Görüş
FHKC – Lübnan üst düzey yetkilisi Khaled al-Yamani, Gazze’deki ateşkesi yorumladı

Khaled al-Yamani, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Lübnan yöneticisi
Geçici ateşkes ve kısmi mahkûm takası anlaşmasının eşiğindeki Gazze’de (Gazze’ye yönelik savaşın 46. günü) kara savaşının seyrine ilişkin özet noktalar
İşgalciler, dört (uzatılabilir) günlük ateşkes başlamadan önce sahada yeni gerçeklikler oluşturmaya çalışıyor. İşgal ordusu doğu sınırındaki hareketini yoğunlaştırırken, özellikle Gazze Şeridi’nin merkezindeki el-Mağazi ve Deyr el-Belat’ın doğusu ile şeridin güneyindeki Han Yunus’un doğusu, gelişmiş araçlarla şiddetli çatışmalara sahne oldu.
Geçtiğimiz birkaç gün boyunca işgal ordusu, en önemlisi araçların süregelen yıpranmasını azaltmak ve onları direniş savaşçısı gruplar tarafından hedef alınmaya karşı savunmasız bırakmamak olan çeşitli mülahazalarla, araçların büyük bir kısmının Gazze sokaklarından çekilmesini (ana kavşaklardaki toplama ve kontrol noktalarını korurken), buna ek olarak, direnişin güçlü bir şekilde var olmasını beklediği büyük savaş alanlarını temsil eden ana eksenler üzerinde çalışmaları yoğunlaştırmayı içeren taktiksel bir yeniden konuşlandırma operasyonu gerçekleştirdi.
Yeniden konuşlanma sürecinden sonra işgal ordusu Cebeliye kampı civarındaki araçlarını güçlendirdi ve kuşatmayı birkaç eksenden, özellikle de et-Tavam ve es-Saftavi kavşaklarından Felluce mahallesinin yakınlarındaki Ebu Şarh kavşağına ilerleyerek kampın güney ekseninden ve Beyt Lahya kavşağından Şeyh Zayid ve Endonezya Hastanesi çevresine doğru ilerleyerek kampın kuzey ekseninden uyguladı.
Cebeliye kampı ve Beyt Lahya’daki nüfus varlığı işgal ordusu için hala operasyonel bir ikilem teşkil ediyor ve bunun sonucunda düşman uçaklarının bombardımanı yoğunlaştı, tonlarca patlayıcı kullanılarak yapılan hava saldırıları söz konusu iki bölgedeki mahalleleri ve yerleşim meydanlarını hedef aldı.
Aynı bağlamda, bölge sakinlerini Cebeliye kampından ve Beyt Lahya’dan kaçmaya zorlamak için, işgal kuzeydeki hastaneleri kasıtlı olarak bombaladı, Endonezya, el-Avda ve Kamal Advan hastanelerini hedef aldı ve sağlık personeli, yaralılar ve yerinden edilenler arasında şehitlere ve yaralanmalara neden oldu.
Araçlar yavaş ve kademeli olarak işgalcilerin saldırması halinde şiddetli çatışmaların yaşanmasını beklediği Jabalia kampına doğru ilerliyor. İşgal ordusu günlerdir başta Tel er-Rayis, Tel el-Kaşif ve Tel ez-Zaatar olmak üzere Gazze’nin kuzeyindeki başlıca yerleşim yerlerini kontrol altına almaya çalışıyor; savaş uçaklarıyla yapılan bombalamalar, topçu bombardımanı, helikopterlerden atışlar ve Quadcopter uçaklarıyla süpürme operasyonları düzenlemekten vazgeçmiyor.
Gazze’nin kuzey sınırındaki direniş düğümlerini, özellikle de Beyt Hanun bölgesini etkisiz hale getirmeyi başaramayan işgal ordusu, kasıtlı olarak etrafından dolaşarak kampın güneyinden ve kuzeyinden başka eksenler üzerinden Cebeliye kampının dış mahallelerine ulaştı.
Direnişin seviyesi hakkında: Direniş hala gerilla savaşı ve kent savaşı stratejilerine göre çalışıyor, zira araçların hedeflenen bölgelere ilerlemesini önlemek için savunma hatları kurmuyor, bunun yerine direniş tarafından önceden hazırlanan mevzilerden güçlerin ve araçların tüketilmesine izin veren zayıf noktalardan baskın güçleri modelini izliyor. Direnişin Beyt Hanun, Beyt Lahya ve Gazze kentinin mahallelerindeki çatışmaların ve baskınların net ayrıntılarını duyurması ve füze atışlarının yanı sıra işgal araçlarının ve askerlerinin pusuya düşürülüp hedef alınması ve teçhizatlarının bir kısmının koyun edilmesi gibi çeşitli eksenlerde sahadan video klipler yayımlaması, komuta ve kontrol sistemlerinin uyumluluğu hakkında kayda değer mesajlar gönderdi. İşgal altındaki toprakların derinliklerini hedef alan bu büyük ve geniş çaplı saldırı, işgal ordusunun direniş liderliğinin sahayla irtibatını kaybettiği ve bölgelerin kontrolünü kaybettiği (komuta, kontrol ve iletişim sistemlerine saldırılar) iddiasının yanlışlığının eylem, görüntü ve söylem olarak doğrulanması.
