SÖYLEŞİ
‘ABD’nin Gazze’de İsrail’in savaşını desteklemek dışında bir politikası ve barış planı yok’
Yayınlanma
Yazar
Esra Karahindiba
ABD Dışişleri Bakanlığı eski danışmanlarından Vali Nasr, Harici’ye konuştu. Washington’ın Gazze konusunda bir politikasının olmadığını söyleyen Nasr, “ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok” dedi.
Johns Hopkins Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler ve Orta Doğu Çalışmaları alanında profesör olan Nasr, özellikle İslam dünyasındaki politik gelişmeler üzerine yoğunlaşmaktadır. İran kökenli bir Amerikalı olan Nasr, ABD-İran ilişkileri ve ABD’nin Orta Doğu politikaları konusunda fikirlerine danışılan ve bu alanda öne çıkan isimlerden biridir.
Bir dönem ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Dış İlişkiler Politikası Kurulu üyesi olan Nasr, 2009-2011 yılları arasında ise ABD’nin Afganistan ve Pakistan Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Holbrooke’un Kıdemli Danışmanı olarak görev yapmıştır.
ABD dış politikasında etkili kuruluşlar olan Atlantik Konseyi’nin ve Dış İlişkiler Konseyi CFR’nin kıdemli araştırmacısı Nasr, The Dispensable Nation: American Foreign Policy in Retreat, The Shia Revival ve How Sanctions Work: Iran and the Impact of Economic Warfare kitaplarının yazarıdır.
Vali Nasr, Gazze’deki çatışmada Biden yönetiminin konumu, ABD’nin Orta Doğu politikası, İran ve Suudi Arabistan’ın rolü ve Gazze’nin geleceği üzerine gazeteci Esra Karahindiba’nın sorularını yanıtladı.
‘İran ve ABD arasındaki gerilim artarsa Tahran agresif bir nükleer politikaya geri dönecektir’
Gazze savaşından önce İran ile ABD arasında resmi olmayan bir nükleer anlaşma yapıldığına dair haberler vardı. Bu anlaşma hâlâ geçerli mi, yoksa İran, Gazze savaşı nedeniyle nükleer çalışmalarını hızlandırdı mı?
Gazze Savaşı’nın İran’daki politika değişikliği üzerinde henüz doğrudan bir etkisinin olduğunu düşünmüyorum. Ancak Gazze savaşı, ABD ile İran arasındaki gerilimi tırmandırdı. Gazze Savaşı olur olmaz Amerika Birleşik Devletleri, İran’daki Amerikalı mahkumların serbest bırakılması karşılığında Güney Kore’den İran’a giden 6 milyar dolarlık parayı dondurdu. Ve böylece, her iki ülke de aralarındaki gerilimin arttığını görüyor. İran destekli güçlerin Suriye ve Irak’ta Amerikan mevzilerine saldırıları oldu. Ve aynı hedefleri Amerika bombaladı. İran, Rusya’ya gelişmiş balistik füzeler satabileceğini söyledi. Yani İran ile ABD arasındaki gerilimin kademeli olarak arttığını görüyoruz. Eğer bu tırmanış gerçekleşirse, bu kaçınılmaz olarak İran’ın daha agresif bir nükleer politikaya geri dönmesi anlamına gelecektir.
‘Savaşın yayılmasını istemese de, gelişmelerden en çok faydalanan İran’
Her ne kadar İran, savaşın yayılmasından yana olmasa da Husiler ve İran destekli milisler bölgedeki ABD güçlerine saldırmaya devam ediyor. Gazze savaşından sonra İran’ın bölgedeki nüfuzunu artıracağını düşünüyor musunuz? Bu durum ABD’nin bölgedeki politikasını nasıl etkileyecek?
Burada üç şey var: Birincisi, evet, İran’ın, Hizbullah’ın ya da bölgedeki herhangi bir gücün savaşın genişlemesini istediğini düşünmüyorum ama aynı zamanda İran’ı, Irak’taki ve Suriye’deki Hizbullah milislerini ve de Husiler ile Hamas’ı da içeren direnişle Filistinlilere destek göstermek istiyorlar. Ve diğer birçok Arap ülkesi şu anda askerî açıdan hiçbir şey yapmazken, onlar bir şeyler yaptıklarını göstermek istiyorlar. Diplomatik olarak bazı şeyler yapıyor olabilirler ama askerî olarak yapmıyorlar. Yani kısmen bu saldırıları Hamas’a destek göstermenin bir yolu olarak yapıyorlar. Ama aynı zamanda ABD’ye yönelik uyarı atışları olduğunu da düşünüyorum. ABD’ye, İsrail’in herhangi bir kısıtlama olmaksızın saldırması, Hamas ve Gazze’nin işini tamamen bitirmeye çalışması, çok fazla Filistinlinin ölmesi halinde ve eğer nüfus sınır dışı edilirse, İsrail’in yok olacağını ABD’ye söylemek istediklerini düşünüyorum. O zaman ABD bölgede çok daha geniş bir savaşla karşı karşıya kalacak. Sanırım her iki tarafın da sinyal gönderdiği aşamadayız. Amerikalılar, karşı saldırıya hazır olduklarını göstermek için bölgedeki İran veya milis mevzilerini vuruyor. Ama Irak’taki Husiler ve Hizbullah milislerinin de kendi sinyallerini verdiğini düşünüyorum.
İkinci olarak, bana kalırsa İran’ın pozisyonu güçleniyor çünkü Filistin meselesi bölge insanları için ön planda ve merkez haline geldiğinde bu, İran’ın her zaman dayanak olarak gördüğü ve her zaman savunduğu bir konu haline geliyor. Sanırım bölgedeki diğer ülkeler, İsrail’le gizli ya da açık ilişkiler kurularak çıkarlarına en iyi şekilde hizmet edildiğini gördüler. Abraham Anlaşmaları, Suudi-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi, Türkiye-İsrail ilişkileri… Bunların hepsi artık tehlikeye girdi. Dolayısıyla bu değişimden en çok fayda sağlayan ülke aslında İran’dır. Kısa vadede İsrail de İran’la meşgul olmak yerine Gazze’yle meşgul. ABD de artık Filistin meselesiyle uğraşıyorken ki 6 Ekim’e kadar Filistin meselesinin bittiğini düşünüyordu. Belki Sünni dünyasında, Arap dünyasında insanların Suriye’deki Esad rejimine verdiği destek nedeniyle İran’a öfkesi vardı. Bütün bunların unutulduğunu düşünüyorum. Artık herkes Filistinliler için üzülüp ağlarken, İran ya da Hizbullah onlar için doğru tarafta görünüyor. Yani bu İran için büyük bir başarı. Şimdi, bunun İran için uzun vadeli bir faydaya dönüşüp dönüşmeyeceği tamamen duruma göre değişir. Bundan emin değilim. Ayrıca bölgedeki İran ilişkilerinin geleceği de bence bu savaşın nasıl biteceğine, ABD’nin savaşın nihayete ermesi konusunda nasıl bir vizyona sahip olduğuna ve bu savaştan sonra ne olacağına bağlı. Eğer bu savaştan sonra İran ile ABD arasındaki nükleer meselenin daha da tırmandığını görürsek, İran ile İsrail arasındaki gerilimin arttığını, saldırılar, yarı saldırılar vb. olaylar görürsek, o zaman bölgenin uzun bir istikrarsızlık dönemine girebileceğini düşünüyorum.
