysanız, Almanya’ya saygı duyulur. Ama yakın ülkelerdeyseniz, Polonya’da, Fransa’da, Büyük Britanya’da, Almanya’ya pek saygı duyulmuyor. Tüm bu nedenlerden dolayı Almanya Avrupa’yı birleştiremez, Avrupa’yı yönetemez ve yönetmemelidir. Avrupa kendini bu benzer güçlü güçler dengesi içinde organize etmelidir.

Sonra Rusya meselesinden bahsettiniz. Avrupa devletleri ya da bir bütün olarak Avrupa kendi çıkarını anladığı anda barış mümkünse, Rusya ile bir barışı çok hızlı bir şekilde organize etmeye başlayacaktır. Çünkü bu Avrupa’nın çıkarınadır.

Avrupa tarihine bakarsanız, Avrupa’nın barış zamanlarında güçlü, savaş zamanlarında ise zayıf olduğunu görürsünüz. ABD’de ise durum tam tersidir. ABD savaş zamanlarında güçlü, barış zamanlarında ise zayıftır. Bu yüzden Avrupa’nın barışa ihtiyacı var.

Dahası, Rusya da Avrupa’nın bir parçası. Dolayısıyla Avrupa hakkında konuştuğumuzda otomatik olarak Rusya hakkında da konuşmuş oluruz ve eğer Rusya’yı Avrupa’dan dışlarsak, bu Çin’den büyük bir bölgeyi ya da Hindistan’dan önemli bir eyaleti dışlamak gibi bir şey olur.

Dolayısıyla coğrafi olarak haritada gösterilebilecek olan kıtanın bütünlüğünün yanı sıra kültürel olarak da Rusya’yı Avrupa’nın dışına itmek, örneğin klasik müziğin büyük bir başarısını Avrupa’nın dışına itmek anlamına gelecektir. Çaykovskiy, Rahmaninov ya da edebiyat, felsefe ya da sosyalizmin mirası da Avrupa’nın bir parçasıdır. Soğuk Savaş döneminde Doğu Avrupa’nın tüm tarihi Rusya ile bağlantılıdır.

Dolayısıyla Avrupa ancak tüm Avrupa’yı kapsarsa sağlıklı ve bir geleceğe sahip olabilir. Rusya’yı dışlayan bir Avrupa kötü bir şekilde bölünmüş olacak ve muhtemelen kendi kültürel gelişimi üzerinde egemenliği olmayacaktır.

Sonra bir kez daha Batı kavramı ile Avrupa kavramı arasındaki bu ayrımın içindeyiz. Tarihte ilk kez Avrupa dışarıdan bir güç tarafından, tamamen farklı bir coğrafyada, tamamen farklı bir kıtada bulunan bir güç tarafından yönetiliyor ve bu duruma Batı deniyor. Batı denen bu yapay oluşumu devam ettirmek için Rusya’yı ve Rus kültürünü Avrupa’nın dışına ittiniz. Rus kültürünün ve Rus etkisinin, İtalyan kültürü ve İtalyan etkisi ya da İspanyol kültürü ve İspanyol etkisi gibi Avrupa’nın doğal bir parçası olduğuna dair hafızayı ortadan kaldırdınız. Eğer Batı kavramına sahipseniz, her zaman doğuda sınırlarınız olacaktır.

Fakat Avrupa kavramına bakarsak, doğuda bir sınıra ihtiyaç yoktur. Avrupa yüzyıllar boyunca bir tür güç dengesi içinde organize olduğu için, bu kavramı Avrupa sınırlarının ötesine bile genişletebilir. Ve bir dereceye kadar, Avrupa’nın benzer güçlü devletler dengesinde örgütlendiği fikri, BRICS fikrini, yani Çin, Hindistan, Rusya gibi benzer güçlü devletlerden oluşan, birbirinden tamamen farklı, ancak dünya düzeninin örgütlenmesi konusunda belirli fikirleri kabul eden çok kutuplu dünyanın tuğlaları kavramını çok iyi temsil eden bir kavramdır.

Dolayısıyla, kıtada, Avrupa’da bir ABD hegemonyası amacıyla Rusya’yı Avrupa’dan koparmamız gerektiğini söyleyebiliriz.

Evet, bu ABD’nin çıkarına. Onlar Avrupa’nın bu batı yorumunu kutsal kılmak istiyorlar. Yani bugün Batı dediğimiz şey temelde Avrupa kültürünün Amerikan yorumudur.

Amerikalıların kendileri de Avrupa’dan geldiler, dolayısıyla Avrupa kültürünün mirasını da içlerinde taşıyorlar. Fakat uzun bir süre farklı bir kıtada, farklı bir iklimde, farklı bir coğrafi durumda yaşadılar. Onlar aynı zamanda ulusları eritme kazanıdır (melting pot). Sizin Avrupa’da sahip olduğunuzdan tamamen farklı bir yaşam deneyimine ve geniş bir alana sahipler. Bu koşullar altında, ABD’ye dönüşen bu Avrupa kültürü değişti. Şu anda Amerikan kültürünün hâlâ Avrupa kökenleri var ama farklı bir şey haline geldi.

Bu yarı Avrupalı, yarı Avrupalı olmayan Birleşik Devletler kültürü, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’ya geri geldi ve Avrupa’yı dönüştürmeye, Avrupa’yı ABD ve AB’nin imajına göre yeniden şekillendirmeye başladı. Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrupa’daki bir tür kopyasını yaratma girişimiydi.

Ve bu aynı zamanda Avrupa Birliği’nin hatasıdır. Avrupa Birliği’nin hatası, Avrupa Birliği’nin Avrupalı olmamasıdır. Avrupa fikir tarihiyle hiçbir bağlantısı yoktur. 19’uncu yüzyıla atıfta bulunmaz. 18’inci yüzyıla, 17’nci yüzyıla atıfta bulunmaz. Hatta antik zamanlara bile atıfta bulunmaz.

20 yıldan fazla bir süre önce Avrupa anayasası planlanırkena, bazı insanlar ünlü antik Yunan politikacı Perikles’ten bir alıntı yazmak istedi. Daha sonra bu alıntı politik olarak doğru olmadığı için kaldırıldı. Perikles belki bazı azınlıklar hakkında yanlış bir şey söylemiş olabilirdi. Perikles’i daha fazla kabul edemediler ve bu nedenle alıntı kaldırıldı. Bu size Avrupa Birliği’nin Avrupa tarihiyle olan ilişkisini gösteriyor.

Ya da Avrupa’nın banknotlarına bakın. Belki cebimde bir tane vardır. Bu çok anlamlı. İşte burada. Bu beş avroluk bir banknot. Burada bir tür bina görüyorsunuz. Bu bina gerçek değil. Yapay. Fantezi. Bu köprü de gerçek değil. Sadece bir ressam tarafından hayal edilmiş yapay bir köprü.