Direniş, başta merkezdeki Cuhr ed-Dik ve kuzeydeki Beyt Hanun bölgeleri olmak üzere işgal ordusunun kara harekatının ilk eksenlerini temsil eden bölgelerde işgal araçlarına ve askerlerine karşı, tandem zırh delici mermilerin, anti-personel mermilerin, keskin nişancılığın ve ateşli silahlarla çatışmaların kullanıldığı çeşitli pusularla yıpratma savaşları vermeye devam ediyor. İşgalcilerin Gazze’ye dönük saldırgan savaşın ilk gününden bu yana bu bölgeleri çeşitli türde silah ve füzelerle aradığı unutulmamalı.
Direniş, işgal ordusunu yormak ve kara harekatının maliyetini yükseltmek amacıyla taktiklerini çeşitlendirdi. Çatışmaların devasa hacmine ve yakıp yıkma politikasına rağmen kent savaşı taktikleriyle manevra yapmaya olanak sunan bir ortamda çatışmalara giriyor. İşgal ordusu kuvvetlerinin konuşlandığı yerlerde direniş için gerilla angajman taktiğini (şehadet baskınları) kullandı.
İşgalcilerin ortalama ölü sayısı (resmi olarak açıklandı) günde 4 ve direniş tarafından hedef alınan ve tamamen veya kısmen hasar gören ortalama araç sayısı her iki saatte bir araç, yani günde 12 araç, bu da kara harekatının her gününü, işgal ordusu, askerleri ve araçları için sürekli yıpratma günlerine dönüştürüyor.
Sonuç: Ateşkes günleri, özellikle Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki yurttaşların kararlılığını güçlendirmek için önemli bir fırsat teşkil edecek (yardımlar istisnasız tüm bölgelere ulaşacaktır) ve direnişe, saflarını yeni saha gerçeklerine göre yeniden düzenlemesi ve bir buçuk ay süren yoğun bombardımanın yarattığı operasyonel ikilemleri aşması konusunda önemli bir alan sağlayacaktır. İşgal ordusu ise ateşkes günlerini, direnişin elindeki esirlerin serbest bırakılması süreci, liderlik ve saha kademeleri arasındaki sigorta ve iletişim düzenlemeleri çerçevesinde hedef bakiyesini güncellemeye ve direnişin ya da liderliğinin düşebileceği güvenlik hatalarını yakalamaya ayırmaya çalışacaktır.
Ateşkes, Siyonist dürtünün ve inancın başarısızlığının en büyük göstergesidir. Savaş kabinesinin çeşitli bileşenleri, askeri alternatifin direnişin elindeki esirleri kurtarmada başarılı olamayacağını ve Siyonist ihlallerin gerçek operasyonel başarılar elde edilmeden devam etmesinden kaynaklanan uluslararası baskının etkisini göstermeye başladığını, ancak işgalin bu ateşkesin gelecekte daha fazla suç işlemek için yeni bir marj sağlayacağına ve savaşın ömrünü uzatacağına inandığını belirtti.
Direniş düzeyinde kısmi anlaşmanın başarısı, direnişin iç cephesini güçlendirme konusunda fırsat ve liderlik sistemlerinin uyumu ve güçlü bir bakış açısıyla bir müzakere sürecine girme ve işgalin mümkün olduğunca ertelemesine rağmen taleplerini elde etme kabiliyetleri hakkında önemli bir mesaj. Sükûnet günlerinin sona ermesinin ardından işgal saha baskısını artırmaya ve kara harekât alanını genişletmeye çalışacak ve özellikle Cebeliye kampı, Zeytun mahallesi ve Şucaiye mahallesi olmak üzere direnişin en güçlü ve en yoğun toplanma yerlerini hedef alan konsolidasyon aşaması daha büyük olacaktır.
İşgalciler, direniş üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmak ve Gazze Şeridi’nin doğu sınırları boyunca bir tampon şerit oluşturmak amacıyla güney Gazze’nin doğu şeridindeki kara manevralarının hızını artıracak ve Han Yunus bölgesinin doğu sınırları, güney bölgesindeki en büyük çatışma alanına tanık olacak.
Görüş
Altı Gün Savaşı’ndan ‘On İki Gün Savaşı’na

İran-İsrail çatışmasının/savaşının muhtemelen birinci raundu sona erdi. Karşılıklı hava akınları ve füze salvoları şeklinde geçen bu raundun adı Orta Doğu’nun yakın tarihine On iki Gün Savaşı olarak geçecektir. Geçmişte Altı Gün Savaşı yaşanmış; 5 Haziran 1967 tarihinde İsrail önce Mısır’a sonraki günlerde de Suriye ve Ürdün’e saldırarak altı günde üç Arap devletini çok ağır bir yenilgiye uğratıp topraklarını dört katına çıkarmıştı.