‘ABD’nin Gazze’deki tek politikası, İsrail’in savaş yapmasına izin vermek’
ABD’nin Orta Doğu’daki müttefikleri, ABD’yi Ukrayna konusunda desteklemedi. OPEC ülkeleri petrol fiyatlarını düşürmeye devam ediyor. Artık ABD’nin İsrail’e verdiği sınırsız destek, bölgede güvenilirliğin daha da kaybolmasına yol açtı. Ukrayna ve İsrail krizlerinden sonra Washington’un Orta Doğu’daki siyasi ağırlığını kaybetmeye başladığını fikrine ne dersiniz?
Ukrayna’nın hiçbir zaman Orta Doğu için temel bir konu olmadığını düşünüyorum. Uzaklarda, bir yerde bir savaş… Yani Orta Doğu’daki insanların bu konuda görüşleri olabilir ama ortalama bir Arap için hiçbir zaman önemli olmadı, belki Türkler için daha önemliydi çünkü Türkler Karadeniz’de varlar ve belki onlar için daha önemli. Ama şunu söyleyebilirim ki, Mısır’da, Ürdün’de veya Basra Körfezi bölgesindeki insanlar ne Ukrayna’yı düşünerek uykusuz kalıyor ne de sabah uyandıklarında akıllarına geliyor. Hükümetler temelde kendi çıkarlarının ne olduğuna bakıyorlar. Suudi Arabistan’ın Rusya ile petrol çıkarları var. Türkiye’nin dengeleyici bir ilişkisi var, Rusya’yla ilişkileri var, Avrupa’yla da ilişkileri var. Yani Orta Doğu’nun Ukrayna’ya temelde Amerika’nın ne istediğine göre değil, kendi çıkarlarını nasıl koruyacaklarına, temelde Avrupa’yı nasıl destekleyeceklerine ve aynı zamanda Rusya’ya nasıl destek vereceklerine göre tepki verdiğini düşünüyorum. Sanırım kimse doğrudan Ukrayna savaşının içine çekilmek istemedi.
Gazze’nin farklı olduğunu düşünüyorum. Evet, ABD’nin temelde İsrail politikasını tüm kalbiyle desteklemesi ve Gazze’de ölen insan sayısı konusunda eleştirel olmaması nedeniyle Amerika’nın Filistin meselesindeki ahlaki duruşuna yönelik büyük bir öfke var. Ancak bence asıl mesele ABD’nin ahlaki güvenilirliği değil çünkü bunun Orta Doğu’da çok güçlü olduğunu hiçbir zaman düşünmedim. Orta Doğu halkı her zaman ABD’nin İsrail konusunda yanlı olduğunu düşündü. Her zaman ABD’nin İslamofobik olduğunu düşündüler. Irak Savaşı’na öfkeliydiler. Orta Doğuluların ABD’nin Orta Doğu’daki çifte standartlarına öfke duymasının birçok nedeni vardı. Önem arz eden güvenilirlik meselesinin bir ABD politikasının eksikliği olduğunu düşünüyorum, çünkü ABD’nin ahlaki duruşları nedeniyle pek sevilmediği zamanlarda bile ne yapmak istediği ve neyi başarabileceği konusunda çok net bir anlayışı vardı. Aslında ABD’nin Gazze konusunda bir politikasının olmadığını görüyoruz. Tek politikası, arkalarına yaslanıp İsrail’in bu savaşı kendi amaçları doğrultusunda ve savaşı nasıl yürütmek istiyorsa yürütmesine izin vermek. ABD’nin bir barış planı yok, bir ateşkes planı yok, bölgeye yönelik uzun vadeli bir istikrar planı yok. Güvenilirlik sorunu da burada çünkü bir süper gücün güvenilirliği, ahlaki konumundan gelmez. Politika oluşturma ve politika uygulama yeteneğinden gelir. Sanırım bunlar şu anda şüpheli konular; eğer herhangi bir ülkeye sorarsanız, sokaktaki insanları kastetmiyorum ama bölgedeki herhangi bir hükümete, bu savaşın nasıl sona erdirileceğini, savaşın başlamaması ve bölgeye istikrarın yeniden getirilmesi için işlerin nasıl daha iyi hale getirilebileceğini, bu savaşın nasıl sonlandırılacağına ilişkin Amerikan politikasının ne olduğunu sorarsanız, bu sorulara cevap verebileceklerini sanmıyorum.
‘Arap liderlerin Pekin ziyareti, Çin’i Orta Doğu meselesine buyur edeceğiz, anlamına geliyor’
Arap ülkelerinin bakanlarının Gazze’ye çözüm bulmak amacıyla yaptıkları gezide ilk durak olarak Çin’i ziyaret etmelerinin nedeni nedir? Sizce bu ne anlama geliyor? ABD, Orta Doğu’da Çin’i dengeleme politikasında başarısız mı oldu?
Bence önemliydi. Bence daha önemli olan konu, Suudi Arabistan’ın tüm İslam ve Arap ülkelerinin liderlerini bir araya davet etmeye karar vermesi ve böylece ilk kez birbirleriyle genellikle konuşmayan ülkelerin liderlerinin, mesela İran ile Mısır, Esad ile Erdoğan sanki hepsi bir aradaymış gibi aynı fotoğrafta bir araya gelmesi oldu. Bu çok anlamlıydı. Yani bölge ilk kez temelde “Biliyor musunuz, Amerika’nın bir politikası yok, bir araya gelip bunu nasıl çözebileceğimize bakacağız” dedi. Bence bu, ABD’nin gittiği yerden (politika) memnun olmadıklarının en önemli açıklamasıydı. Şimdi Güvenlik Konseyi’nin beş üyesinin tamamının başkentlerini ziyaret etme kararı aldılar. Ancak önemli olan, Pekin’in son durak değil, ilk rota olmasıydı. Yani önemli olanın bu olduğunu düşünüyorum. Çin’in çözüm getirebileceğini düşündüklerini düşünmüyorum, ancak temelde “Çin’le sadece bağları kesmeyeceğiz, biz aslında Çin’i Orta Doğu meselesine buyur etmeye çalışacağız” sinyali verdiler.
‘Arabuluculuk için doğru aday Suudi Arabistan’
Foreign Affairs dergisindeki yazınızda ABD’nin Orta Doğu’daki ilişkilerini Riyad üzerinden yürütebileceğini, böylece bölgedeki sorumluluğunun hafifletilebileceğini yazmıştınız. Önerdiğiniz model, çok taraflı kazan-kazan yaklaşımına dayanan mevcut Suudi dış politika perspektifiyle uyumlu mu? BRICS’e katılan bir ülkeyi tekrar ABD odaklı bir modele dönmeye nasıl ikna edersiniz?