Yani Avrupa’nın kendi tarihi ve kültürüyle çok olumsuz bir ilişkisi var. Öyle ki kendi mimarimizi banknotlarımızda bile temsil edemiyoruz.

Yani daha Avrupalı olmak için bir kurum olarak Avrupa Birliği’nden kurtulmak gerektiğini mi düşünüyorsunuz?

Bu tabii ki tehlikeli. Şu anda sahip olduğumuz gerçekliğe bakmalıyız. Şu anda avroya sahibiz. Farklı ekonomiler arasında büyük bir karşılıklı bağlantı var. Avrupa Birliği içinde çok fazla bağımlılığımız var. Avrupa Birliği’nin çözülmesi felaket olur. Tıpkı çok fazla yoksulluk ve iç savaş yaratan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi gibi. Dolayısıyla kimse bunu istemez.

Dolayısıyla bence bu çok karmaşık bir soru ve bu soruya verebileceğim nihai bir cevabım yok. Elbette AB’nin en azından bir tür yeniden yapılanmaya ihtiyacı var. Temelden reforme edilmesi gerekiyor. Bunun mümkün olup olmadığını bilmiyorum. Nasıl olacağını, ne olacağını belki tarih gösterecek. Belki bazı devletler AB’den ayrılmaya başlayacak. Çünkü tarih çok açık bir şekilde gösteriyor ki, kendi gerçek kimliği olmayan, sadece bağımlılıklar ve yasalar temelinde inşa edilen bir devlet çok zayıf bir varlıktır ve parçalanabilir. Ve bu AB’nin de başına gelebilir.

Elbette Avrupa Birliği gerçekten dağılırsa, bu da çok çirkin bir süreç haline gelebilir çünkü iktisadi sonuçları çok büyük olur.

Ama öyle ya da böyle, şu anda AB sonrası bir döneme doğru gittiğimizi düşünüyor musunuz?

Görüyorsunuz, şu anda dünyada BRICS’in ortaya çıkışı söz konusu. Az önce BRICS’in temelde Amerikan dış politikasının eksiklikleri, kibir ve bencilce davranışları tarafından inşa edildiğinden bahsettim.

BRICS kavramında ilginç olan şey, çok farklı medeniyetleri içermesi ve bu medeniyetlerden bazılarının aynı zamanda devlet olması. Örneğin Çin bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Hindistan bir devlet ama aynı zamanda bir medeniyet. Aynı şey İran için de söylenebilir.

Rusya söz konusu olduğunda ise durum daha karmaşıktır çünkü Rusya aynı zamanda Avrupa medeniyetinin bir parçasıdır. Bazı Ruslar bunu inkar ediyor ve hayır, biz Avrupa’ya benzer bir şekilde Avrasyalıyız diyorlar. Ama eğer Rusya’daysanız, her köşede Avrupa kültürüyle karşılaşır ve hissedersiniz. Bu yüzden Rusya’yı Avrupa’dan ayırmak gerçekten zor.

Fakat medeniyet devleti kavramı çok ilginç bir kavram ya da çok ilginç bir terim. Soru şu: Avrupa bir medeniyet devleti olabilir mi? Cevap hem evet hem de hayır.

Evet, olabilir çünkü Avrupa’nın tüm tarihi boyunca, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa bir şekilde birleşmişti. Avrupa siyasi olarak bölünmüştü ama kültürel olarak kilise ve Hıristiyan inancı aracılığıyla ve ayrıca Avrupa’nın pek çok farklı yerinde kurulan ve hepsi de eski tarihi, eski edebiyatı ve yazıları hatırlamaya çalışan manastırlar aracılığıyla birleşmişti.

Ve bu 1500 yıl boyunca devam etti, Avrupa ya Hıristiyanlık, din, kilise yoluyla ya da daha sonra hümanizm felsefesi, Aydınlanma ve edebiyat alışverişi yoluyla birleşti.

Örneğin, farklı Avrupalı yazarlar farklı dillerde yazıyorlardı ama sürekli birbirlerini okuyorlardı. 18. ve 19. yüzyıllarda ilk çevirinin yapılması bazen sadece aylar alıyordu. Tüm önemli yazarlar, çeviri yoluyla tanıtıldıkları diğer ülkelerde tepkiye neden oldu. Alman felsefesi sadece Almanya’yı değil, tüm Avrupa’yı etkilemiştir. Aynı şey Fransız Devrimi için de geçerlidir.

Yani Avrupa bir tür, Almanya’da rezonans odası [Resonanzraum] diyoruz, kültür tarzlarının, mimari ve resim tarzlarının kıta boyunca dalga dalga yayıldığı bir rezonans odası.

Aynı zamanda, siyasi parçalanmamız var. Bu, dünyada tektir, çünkü dünyanın diğer tüm bölgeleri farklı şekilde örgütlenmiştir. Örneğin Çin’e bakacak olursanız, çok sayıda farklı dil ve halk içermesine rağmen Çin siyasi olarak birleşmişti. Aynı şey Hindistan için de geçerlidir. Sanırım aynı şey Arap dünyası ve Rusya için de geçerli. Yani dünyanın pek çok yerinde, bir noktada bir tür siyasi birliğe sahipsiniz.

Avrupa’da ise bu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Hiçbir zaman gerçekten gerçekleşmedi. Denemeler oldu, örneğin Napolyon denedi, garip ve acımasız fikirleriyle Hitler denedi, ama her zaman başarısız oldu.

Nihayetinde, bir tür kültürel birlikle birlikte yine siyasi parçalanmalara sahibiz. Bence bu gelecek için bir model. Eğer Avrupa bu modeli temsil edebilirse, bu aynı zamanda çok kutuplu dünyanın da bir aynası olacaktır, çünkü çok kutuplu dünyada da birbirleriyle bir tür denge içinde olan farklı güç merkezleri vardır.

Avrupa bir yandan çok kutuplu dünyanın bir kutbu haline gelebilir ve aynı zamanda kendi içinde çok kutupluluğu temsil edebilir.

Bu da bizi kitabınızın başlığının ikinci ve son kısmı olan Avrupa’nın yeniden icadına getiriyor. Avrupa kendini nasıl yeniden keşfedebilir ve Avrupa’da hangi unsurlar böyle bir enerjiye sahip?

Her şeyden önce Avrupa ile Batı arasındaki farkı anlamamız gerekiyor. Şunu anlamalıyız ki biz, son 80 yılda Avrupa’nın kendisini Batı’ya benzetmesi ya da Avrupa Birliği’nin Avrupa’yı ABD’nin bir aynası, bir tür kopyası olarak yeniden inşa etmek istemesi nedeniyle çok şey kaybettik. Bu farklılıkların farkına varmalı ve sonra da gerçekte ne olduğumuzu geri kazanmaya başlamalıyız.