İsrail bu üç devlet ile daha önce 1948 yılında bağımsızlık ilanının hemen ardından savaşmış ve bunlardan Mısır ve Suriye’yi ciddi bir yenilgiye uğratırken Ürdün’e yenilmiş ve büyük ölçüde İngiliz subaylarının eğittiği ve onların komutasında savaşan Ürdün kuvvetleri bugünkü Batı Şeria ve Doğu Kudüs bölgelerini ‘işgal’ etmişlerdi. Arap komşularına 1967 yılının haziran ayında saldıran İsrail 1948 savaşında yendiği bu iki devleti tekrardan çok ağır bir yenilgiye uğratırken Mısır’ın Sina yarımadasını ve Suriye’nin Golan bölgesini işgal etmiş; Ürdün’ü yenerek Doğu Kudüs ve Batı Şeria bölgelerini topraklarına katmış ve böylece kendi yüzölçümünü kabaca dörde katlamıştı. Ve bütün bunları altı günde yapmayı başardığı için de bu çatışmalar Altı Gün Savaşı olarak tarihe geçmişti.
Bu yenilgi savaşan Arap devletleri ve genel olarak Arap ülkeleri açısından çok ağır ve onur kırıcı olmasının yanında efsanevi Mısır lideri Nasır’ın da sonunu getirmiş ve üç yıl sonra (1970) ani bir kalp krizi sonucu ölmesinin ardından sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında Pan-Arabizm ideolojisinin de sonunu getirmişti. Arap devletlerinden Mısır ve Suriye bu yenilgiye 1973 yılında belki de ilk defa senkronize ve iyi planlanmış bir saldırı (Yom Kipur Savaşı, 7 Ekim 1973) ile karşılık verdiklerinde ilk günde İsrail’in Altı Gün Savaşı’nda işgal ettiği bütün topraklarını geri almayı başarmışlar; ancak Amerika’nın büyük askeri nakliye uçaklarıyla doğrudan cepheye yaptığı tarihin en kapsamlı silah ve mühimmat sevkiyatı sayesinde İsrail savaşın gidişatını geri çevirmeyi başarmış ve başladığı noktada bitirmeyi sağlamıştı. Sovyetler Birliği’nin Arap ülkelerine aynı şekilde sevkiyat yapması özellikle Mısır’ın Sina yarımadasında kuşatma altına giren üçüncü ordusunu imha olmaktan kurtarmış; ancak ilk günlerde elde edilen askeri başarıları tekrardan kazanmaları mümkün olamamıştı.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA
HERHANGİ BİR DEVLET İLE SAVAŞMADI
Yom Kipur Savaşı Arap-İsrail mücadelesi açısından da bir dönüm noktası olacaktı. Savaştan hemen önce Mısır lideri Enver Sedat’ın başlattığı Sovyetler Birliği’nden hızlıca uzaklaşarak ABD ile yakınlaşma siyaseti Kahire açısından sonuç vermiş ve Amerika’nın arabuluculuğu ile başlayan barış süreci (Camp David) sayesinde Mısır 1967 savaşında kaybettiği ve 1973 savaşının ilk günlerinde geri aldığı; ancak savaşın İsrail lehine dönmesiyle tekrardan kaybettiği topraklarına büyük ölçüde kavuşmuştu. Fakat İsrail’in Orta Doğu’da var olma hakkını tanımakla başlayan bu süreç iki ülke arasında büyükelçilikler atanması ve Camp David Antlaşmalarının imzasına kadar gidince özellikle Suriye, Irak, Libya gibi ülkelerin başını çektiği Arap ülkelerinin girişimleriyle Mısır Arap Ligi’nden atılacaktı.
Sonraki yıllar İsrail ile sonuna kadar mücadele etmekten yana olan Arap devletleri ve Filistinliler açısından hiç de olumlu olmadı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Amerika’nın liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni İsrail açısından bütün fırsat pencerelerini sonuna kadar açtı. Sonunda İsrail ile uzlaşmaya karşı çıkan Irak ve Libya yönetimleri devrildi ve yöneticileri (Saddam Hüseyin ve Muammer Kaddafi) öldürüldüler. Bu halkaya bizim de yanlış politikalarımızla istikrarsızlaştırılan Suriye eklendi (2011-2024). Bu arada 1990’ların başlarında başlatılan Oslo Barış Süreci ise İsrail’deki aşırılıkçı partiler ve siyasi elit tarafından baltalandı.
Bu dönemde İsrail bir yandan Filistinlilere ve Güney Lübnan’da Hizbullah’a dönüşecek olan gruplara yıllarca kan kustururken Irak’ta ortaya çıkan istikrarsızlık ve halkın tepkileri İran’ın bu ülkede ve Suriye’de muazzam bir derinlik kazanmasına yardımcı oldu. Direniş Ekseni diye anılan güçlerin ortaya çıkma süreci böylece başladı. Hamas, Hizbullah, Haşdi Şabi ve Yemen Ensarullah hareketleri bu dönemde başladı veya gelişti. Suriye devleti ise İran’dan Hizbullah’a ve hatta Hamas’a uzanan Direniş Ekseni arasında bir köprü vazifesi görür gibiydi.
İsrail’in 13 Haziran İran saldırısını 7 Ekim 2023 tarihinde Hamas’ın düzenlediği saldırılara karşılık olarak başlattığı önce Hamas’a karşılık Gazze’de yürüttüğü ve dünya uzman kamuoyunun büyük çoğunlukla ‘soykırım’ olarak değerlendirdiği savaşlar silsilesinin devamı olarak görmek yerinde olur. Hizbullah’a karşı yeterince başarılı olamayan İsrail’in belki de önünü açan en önemli gelişme Suriye’de yönetimin 2024 yılının aralık ayında hiç beklenmedik şekilde düşmesi ve eski Başkan Beşar Esat’ın Moskova’ya kaçması oldu.