Suudilerin elmayla armut arasında seçim yapmak zorunda kalacağını düşünmüyorum. Aslında BRICS’i seçmişler. İran’la ilişkilerinin olması, Çin’le ilişkilerinin olması, Suudi Arabistan’ı tam da doğru bir aday yapıyor çünkü yalnızca ABD’ye çok yakın olan bir ülke, Türkiye ve İran’ı sürecin içine çekemez. Orta Doğu’nun istikrarı açısından çok önemli olan diğer aktörlerin de tabloya dahil olması lazım. Suudi Arabistan’ın Amerika’yla giderek artan yakın ilişkileri var, ama aynı zamanda Çin’le de yakın ilişkileri var, Rusya’yla da yakın bağları var, uzun yıllardır soğuk ve donuk olan ilişkilerinin ardından şimdi Türkiye ile ilişkiler kurdu, İran’la ilişkilerini yeniden kurdu. Katar’la ilişkilerini onardı vs. Ayrıca İsrail üzerinde de bir nüfuzu var çünkü İsrailliler hâlâ Suudi Arabistan’la normalleşmeyi istiyor ve eğer ABD bu rolü desteklemeye istekliyse ve ABD’nin en büyük nüfuza sahip olduğu yer İsrail olduğuna göre bu nüfuzu uygulamaya geçirmek için doğru konumdalar. Bölgeye istikrar getirecek bir anlaşmaya varmak istediğinizde bölgedeki her aktörün bunu kabul etmesi gerekiyor. Amerikalılar şu anda İranlılarla konuşmuyor, dolayısıyla bu konuyu İran’la tartışamazlar. Çinliler İranlılarla konuşuyor. Ve Suudiler İranlılarla konuşuyor. Çinliler ile Suudiler aynı zamanda birbirlerine bağımlılar. Ruslar bunu desteklemeli, baltalamamalı. Tahran ve Ankara şu anda Rusya’yı harekete geçirme konusunda en iyi ilişkiye sahip. Amerikalılar İsraillilerle en iyi ilişkiye sahip. Sonuç olarak ABD’nin şu andaki politikası yalnızca İsrail savaşını desteklemek. Ancak bölgede gerçekten istikrar istiyorsanız istikrar sadece İsrail’in savaşı yürütmesine destek olmakla sağlanmaz. İstikrar, herkesin kabul etmesi ve kabul etmesi gereken daha geniş kapsamlı bir bölgesel güvenlik anlaşmasının desteklenmesiyle gelecektir. Temelde herkesle konuşan ve aynı zamanda İsraillilerle de nüfuz sahibi olan tek bir aktör yok. Ve Suudiler bu rolü oynayabilir.
‘Nihai çözüm anlaşması olmadan hiçbir bölge ülkesi Gazze’nin yeniden inşasında yer almak istemez’
Biden yönetimi, savaş sonrası Gazze’yi yeniden canlandırılmış bir Filistin Yönetimi’nin yönetmesini istiyor ancak Netanyahu bunu kabul etmeyeceklerini söyledi. “Savaştan sonra Gazze, İsrail’in sorumluluğu altında askerden arındırılmalıdır” dedi. Bu ne anlama gelir? Sizce savaş sonrasında Gazze’yi nasıl bir siyasi durum bekliyor? Bölge ülkeleri Gazze’nin yeniden inşasında etkili bir rol oynayabilir mi?
Her şey büyük oranda savaşın nasıl ve ne zaman biteceğine bağlı. Ukrayna’yı düşünürsek, Ruslar Ukrayna’ya girdiğinde Ukrayna’nın tamamını alacaklarını sandılar. Sonra Ukraynalılar savaşı kendilerinin kazanacaklarını ve Rusya’yı Ukrayna’nın dışına iteceklerini düşündüler. Şu anda bulunduğumuz nokta, iki tarafın da kazanamaması. Bu yeni bir gerçeklik. Şu anda İsrail’in her şeye sahip olabileceğini düşündüğü bir savaşın ortasındayız. Hamas’ı yok edebilir, Gazze’nin büyük bölümünü ele geçirebilir. Yani her şey amacına ulaşıp ulaşmayacağına ya da savaşın başka bir yerde durup durmayacağına bağlı. Yani her şey bu savaşın ne zaman ve nasıl duracağına bağlı. Bittiğinde? Bu, İsrail’in topyekûn zaferiyle mi sonuçlanacak yoksa İsrail, bir noktada tam zafer kazanamadan savaşı durdurmak zorunda mı kalacak? Savaş sona erdiğinde, savaş sonrası için müzakere edilebilecek düzenin ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Sanırım bu noktada durumun ne olacağını bilmiyoruz. Bölge ülkelerinin Gazze’nin gelecekteki güvenliğinin yanı sıra Gazze’nin yeniden inşasında da rollerinin olduğunu düşünüyorum. Ancak yine de onların Gazze sürecine dahil olması Gazze’deki nihai senaryonun ne olduğuna bağlı olacaktır. Kimsenin felaket bir bölgeye gitmek isteyeceğini sanmıyorum. Herkes ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Türkiye, hatta uzaktan uzağa İran’ın bile aralarında bir anlaşma yapıldığına inanmak istiyor. O zaman “tamam, bunu destekleyebiliriz” deyin. Ancak Gazze konusunda uluslararası alanda mutabakata varılmış bir durum yoksa, o zaman hiçbir Arap ülkesinin veya Türkiye’nin, uluslararası veya bölgesel desteğin var olmadığı bir sahaya gitmek isteyeceğini düşünmüyorum. Bu bir felaket reçetesi. Suriye’deki duruma benzer. Çünkü Suriye’deki savaşın nihai olarak sona ermesi konusunda bir anlaşma yok. Suriye’de ülkeler temelde kendi askeri mevzilerini koruyor ancak yeniden yapılanma konusunda bir anlaşma yok. Bu nedenle, öncelikle savaş sona erdiğinde Gazze’ye ne olacağı konusunda siyasi bir anlaşmaya varılması gerektiğini düşünüyorum. Bu, savaşın nasıl durdurulacağına bağlı. Daha sonra bölgedeki ülkeler Gazze’de nihai çözümü desteklemek için devreye gireceklerdir. Gazze’de nihai çözüme ilişkin bir anlaşmaya varılmadan oraya gidemeyecekler.
‘YPG’de Suriyelilerden daha fazla Amerikalılar var’
Türkiye’nin Suriye’ye yönelik “dondurulmuş” normalleşme girişimini de yorumlayabilir misiniz? Bir buçuk yıldır Beşar Esad ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın buluşup buluşmayacağı, normalleşmenin tam olarak uygulanıp uygulanmayacağı konusunu çok tartışıyorduk. Ama artık bu girişimlerin donmuş olduğunu görüyoruz.