Bence bu süreçler her Avrupa ülkesinde farklı bir şekilde devam ediyor. Avrupa’nın gerçekte ne olduğunu, Avrupa’nın dünyaya neler sunabileceğini ve son 80 yılda bize neler yapıldığını bir kez daha anladığımızda, bir kez daha kültür, tarih ve karmaşık bir kültür anlayışı üzerine inşa edilecek bir tür Avrupa birliği inşa etmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum; bu birlik bir kez daha eğitim ve medeniyet konusunda bir tür ütopyaya sahip olacaktır.

21. yüzyılda büyük zorluklarla karşı karşıyayız. Örneğin yapay zeka, genetik mühendisliği gibi. Avrupa’nın da bu konuda bir şeyler sunması gerekiyor. Hümanizm ve Aydınlanma mirasına sahibiz. Dolayısıyla bir tür entelektüel söylemle başlayabiliriz, eğer gerçekten elimizden gelen her şeyi yapmamız gerekiyorsa, çünkü dünyanın diğer bölgelerinde, özellikle de Amerika Birleşik Devletleri’nde, teknoloji alanında mümkün olan her şeyi yapma eğilimi var.

Avrupa ise dünyaya farklı bir öneride bulunabilir. Teknolojiyi kontrol etmeye çalışalım. İnsanı ilk sıraya koymaya çalışalım ki teknoloji insana uyum sağlasın, tersi olmasın. Ayrıca Avrupa, yapay zeka, genetik mühendisliği ve aynı zamanda kültürün korunmasına ilişkin entelektüel tartışmaların yapılabileceği küresel bir İsviçre gibi dünyanın tarafsız bir parçası haline gelebilir. 

Avrupa 21. yüzyılda bu rolü oynamak için özel bir imkana sahiptir. Çünkü Avrupa son 500 yıldır dünyanın geri kalanını etkilemiştir. İspanyol ve Portekiz imparatorluklarının yükselişinden bu yana dünya kültürü yavaş yavaş Avrupalılaştı. Bugün Latin Amerika’daysak ve siyasi tartışmalar varsa, insanlar kendi iç farklılıklarını tartışmak için Avrupa’nın siyasi felsefesinden terimler kullanırlar. Aynı şey dünyanın diğer bölgeleri için de geçerlidir.

Dünyada sadece tek bir dünya kültürü var ve bu da birkaç yüzyıl boyunca büyük ölçüde Avrupa tarafından şekillendirildi. İşte bu nedenle Avrupa şu anda 21. yüzyılda medeniyet meseleleri hakkında, kendi geleneklerini geliştirmeye ilgi duymalarına rağmen belki de diğer medeniyetler tarafından da kabul görecek bir tartışma, buluşma ve fikir alışverişi yeri sunmak için çok iyi bir konumdadır.

Belki de gelecekte bir Çin dünya kültürü ya da bir Hint dünya kültürü, bir İslam dünya kültürü göreceğiz. Bunu dışlamıyorum. Bunu memnuniyetle karşılarım, ama bu zaman alacaktır, çünkü bölgesel kültürünüzü bir dünya kültürüne dönüştürmek istiyorsanız, sanat yaratmak zorundasınız, yaratmak zorundasınız, kitaplar yazmak zorundayız, dünyanın diğer bölgelerindeki diğer insanlar için çekici olabilecek bir felsefe, müzik yaratmak zorundasınız ve bu bir nesilde yapılamaz. Hatta iki nesilde bile yapılamaz. Zamana ihtiyacı var.

Avrupa bunu son 300, 400 yıldır halihazırda yaptı. Bu sadece Avrupa için değil, dünya için de bir tür mirastır ve korunmalıdır. İşte bu yüzden Avrupa egemen olmalı, bağımsız olmalı, çok kutuplu dünyada bağımsız bir kutup olmalı; ABD’nin bir tür eklentisi, kendisini Amerikan gözlüğüyle gören ve maalesef bugün olduğu gibi bir tür sömürge bilincine sahip bir tür Amerikan sömürgesi değil.

Dolayısıyla bugün sahip olduğumuz sömürge bilincinin üstesinden gelmeli ve gerçekte ne olduğumuzu, iyi yanlarımızla, kötü yanlarımızla ne olduğumuzu görmeye başlamalıyız.

Tabii ki Avrupa’da da pek çok kötü şey oldu. Sömürgecilikten bahsettiniz, özellikle de Batı Avrupa devletlerinden. Evet, kötü bir miras var ama aynı zamanda Avrupa dünyaya da bir şeyler verdi ve ikisini birlikte görmeliyiz, kötüyü ve iyiyi. Sadece bir tarafı görmek çok sağlıklı değil.

Peki sizce Almanya bu süreçte özel bir rol oynayabilir mi? Yani, Almanya’dan ve onun özel rolünden bahsettiğinizde bu biraz dehşet verici çünkü Almanya’nın üzerindeki tarihi yükler var. Ama yine de Almanya’nın Avrupa’da çok kutupluluk, çok kutuplu bir dünyada bir kutup olarak bahsettiğiniz şeyde öncü bir rol oynaması mümkün mü?

Evet, Almanya çok kutuplu bir Avrupa’da bir kutup olabilir. Elbette Fransa gibi, İtalya gibi, diğer önemli devletler ve bölgeler gibi ve böyle bir kutup da olmalı.

Tabii ki şu anda mevcut krizden, Ukrayna’daki savaştan en çok Almanya etkileniyor, örneğin yüksek enerji fiyatları Almanya’da bir tür sanayisizleşmeye neden oldu. Dolayısıyla bunu hissetmeye başladık.

Genellikle Almanya aktif devrimlerin gerçekleştiği bir yer değildir. Bizim devrimlerimiz, Alman Köylü Savaşı ya da 1918 Devrimiydi, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’lerin; hepsi başarısız oldu.

Almanya’da bir devrim gerçekleştiyse, bu siyasi bir devrimdi. Tabii ki faşizmin bir tür siyasi devrim olduğunu söyleyebilirsiniz, ki bu oldukça çirkindi ve elbette bizim işaret etmek istediğimiz bir şey değil.

Ama tarihe baktığınızda Almanya’dan gelen ruhsal ya da zihinsel devrimler olduğunu görürsünüz. Örneğin Martin Luther, kilisede bir reform olan Protestanlık fikrini ortaya attı ki bu da bir tür devrimdi. Ama bu daha çok zihinsel bir şeydi, aktif bir siyasi devrim değildi.