İSRAİL 1973 YILINDAN BU YANA İLK DEFA
BİR DEVLET AKTÖRÜ İLE SAVAŞA TUTUŞTU
İsrail’in 13 Haziran tarihinde İran’a karşı başlattığı hava harekậtı 1973 yılında Mısır ve Suriye’ye karşı yaptığı üç haftalık savaştan bu yana bir devlet aktörüyle ilk çatışmasıdır. Üstelik bu, tam bir savaş da sayılmaz; çünkü kara sınırları itibariyle birbirlerine yaklaşık iki bin kilometre uzaklıkta bulunan bu devletlerin kara ve deniz kuvvetleri çatışmalara katılmamış ve özel kuvvetleri birbirlerine karşı operasyon yapmamışlardır.
İsrail’in İran’a hava saldırıları aynı zamanda İran içerisinde oluşturduğu muhalif/casus unsurlar ve onların suikast operasyonları ile eş zamanlı başlatılmış ve Tahran’ın sivil/askeri üst düzey yöneticileri öldürülmüşlerdir ki, bu açıdan İsrail’in saldırısı tam anlamıyla bir baskın etkisi yaratmış olsa gerektir. Ancak bunun abartılmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim İran yönetimi saatler içerisinde yeni tayinleri yaparken aynı günün akşamı İsrail’e ilk füze saldırılarına da başlamıştır. İran’ın giderek artan bir dozda yürüttüğü füze saldırılarını Batılı hiçbir hava savunma sistemi tam olarak durduramamış; Demir Kubbe adıyla bilinen ve efsaneleştirilen hava savunma sistemi büyük ölçüde etkisiz kalmış; buna karşılık İsrail hava kuvvetlerinin hava saldırıları ancak sınırlı bir etki yaratmış; ABD’nin savaşa sınırlı olarak dahil olması İran’ın füze fırlatma kapasitesine fazla zarar verememiş ve sonuçta taraflar – muhtemelen İsrail – ateşkes istemiş veya ateşkese razı olmuşlardır.
ON İKİ GÜN SAVAŞI’NIN SONUÇLARI
Bu çatışmalarda İran’ın İsrail topraklarını yoğun bir füze ateşine tabi tutması olağanüstü bir başarıdır; çünkü kurulduğu 1948 yılından bu yana İsrail yerleşim alanları hiçbir devlet tarafından kapsamlı bir şekilde bombalanamamıştı. Bağımsızlık ilanının hemen ardından başlayan 1948-49 savaşında İsrail üç Arap devletine (Mısır, Suriye, Ürdün) karşı savaşmış; buna karşılık Altı Gün Savaş’ında bu üç devlete aniden saldırarak üçünü birden feci bir yenilgiye uğratmış; 1973 Savaşı’nda ise kendisi baskına uğramış ama hiçbirinde toprakları, yerleşim yerleri savaştığı ülkelerin hava kuvvetleri tarafından doğru dürüst hava akınlarına uğramamıştı.
Oysa bu savaşların son ikisinde – ilkinde hava kuvvetleri pek yaygın kullanılmamıştı – İsrail, Mısır, Suriye ve Ürdün’ün başta başkentleri olmak üzere önemli merkezlerini yoğun hava bombardımanı altına almıştı. İran ile çatışmalarda da hava kuvvetleri açısından İsrail’in üstünlüğü açık olmakla birlikte İran’ın füzeler konusundaki tartışmasız üstünlüğü İsrail topraklarının her karışını hedef haline getirdi. Bunun kısa ve orta vadede İsrail halkı üzerinde yaratacağı etki ciddiye alınmalıdır. Büyük bir çoğunluğunun çifte pasaport sahibi olduğu İsrail vatandaşları için hükümetin çatışmalar sırasında güvenlik gerekçesiyle ülkeyi terk etmelerine izin vermemesi bu tezi güçlendiriyor.
Çatışmaların ardından ilk soru bu ateşkesin kalıcı olup olmayacağıyla ilgilidir. İsrail bugüne kadar devletlerle giriştiği savaşların ardından imzalanan ateşkes süreçlerine büyük ölçüde uymuş olmakla birlikte Hamas ve benzeri aktörlere – Hizbullah kısmen istisna- karşı aynı şekilde davranmamıştır. İran gibi bir devlet aktörüne karşı tavrının ne olacağı önemli bir soru işareti olarak karşımızda duruyor. Öte yandan ateşkes kalıcı olsa bile İsrail ve Amerika’nın rejim değiştirme fikrinden vazgeçmiş olduğunu düşünmek fazla iyimserlik olur.
İran’ın dünya kamuoyunda ciddi bir sempati kazandığı İsrail’in ise Gazze soykırımın ardından saldırganlığını sürdüren ülke görüntüsü vermesinin somut olarak mücadele alanına nasıl yansıyacağını şu anda tahmin etmek pek kolay olmasa gerektir. Trump’ın İsrail için yapabileceklerinin sınırları olduğunun açıkça görüldüğü bu dönemde İsrail’in çok kutupluluğu bir veri kabul ederek dış politikasını ve güvenlik politikalarını değiştirmesi pek güçlü bir ihtimal olarak karşımıza çıkmıyor.