İlişkilerin onarılması zaman alacak çünkü bu ikisi savaşın karşıt taraflarındaydı ve savaş henüz tam olarak sonuçlanmadı. Yine Gazze konusunda tartıştığımız gibi farklı hususlar var, Suriye’deki savaş için uluslararası kabul görmüş başka bir nihai çözüm yok. Temelde sahada fiili bir durum var. “Yani çatışmalar durdu”, “Esad burayı kontrol ediyor”, “Türk askeri orada”, “Bu kısmı Amerikalılar kontrol ediyor”, “Şurayı İranlılar kontrol ediyor” gibi şeyler var. Ancak geleceğe dair herhangi bir anlaşma yok. Türkiye’nin masada çok önemli sorunları olduğunu düşünüyorum. Biri İdlib’in geleceği, diğeri ise aslında Suriyelilerden çok Amerikalıları barındıran YPG grubunun geleceği. Esad elbette Türk birliklerinin Suriye topraklarından çıkmasını ister. Yani herhangi bir Arap ülkesinin lideri de aynı şeyi söyler. Ama öte yandan Türkiye artık mültecilerin Türkiye’ye gelmemesini de istiyor. Yani İdlib’i terk ederlerse biliyorsunuz Suriye birlikleri İdlib’e gider ve bir milyon Suriyeli daha Suriye’ye itilir. Bu bir sorun. Öte yandan aslında Esad’ın Türkiye’deki pek çok Suriyeli mültecinin evlerine dönmesine olanak sağlayacak güvenlik garantileri vermesini istiyorlar. O halde soru aynı zamanda Kuzeydoğu Suriye’deki Kürt hareketi, askeri kabiliyetleri vb. ile ilgili. Yani bu konularda çok uzakta olduğumuzu düşünüyorum.
Diğer konu ise Gazze Savaşı’nın dikkatleri Suriye meselesinden uzaklaştırmasıydı. Sanırım farklı bir Orta Doğu ortamında, farklı bir Amerika’nın Orta Doğu’yla ilişkilerinde, bırakın Türkiye ve Suriye’yi, Amerikalıların bile Suriye hakkında farklı düşünebileceği bir siyasi alan olduğunu hayal etmenin mümkün olduğu bir noktaya ulaşıyorduk. Böylece Arap dünyasının Esad’ı Arap Birliği’ne kabul etme anlamında ona doğru adım attığını gördük. Ama yine de geri dönüş meselesi, açısından Esad’ın mültecilerin geri dönüşünü, ekonomik yaptırımların kaldırılıp geri gelen insanlara gerçekten bakabilecek duruma gelinceye kadar kabul etmeyecektir. Yaptırımlar da kaldırılmayacak çünkü ABD yaptırımları kaldırmayacak. Yani her şey bir şekilde birbirine bağlı. İşler az da olsa ilerleyebilir, ancak kısa vadede bunu çözmenin çok zor olacağını düşünüyorum.
‘Ukraynalılar destek aldığı müddetçe Batı’nın niye destek verdiğini umursamıyor’
Size İngiltere Dışişleri Bakanı David Cameron’un açıklamalarını sormak istiyorum. Washington’daydı ve şöyle dedi: “Savunma bütçenizin yüzde 10’unu fazladan harcıyorsunuz ve Ukraynalıların cesaretiyle, Rusya’nın savaş öncesi savunma teçhizatının ve halkının yüzde 50’sini yok ediyorsunuz. Hem de Amerikalılar ve İngilizler hayatını kaybetmeden. Bu harika bir yatırım.” Bu, Ukrayna topraklarında olup bitenlerin yarı-vekalet savaşı olduğunun itirafı mı?
Ukraynalılar için bunun gerçek bir savaş olduğunu düşünüyorum. Bu onların bölgesiyle ilgili. Onlar için bu, 1921’de ülkelerinin bölünüp farklı Avrupalı güçlere verildiği, Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni birleştirmek için Türk ordusunu harekete geçirdiği Türkler için olduğundan farklı değil. Onlara göre bu bir milliyetçilik eylemidir. Ama ne yazık ki David Cameron’un söylediklerinin tam olarak Putin’in düşündüğü gibi olduğunu sanıyorum. Ukrayna savaşının aslında Batı’nın vekalet savaşı olduğunu düşünüyor. Sanırım David Cameron’un demek istediği, Rusya’yı zayıf tutmak ve Ukrayna’da meşgul ederek büyük bir güç olmasını engellemek için ödenecek çok küçük bir bedel olduğunu söyleyerek ABD Kongresi’ni savaşı desteklemeye devam etmeye teşvik etmekti. Ancak Ukrayna savaşının bir vekalet savaşı olduğu anlamında yanlış okunacak. Gerçeğin bu olduğunu düşünmüyorum. Ukraynalılar için savaşın gerçek olduğunu düşünüyorum. Kendi bölgelerini savunuyorlar. Batı’nın desteğine ihtiyaçları var. Destek aldıkları sürece Ukraynalıların Batı’yı neyin motive ettiğini umursadıklarını düşünmüyorum. Demek istediğim, Ukraynalıların savaşı algılama biçimi, Londra’da, Madrid’de, Amsterdam’da ya da Washington’da oturan birinin savaşı algılamasından çok farklı. Onlara göre mesele Rusya’yı zayıf tutmak olabilir. Ancak Ukraynalılar için mesele ülkelerini korumak.
İlginizi Çekebilir
-
Kuzey Kore lideri Kim, yapay zeka donanımlı yeni intihar dronlarının testlerini denetledi
-
Amerikalı ekonomist Stephen Roach: ABD kendi temellerine saldırıyor
-
Gözaltına alınan Gagavuzya lideri Gutsul, Putin ve Erdoğan’dan yardım istedi
-
Panama, ABD yaptırımları nedeniyle 128 geminin kaydını siliyor
-
Brezilya lideri Lula, Japonya ziyaretinde Trump’ın vergileriyle mücadele sözü verdi
-
Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani, Çin heyeti ile görüştü
SÖYLEŞİ
Alman iktisatçı: Sanayinin askerileşmesi felakete giden yoldur
Yayınlanma
1 ay önce17/02/2025
Yazar
Tunç Akkoç
Financial Times Deutschland’ın kurucularından, Alman iktisatçı Lucas Zeise Harici’ye konuştu: “Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.”
Lucas Zeise, 1944 doğumlu, finans gazetecisi. Felsefe ve ekonomi (iktisat) eğitimi aldı. Meslek hayatı boyunca Japonya Ekonomi Bakanlığı, Alman alüminyum sanayisi, Frankfurt merkezli “Börsen-Zeitung” ve kurucularından biri olduğu “Financial Times Deutschland” gibi çeşitli kurum ve yayınlar için çalıştı. Son olarak, Alman Komünist Partisi’nin (DKP) haftalık gazetesi “UZ”’nin 2017 yılına kadar genel yayın yönetmenliğini yaptı. Günümüzde “Junge Welt” gazetesinde düzenli köşe yazıları yazmakta ve çeşitli yayınlar için makaleler kaleme almaktadır.
Lucas Zeise, Alman sanayisi ve ekonomisi üzerine tartışmalar ve küresel gelişmelerle ilgili Tunç Akkoç’un sorularını yanıtladı.
Öncelikle, sanayisizleşme bir gerçek mi?
Evet, bence öyle, ama elbette bu uzun süren bir gerçeklik. Sanayisizleşme, genel anlamda kapitalist gelişime denk düşen bir süreçtir. Sanayi, tüm ülkelerde kapitalizmin temel artı-değer üretim unsuru olmuştur ve bazı daha gelişmiş ülkelerde, özellikle de İngiltere’de, sanayisizleşme daha ileri seviyeye ulaşmıştır. İngiltere, tam anlamıyla gelişmiş ilk kapitalist ülke olduğu için burada bu süreç daha erken başlamıştır.