Aynı şey, kökleri Alman düşünce tarihine dayanan sosyalizm düşüncesi için de geçerliydi. Marx, sonuçta bir Alman filozofuydu. Dolayısıyla belki bu anlamda Avrupa’dan, belki Almanya’dan bir şeyler çıkabilir. Belki bazı Almanlar bir fikir sunabilir.

Ama bence diğer Avrupa ülkeleri de önemli. Fransa önemli, devrim ve eylemlilik mirasıyla. İtalya önemli, Doğu Avrupa ülkeleri önemli.

Bence sonunda Avrupa’nın çeşitli köşelerinden bir şeylerin geldiğini göreceğiz. Bir taraftan bir fikir geliyor, diğer taraftan siyasi çalkantılar geliyor. Avrupa’nın başka bir köşesinden ise makul bir reform gerçekleştirilebilir. Sonunda birbirlerine katkıda bulunacak ve yardımcı olacaklardır.

Fakat şu anda bir yol ayrımındayız. Ya Avrupa şu anki durumunda kalırsa, dünyanın önemsiz bir parçası haline gelecek; Amerika Birleşik Devletleri’nin eklentisi olarak bir rol oynayamayacak; zenginliği azalacak, nüfusu da muhtemelen azalacak; Avrupa toplumları tutarlılıklarını ve kimliklerini kaybedecek ve Avrupa dünyanın önemsiz ve yoksul bir parçası haline gelecektir.

Bugünlerde durumu görmeye ve kendimize dönmeye başladık. Bence Avrupa’da buna ilgi duyan güçler var. Sadece normal nüfus değil, aynı zamanda Avrupa’da bulunan, Almanya’da bulunan, Almanya’da Mittelstand dediğimiz, yüz veya 800 çalışanı olan küçük ölçekli fabrikalar, fakat belirli bir üründe çok uzmanlaşmış büyük işletmeler.

Yani Avrupa’da hâlâ çok fazla zenginlik var. Yani bir şeyler yapabilecek güçler var. Bence bu süreçler halihazırda devam ediyor.

Gelecekte ne olacağını göremiyorum. Bu değişimin nasıl olacağını size tarif edemem. Belki de şaşırtıcı bir şekilde gelecektir. Tıpkı 1989’daki değişimin şaşırtıcı bir şekilde gerçekleşmesi gibi. Pek çok insan duvarın önümüzdeki 20 yıl boyunca orada duracağını düşündü ve aniden, bir gecede ortadan kayboldu.

Yani tarih tamamen öngörülemez. Tarih her zaman bir sürprizdir. Eğer geleceğe dair bir tahayyülümüz varsa, bu tahayyülün kendisini %100 göstermeyeceğinden emin olabiliriz. Tarih her zaman düşündüğümüzden farklıdır.

Ama eminim ki şu anda tehlikede olan çok şey var. 2500 yıllık tarih, 2500 yıllık yükselen kültürel karmaşıklık, gelişen medeniyet. Bunların hepsi bir hiç uğruna olmamalı. Avrupa sadece Avrupa için değil, dünya için de önemli.

Ve bence tarih, edebiyat, felsefe geleneğine bir kez daha sadık kalacak bir Avrupa dünyada saygı görecektir. Yine de, sömürgecilik vahşetinin mirasına sahibiz. Ama yine de her zaman iki taraf vardır. Bu yüzden kültürel ve entelektüel bir bilinç için bir gelecek görüyorum. Avrupa için. Belki de bu mümkündür.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

“Alman sermayesinin mevcut çıkarları CDU-SPD koalisyonu ile örtüşüyor”

Yayınlanma

Yazar

Almanya’da uzun süredir sallanan SPD-Yeşiller-FDP koalisyon hükümeti (“trafik lambası”) çöktü. Çöküş, FDP’nin bütçe ve anayasal borç freni üzerine koalisyon ortaklarına bayrak açmasıyla başlamış görünüyor. Fakat Alman ekonomisinin Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların öncesinde başlayan sorunları yüksek enflasyon, enerji maliyetleri ve Çin’deki ihracat pazarındaki gerileme ile birleşince Avrupa’nın en büyük ekonomisi bir kez daha “hasta adam” olarak nitelenmeye başlandı.

Almanya’da günlük olarak yayınına devam eden sol gazete Junge Welt’in yayın kurulu üyesi Arnold Schölzel, Almanya’nın büyümesinin, Ukrayna savaşının ve sosyal harcamaların aynı anda finanse edilmesinin sonuna gelindiğini, FDP’nin keskin sosyal kesinti talebinin aslında bir sonraki federal hükümetin de programı olduğunu savunuyor.

Anayasal borç freni söz konusu olduğunda bu frenin gevşetilmesine karşı çıkar görünen CDU/CSU’nun, olası bir yeni hükümette bundan geri adım atmaya hazırlandığına işaret eden Schölzel, burada hâlâ partiler arasında nüanslar olduğunu ve bunun önümüzdeki seçim kampanyasının konularından biri olacağını düşünüyor.

Alman sermayesinin Doğu Avrupa ve Ukrayna’da çıkarları bulunduğunu kaydeden gazeteci, özellikle Doğu Avrupa’nın Alman sanayisi için bir “ucuz işgücü rezervi” olduğunu hatırlatıyor ve sermayenin savaş yanlısı politikaları desteklediğinin altını çiziyor. Dolayısıyla, Alman ekonomisinin bundan sonra toplumun militarizasyonu ile birlikte ilerlemesi kuvvetle muhtemel.

Almanya için Alternatif’i (AfD) “CDU/CSU’nun devamı” olarak gören Schölzel, Alman sermayesinin çıkarlarının bir CDU-SPD koalisyonunda yattığını düşündüğünü belirtiyor.

‘FDP BİR SONRAKİ HÜKÜMETİN PROGRAMINI İLAN ETTİ’

Anlaşıldığı üzere, Almanya’daki trafik ışığı koalisyonunun çöküşü aslında çok gecikmişti. Ukrayna savaşı ve Rusya karşıtı yaptırımların “icat ettiği” ekonomik kriz ve bu yılki Avrupa Parlamentosu ve Doğu Almanya eyalet seçimlerindeki yenilgiler, hükümetin zamanının geldiğini göstermişti. Çöküş sadece FDP ile SPD-Yeşiller arasındaki ekonomik program farklılığından mı kaynaklanıyor? Parlamentodaki partiler Almanya’daki ekonomik ve siyasi krize yönelik çözüm önerilerinde ne kadar farklılar?