Bu durumda İran’ın Rusya’dan hava savunma sistemleri ve Çin’den gelişmiş savaş uçakları alarak eksiklerini tamamlamaya çalışacağına, buna karşılık İsrail’in ise her zaman olduğu gibi Amerikan silah sanayinin geliştirdiği bütün sistemlerle bir sonraki raunda hazırlanacağına kesin gözüyle bakılabilir. İran’ın güçlü bir caydırıcılık oluşturarak İsrail ve Amerika’yı bundan vaz geçirmesi de ihtimaller arasında sayılabilir. Türkiye’nin bu savaştan çıkarması gereken pek çok ders olduğuna şüphe yok. Başta İsrail’in önünü tamamen açan Suriye politikalarının ne kadar yanlış olduğunu anlaması ve ona göre hareket etmesi Ankara açısından önemli olsa gerektir. Türkiye’nin çıkaracağı dersler konusu bu yazının konusu olmayıp başka değerlendirmelerde ele alınacağı için şimdilik bu kadar…
Prof. Dr. Hasan Ünal
Başkent Üniversitesi
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Görüş
Modi dönemi, Hindistan’ın ‘karanlık döneminin’ ileri bir uyarlaması mı?

50 yıl önce, 25 Haziran 1975’te, kurucu iktidar Kongre Partisi’nden kurucu Başbakan Jawaharlal Nehru’nun kızı Başbakan Indira Gandhi, iç istikrara yönelik bir tehditten bahsederek ülkede bir Acil Durum ilan etti. Bu dönemde halkın demokratik ve temel hakları çiğnendi. 1975 ile 1977 yılları arasında 21 aylık Olağanüstü Hal döneminde Indira Gandhi ve küçük oğlu Sanjay Gandhi, Anayasa tarafından garanti altına alınan temel hakların askıya alınmasına ve muhalif politikacıların ve demokrasi yanlısı aktivistlerin ve gazetecilerin ve entelektüel kesiminin tutuklanmasına başkanlık etti. Zorla kısırlaştırmalar ve uzun süreli tutukluluğa izin veren İç Güvenliğin Korunması Yasası (MISA) aracılığıyla muhalefetin bastırılması gibi olaylar o dönemin “normalleri” arasındaydı (ancak özellikle zorla kısırlaştırmalar tarihin dehşet verici az bilinen örnekleri olarak kayda geçti).
Evet, bu gerçekten de Hindistan’ın otoriterlikle ilk deneyiydi. Demir Leydi Indira Gandhi tarafından ilan edilen sıkıyönetimin 50. yıldönümü şu sıralar -aslında bir süredir-Hindistan’da yeni bir tartışmayı alevlendirdi: Hindistan’ın cumhuriyet tarihinde “karanlık çağ” olarak anılan benzeri görülmemiş bu demokratik kopuş dönemine en yakın tarihsel benzetmenin yapıldığı Modi dönemi…
Narendra Modi’nin 2014’te başbakanlığa yükselmesi, eskiyi süpürüp yeniyi getirme vaadi ile geldi. Geçen yıl 24 Haziran’da Modi, yeni nesil Hindistan’da “Hindistan Anayasası’nın tamamen reddedildiğini, Anayasa’nın her bölümünün parçalandığını, ülkenin hapishaneye çevrildiğini ve demokrasinin tamamen bastırıldığını” asla unutmayacağını söylemişti. Yine geçen yıl temmuz ayında Modi hükümeti, Kongre Partisi’nin Anayasa’ya saygısızlığını vurgulamak amacıyla 25 Haziran’ın her yıl “Samvidhan Hatya Divas” (Anayasa Katliam Günü) olarak anılacağını duyurmuştu.
Bugün Indira Gandhi’nin torunu Rahul Gandhi, Hindistan Parlamentosu’nun alt meclisi Lok Sabha’daki ana muhalefet Kongre’nin lideri. Hindistan demokrasisinin bu karanlık bölümünü vurgulamak, Modi liderliğindeki iktidar Hindistan Halk Partisi BJP’nin Hint halkına başlıca rakibi olan Kongre Partisi’nin demokratik olmayan doğasını hatırlatmasına olanak tanır.
İronik ki veya tuhaf ki bugün Rahul Gandhi cebinde Anayasa’nın bir kopyasını taşırken görülüyor ve partisinin Modi rejimine karşı mücadelesini Anayasa’yı koruma mücadelesi olarak haykırıyor. Hatta Rahul Gandhi’nin dahi partisi adına Olağanüstü Hal dönemindeki aşırılıklar için özür dilediğini de ekleyeyim.
(İronik ki veya tuhaf ki dedim çünkü) Bugün BJP muhaliflerinin Modi’nin 2014’te göreve gelmesinden bu yana Hindistan’da “ilan edilmemiş OHAL” ilan edildiğini iddia ettiği görülüyor. Örneğin, Hindistan’ın önde gelen muhalefet liderlerinden biri olan Batı Bengal Başbakanı Mamata Banerjee, Birlik hükümetinin 25 Haziran’ın Samvidhan Hatya Divas olarak kutlanmasını isteyen talebini reddederek, anayasal değerlerin ve demokrasinin Modi yönetimi altında her gün ayaklar altına alındığını iddia etti.