Ekonomistler, bu süreci genellikle üçüncül sektör (tertiary sector) olarak adlandırır, yani genel anlamda hizmet sektörü. Kapitalist ülkelerde hizmetlerin ekonomi içindeki payı giderek artmaktadır. Bu, her yerde gözlemlenebilen genel bir eğilimdir ve özellikle de gelişmiş ülkelerin sermaye ihracatı yaparak sanayilerini aşama aşama başka bölgelere, özellikle de Güneydoğu Asya’ya kaydırmasıyla ilgilidir. Bu bölgelerde sanayileşme yaşanırken, gelişmiş ülkelerde sanayisizleşme süreci hızlanmıştır.
Buna ek olarak, finansallaşma süreci de hız kazanmış ve finans sektörü giderek güçlenmiştir. Ancak finans sektörü de bir hizmet sektörüdür, sanayi değildir. Yine de, tüm bu hizmet sektörleri sanayinin güçlü kalmasına bağlıdır. İngiltere’yi incelediğimizde, ülkenin diğer bölgelere kıyasla göreceli bir gerileme yaşadığını görebiliriz. Örneğin, Almanya sanayileşme sürecinde İngiltere’yi geride bırakmış ve hatta Birinci Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’yi geçmişti. Aynı şekilde ABD de sanayi açısından İngiltere’yi geride bıraktı.
Bu, uzun vadeli bir trenddir. Ancak Almanya ve Japonya gibi iki büyük sanayi ülkesi, bu sürece uzun süre direnmeyi başarmıştır. Son dönemde yaşanan ekonomik şoklar ise Almanya’nın sanayisizleşme sürecini hızlandırmış ve bu da kaçınılmaz bir krizi beraberinde getirmiştir. İşte bütün meselenin özü budur.
Avrupa Birliği’nde Mario Draghi gibi bazı etkili kişiler, Almanya’nın otomobil endüstrisinden uzaklaşarak yapay zekâ gibi yeni teknolojilere yatırım yapması gerektiğini savunuyor. Bu tür yapısal değişiklik önerileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence bu tür yapısal değişiklik önerileri bir yandan kendiliğinden gerçekleşecektir. Yani, bu süreç zaten doğal olarak ilerlemekte. Çin, Almanya’yı otomobil endüstrisinde zaten geçmiş durumda. Dolayısıyla, Mario Draghi’nin bu konuda verdiği tavsiye aslında ucuz bir öneri. Böyle bir şey önerip, sonra “Harika iş çıkardınız!” demek kolay.
Öte yandan, ekonomiyi bu şekilde yönlendirmenin mümkün olduğunu düşünmek gülünç olur. Yani, “Tamam, şimdi yapay zekâya büyük yatırımlar yapıyoruz ve böylece bu alanda öne geçeceğiz” demekle iş bitmiyor. Üstelik yapay zekânın gerçekten büyük bir devrim mi yoksa sadece geçici bir moda mı olduğu da tartışmalı. Yapay zekâ, aslında yarı iletken sanayisinin, yani mikroelektroniğin bir alt dalı gibi düşünülebilir.
Elbette, mikroelektroniğin gelişimi önemli ve bütün ülkeler bu alanda devlet destekli yatırımlar yapıyor. Avrupa Birliği ve Almanya da bunu zaten teşvik ediyor. Ancak, bu Almanya’ya özgü veya Almanya’yı diğerlerinden farklı kılacak bir şey değil. Bu alanda büyük ilerlemeler kaydetmek mümkün olsa da, bu tek başına bir sorunun nihai çözümü değildir.
Genel olarak Almanya’nın gelecekteki enerji tedarik stratejisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası, bu konuda uzman değilim, bu yüzden gerçekten iyi bir değerlendirme yapmam zor. Ancak bana çok açık görünüyor ki, tüm devletler ekonominin bu kadar merkezi bir sektörüne dikkat etmek zorundadır.
Almanya, kendi petrol şirketlerine sahip olmamasıyla zaten farklı bir konumda bulunuyordu. Bu, tarihi bir gelenek haline geldi. Doğalgaz konusunda ise eskiden iki büyük merkez vardı: biri BASF etrafında yoğunlaşmıştı, diğeri ise Ruhrgas’tı. Bu iki yapı birbirine bağlıydı ve bir süre boyunca iyi işledi. Ancak zamanla bu sistem değişti ve enerji sektörünün diğer alanları, özellikle elektrik üretimi de yeniden yapılandırıldı.
Fakat bu durum, enerji sektörünün devlet tarafından yönlendirilmesi gerektiği gerçeğini değiştirmez. Enerji politikası bütüncül bir şekilde devlet tarafından yönetilmelidir. Avrupa Birliği’nde ortak bir enerji politikası geliştirmek zaten pek mümkün görünmüyor. Oysa bu kadar büyük bir ortak pazar için böyle bir politika zorunlu olmalıydı.
Bu noktada, Türkiye örneğine bakarsak, orada enerji sektörü nispeten daha merkezi bir şekilde ele alınıyor, yönetiliyor ve koordineli bir şekilde yönlendiriliyor. Almanya’da ve genel olarak AB düzeyinde ise bu konuda büyük bir eksiklik var. Devlet, enerji meselesini gerçekten yeterince sahiplenmiyor.
Öte yandan, Alman sanayisi giderek savunma sanayisine yöneliyor. Bazıları, ekonominin militarizasyonunda bir tür “yeniden sanayileşme” potansiyeli görüyor. Ukrayna savaşından sonra, giderek daha fazla Alman şirketi savunma sanayisine malzeme sağlama konusundaki tabuyu kırıyor ve askeri teçhizat sektörüne giriyor. Bu gelişmeyi nasıl değerlendirmeliyiz?
Bu belki de çok önemli ve büyük bir soru, bu yüzden üzerine tam olarak konuşmaya cesaret edemiyorum. Bir yandan, bu durum açıkça, hâlâ gelişmekte olan ve nispeten iyi işleyen küresel ekonominin çöküşünün bir işaretidir. Eğer giderek daha büyük bir bölüm savunma sanayisine harcanıyorsa, bu aslında bir kayıptır. Çünkü bu faaliyet, yalnızca yıkım için var olan bir üretimdir. Bu genel anlamda bir gerileme işaretidir ve aynı zamanda felakete giden bir yolun göstergesidir.
Ayrıca, uluslararası arenada en iyi savunma sanayi ihalelerini almak için bir rekabet olduğu da ortada. Bu yüzden herkes, bu alana güçlü bir şekilde girmesi gerektiğini düşünüyor. Kimse sadece ABD’den uçak almak istemiyor, aksine kendi savunma sanayisini inşa etmek istiyor. Almanya da bu süreçte zaten yer alıyordu. Her zaman ön planda olmasa da, özellikle tank üretimi uzun zamandır güçlüydü. Bu sektör düşük bir hızda da olsa istikrarlı bir şekilde ilerliyordu.
Ancak bu gelişme, yaklaşan bir felaketin habercisi gibi görünüyor. Herkesin savaşa hazırlandığını gösteriyor. Bu durum, Birinci Dünya Savaşı öncesinde yaşanan atmosfere oldukça benziyor.