Bu hükümet başından beri bir savaş hükümetiydi. ABD’nin Ukrayna’daki vekalet savaşına önemli mali kaynaklarla katıldı ve Rusya’ya karşı iktisadi bir savaş yürüttü; bu Rusya için değil ama Alman sanayii için yıkıcı sonuçlar doğurdu. Kuzey Akım 2 Baltık Denizi boru hattının muhtemelen ABD hükümeti tarafından havaya uçurulmasını kabul etti. Sonuç olarak Alman ekonomisi iki yıldır durgunluk içinde ve sanayileşmiş ülkeler arasında büyüme açısından listenin en sonunda yer alıyor. Bu durum devlet bütçesinin sınırlarını zorladı. Büyüme dürtülerinin, savaşın ve sosyal yardımların aynı anda finanse edilmesi artık mümkün değil. FDP keskin sosyal kesintiler istedi. Bunu yaparken de bir sonraki federal hükümetin politikalarını ilan ediyordu.

‘DOĞU AVRUPA ÜLKELERİ ALMAN SANAYİSİ İÇİN UCUZ İŞGÜCÜ REZERVİ’

Şansölye Scholz ve hükümetine Alman iş dünyasından gelen tepkiler de dikkat çekici. Başta sanayiciler olmak üzere sermayenin tüm sözcüleri CDU/CSU’nun yanında yer alıyor ve Donald Trump’ın dönüşünü ve Ukrayna Savaşı’nı gerekçe göstererek derhal seçimlere gidilmesini talep ediyor. Ancak konu anayasal borç freni tartışmasına geldiğinde, birlik yok gibi görünüyor. Borç freni gerçekten bu kadar önemli mi? Ukrayna’yı desteklemek, Trump’ın olası gümrük vergilerine karşı mücadele etmek ve aynı zamanda Alman ulusal borcunu azaltmak mümkün mü?

Alman sermayesi Scholz’un savaş rotasıyla hemfikirdi ve şimdi de hemfikir. Rusya ile iktisadi bağları keskin bir şekilde azalttı ve daha temkinli de olsa Çin’e karşı düşmanca bir politikayı destekliyor. Hem sanayi hem de CDU/CSU şimdi borç freninde reform yapmaya istekli olduklarını açıkladılar. Sanayi için sübvansiyonlar ve Ukrayna’ya silah sevkiyatı talep ediyorlar. Alman ekonomisinin tüm Doğu Avrupa’da olduğu gibi burada [Ukrayna] da uzun vadeli çıkarları var. Doğu Avrupa ülkeleri Alman sanayisi için bir tezgah ve ucuz işgücü için bir rezerv görevi görüyor. Alman sanayisi burayı Almanya’nın arka bahçesi olarak görüyor. Sosyal kesintilerin ne kadar derin olması gerektiği konusunda hâlâ farklılıklar var. Bu konu muhtemelen seçim kampanyasının odak noktası olacaktır.

Alman devleti ekonomik yeniden yapılanma programı ile devletin, ekonominin ve toplumun militarizasyonunu bir ve aynı şey olarak mı görüyor? Yeni askerlik yasası, zorunlu askerlik tartışmaları ve Bundeswehr’in modernizasyonu krizden çıkış yolu olarak propaganda ediliyor gibi görünüyor. Parlamentonun Silahlı Kuvvetlerden Sorumlu Üyesi Eva Högl geçtiğimiz yaz yaptığı açıklamada gençlerin Bundeswehr’de “yapıyı, yoldaşlığı ve görev bilincini” öğrendiklerini, “tüm bu niteliklerden ekonominin de yararlandığını” söyledi. Ekonomiyi militarize edecek bir planla mı karşı karşıyayız?

Evet, iktidardakiler toplumun bir bütün olarak militarize edilmesinden yanalar. Bunu oldukça açık bir şekilde söylüyorlar: Bundeswehr okullarda reklam yapmalı; Bavyera’da bunun için yeni bir yasa var. Sağlık sistemi çok sayıda yaralıyı tedavi etmek için hazırlanıyor. Alman Savaş Bakanı Boris Pistorius (SPD) bunu “savaş kabiliyeti” terimiyle özetledi. Bunun dört ila beş yıl içinde yaratılması gerekecek çünkü Rusya o zaman muhtemelen NATO’ya saldıracak. Genel olarak bu, her şeyden önce sivil hakların kısıtlandığı devletin gerici-militarist bir yeniden yapılandırılmasıdır.

‘ALMANYA’DA FAŞİZM UKRAYNA SAVAŞI İLE REHABİLİTE EDİLDİ’

İsrail’in Gazze’ye saldırısı söz konusu olduğunda AfD ve Yeşiller aynı parlamento tasarısını destekliyor. Benzer şekilde, “düzensiz göçle mücadele” söz konusu olduğunda CDU/CSU neredeyse AfD ile eşleşiyor. Tüm partiler AfD ile işbirliği yapmayı reddetse de, AfD politikalarının Alman siyasetinde “ana akım” haline geldiğini söylemek mümkün mü? Her halükarda AfD’nin Almanya’nın geleceğinde bir rol oynaması muhtemel görünüyor.

AfD, CDU/CSU siyasetinin bir devamı. Aradaki fark: Parti içinde açık faşistlere izin veriyor. CDU ve CSU 40 yıldır göçmenlere ve sığınmacılara karşı ırkçı kışkırtmalar yoluyla mücadele ediyor. AfD bunu devraldı ve genişletti: ırkçılığı artırdı ve bilinçli olarak şiddeti teşvik etti. AfD, Müslümanlara yönelik baskı ve cinayetler nedeniyle her zaman İsrail’in yanında yer almıştır. Bu durum Gazze’deki mevcut soykırımla birlikte daha da artmıştır. Yeşiller bugün en kavgacı Alman partisidir. Ukrayna savaşında Rusya’ya karşı ırkçı klişeler kullanıyorlar ve Netanyahu hükümetinin ırkçı tutumuna tamamen katılıyorlar. Yeşiller, İsrail’in politikalarına yönelik her türlü eleştiriyi antisemitizm olarak suçluyor ve bunda da başarılı oluyor. AfD’deki faşistler nedeniyle, federal düzeydeki diğer partiler arasında AfD ile çalışma konusunda hâlâ çekinceler var. Eyalet düzeyinde durum farklı; işbirliği belediyelerde işe yarıyor. Almanya’da faşizm, özellikle Ukrayna’daki savaşla birlikte rehabilite edildiğinden, AfD’nin birkaç yıl içinde federal düzeyde de kabul görmesi mümkün olabilir. Rusya ile barış için çaba gösteriyormuş gibi davrandığı sürece bu pek olası değil.