Ki Modi dönemi, yalnızca “yükselen süper güç” olarak değil, aynı zamanda gerek ifade özgürlüğü anlamında olsun gerekse azınlıklara özellikle Müslümanlara yönelik muamele anlamında olsun, çokça tartışmalı bir dönem. Modi’nin, BJP’sinin ideolojik-örgütsel ebeveyni Rashtriya Swayamsevak Sangh RSS ile beraber, sağcı muhafazakar Hindu milliyetçi Hindutva yönetimi, nefret söylemi ile nefret suçlarının artmasına ve azınlıkların özellikle Müslümanların ve Hristiyanların dışlanmasına yol açan bir çoğunlukçu yönetim biçimini adeta normalleştiriyor. Gerçek olaylardan esinlenen dönem filmleri veya dizileri, hükümet politikalarının eleştirileri, karakter isimleri, safran bayrağı veya lotus çiçeği.. Modi hükümeti, kendi monolitik dünya görüşüne uymayan her türlü ifadeye karşı aşırı duyarlı bir tutum içinde..
Bugün Hindistan’da siyasi muhaliflerin yanı sıra Hindistan’ın büyük bir aydın kesiminin Indira Gandhi’nin açık ve resmi Acil Durumu ile Modi’nin “örtülü ve gayrıresmi” otoriterliği arasında paralellikler kurduğu yoğun tartışmalar yaşanıyor. Indira Gandhi hükümeti 1975-77 yılları arasında hakları tamamen askıya alırken Modi döneminde hak temelli yasaların giderek zayıflatıldığı ve terörle mücadele yasalarının ve bunların eleştirmenlere karşı kullanımının daha da sertleştirildiği gözlemlenebiliyor. Öte yandan Acil Durum hükümeti azınlıkları dışlamaya çalışmamışken Modi yönetimi azınlıkların ülkede yalnızca ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamasını sağlamak istiyor gibi görünüyor.
Bugün Indira Gandhi’nin 75-77 resmi otoriter yönetimi ile Modi döneminin örtülü gayrıresmi uygulamaları arasındaki benzerlikler farklılıklar tartışmaları Hindistan demokrasisine ilişkin kaygıları yansıtıyor olabilir, ancak buradaki anahtar soru demokrasinin tehdit altında olup olmadığı değil, içeriden yavaşça metodik aşınıp aşınmadığı. Demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları gibi konular üzerinde yetkin araştırma enstitüleri veya STK’ların son zamanlardaki raporlarında Hindistan’ın sistematik demokratik gerilemeyi takip ettiğine vurgu yapılıyor ve Hindistan artık “seçimsel otokrasi” ve “kısmen özgür” olarak sınıflandırılıyor. Sıralanan başlıca nedenler arasında azınlıklara yönelik dışlama veya eziyet, kurumsal yıkım, muhaliflere karşı yasal araçların silahlandırılması ve Hindu milliyetçi ideolojisi yönünde açık bir baskı. En rahatsız edici sonuçlardan biri ise sıklıkla Müslümanları hedef alan soykırım söylemleri veya çağrıları. Ki 2022 yılında Soykırım Gözlemevi Kurucu Başkanı Gregory Stanton, “soykırımın erken uyarı işaretlerinin çoğunun Hindistan’da görülebilir olduğu” konusunda uyarılarda bulunuyordu.
Çağdaş Hint tarihçi Gyan Prakash’ın “hukukun yasal askıya alınması” olarak tanımlamış olduğu Indira Gandhi’nin Acil Durumu olağanüstü bir istisna idi ise, Modi’nin yönetimi istisnanın kendisini normalleştirerek rutin bir yönetim aracına dönüştürüyor gibi gözüküyor. Çağdaş İtalyan filozof Giorgio Agamben’in “istisna hali” kavramı, yasallık ile yasadışılık arasındaki sınırın kaybolduğunu anlatır.
Örneğin 2019’da Jammu ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırılması tam siyasi bir mutabakat olmaksızın gerçekleştirildi ki Hindistan anayasacılığının merkezinde yer alan federal normları da ihlal etti. Ya da 2019 Vatandaşlık Değişiklik Yasası, örneğin, bağımsız Hindistan’da ilk kez dini, vatandaşlık için bir ölçüt olarak tanıttı. Ve aslında nihai hedef ise Hindistan’ın laik demokratik cumhuriyetini demokratik olmayan amaçlar için demokratik yollarla yeniden inşa ederek demokratik olmayan bir teokratik “Hindu rasthra” kurmak..
Görüş
Seçim Arefesinde Moldova

2025 Parlamento Seçimleri arifesinde Moldova, ülke içerisindeki çelişkiler, iç politikadaki istikrarsızlık ve büyük ölçekli dış etkiler nedeniyle derin dönüşümler içindedir. Ülkenin verimli bir değişim noktasına mı veya tam tersine mevcut otoriter gidişatı sürdürmeye mi daha yakın olduğunun tartışıldığı günümüz koşullarında, hali hazırdaki gerçekliği şekillendiren temel faktörlerin analizi özellikle değerlidir. Çünkü bu durumun sıradan bir seçim süreci olmadığına; dahası ülkenin nihai medeniyet paradigmasını değiştirebilecek potansiyeldeki ve geri dönüşü pek de mümkün olmayan bir noktaya sürüklenmesi muhtemel bir süreç olduğuna dair veriler mevcut.