Almanya’da seçimler yaklaşıyor. Bu seçimlerden sonra Almanya’nın ekonomi politikalarının yeni bir siyasi düzenle değişeceğini düşünüyor musunuz?
Daha çok hayır, pek sanmıyorum. Ekonomik konuların biraz daha ön plana çıktığı gözlemlenebilir, ancak geçmişe bakarsak, 1969’daki Almanya Federal Meclis seçimlerinde seçim kampanyasının ana tartışma konularından birinin, o dönemde Alman Markı’nın (D-Mark) ABD Doları karşısında değer kazanıp kazanmaması gerektiği olduğunu hatırlıyorum. Yani, o dönemde Almanya için oldukça spesifik ve ekonomik açıdan kritik bir mesele seçim kampanyasının merkezine oturmuştu. Bu tartışma, Almanya’nın ABD’ye ve Avrupa’ya karşı nasıl bir pozisyon alması gerektiğiyle doğrudan ilgiliydi.
Bugün ise bu tür bir tartışma eksik. Aslında ele alınması gereken konular – enerji politikası, sanayisizleşme – tuhaf bir şekilde çarpıtılarak ele alınıyor. Görünüşe göre, herkesin hemfikir olduğu tek konu, Gerhard Schröder’in 2002 ya da 2003 yılında hayata geçirdiği Agenda 2010 programı. Bu program, ücretlerin düşürülmesi, sosyal yardımların azaltılması ve şirketler için kâr elde etme olanaklarının artırılması anlamına geliyordu.
Ancak bu yaklaşım, zaten o dönemde yanlıştı. Schröder’in bu adımı, bazı büyük şirketlerin büyük bir sıçrama yapmasını ve özellikle Avrupa iç pazarında Alman sermayesinin güçlenmesini sağladı. Bunun belirli avantajları oldu, ancak şimdi bunu tekrar etmek durumu daha da kötüleştirebilir.
Bu yüzden bence tartışmalar yanlış bir şekilde yürütülüyor ve özellikle de parti çizgileri doğrultusunda şekillenmiyor. Aksine, bu konuda çoğu siyasi aktörün fikir birliği içinde olduğu görülüyor.
Trump yönetiminin ilk uygulamalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası ilişkiler ve küresel ekonomi üzerinde etkisi ne olacaktır?
Bence, yeni bir deregülasyon (serbestleşme) dalgası söz konusu değil. ABD hükümetinin, diğer büyük güçlere veya Trump’ın deyimiyle “pislik çukurları” olarak adlandırdığı küçük devletlere karşı daha agresif bir tutum sergilemesi, onları acımasızca bastırması ve ezmesi deregülasyon anlamına gelmez. Aslında bu, esasen müttefik olan kapitalist devletler arasındaki rekabetin her türlü araçla daha da sertleşmesidir. Bu durumu net bir şekilde görebiliyoruz.
Bu, deregülasyon değil; daha çok Ronald Reagan döneminde yaşananlara benziyor. O dönemde ABD, Çin ile değil ama özellikle Japonya ve Batı Avrupa ile rekabetini yeniden canlandırmaya çalıştı. Reagan’ın kendi müttefiklerine karşı sergilediği acımasız tutum, ABD’nin küresel konumunu güçlendirmeye yönelikti. Günümüzde ise bunun daha da sertleştiğini düşünüyorum. Öyle ki, ABD Başkanı kalkıp “Ey Danimarka, bize Grönland’ı vermeniz lazım, olmazsa satın alırız” diyebiliyor. Hatta gerekirse doğrudan müdahale bile edebileceklerini ima ediyorlar.
Bu tür bir tavır, ABD’nin Panama’ya yönelik geçmiş politikalarının bir devamı aslında. Panama, ABD’nin burada bir kanal inşa etmek istemesi nedeniyle Kolombiya’dan koparılarak bağımsızlaştırılmıştı. Yani, güçsüz ülkelere karşı bu emperyalist davranış zaten bir gelenek. Ancak Almanya, Britanya, Fransa veya Japonya gibi orta ölçekli devletlere yönelik tutum da giderek daha acımasız hale geliyor. Bunu, yoğunlaşan ve daha da sertleşen bir rekabetin bir sonucu olarak görüyorum.
Özellikle ABD, askeri gücünü daha pervasızca kullanma konusunda gittikçe daha az çekimser davranıyor ve bu durum giderek daha fazla ön plana çıkıyor. Bu, yeni bir dönem değil; neoliberalizmin ve laissez-faire anlayışının (bırakınız yapsınlar politikası) daha da ileri götürülmesi anlamına geliyor. Sözde “kural temelli ekonomi politikası” söylemi ise tamamen çöpe atılmış durumda.
Çin ekonomisi hakkında hem aşırı iyimser hem de aşırı karamsar yorumlar görüyoruz. Devlet tahvilleri değer kaybediyor, karamsarlar alarm veriyor; ihracat rekorlar kırıyor, bu sefer de iyimserler seslerini yükseltiyor. Çin’in dünyayı ABD ile “paylaşma” niyeti veya gücü var mı?
Sizinle tamamen aynı fikirdeyim; aşırı iyimser yorumlar da aşırı karamsar yorumlar kadar abartılı. Eğer Çin Komünist Partisi’nin ve liderlerinin bakış açısından düşünmeye çalışırsam, onların geleneği Çin’i en büyük ekonomik güç olarak konumlandırmak ve kapitalist dünya içinde birinci sırayı almak olmuştur.
Şu anki durumda, eğer ikinci en güçlü ülke konumundaysam, doğal olarak hedefim birinci olanla eşit hale gelmek olur. Üstelik bunu yapmak zorundayım, çünkü ABD’nin bunu kabul edip, “Tamam, Çin ile barış içinde yaşayabiliriz” diyeceği bir senaryo neredeyse imkânsız. Bir süre boyunca sanki böyle bir anlayış vardı, yani “Çin ile iyi çalışıyoruz ve bundan memnunuz” gibi bir hava seziliyordu. Ancak artık bunun mümkün olmadığı açık.
ABD’nin resmi politikası, Çin’in eşit bir güç olmasına izin vermemek üzerine kurulu. Onlar, kuralları belirlemeye ve gerektiğinde bu kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etmeye devam etmek istiyor. Dolayısıyla, Çin de bir emperyal güç gibi hareket etmeye zorlanıyor.
RUSYA
‘Batılı şirketlerin boşalttığı alanları Türk şirketler doldurdu’
Yayınlanma
1 ay önce16/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’ye konuştu: “Yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.”
Moskova, Rusya-Ukrayna savaşı ile gelen Batı yaptırımlarının etkilerini azaltmak için stratejik araçlar olarak giderek daha fazla iş diplomasisine ve uluslararası ticaret işbirliğine yöneldi. Bu çabanın merkezinde, küresel ekonomik diyalog ve ortaklıkları teşvik etmek için Rusya’nın önde gelen vakıflarından Roscongress yer alıyor. Rusya’nın uluslararası alanda iş bağlarını güçlendirmek ve ülke kalkınmasına katkı sağlamak için kurulan Roscongress, St. Petersburg Uluslararası Ekonomik Forumu (SPIEF) ve Doğu Ekonomik Forumu (EEF) gibi yüksek profilli forumlar aracılığıyla Rus işletmelerini küresel pazarlarla bağlayan bir köprü görevi görüyor. Gelişmekte olan ekonomilerle işbirliğini vurgulayan vakıf, geleneksel ortaklarla bağları güçlendirerek ve Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki yeni ticaret fırsatlarını keşfederek Rusya’nın ekonomik kalkınmasında önemli bir rol oynuyor.