‘ALMAN EMPERYALİZMİ İÇİN DAHA FAZLA BAĞIMSIZLIĞIN KOŞULLARI YARATILIYOR’

Yukarıdaki soruyla da ilişkilendirilebilir: Egemen sınıfın içinden yükselen sesler arasında “güçlü ve kararlı bir hükümet” çığlığı önemli bir yer tutuyor. Anketler olası bir federal erken seçimde CDU/CSU’nun birinci parti olacağını gösteriyor. CDU/CSU tek başına bu “güçlü ve istikrarlı hükümet” talebini karşılayabilir mi? Alman siyaseti “siyaset dışı” aktörlere ya da kurumlara yönelmek zorunda kalacak mı?

Bir sonraki federal seçimin tarihi CDU/CSU ve SPD arasında müzakere edildi. Bu semptomatik bir durum: tüm retoriğe rağmen iletişim halindeler. Şu anki duruma göre ancak her iki partinin koalisyonu bir sonraki hükümeti kurabilir. Bence bu aynı zamanda Alman sermayesinin mevcut çıkarlarıyla da örtüşüyor. Egemen sınıf henüz içeride otoriter bir rejime kararlı değil, fakat bunun koşullarını hazırlıyor. Dış politika açısından ise henüz ABD’den kopamıyor ama AB’de ve belki de NATO’da daha güçlü bir liderlik rolü için çabalıyor. Bu aynı zamanda Alman emperyalizmi için gelecekte daha fazla bağımsızlığın koşullarını yaratmaktadır.

Okumaya Devam Et

SÖYLEŞİ

‘Türk dünyası ekonomik entegrasyona hazırlanıyor’

Yayınlanma

Türk dünyasının ilk uluslararası finans kurumu Türk Yatırım Fonu, 1 Ocak 2025’te politika belgesini açıklamaya hazırlanıyor. Türk Yatırım Fonu Başkanı Büyükelçi Baghdad Amreyev’e merak edilenleri sorduk.

Finansal uluslararası işbirliği kurumu olarak oldukça yenisiniz. Ve ilk Yönetim Kurulu toplantınızı mayıs ayında yaptınız. O toplantının sonuçları ve toplantıda tartışılan stratejilerin ve kararların uygulanması için oluşturulan yol haritası hakkında bilgi verir misiniz?

Bildiğiniz gibi, Türk Yatırım Fonu’nun kurulması kararı, Türk dünyasının liderleri tarafından 2022’de Semerkant’taki zirvede alındı. Kasım 2022’de, Türk dünyasının ilk finansal mekanizması ve kurumu olan Türk Yatırım Fonu’nun kurulması için özel bir anlaşma imzalandı. Orada ben de kurucu başkan olarak atandım.

Daha sonra kuruluş anlaşmasını hazırlamaya başladık ve çok kısa bir sürede anlaşmayı ortaya çıkardık. 16 Mart 2023’te, Ankara’da Türk dünyası liderlerinin olağanüstü zirvesinde, ülkelerimizin maliye ve ekonomi bakanları, liderlerimizin huzurunda bu kuruluş anlaşmasını imzaladılar. Gerçekten tarihi bir andı.

2023 yılı sonunda parlamentolarımızda onay süreci tamamlandı ve anlaşmaya göre Fon 24 Şubat 2024’te resmen yürürlüğe girdi. Bu, bizim Fonun “doğum günü” olarak kabul ettiğimiz gündür.

O tarihten bu yana çok sayıda organizasyon tamamlandı. 18 Mayıs’ta Türk Yatırım Fonu Başkanı olarak Fonun en yüksek yönetim organı olan Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısını düzenledim.

Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz da o toplantıya katıldı, değil mi?

Evet, Türkiye Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sayın Cevdet Yılmaz da bu toplantıya katıldı ve toplantıya başkanlık etti. Bizim için büyük bir onurdu.

Toplantı oldukça başarılı geçti ve Guvernörler, Fonun kurumsallaşmasının tamamlanması da dahil olmak üzere birkaç önemli karar aldılar. Ayrıca Yönetim Kurulu’nu kurdular ve onlara temel prosedür belgelerini ve diğer gerekli eylemleri hazırlamaları için talimat verdiler. O zamandan beri, Haziran ve Ağustos aylarında, iki toplantı düzenledim ve bu toplantılarda Fonun operasyonel faaliyetlerinin başlaması için önemli kararlar aldık. Operasyonel yapının oluşturulması ve yatırım politikasının hazırlanması devam eden süreçler arasında

Yatırım politikası belgemiz hala taslak aşamasında.

Yatırım politikası hazırlanması hala devam ediyor yani.

Evet, hala devam ediyor. Bu, Fonun önceliklerini ana hatlarıyla belirleyeceği, hangi projelere odaklanacağımızı ve rolümüzün ne olacağını belirteceği için önemli bir belge.

Guvernörler Kurulu’nun ilk toplantısında Azerbaycan’dan Sayın Ramil Babayev, Fonun operasyonlarını yönetmekten sorumlu Türk Yatırım Fonu Genel Müdürü olarak atandı.

Yatırım politikası kesinleştirildiğinde ve yönetim yapısı tamamen yerleştiğinde, operasyonel faaliyetlere başlamaya hazır olacağız. 

Politika hazırlıklarınızın hala devam ettiğini anlıyorum, ancak Türk Yatırım Fonu’nun hangi temel sektörleri veya endüstrileri destekleyeceği konusunda bize bir fikir verebilir misiniz? 

Evet, önceliklerimiz oldukça açık ve bunlardan birçok kez bahsettim. Her şeyden önce, Türk Yatırım Fonu’nun birden fazla amaca hizmet ettiğini belirtmek önemli. Sadece kendi ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmemiz gerekseydi, yeni bir fon kurmaya gerek kalmazdı. Bunun için zaten çok sayıda fon ve bankamız var.

Ancak, Türk Yatırım Fonu sadece ülkelerimiz içindeki projeleri finanse etmek için değil, aynı zamanda uluslarımızın ekonomik entegrasyonuna katkıda bulunmak için kuruldu. Fonun temel odak noktası, ülkelerimiz arasındaki entegrasyonu ve işbirliğini teşvik eden ortak projeleri finanse etmek olacak. Bu, Türk dünyasının birliği ve ekonomik gücü için hayati önem taşıyor.

Türk dünyası için ekonomik entegrasyon kavramını biraz açabilir misiniz?

Herhangi bir siyasi veya ekonomik bloğun nihai amaçları vardır. Amacımız, Türk dünyasına hizmet etme potansiyelini birleştirmek için ekonomilerimizi bir araya getirmek. Ekonomik entegrasyon, ekonomilerimizi güçlendirmek ve ekonomik potansiyelimizi birleştirmek için birlikte çalışmak anlamına geliyor. Biz yedi ülkeyiz. Ticareti teşvik ederek, yatırımları kolaylaştırarak ve altyapı, enerji ve ulaşım gibi alanlarda ortak girişimleri destekleyerek daha güçlü ve daha birleşik bir Türk dünyası inşa etmeyi amaçlıyoruz.