İç Politikanın Kısa Analizi
Son yıllarda, Eylem ve Dayanışma Partisi – PAS ve bireysel olarak Mayya Sandu tarafından yönetilen iktidar rejimi, muhalefete, bölgesel hareketlere ve Rusça konuşan nüfusa karşı baskıyı artırma yönünde bir politika izledi. Bu süreçte Moldova’da enformasyon alanında tam sansüre odaklanan otoriter devletin oluşturulduğu gözlemleniyor. Örneğin: Rumen faşist diktatör Ion Antonescu’yu yücelten ders kitapları, eğitim müfredatına sokuldu. Yerel yetkililer, “Rus müdahalesine” karşı mücadele gerekçe gösterilerek siyasi muhaliflere karşı baskıcı önlemler alıyorlar. Alexandr Nesterovschi, İrina Lozovan ve Marina Tauber gibi siyasetçilere yönelik baskılarla birlikte alternatif politikaya engel getirildiği gözlemleniyor. Öte yandan II. Dünya Savaşı’nda Faşizme karşı zaferin temsili olan 9 Mayıs Zafer Günü kutlamaları da yasaklanıyor. Bu da demokrasinin kademeli olarak terk edilmesi ve otoriter eğilimlerin güçlenmesi anlamına geliyor.
Yetkililerin yetkileri sınırlama ve ekonomik baskı politikası izlediği özerk bir bölge olan Gagauzya’daki duruma da özellikle dikkat edilmesi gerekiyor. Ülkedeki birçok siyaset bilimciye göre bu tür eylemler özerklik nüfusunu protestolara ve çatışmalara itebilir. Pekala bu durum da iç düzeni daha da istikrarsızlaştıracaktır.
Yaklaşan seçimler bağlamında, protestocuların haklarını kısıtlayan yasaların aktif bir şekilde kullanılması ve bölgelerdeki seçim sürecini yeniden biçimlendirme girişimleri gözlemleniyor. Örneğin: Mevcut iktidar, Gagauzya’daki seçim prosedürünü değiştirmek suretiyle oylamanın sonucunu kontrol etme ve muhalif güçlerin etkisini en aza indirme niyetini açıkça ortaya koyuyor.
Bir diğer husus ise “Transdinyester Meselesi”. Moldova yetkilileri, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti üzerinde ekonomik ve insani baskı politikası izliyor gibi görünüyor. Bölgeye yönelik çifte gümrük vergisi politikası, bankacılık ablukası ve ilaç tedariğinin yasaklanması gibi durumlar gözlemleniyor. Transdinyester lideri Vadim Krasnoselski, kendilerine “soykırım politikasına eşdeğer bir politika” izlendiğini iddia ediyor ve Moldova iktidarının bölgede fiziksel ve politik bir yıkıma yönelik girişimleri olduğunu belirtiyor.
Dış Politikanın Kısa Analizi
Ülke liderliğinin Bağımsız Devletler Topluluğu – BDT ile bağları koparma ve Rusya ile kültürel ve ekonomik bağları azaltma çabalarına rağmen, bu önlemler ekonomik durumun kötüleşmesine ve iç gerginliklerin artmasına yol açıyor. Özellikle, BDT ülkelerinin çoğuyla vizesiz rejimin sona ermesi ve Rusya ile işbirliği yapmayı reddetme kararının ardından ülkenin ihracat verilerinde bir düşüş meydana geliyor. Resmi rakamlara göre 2024 yılının sonuna kadar yaklaşık %45 oranında ihracatın azaldığı belirtiliyor ve Rus pazarına yapılan ihracatın da %50’den fazla azaldığı görülüyor. Bu tür göstergeler, nüfusun refahı üzerinde olumsuz bir etkiye sahip olan önemli bir ekonomik izolasyona işaret ediyor.
Bununla birlikte, yetkililerin jeopolitik yönelimine rağmen, nüfusun çoğunluğu hala Rusya yanlısı veya dengeli bir dış politikayı tercih ediyor (anketlere göre, katılımcıların %60’tan fazlası Rusya’ya veya her iki etki merkezine -Rusya Federasyonu ve Avrupa Birliği- yönelik bir dış politika yönelimine meyilli). Bu, Batı yanlısı stratejileri destekleyen entelijansiya ile Rusya’yla kültürel ve tarihi bağları sürdüren vatandaşlar arasındaki iç çatışmayı gözler önüne seriyor.
AB ve diğer Batılı yapıların tepkisi de açık: Seçim arifesinde Avrupa Komisyonu, Moldova’ya yardımı onayladı. Bu, Avrupa’nın etkisini güçlendirme ve ülkeyi yeni rotasında istikrara kavuşturma çabalarını göstermektedir. Ancak, bu tür mali destek (2 Milyar Avro), ülkenin dış bağışçılara bağımlılığı ve olası koşullar konusunda endişelere yol açmaktadır.
Öte yandan NATO ve Avrupa Birliği’nin açıkça desteğiyle birlikte Moldova’da aktif bir şekilde militarizasyon gözlemlenmektedir. Ulusal ordu 8.000 kişiye çıkarıldı ve Avrupa hava savunma sistemlerine entegrasyon söz konusu. Ek olarak Moldova karayolları ve hava sahası, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri’ni desteklemek için Batı güçleri tarafından kullanılıyor.
İfade Özgürlüğü ve Jeopolitik
İfade özgürlüğüne karşı ve medyayı kontrol etmeyi amaçlayan enformasyon politikasının etkinleştirilmesi konusu da Moldova özelinde hususi bir yer işgal etmektedir. Seçim kampanyası sırasında yetkililer, kamu protestolarını kısıtlayan yasa tasarıları yürürlüğe koyuyor ve ek olarak nüfusun önemli bir bölümüne nesnel bilgi sağlayan Rusça yayın yapan medyayı bastırmaya çalışıyorlar.
Buradaki kilit bir faktör ise: Rusya ve Batı’nın enformasyon savaşları yoluyla iç siyasi durumu etkileme girişimleridir. Bu, olası krizlerin ve artan iç anlaşmazlıkların habercisi haline gelmektedir. Ekonomik durum ve toplumsal gerginliklere yol açması muhtemeldir ve bunun örnekleri yakın geçmişte birçok şekilde karşımıza çıktı.
Bir diğer yandan Moldova ekonomisi ciddi zorluklarla karşı karşıya kalmaya devam ediyor. Sanayi geriliyor, gaz ve elektrik ithalatına olan enerji bağımlılığı yüksek kalmaya devam ediyor ve tarife politikaları halk arasında hoşnutsuzluğa neden oluyor. 2024 yılında hem Rusya hem de diğer BDT ülkeleriyle ihracatta düşüş yaşandı ve bu da ekonomik durumu kötüleştiriyor.
Sosyolojik açıdan incelendiğinde özellikle gençler ve Rusça konuşan nüfus ciddi anlamda baskı altında gibi görünüyor. Yetkililer, etnik azınlıkların haklarını sınırlamak için adımlar atıyor. Örneğin: Onlara seçimlere katılma fırsatını veya Rusça konuşan vatandaşlara yönelik entegrasyon önlemlerini reddediyorlar. Bu, direnişe ve potansiyel çatışma durumlarının gelişmesine neden oluyor.
Romanya ile Etkileşim ve Entegrasyon Süreçleri
Buradaki en kritik hususlardan birisi: Moldovalılara Rumen vatandaşlığı verilmesidir. Ek olarak Rumen işadamlarının ekonomiye dahil edilmesi ve kamuoyu üzerinde medya etkisi yoluyla uygulanan Romanya ile entegrasyon çabalarının yoğunlaşmasıdır. Uzmanlara göre bu stratejinin ülkenin egemenliğinin kaybına ve Moldova halkının fiili olarak Romanya’ya asimile olmasına veya Avrupa Birliği’ne entegrasyonun genişlemesine yol açabileceğine inanıyor.
Nüfusun çoğunluğu tarafsız kalmaya veya Rusya ile entegrasyona sıcak bakan duygulara sahip. Buna karşılık yetkililerin AB’ye ve milliyetçi söylemlere yakınlaşmak için başlattığı adımlar ise iç direnişe neden oluyor.
Sonuç olarak, Moldova’daki 2025 parlamento seçimleri öncesi durum, yüksek derecede iç gerginlik, artan dış bağımlılık ve ülkenin kimliği için mücadele ile karakterize haldedir. Dış güçlerin etkisi altındaki siyasi elit, bölge üzerindeki gücü ve kontrolü sağlamlaştırmak için baskıcı yöntemler kullanıyor. Bu da otoriterlik risklerine yol açıyor. İç çelişkiler, ekonomik kriz ve vatandaşların hükümete olan güvensizliğinin seviyesi, protesto hareketlerinin ve toplumun daha da bölünmesinin ön koşullarını yaratıyor. Moldova’nın kalkınma beklentileri, siyasi istikrarı koruma, dış etkiyi dengeleme ve değişim için kamuoyu desteğini sağlama becerisine bağlı gözüküyor. İç güçlerin, çeşitli etnik ve bölgesel grupların görüşlerini dikkate alan ve demokratik kurumlar ve ekonomik sürdürülebilirlik geliştirme yoluna bağlı kalan bir uzlaşmaya varabilmesi bu süreçteki en önemli hususlardan birisi olarak ön plana çıkıyor.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir
-
Görüş1 hafta önce
Büyülü Dağ’da yüzyıllık tartışma devam ediyor: Naphta mı Settembrini mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor
-
Görüş2 hafta önce
İsrail ve İran Çatışmasına Büyük Tarih Perspektifiyle Bakmak
-
Avrupa2 hafta önce
Kitlesel tahliye planları: Baltık Bölgesi’nde savaş ve ‘kendini gerçekleştiren kehanet’
-
Görüş2 hafta önce
Modi’nin Güney Kıbrıs ziyareti ve ‘romantizmden arındırılmış’ Türkiye-Hindistan portresi
-
Görüş2 hafta önce
‘Mükemmel fırtına’nın gözünde korkuyla dalgalanan piyasalar
-
Asya2 hafta önce
Çin Merkez Bankası Başkanı yeni bir küresel para birimi düzeninin ortaya çıkacağını söyledi