Roscongress, İstanbul’da, Rusya Federasyonu’nun Ankara Büyükelçiliği ve Ankara Ticaret Temsilciliği’nin desteğiyle ülkenin yatırım potansiyelini tanıtma toplantısı düzenlendi. Bu toplantıda Roscongress Başkanı Alexander Stuglev, Harici’nin sorularını yanıtladı.
Anladığımız kadarıyla Roscongress, iş diplomasisinin yanı sıra, Batı yaptırımlarının etkilerini ortadan kaldırmak için temel bir araç. Bize yapı hakkında daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Evet, haklısınız. Roscongress, Rusya Federasyonu’na yatırım çekmek ve Rusya Federasyonu ekonomisini geliştirmek amacıyla Rusya’da büyük uluslararası ekonomik ve politik etkinliklerin organizasyonu ve düzenlenmesiyle ilgilenen finansal olmayan bir kalkınma kuruluşu olarak 2007 yılında kuruldu.
Aynı zamanda, etkinlikleri düzenlerken, elbette, Rusya ile belirli bir ülkeden iş insanları arasındaki etkileşimin yanı sıra, üçüncü ülkelerle de doğrudan bağlantılar kurulabileceği gerçeğinden hareket ediyoruz, ki bunu da memnuniyetle karşılıyoruz.
İş sektöründe Türk-Rus ilişkilerinde gördüğünüz fırsatlar ve riskler hakkında bize daha fazla bilgi verebilir misiniz?
Kuşkusuz, yaptırımlar bir dereceye kadar Rusya-Türkiye ilişkilerinin ve genel olarak Rusya ile iş ilişkilerinin gelişimini etkiliyor.
Bununla birlikte, bugün, bu türbülansları pragmatik bir şekilde kullanarak Rusya’da iş projelerini inşa eden herkes kazanıyor, Batı ülkelerinden boşalan nişleri dolduruyor, kendi işlerini geliştiriyorlar. Ve yaptırım rejiminin hafifletilmesi açısından, şu anda ulusal para birimleri kullanılıyor ve potansiyel olarak gelecekte BRICS birliği (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) tarafından geliştirilen dijital bir para birimi kullanılabilir.
Öncelikle, her zaman riskler vardır, pazarlama riskleri de dahil. İkincisi, Türk şirketlerinin Batılı şirketlerin boşalttığı alanları doldurmasına ek olarak, Rusya ekonomisinin yapısında Rusya içinde ürün ve hizmet yaratmaya daha fazla odaklanan genel bir değişiklik görüyoruz.
Örneğin turizm; Rusya’da ortaya çıkan turistik gezi sayısı COVID öncesine göre çok daha fazla, Rus vatandaşları tarafından Rusya içinde yılda yaklaşık 83 milyon gezi yapılıyor. Ve bu da altyapı geliştirmeyi gerektiriyor.
Rus devletinin turizm altyapısı geliştiren şirketlere yönelik çok sayıda destek programı göz önüne alındığında, yabancı şirketler için de LTD statüsünde bir Rus tüzel kişiliği organize etmeleri ve projelerini geliştirme fırsatı yakalamaları durumunda büyük şanslar var. Bu olasılıklardan biri.
Yaratıcı endüstri, bilgi teknolojileri, bilgi teknolojileri güvenliği, yazılım ürünleri; tüm bu alanlarda tamamen özgürce işbirliği yapabiliriz. Bunlar, bence yaptırımlara tabi olmanın çok zor olduğu sınır ötesi endüstriler.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ikili ticaret hacmini 100 milyar dolara çıkarma hedefi koymuşlardı. 2025’te Türkiye-Rusya ticaret hacminde bir genişleme mi yoksa daralma mı görüyorsunuz?
Birincisi, bu şu an sahip olduğumuza göre neredeyse %100 büyüme demek. 2025-2026 tahminine gelince, asıl mesele, birincisi; bence, ulaştırma ve lojistik projelerinin inşası. Örneğin Karadeniz ve Hazar Denizi var. İkincisi; enerji alanındaki işbirliği. Üçüncüsü, tedarik edilen ham maddelerden, petrol ve gazdan kimya (kimyasal ürünlerin yaratılması) alanındaki işbirliğidir. Bu, Türkiye’de ilaç, tıbbi ekipman tedariki ve tıbbi hizmetler alanında gelecek vaat eden bir sektördür. Şüphesiz, turizmin gelişimi çok umut vericidir, ancak yaratıcı endüstri, BT endüstrisi, siber güvenlik de öyle. Bunlar, bence yakın gelecekte gelişecek alanlardır. Elbette, metalurji alanındaki geleneksel işbirliği, tarım ve gıda tedariki alanındaki geleneksel işbirliği de kesinlikle büyüyecektir.
Yaptırımlar ikili ilişkilere hangi zorlukları getiriyor?
Birincisi, ulusal para birimleriyle ödeme ve dijital para birimlerinin kullanımı da dahil olmak üzere yaptırım rejiminde bir eksen. İkincisi, iş dünyası, yetenekleri sayesinde, her türlü kısıtlamaya bir çözüm bulacaktır. Şimdi ayrıntılara girmek istemiyorum, şirketlerin normal bir ticaret dengesini korumak için kullanabilecekleri fırsatların ayrıntılarını ifşa etmek istemiyorum.
Afrika’daki sömürge karşıtı hareketler hem diplomatik hem de ticari açıdan Rusya’ya alan açmış gibi görünüyor. Oradaki durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu, yalnızca Fransa ile ilgili olarak değil, aynı zamanda diğer ülkelerle ilgili olarak da sömürge karşıtı bir harekettir. Bu, örneğin Afrika’ya haksızlık eden yeşil geçiş önerileriyle ilgili bir harekettir, çünkü Afrika işletmelerini yok edecek ve küresel şirketlere büyük avantajlar sağlayacaktır. Bence, Rusya’nın her zaman yaptığı gibi, Afrika ülkelerinin çıkarlarından hareket etmek gerekir. Bu, ekonomimizin ve politikamızın avantajıdır.
Biz ‘kazan-kazan’ ilkesiyle çalışıyoruz. Aynı şekilde, Türk tarafı da Afrika’da çalışabilir. Aynı şekilde Çinli yatırımcılar da bu pazarın beklentileri şeklinde bugüne kadar Afrika’da aktif olarak çalışmaktadır. Ancak ortak çıkarlara dayanarak, bir yandan karlı işletmelerin yaratılması söz konusudur. Diğer yandan yalnızca Afrika ekonomisinin geliştirilmesi karşılıklı büyümenin daha da ileriye gitmesi için bir fırsat sağlayacaktır. Sadece tüketici olarak sömürgelerden maddi kaynakları ihraç edersek ve karşılığında hiçbir şey vermezsek, kesinlikle iyi bir şey gelmeyecektir.