“Ekonomik entegrasyon” derken tam olarak neyi kastediyorsunuz? Bu entegrasyonun bir parçası olarak ortak bir Türk para birimi veya finans altyapısından mı bahsediyorsunuz?

Ekonomik entegrasyon, en azından başlangıçta, tek bir para birimi veya birleşik bir altyapıya sahip olmak anlamına gelmez. Daha çok, özellikle enerji, ulaştırma ve KOBİ’ler gibi kilit sektörlerde, ortak projeler aracılığıyla birbirimizin ekonomilerine daha derin bir şekilde dahil olmakla ilgili.

Amacımız, Avrupa Birliği veya diğer bölgesel gruplar gibi ortak hedefler doğrultusunda çalışabilen ekonomik ve politik bir blok oluşturmak. Birbirimizin ekonomilerini desteklemeli ve tüm ülkelerimize fayda sağlayacak ortak projeler üzerinde işbirliği yapmalıyız. Bu, Türk dünyasının birliği için önemli bir koşuldur.

Fon’un Türk dünyasının eksik parçası olduğunu anlıyorum. Şimdi, bu boşluğu doldurdunuz mu?

 Türk birliği halen çok taze. Türk Devletleri Teşkilatı ve diğer ilgili işbirliği örgütleri sadece 10-15 yıl önce kuruldu. Çok kısa bir süre. Elbette zamana ihtiyacımız var. Türk Yatırım Fonu’nun bu süreci hızlandıracağından eminim.

Ekonomilerimizi daha rekabetçi ve dayanıklı hale getirmek için birlikte çalışmamız gerekiyor. Zamanla Türk Yatırım Fonu, Türk dünyasında ekonomik entegrasyonu teşvik etmek için birincil finansal araç olmayı hedefliyor.

Fonun temel önceliklerinden biri, ülkelerimize yabancı yatırım çekmektir. Bunu yapmanın iki yolu vardır: Birincisi, ulusal projeleri destekleyerek ve yabancı ortakları katılmaya teşvik etmek ikincisi ise Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası, Asya Kalkınma Bankası ve İslam Kalkınma Bankası gibi diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği yapmak.

Elbette, büyük projeler için kendimizi finanse edemiyoruz ancak bu finans kuruluşları projelerimize katkıda bulunmak için çok istekli.

Büyükelçi Amreyev, hem kurumlar hem de ülkeler açısından Asya’daki diğer güçlere ilişkin olumlu bir işbirliği perspektifine sahip olduğunuzu anlıyorum. Ancak aynı zamanda, bu bir tür jeopolitik zorluğu da beraberinde getiriyor. Çin, Rusya, diğer bazı komşu Avrupa ülkeleri… Türk Yatırım Fonu bu jeopolitik zorluklarla nasıl başa çıkacak? Bunu takiben, bir başka soru şu olabilir: Eğer küresel bir güç olarak yükselen Türk bloğundan söz ediyorsak ve Türk Yatırım Fonu finans sektöründe aktif bir oyuncu olmak istiyorsa, bu gerçekler göz önüne alındığında stratejinizi nasıl sürdüreceksiniz?

Yatırım fonu bir siyasi örgüt değil, bir finans kuruluşudur. Bu nedenle Türk Yatırım Fonu, günümüzün sorunlu dünyasının jeopolitik rekabetine veya zorluklarına dahil olmak durumunda değil. Evet, küresel toplumun karşı karşıya olduğu dramatik zorlukları kabul ediyoruz, ancak bunlarla başa çıkmak politikacıların işidir. Finansörler olarak rolümüz rekabetten ziyade işbirliğine katkıda bulunmaktır. İşbirliğine odaklanarak, bu küresel zorlukların bazılarını hafifletmeye ve uluslararası rekabetin yoğunluğunu azaltmaya yardımcı olabiliriz.

Bu nedenle olumlu bir rolümüz var, diğer ekonomik ve finansal kurumlarla birlikte çalışıyoruz. Yapıcı işbirliği ve ortak projeler aracılığıyla, karmaşık dünyamızdaki işbirlikçi çabaları desteklemeyi ve teşvik etmeyi amaçlıyoruz.

Öte yandan, küreselleşmenin dünya çapında rekabeti önemli ölçüde artırdığını da kabul ediyoruz. Sonuç olarak, ülkelerimiz yatırım çekmede zorluklarla karşı karşıya. Bu rekabet gerçek ve hedefimiz, ülkelerimizin bu zorlukların üstesinden gelmelerine ve daha rekabetçi olmalarına yardımcı olmak. Ekonomilerimizin büyümesini başarıyla destekleyerek, uluslarımızın rekabet gücünü artırmada önemli bir rol oynayabiliriz. Şu anda altı ülke Türk Yatırım Fonu’nun tam üyesidir: Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Macaristan. Ayrıca Türkmenistan’ın yakında yedinci tam üye olarak katılmasını bekliyoruz. Ayrıca, Türk Yatırım Fonu üye olmayan kuruluşlarla işbirliğine açık. Kuruluş anlaşmamız, gerekli koşulları karşılamaları ve şartları kabul etmeleri halinde diğer ülkelerin de katılmasına olanak tanıyor. Bu, dış ortaklarla da yapıcı işbirliğine imkan sağlıyor.

Uluslararası finans kuruluşlarıyla ilgili olarak, hepsiyle çalışmaya açığız. Zaten müzakerelerdeyiz ve çeşitli finans kuruluşlarının bizimle işbirliği yapma konusunda artan bir ilgi gösterdiğini gözlemliyoruz. Büyük finans fonları, bankalar ve kuruluşlarla çalışarak, üye ülkelerimiz içinde önemli kalkınma ve altyapı projelerine katılabiliriz.

Bu büyük finans kuruluşları işbirliğine olan ihtiyacı kabul ediyorsunuz ve bu da büyük altyapı projelerine önemli yatırımlar yapılacağı anlamına geliyor. Örneğin, özellikle Rusya-Ukrayna savaşı ışığında, Kazakistan ve Türkmenistan’da enerji altyapısını genişletmeye yönelik artan bir ilgi var ve bu da Türk dünyasının Avrupa için önemini artırıyor. Avrupa Birliği’nin Türk bölgesindeki enerji projelerine milyarlarca avro yatırım yapmayı planladığını biliyoruz. Projeler hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?

Büyük altyapı projeleri maliyetlidir ve birden fazla finans kuruluşunun katılımını gerektirir. Bahsettiğim gibi, Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ve birkaç Asya bankası bu tür bir işbirliğinin kurulması konusunda istekli. Finanse edilecek özellikle enerji sektöründe olmak üzere halihazırda boru hattında birkaç projemiz var. Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan petrol ve gaz üreticisi olsa da, şu anda bu kaynakları verimli bir şekilde taşımak için boru hatları ve elektrik hatları gibi daha fazla sınır ötesi enerji altyapısına ihtiyacımız var.

Ulaşım ağının inşası sadece üretim için değil, aynı zamanda tüketiciler için de önemli. Bu nedenle diğer uluslararası finans kuruluşlarından giderek artan bir ilgi görüyoruz. Ulusal hükümetlerimizin planları var ve Kazakistan, Türkmenistan ve Azerbaycan’ın Türkmenistan’dan Azerbaycan, Türkiye ve Avrupa’ya gaz boru hatları inşa etme girişimlerinde yer aldığını biliyorum. Ülkelerimiz ve Avrupalı ortaklarımız bu projelere büyük ilgi gösteriyor.

Türk dünyasında başka enerji projeleri de var. Örneğin, Kırgızistan’da Özbekistan ve Kazakistan’a hizmet edecek bir enerji santrali inşa etme konusunda büyük planlar var. Bu devasa altyapı projeleri halihazırda çeşitli finans kuruluşları tarafından inceleniyor ve işbirliği yapılabilecek çok sayıda alan var. Elbette, hükümetlerimizle yakından çalışıyoruz, önceliklerini, planlarını ve programlarını izliyoruz. Ayrıca, ulusal hükümetler tarafından ve zirvelerimizde ve hükümetler arası komisyonlarda alınan kararları da dikkate alarak, paydaşlarımız olan üye devletlerimizin öncelikleriyle uyumlu olduğumuzdan emin oluyoruz.

Macaristan’ın, özellikle AB başkanlığı sırasında, katkılarından dolayı Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) tarafından çok takdir edildiğini biliyoruz. Macaristan’ın Avrupa ve Türk dünyasını birbirine bağlamadaki rolü çok önemli kabul ediliyor. Aynı zamanda Macaristan, Türk Yatırım Fonu’na önemli miktarda parasal katkıda bulunduğunu resmen açıkladı. Bu konuda daha fazla bilgi paylaşır mısınız?

Evet, bu bir sır değil. Fon başlangıçta beş üye ülke tarafından kuruldu ve ardından Macaristan eşit payla katıldı. Her ülke 100 milyon dolar katkıda bulundu ve fonun başlangıç ​​sermayesi 600 milyon dolar oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, bu başlangıç ​​sermayesi önümüzdeki yıllarda fonu diğer uluslararası finans kuruluşlarıyla işbirliği için daha rekabetçi ve çekici hale getirmek için önemli ölçüde artırılacak.

Fondaki paylar her zaman eşit olarak kalacak mı?

Şart değil. Başlangıç ​​sermayesine eşit paylarla katkıda bulunuldu, ancak ek sermaye daha sonra kararlaştırılabilir ve şüphesiz aynı dağılımı takip etmeyecektir. Macaristan’a gelince, diğer üyelerle aynı payla tam üye olarak katıldı. Macaristan’ın 2018’de Türk Devletleri Örgütü’ne katılmasından bu yana Türk işbirliğinde çok yapıcı bir rol oynadığını söylemeliyim. Macaristan, diğer TDT üye devletleriyle birlikte tüm işbirliği mekanizmalarına aktif olarak katılıyor. Yakın zamanda, Macaristan’ın fona katılımını kesinleştirdiğimiz ve onları tam üye yaptığımız Budapeşte’deydim. Macaristan, Türk dünyasını Avrupa’ya ve Avrupa Birliği ile Türk Devletleri Teşkilatı arasında bağlamada gerçekten vazgeçilmez bir rol oynuyor. Macaristan’ın rolünü takdir ediyoruz ve gelecekte büyümeye devam edeceğine, yalnızca Türk dünyasının entegrasyonuna değil, aynı zamanda AB ile daha yakın işbirliği yoluyla küresel entegrasyonuna da katkıda bulunacağına inanıyorum.

Fona katkıları açıklığa kavuşturmak için soruyorum, her ülke ne kadar ödeyecek? Örneğin, Türkiye’de, Türkiye’nin Kazakistan ve Türkmenistan’daki enerji altyapısı ve boru hatları gibi projeler için devlet fonu sağlayıp sağlamadığı tartışılıyor. İnsanlar, başka ülkelerdeki projeler için hazineden ne kadar rakam ödeneceğini merak ediyor.

Herhangi bir uluslararası finans kuruluşunda olduğu gibi, proje finansmanı ve önceliklendirmeyle ilgili tüm kararlar Yönetim Kurulu tarafından verilecek. Her ülkenin çıkarları ve katkıları dikkate alınacak ve burada “kaybeden” olmayacak, sadece “kazanan” olacak. 

Bu önemli röportaj için çok teşekkür ederim, Sayın Büyükelçi. Hala birçok sürecin devam ettiği anlaşılıyor, ancak şimdilik bize bir manşet verebilir misiniz? Yakın gelecekte dünyanın hangi bölgesinin Türk Yatırım Fonuyla büyük ölçekli projelerde işbirliği yapma olasılığı en yüksek? Avrupa, Asya, Rusya veya Körfez ülkeleri mi olacak? Türk Yatırım Fonu işbirliklerinde en büyük sürpriz ne olacak?

Öncelikle Türk Yatırım Fonu yeni kurulmuş bir finans kuruluşudur ve 1 Ocak 2025’te operasyonel faaliyetlerimize başlayacağız. Avrupa, Asya, İslam dünyası ve Arap dünyasındaki finans kuruluşlarıyla yakın temas ve müzakereler içindeyiz. Onlar tarafından güçlü bir ilgi görüyoruz ve onlarla ilişkilerimizi geliştirmek için eşit derecede istekliyiz.

Bence en büyük sürpriz, üye devletlerimiz içinde Türk bölgesinde elde edeceğimiz başarı olacak. Ülkelerimizin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmaya ve ortak projeler üzerinde birlikte çalışan girişimcileri desteklemeye ciddi şekilde kararlıyız. Onları desteklemek ve Türk ülkeleri ve şirketleri arasında daha fazla ortak girişim teşvik etmek için buradayız.

Söylediğim gibi, nihai hedef, daha birleşmiş bir Türk dünyasının temeli olacak Türk ülkeleri arasında daha fazla ekonomik entegrasyona katkıda bulunmaktır. Bu bizim temel amacımız.

Büyükelçi Bağdat Amreyev, bu diplomatik röportaj için teşekkür ediyorum. Türk Yatırım Fonu’nun politikaları, yatırımları ve projeleri resmi olarak başlatıldığında 1 Ocak’tan sonra daha fazlasını duymayı dört gözle bekliyoruz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English