Esad yönetiminin düşmesinden sonra, Rusya’nın Suriye’nin yeniden inşasında iş yapmaya ilgisi var mı?
Rus şirketlerinin diğer uluslararası şirketler gibi bu sürece katılacağından eminim. Şimdi siyasi istikrar dönemi geçecek ve belirli bir büyüme dönemi başlayacak. Önemli olan, Suriye ve Suriye halkıyla ilgili aşırılıkçı hareketlerin ve yapıcı olmayan hareketlerin siyasette galip gelmemesidir. Yakın gelecekte siyasetin ve ekonominin düzeleceğine inanıyorum.
SÖYLEŞİ
E. Mısır Dışişleri Bakanı Harici’ye konuştu: Trump’ın Gazze planını desteklemeyeceğiz
Yayınlanma
1 ay önce13/02/2025
Yazar
Harici.com.tr
Eski Mısır Dışişleri Bakanı Nabil Fahmy Harici’ye konuştu: “Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar sağlanamaz”
Mısır’ın eski Dışişleri Bakanı (2013-2014) Nabil Fahmy, Harici Youtube kanalında, Prof. Dr. Hasan Ünal’ın ‘Stratejik Pusula’ programına konuk oldu. Nabil Fahmy, ABD Başkanı Donald Trump’ın açıkladığı Gazze planı, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye-Mısır ilişkilerine dair değerlendirmelerde bulundu.
İşte söyleşiden öne çıkan başlıklar:
‘Trump’ın Gazze planı uluslararası hukuka aykırı ve uygulanamaz’
“Bu insanlar 70 yılı aşkın bir süredir toprakları için mücadele ediyorlar. Trump, gerçekten onların barışçıl bir şekilde ayrılıp başka yerlere gideceklerini mi düşünüyor?” diye soran eski bakan, ve Filistinlilerin bu durumu kabul etmeyeceğinin altını çizdi.
Nabil Fahmy, Trump’ın tüm bunların Amerikan parası olmadan, Arapların ödemesiyle yapılacağını iddia etmesine de değinerek, Arapların uluslararası hukuka aykırı bir projeyi finanse etmeyeceğine inandığını belirtti. İnsanların topraklarından kitlesel olarak göç ettirilmesinin uluslararası hukukun ihlali olduğunu vurguladı.
Fahmy, bu plana yalnızca İsrail’deki aşırı sağcıların destek verdiğini ifade etti. İsrail’deki aşırı sağın Gazze, Batı Şeria, Mısır’ın bazı kısımları, Lübnan, Suriye, Irak ve Ürdün’ü içine alan daha büyük bir Yahudi devleti istediğini hatırlattı ve Trump’ın bu hamlesinin onlara manevra alanı sunduğunu belirtti.
“Arap dünyası bu süreci desteklemeyecek”
Mısır’ın bu sürece karşı çıktığını belirten Fehmi, “Mısır, doğrudan ya da dolaylı olarak toprakların bu Filistinsizleştirilmesine yol açacak hiçbir süreci desteklemeyecek ya da bu sürece katılmayacaktır,” ifadesini kullandı.
Eski Bakan, Arap dünyasının da bu plana karşı çıktığını ve önümüzdeki günlerde gerginliklerin aratacağını söyledi.
Arap dünyasının güçlü bir şekilde sesini yükselteceğini ve gerekirse bu sürece direnmek için harekete geçeceğini vurgulayan Fahmy, Arap dünyası ile yeni Amerikan yönetimi arasında gerginlik yaşanmasını beklediğini ifade etti.
Fahmy, İbrahim Anlaşmalarını genişletmeye yönelik her türlü girişimin sonuçları olacağını ve bu anlaşmalara bir Suudi bileşeni eklemenin mümkün olmayacağını vurguladı. Suudilerin açıkça barış ve iki devletli çözüm istediğini hatırlattı.
“Türkiye, Mısır için çok önemli”
Türkiye ile Mısır arasındaki ilişkilere de değinen Fahmy, bu ilişkilerin düzelmesinden memnun olduğunu ve iki ülkenin “birbirlerini çekiştirdikleri zamanların hoş olmadığını” belirtti.
Mısır için Türkiye’nin çok önemli bir ülke olduğunu ve rekabet konusunda hassas olmadıklarını söyleyen Fahmy, şöyle devam etti:
” Mısır için Türkiye çok önemli bir ülke ve rekabet konusunda hiç de hassas değiliz. Aslında ben Mısır’da yıllardır bunu söyleyenlerden biriyim, Türkiye ve Mısır iyi yönetilen bir ilişkiye sahip olmadıkça Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanamayacağını düşünüyorum.”
“Mısır, Türkiye-Yunanistan ihtilafında taraf olmamalı”
Mısır’ın Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan ile olan ilişkileri hakkında da konuşan Fahmy, o dönemde kendisinin tüm süreçte yer aldığını belirterek, Mısır’ın bu ihtilafta taraf olmamasını istediklerini ve her zaman böyle olduğunu söyledi:
“O zaman belirttiğim ve Yunanistan ve Kıbrıs’la yaptığımız tüm anlaşmalara da yansıyan husus, hatta Türkiye ile Mısır arasındaki gerginlikte de belirttiğim husus, Mısır’ın Türk halkını olumsuz etkileyecek ya da Türkiye’nin siyasi yapısını hassaslaştıracak hiçbir şey yapmaması gerektiğiydi; o dönemde Türkiye’deki belirli bir liderlik türüyle sorunlarımız vardı ve bunu aştık. Türkiye’nin çıkarlarıyla temelden çelişen bir şey yapmayacaktık. Dolayısıyla, Türkiye’nin özellikle komşularıyla ilgili hassas konuların hiçbirine girmedik.”
“Libya’yla ilgili ve denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim”
Eski Bakan, Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırı ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek istediğini ifade etti:
“Açıkçası Mısır ile Türkiye arasında, özellikle Batı sınırımız ve Libya’daki durumla ilgili olarak, denizcilik konularında daha doğrudan bir angajman görmek isterim. Yani, evet, bunu yaptık ve bundan sorumlu olan benim. Fakat hiçbir zaman Türkiye’nin ulusal çıkarlarını doğrudan etkileyen veya Türkiye’yi dışlayan bir şey göremezsiniz.”

Kuzey Kore lideri Kim, yapay zeka donanımlı yeni intihar dronlarının testlerini denetledi

Amerikalı ekonomist Stephen Roach: ABD kendi temellerine saldırıyor

Birleşik Krallık hükümetinden büyük kemer sıkma paketi

Gözaltına alınan Gagavuzya lideri Gutsul, Putin ve Erdoğan’dan yardım istedi

Panama, ABD yaptırımları nedeniyle 128 geminin kaydını siliyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna ordusu, Kursk oblastından çekilmeye başladı
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Bloomberg: Erdoğan, Ukrayna’ya barış gücü göndermeyi planlıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Suriye’deki Alevi katliamlarına dair tanıklıklar
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
AVRUPA2 hafta önce
Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu