Görüş
FHKC – Lübnan üst düzey yetkilisi Khaled al-Yamani, Gazze’deki ateşkesi yorumladı

Khaled al-Yamani, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Lübnan yöneticisi
Geçici ateşkes ve kısmi mahkûm takası anlaşmasının eşiğindeki Gazze’de (Gazze’ye yönelik savaşın 46. günü) kara savaşının seyrine ilişkin özet noktalar
İşgalciler, dört (uzatılabilir) günlük ateşkes başlamadan önce sahada yeni gerçeklikler oluşturmaya çalışıyor. İşgal ordusu doğu sınırındaki hareketini yoğunlaştırırken, özellikle Gazze Şeridi’nin merkezindeki el-Mağazi ve Deyr el-Belat’ın doğusu ile şeridin güneyindeki Han Yunus’un doğusu, gelişmiş araçlarla şiddetli çatışmalara sahne oldu.
Geçtiğimiz birkaç gün boyunca işgal ordusu, en önemlisi araçların süregelen yıpranmasını azaltmak ve onları direniş savaşçısı gruplar tarafından hedef alınmaya karşı savunmasız bırakmamak olan çeşitli mülahazalarla, araçların büyük bir kısmının Gazze sokaklarından çekilmesini (ana kavşaklardaki toplama ve kontrol noktalarını korurken), buna ek olarak, direnişin güçlü bir şekilde var olmasını beklediği büyük savaş alanlarını temsil eden ana eksenler üzerinde çalışmaları yoğunlaştırmayı içeren taktiksel bir yeniden konuşlandırma operasyonu gerçekleştirdi.
Yeniden konuşlanma sürecinden sonra işgal ordusu Cebeliye kampı civarındaki araçlarını güçlendirdi ve kuşatmayı birkaç eksenden, özellikle de et-Tavam ve es-Saftavi kavşaklarından Felluce mahallesinin yakınlarındaki Ebu Şarh kavşağına ilerleyerek kampın güney ekseninden ve Beyt Lahya kavşağından Şeyh Zayid ve Endonezya Hastanesi çevresine doğru ilerleyerek kampın kuzey ekseninden uyguladı.
Cebeliye kampı ve Beyt Lahya’daki nüfus varlığı işgal ordusu için hala operasyonel bir ikilem teşkil ediyor ve bunun sonucunda düşman uçaklarının bombardımanı yoğunlaştı, tonlarca patlayıcı kullanılarak yapılan hava saldırıları söz konusu iki bölgedeki mahalleleri ve yerleşim meydanlarını hedef aldı.
Aynı bağlamda, bölge sakinlerini Cebeliye kampından ve Beyt Lahya’dan kaçmaya zorlamak için, işgal kuzeydeki hastaneleri kasıtlı olarak bombaladı, Endonezya, el-Avda ve Kamal Advan hastanelerini hedef aldı ve sağlık personeli, yaralılar ve yerinden edilenler arasında şehitlere ve yaralanmalara neden oldu.
Araçlar yavaş ve kademeli olarak işgalcilerin saldırması halinde şiddetli çatışmaların yaşanmasını beklediği Jabalia kampına doğru ilerliyor. İşgal ordusu günlerdir başta Tel er-Rayis, Tel el-Kaşif ve Tel ez-Zaatar olmak üzere Gazze’nin kuzeyindeki başlıca yerleşim yerlerini kontrol altına almaya çalışıyor; savaş uçaklarıyla yapılan bombalamalar, topçu bombardımanı, helikopterlerden atışlar ve Quadcopter uçaklarıyla süpürme operasyonları düzenlemekten vazgeçmiyor.
Gazze’nin kuzey sınırındaki direniş düğümlerini, özellikle de Beyt Hanun bölgesini etkisiz hale getirmeyi başaramayan işgal ordusu, kasıtlı olarak etrafından dolaşarak kampın güneyinden ve kuzeyinden başka eksenler üzerinden Cebeliye kampının dış mahallelerine ulaştı.
Direnişin seviyesi hakkında: Direniş hala gerilla savaşı ve kent savaşı stratejilerine göre çalışıyor, zira araçların hedeflenen bölgelere ilerlemesini önlemek için savunma hatları kurmuyor, bunun yerine direniş tarafından önceden hazırlanan mevzilerden güçlerin ve araçların tüketilmesine izin veren zayıf noktalardan baskın güçleri modelini izliyor. Direnişin Beyt Hanun, Beyt Lahya ve Gazze kentinin mahallelerindeki çatışmaların ve baskınların net ayrıntılarını duyurması ve füze atışlarının yanı sıra işgal araçlarının ve askerlerinin pusuya düşürülüp hedef alınması ve teçhizatlarının bir kısmının koyun edilmesi gibi çeşitli eksenlerde sahadan video klipler yayımlaması, komuta ve kontrol sistemlerinin uyumluluğu hakkında kayda değer mesajlar gönderdi. İşgal altındaki toprakların derinliklerini hedef alan bu büyük ve geniş çaplı saldırı, işgal ordusunun direniş liderliğinin sahayla irtibatını kaybettiği ve bölgelerin kontrolünü kaybettiği (komuta, kontrol ve iletişim sistemlerine saldırılar) iddiasının yanlışlığının eylem, görüntü ve söylem olarak doğrulanması.
Direniş, başta merkezdeki Cuhr ed-Dik ve kuzeydeki Beyt Hanun bölgeleri olmak üzere işgal ordusunun kara harekatının ilk eksenlerini temsil eden bölgelerde işgal araçlarına ve askerlerine karşı, tandem zırh delici mermilerin, anti-personel mermilerin, keskin nişancılığın ve ateşli silahlarla çatışmaların kullanıldığı çeşitli pusularla yıpratma savaşları vermeye devam ediyor. İşgalcilerin Gazze’ye dönük saldırgan savaşın ilk gününden bu yana bu bölgeleri çeşitli türde silah ve füzelerle aradığı unutulmamalı.
Direniş, işgal ordusunu yormak ve kara harekatının maliyetini yükseltmek amacıyla taktiklerini çeşitlendirdi. Çatışmaların devasa hacmine ve yakıp yıkma politikasına rağmen kent savaşı taktikleriyle manevra yapmaya olanak sunan bir ortamda çatışmalara giriyor. İşgal ordusu kuvvetlerinin konuşlandığı yerlerde direniş için gerilla angajman taktiğini (şehadet baskınları) kullandı.
İşgalcilerin ortalama ölü sayısı (resmi olarak açıklandı) günde 4 ve direniş tarafından hedef alınan ve tamamen veya kısmen hasar gören ortalama araç sayısı her iki saatte bir araç, yani günde 12 araç, bu da kara harekatının her gününü, işgal ordusu, askerleri ve araçları için sürekli yıpratma günlerine dönüştürüyor.
Sonuç: Ateşkes günleri, özellikle Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki yurttaşların kararlılığını güçlendirmek için önemli bir fırsat teşkil edecek (yardımlar istisnasız tüm bölgelere ulaşacaktır) ve direnişe, saflarını yeni saha gerçeklerine göre yeniden düzenlemesi ve bir buçuk ay süren yoğun bombardımanın yarattığı operasyonel ikilemleri aşması konusunda önemli bir alan sağlayacaktır. İşgal ordusu ise ateşkes günlerini, direnişin elindeki esirlerin serbest bırakılması süreci, liderlik ve saha kademeleri arasındaki sigorta ve iletişim düzenlemeleri çerçevesinde hedef bakiyesini güncellemeye ve direnişin ya da liderliğinin düşebileceği güvenlik hatalarını yakalamaya ayırmaya çalışacaktır.
Ateşkes, Siyonist dürtünün ve inancın başarısızlığının en büyük göstergesidir. Savaş kabinesinin çeşitli bileşenleri, askeri alternatifin direnişin elindeki esirleri kurtarmada başarılı olamayacağını ve Siyonist ihlallerin gerçek operasyonel başarılar elde edilmeden devam etmesinden kaynaklanan uluslararası baskının etkisini göstermeye başladığını, ancak işgalin bu ateşkesin gelecekte daha fazla suç işlemek için yeni bir marj sağlayacağına ve savaşın ömrünü uzatacağına inandığını belirtti.
Direniş düzeyinde kısmi anlaşmanın başarısı, direnişin iç cephesini güçlendirme konusunda fırsat ve liderlik sistemlerinin uyumu ve güçlü bir bakış açısıyla bir müzakere sürecine girme ve işgalin mümkün olduğunca ertelemesine rağmen taleplerini elde etme kabiliyetleri hakkında önemli bir mesaj. Sükûnet günlerinin sona ermesinin ardından işgal saha baskısını artırmaya ve kara harekât alanını genişletmeye çalışacak ve özellikle Cebeliye kampı, Zeytun mahallesi ve Şucaiye mahallesi olmak üzere direnişin en güçlü ve en yoğun toplanma yerlerini hedef alan konsolidasyon aşaması daha büyük olacaktır.
İşgalciler, direniş üzerindeki baskıyı yoğunlaştırmak ve Gazze Şeridi’nin doğu sınırları boyunca bir tampon şerit oluşturmak amacıyla güney Gazze’nin doğu şeridindeki kara manevralarının hızını artıracak ve Han Yunus bölgesinin doğu sınırları, güney bölgesindeki en büyük çatışma alanına tanık olacak.
Görüş
“Ölüm denir mi hiç öylesine?”

Bu defa farklı bir 9 Mayıs yazısı olacak. Daha doğrusu, uzun bir tanıtımın ardından iki şiir çevirisi.
Şiirler, Tatar-Sovyet şairi, Sovyetler Birliği kahramanı Musa Celil’e ait.
Esas olarak iki nedenle yapıyorum bunu. İlki, bizde hâlâ pek yaygın olan “esir Türkler” demagojilerindeki sahtekarlığı gösterdiği için. Orenburg’da fakir bir Tatar ailesinden çıkıp bolşevik devrimcisi olan, esir düştüğü faşist toplama kampında Sovyet propagandası yaptığı ve (bizim Nazi işbirlikçilerinin takdirleri ve teşvikleriyle kurulan) faşist Tatar lejyonunu dağıtmak üzere örgütlendiği için idam edilen bir devrimci bu.
İkincisi, Musa Celil’in hikayesi, Sovyetler Birliği’nde milli meselenin nasıl çözüldüğünü de gösteriyor: her halkın eşitliği, milli kültürlerin geliştirilmesi, kurucu devrimci enerjinin bütün halklara yaygınlaştırılması.
Musa Celil bir Tatar. Şiirlerinin neredeyse tamamı da Tatarca. 1906’da Orenburg oblastinin Mustafino köyünde doğmuş. 11 yaşında yazdığı piyesin Orenburg şehir tiyatrosunda sahneye konduğu söylenir. İş savaş sırasında şehir iki defa Beyaz Ordu tarafından ele geçirilmiş ve özellikle Tatarlara karşı pogromlar düzenlenmiş. Musa bunların tanığı. 1920’de komünist gençlik örgütüne (VLKSM, Komsomol) katılmış. 1922’de Kazan’a gelmiş ve yerel Tatar gazete ve dergilerinde yazmaya başlamış. 1926’da Rusya Komünist Partisi (bolşevik) üyesi. 1927’de Moskova Devlet Üniversitesi etnografya fakültesi edebiyat bölümü öğrencisi. Aynı yıl VLKSM MK Tatar-Başkır bürosu sekreteri. Bu sırada en çok Tatarca çocuk dergilerinde çalışmış, yayın yönetmenliği yapmış. 1931’de üniversiteyi bitirmiş. Kommunist (yerel değil, birlik gazetesi) sanat-edebiyat bölümü yöneticisi. 1934’te Moskova konservatuarında Tatar opera stüdyosunun edebiyat yöneticisi. Çok sayıda operanın librettosunu Tatarcaya çevirmiş. 1936’da evlenmiş. 1939’da Tataristan özerk Sovyet sosyalist cumhuriyeti yazarlar birliği sorumlu sekreteri. 1942 şubat sonunda ikinci hücum ordusu gazetesi muhabiri olarak cepheye gönderilmiş. 26 Haziran’da esir düştü.
Tutsaklığı boyunca en az 115 şiir yazdığını notlarından biliyoruz; ama bunların sadece 94’ü savaştan sonraya kalmış. Geri kalanları, Moabit zindanlarında yok olmuş.
Kalan, iki defter. Bunlar “Moabit defterleri” diye bilinir. Birinci defter Arap harfleriyle yazılmış şiirler. Defterin son sayfasında şöyle yazıyor: “… Eğer bu kitap eline geçerse şiirleri itinayla güzelce bir temiz bir deftere geçir, sakla ve savaştan sonra Kazan’a haber et. Tatar halkının ölen şairinin şiirleridir, diye ortaya çıkar. Benim vasiyetim budur.” Defterde, kendisiyle birlikte yeraltında çalışan ve nazilerin Tatar lejyonunu dağıtmayı amaç edinen “siyasi suçluların” isimlerini de not etmiş, şöyle yazıyor: “Bunlar Tatar lejyonunu dağıtmak, Sovyet propagandası yapmak ve grubun kaçmasını organize etmekle suçlanmaktadırlar.” İkinci defteri ise Latin harfleriyle yazmış.
Birinci defter, Celil’in idamından sonra Tatar yoldaşlarından biriyle birlikte Fransa’da toplama kampına gitmiş, orada bir Fransız partizan tarafından kurtarılmış, 1946’da gene bir Tatar savaş esiri tarafından Kazan’a getirilmiş. İkinci defter, Celil’in Moabit’teki Belçikalı bir arkadaşı tarafından kurtarılmış; 1947’de Sovyetler Birliği’nin Brüksel konsolosluğuna teslim edilmiş.
Musa Celil, 20 Ağustos 1944’te Berlin’de, Plötzensee hapishanesinde, aralarında kendisi gibi ünlü Tatar bolşeviklerinden Abdullah Aliş’in de olduğu 12 kişiyle birlikte, giyotinle başı kesilerek idam edildi.
1956’da Lenin nişanı verildi ve Sovyetler Birliği kahramanı ilan edildi.
* * *
Affet, vatan!
Affet beni, bencileyin eratı,
Senin en küçük parçanı.
Affet, kızgın kavgada
Asker ölümüyle ölmedim.
Kim cüret edebilir sana
Şöyle demeye: Haindir Musa!
Kim sitem edebilir bana?
Volhov’dur tanığım, kaçmadım,
Canım tasasına kapılmadım.
Ölüme mahkûm kuşatma
Titrerken bombalar altında,
Yoldaşlarımın kanını, canını
Gördüm ama benzim atmadı.
Ve ne de gözyaşı… Bilirdim:
Yollar kesilmiş. İşitirdim:
Merhametsiz ölüm saymakta
Kalan saniyelerimi hayatta.
Mucize beklemedim… kurtuluş da.
Ölümü çağırdım: “İndir kılıcı!”
Yalvardım: “Amansız esaretten kurtar!”
Yakardım: “Bir an evvel, gel!”
Ben değil miydim, hayat arkadaşıma
Yazan şu satırları: “Tasalanma.
Kanımın son damlası da aksa
Andıma leke koymayacak.”
Kanlı savaşa giderken, ben
Değil miydim şiirle and içen:
“Ölüm, yüzümde tebessümle
Gelecek son nefesimde.”
Yazacağım: içimdeki ateşli ölümü
Senin, canan, aşkın söndürdü;
Vatanımı ve seni sevdiğimi
Kanımla yazacağım toprağa.
Kucaklarsam ölümü vatan uğruna
İçim huzur dolu olacağını da.
Can suyu olacak bu and
Sesini yitirmiş yüreğime.
Kader alay ediyor benimle:
Ölüm teğetti, geçip gitti.
O son an — kurşun gelmedi!
Tabancam bana ihanet etti…
Akrep iğnesiyle kendini sokar,
Kartal kendini kayalara çarpar.
Madem ki bir kartaldım ben de,
Kartal gibi olmalıydı ölümüm de.
Kartaldım ben, inan bana vatan:
Kartal tutkusuydu içimde yanan!
Kanatlarımı katladım artık, hazırım
Bir taşla düşmeye ölüm uçurumuna.
Elden ne gelir?
Yarenim tabancam reddetti
Son sözü söylemeyi.
Düşman zincirledi
Yarı ölü bileklerimi.
Toz ve toprak gizledi
Kalan kanlı izlerimi…
… Dikenli telden yükselen şafaktır.
Yaşıyorum, ve şiir hayattadır:
Kartalın yaralı yüreğinden
Nefret alevleri fışkırmaktadır.
Yükselecek şafak, telin üstünde,
Dostlar sancağı kaldırır gibi!
Esir ruhumun kanlı nefreti
Kükrüyor! Tek bir ümidim vardır:
Ağustos olacak. Karanlığında gecenin
Düşmana nefretim ve vatana sevgim
Esaretten benimle birlikte çıkacak.
Tek bir ümidim vardır benim,
Yüreğim tek bir şey için çarpar:
Saflarınızda katılmaktır kavgaya.
Yoldaşlar, yer açın ona da!
* * *
İnanma
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Yoruldu, geri çekildi, düştü…” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, inanıyorlarsa bana.
Andımdır, sancağa kanımla yazılan:
Çağırır, kuvvet verir bana, ileriye taşır.
Hakkım mıdır yorulup geri kalmak?
Hakkım mıdır düşüp de kalkmamak?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Haindir! Vatana hıyanet etti!” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa beni.
Kaptım tüfeğimi, koştum savaşmaya,
Senin için ve vatanım için kavgaya.
Sana hıyanet mi? Hem de vatanıma?
Öyleyse ne kalır ki hayatımdan ardıma?
Hakkımda haber ederlerse eğer sana,
Derlerse: “Can verdi. Musa ölüler arasında.” —
İnanma cancağızım! Böyle sözü
Dostlar söylemez, seviyorlarsa seni.
Toprak soğuk teni örtse de —
Örter mi hiç ateşten yüreği;
Ölsen de, yenerek ölünce
Ölüm denir mi hiç öylesine?
Görüş
Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı

Hindistan iki gün önce (5 Mayıs’ta) 7 Mayıs’ta ulusal düzeyde Sivil Savunma Tatbikatı yapacağını duyurdu ve 7 Mayıs’a girdiğimiz an, askeri eyleme başladı. Pakistan’ın beklemediğini düşündüğü bir zaman mıydı acaba? Hindistan-Pakistan savaşı kapıda mı?
Hindistan saati 7 Mayıs’ı gösterdiğinde, saat 01:00 sularında, Hint füzeleri peşi sıra “Hint hava sahasından” patlatıldı ve Pakistan’ın kontrolündeki Keşmir topraklarına düşmeye başladı. Yani beklenen saldırı gerçekleşti.
Hindistan, operasyona “Sindoor ” ismini koydu. Sindoor, geleneksel olarak Hindu inancı ve Hint kültüründe önemli anlamlar içeriyor ancak burada yüzeysel değineyim: Evli Hindu kadınlar tarafından saçlarını ayırırken uygulanan vermilyon tozunun ismi aslında ve evlilik bağlılığını ve kocanın karısını koruma görevini sembolize eder. Yani Hindistan, operasyona “Sindoor” adını vererek, vatandaşlarını ve ulusal onurunu koruma mesajını iletir. Ki 22 Nisan Pahalgam terör saldırısının turistik bir bölgede sivillere yönelik gerçekleştiğini tekrar belirteyim.
Hindistan Ordusu, operasyonun yaklaşık yarım saat sürdüğünü, Hindistan saati ile saat 01:05-1:30 saatleri arasında sürdüğünü açıkladı. “Pakistan işgali altındaki Jammu ve Keşmir’e Sindoor Operasyonu’nu başlattık” diye duyuran Hindistan Ordusu’nun ilk açıklamaları önemliydi: Terör altyapısını hedef aldıklarının, Pakistan’a ait hiçbir askeri tesisin hedef alınmadığının ve 9 bölgenin – 9 bölgedeki terör altyapısının hedef alındığının, eylemlerini odaklı, ölçülü ve tırmanmaya yol açmayacak şekilde gerçekleştirdiklerinin vurgusu yapıldı. Ve tüm gece Hint kaynaklarından açıklamaları takip eden biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki “Hindistan’ın açıklamaları savaş istemediği yönünde”. Yani bu çok net: Hindistan savaş istemiyor. Belki Öncelikle bunu belirtmek gerekiyordu: Bir Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı. Bu henüz savaş değil. Gece gerçekleşen olaylar, sınırlı hava saldırılarıydı ki bu zaten hem Pakistan hem de tüm dünya tarafından bekleniyordu. Bu arada gece Pakistan da sınırlı bir karşılık verdi. Şu an Hindistan, Birleşmiş Milletler ve yabancı elçilerine brifing vermekle meşgul. Gece attığı füzeleri gün içinde meşrulaştırmanın ve kendi haklı gerekçelerini onaylatmanın çabası içinde. Peki şimdi ne olacak? Bu durum savaşa dönüşür mü? Açıkçası henüz kestirmek zor. Ama ilk söylenecek şey, iki taraf da savaşmamaya uğraşır ÇÜNKÜ ikisi için de bir nükleer caydırıcılık söz konusu.
Peki, masada başka hangi seçenekler var?
Hindistan’ın 2019’da Pakistan’a gerçekleştirdiği Balakot misillemesi hemen karşılık bulmuş ve Pakistan da bir Hint uçağını düşürüp, pilotunu rehin almıştı. Dolayısıyla zamanlama açısından aceleci davranmak istemediği belliydi. Nitelik ve ölçek olarak ise alacağı karşılığı da hesap ederek planlama yapmaya çalışıyordu. Ama açıkçası benim dahi beklediğimden erken bir saldırı gerçekleştirdi. Pahalgam terör saldırısını 22 Nisan’da yaşamış olan Hindistan’ın ordusu, bundan 14 gün sonra, saatler 15. güne geçiş yaptığı zaman askeri eylemine start verdi. Dediğimiz gibi bu beklenendi, yani zamanlama biraz beklenenden erken olsa da askeri eylem sürpriz değildi. Şimdi karşılıklı hava saldırıları yaşandı ANCAK daha da önemlisi, bu kez doğrusu Pakistan’a daha büyük bir ceza kesmek istiyor ama bunu nükleer savaşı tetiklemeden yani savaş yapmadan yapmak istiyor. Yani kontrollü tırmanmayı biraz sürdürmek istiyor. Ki bu kavga zaten öyle hemen sükunete ermez diye düşünüyorum. Ve burada “Soğuk Başlangıç” devreye giriyor. Tabii Pakistan’ın şimdi tekrar nasıl bir karşılık vereceği de çok önemli, uluslararası toplumun Hindistan’a nasıl bir yaklaşımda bulunacağı da önemli. Ama planlama masasında bir seçenek daha var, uygulamayı elbette zaman gösterecek ama buna şimdiden değinmek önemli:
Soğuk Başlangıç: Hindistan’ın Pakistan’a yönelik yeni saldırı stratejisi
Soğuk Başlangıç her şeyden önce Hindistan’ın 1947’deki bağımsızlığından bu yana kullandığı temelde savunmacı askeri doktrinler ile bir kopuşu işaret ediyor. Hindistan’da Soğuk Başlangıç fikri, 2001 yılında Hindistan Parlamentosu’na yönelik Pakistan tarafından desteklendiği düşünülen terör saldırılarının ardından, Hindistan’ın gerçekleştiği “Parakram Operasyonu”ndan beslendi. Çünkü bu operasyon ile Hindistan’ın saldırı gücündeki operasyonel boşlukları, özellikle sınır boyunca birliklerin seferberliğinin yavaşlığı fark edildi. Ki Hint birliklerinin sınıra ulaşması neredeyse bir ay sürmüş ve bu hem Pakistan’a karşı önlemler alması hem de Amerika’nın Hint hükümetine geri adım atması yönünde baskı yapması için yeterli zaman vermişti.
2004 yılında duyurulan bu doktrin, Hindistan’ın, Pakistan’ın Keşmir’deki “vekalet savaşını” sona erdirmek için konvansiyonel üstünlüğünü kullanma konusundaki algılanan yetersizliğine bir yanıt niteliği taşıyor. Ve Hindistan Ordusu’nun, Pakistan’ın nükleer eşiğini geçmeden, hızla seferber olmasını ve komşusuna sınırlı misilleme saldırıları gerçekleştirmesini sağlamayı amaçlıyor. Hindistan Hava Kuvvetleri ile ortaklaşa faaliyet gösteren müşterek birlik harekatı diyebiliriz. Bu noktada, Hindistan Kara Kuvvetleri Komutanı, en son bu yılın başlarında, Entegre Muharebe Grupları kurulmasının son aşamasında olduklarını açıklamıştı. Doktrin aynı zamanda Hindistan’ın konvansiyonel kuvvetlerinin bir çatışma durumunda Pakistan’dan nükleer bir misillemeyi önlemek için sabitleme taarruzları (sahte saldırılar) gerçekleştirmesini de içeriyor.
Bu doktrinin hala deneysel aşamada olduğunu söyleyebilirim. Aynı zamanda, mevcut krizde böyle bir stratejiyi kullanma yönünde bir siyasi baskının ve daha da önemlisi yoğun bir kamuoyu baskısının olduğunu da söylemek mümkün. Yani bu kez Hindistan’ın tepkisi yalnızca cerrahi bir müdahaleden daha fazlası olabilir. Hindistan Başbakanı Modi’nin, hayal dahi edilemeyecek bir cezalandırma olacağı yönündeki söylemleri de buna işaret ediyor. Modi’nin ayrıca Hindistan Silahlı Kuvvetleri’ne “tam yetki” verdiğini de tekrar ifade edeyim. Ancak, Pakistan’ı nokta operasyondan daha fazlası ile cezalandırmayı ancak çatışmayı nükleer eşiğin altında tutmayı amaçlayan Soğuk Başlangıç hem ismi hem doğası itibarıyla Hindistan’ın tam ölçekli bir “sıcak” savaştan kaçınma niyetini ortaya koyar.
Zamanlaması sürpriz, niteliği hızlı, kapsam olarak sınırlı, ancak ölçek olarak daha sert bir saldırı stratejisi bu. Bu strateji ile Hindistan aslında kendine Pakistan ile nükleer çatışmanın kaçınılmazlığından bir kaçış yolu açıyor ya da açmak istiyor. Ancak Soğuk Başlangıç için en büyük zorluğun, Pakistan’ın karşı strateji olarak taktik nükleer silahları kullanma olasılığı düşünülüyor. Dolayısıyla nükleer eşiği aşabilecek bir krizi kışkırtma veya tırmandırma riski taşıyor. Hem Hindistan hem de Pakistan’ın nükleer güçler olduğunu dikkate alırsak, çatışmanın kontrolden çıkma potansiyeli yüksek, risk büyük ve her şey pamuk ipliğine bağlı. Ve Pakistan’ın nasıl karşılık vereceği çok önemli. Ancak yine de her iki ülkenin de sıcak bir savaşa girmemek için elinden geleni yapacağına inanıyorum. Hindistan-Pakistan savaşı henüz başlamadı…
Görüş
Kim kazandı?

Bir süre önce, Suriye’de henüz devlet varken, sosyal ağlardan birinde bir Kürt milliyetçisiyle yazışma fırsatım olmuştu. Ben, ABD şemsiyesi altında bağımsızlığın gerçekte yenisömürgeci bir bağımlılık ilişkisinden başka bir anlam taşımadığını savunuyordum (ve bugün de aynı görüşteyim), oysa, Kürt milliyetçiliğinin geleneksel söylemlerini (“taktiktir”) bir tık daha yükseltmiş ve ABD’nin sadece belli bir tarihi kesitte değil tarih boyunca, hiç değilse emperyalizm tarihi boyunca benzersiz ve yenilmez bir güce sahip olduğunu düşünüyordu (herhalde bugün de aynı görüştedir). “Emperyalizm tarihi” ifadesini ben koyuyorum; onun sözlerinde emperyalizmin yeri yoktu. Yani mesele artık belli bir aşamada “taktik” (ve bu kelime o çevrede her zaman stratejisizlik anlamına gelmiştir) meselesi olmaktan çıkmış, doğrudan doğruya dünya düzeninde bir süper kahramanın tarafını tutma, yani hep kazananın ve hep kazanacak olanın safında olma meselesi haline gelmişti.
Böylece yazışma, o günden önceki başka tarihi kesitlere uzandı ve sonunda II’nci Dünya Savaşı’na kadar geldik. Ve o zaman, ilk defa karşılaştığım şu iddia beni gerçek anlamda afallattı: Sovyet halklarının büyük kayıplar verdiğini kabul ediyordu, ama bu, hiç de savaşı Sovyetler Birliği’nin kazandığı anlamına gelmezdi. Tersine; ittifaklar siyaseti, askeri taktik ve iktisadi üstünlüğüyle savaşı ABD kazanmış, üstelik bunu, hiç de büyük kayıplar vermeyerek başarmıştı ki bu da muazzam bir siyasi yeteneğe işaret ediyor, dolayısıyla zaferin gücünü pekiştiriyordu.
Bu, kavramın en temel anlamıyla saf ideolojik bir tutumdur, çünkü tarihi hakikat bütünüyle başaşağı çevrilmiştir.
Sovyet tarihi boyunca olduğu gibi bugün de hiç kimse, zaferin ölçüsü olarak kayıpların sayısını göstermiyor. Bu ahmakça bir iddia olurdu zaten, çünkü tarih boyunca nice zaferler vardır ki muzaffer taraf bozguna uğrayan ordulardan çok daha büyük kayıplar vermiştir. Öyle diye bu, yenilenin aslında yenmiş olduğu anlamına gelmez. Bir savaşta zafer, aslında aynı şeyin iki farklı ifadesi olan şu iki şarttan birinin hayata geçmesiyle kazanılır:
1) düşman orduları fiziken yok edilir;
2) düşmanın savaşma iradesi kırılır.
Kayıpların sayısı savaşın şiddeti, acımasızlığı, vahşeti, kuralsızlığı hakkında fikir verir, onun niteliğini gösterir; ama kayıp oranları savaşın sonucu açısından tamamen önemsizdir.
1) Düşmanın fiziki imhası
22 Haziran 1941 günü Sovyetler Birliği’nin batı sınırında kuvvet ilişkisi en kaba haliyle şöyledir (görece yakın tarihli araştırmalardan birine dayanarak aktarıyorum bunu; daha eski tarihli kaynaklarda kuvvet ilişkisinde faşist ittifakı büsbütün ağır basar):
Faşist ittifakı | Kızıl Ordu | Modern silahlar | Oran | Modern silahlarda oran | |
Asker | 4.369.500 | 3.262.851 | 1:1,3 | ||
Top ve havan | 42.601 | 59.787 | 1:1,3 | ||
Tank ve kundağı motorlu top | 4.364 | 15.687 | ~2.500 | 3,6:1 | 1:2,1 |
Savaş uçağı | 4.795 | 10.743 | 1.540 | 2,2:1 | 1:3,1 |
Görünürde Kızıl Ordu tank ve savaş uçağı bakımından düşmandan çok daha üstün; gerçekteyse durum farklı. Bütün tank envanteri içinde efsanevi T34’ler henüz pek az (en çok 1.200), SU serisi kundağı motorlu topçu sistemleri de öyle (en çok 300) ve dahası, bunların hepsi cephe hattında değil. Buna karşılık faşist ittifakında neredeyse işlevsiz Panzer I’ler ve Almanların pek güvenmedikleri Çek yapımı Pz serisi sayılmazsa bütün tanklar ve Stug III tipi kundağı motorlu topçu sistemlerinin sayısı 2.500’ün üzerinde. Toplam savaş uçaklarının ise sadece 1.540’ı düşmanla baş edebilecek yeni uçaklar ve bunların büyük bölümü daha ilk hafta düşman kuvvetlerinin hızla ilerlemesiyle imha edilmiş.
Kısaca, faşist Alman kuvvetleri ve müttefikleri asker mevcudu, teknoloji, teçhizat ve araç-gereç bakımından çok daha üstün.
Kuvvet ilişkisinin bir diğer tarafı şudur: Wehrmacht’ın toplam 4,12 milyonluk bütün muharip personelinin (SS dahil) 3,3 milyonu doğu cephesine sevk edilmiş. Bu, muharip birliklerin yüzde 80’i yapar. Aynı şekilde, tank ve kundağı motorlu topçu sistemlerinin yüzde 84’ü, top ve havanların yüzde 67’si, savaş uçaklarının yüzde 80’i doğu cephesinde.
Tabloyu gözlerinizin önüne getirmeye çalışın: Bu savaş makinesi bütün Avrupa’yı işgal etmiş, işgal edilmeyen ülkeler de faşist işbirlikçisi; Britanya kuvvetleri müttefikleriyle Dunkirk’ten rezil edilircesine kovalanmış; Avrupa’da sadece çoğunu komünistlerin örgütlediği yerel direnişler var. Ve Alman ordusu, bütün gücünün neredeyse yüzde 80’iyle Sovyetler Birliği’ne saldırmış.
Sadece Almanya’da toplam 18 milyona yakın insan seferberlikle askere alınmış ve Wehrmacht saflarında savaşmıştır. Bunun yaklaşık 5,5 milyonu savaş alanlarında ve esir kamplarında ölmüştür. Asker ölümlerinin yüzde 80’e yakını doğu cephesindedir.
Buna karşılık savaş boyunca Kızıl Ordu’da 35 milyona yakın insan seferber edilmiştir. Bunun 8,7 milyonu ölmüş veya kaybolmuştur. Bunun 3 milyondan fazlası toplama kamplarındaki ölümlerdir.
Demek ki:
Almanya’nın sivil kayıpları, toplam kayıplarının (7,4-8,5 milyon) yüzde 25’i kadarken Sovyetler Birliği’nin sivil kayıpları, toplam kayıplarının yüzde 60’ıdır. Buna karşılık Alman ordusunun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 30 kadarı Kızıl Ordu’yla çarpışmalarda öldürülmüştür. Kızıl Ordu’nun savaş boyunca toplam muharip sayısının yüzde 15 kadarı da faşist ordularla çatışmalarda öldürülmüştür.
Bir başka deyişle, Kızıl Ordu, düşmanın yüzde 30’unu yok ederek savaşı (Clausewitz’in deyişiyle) “pozitif” biçimde sona erdirmiştir.
2) Düşmanın iradesinin kırılması
Stalingrad bozgunun hemen arkasından başlayarak, 1943 baharından itibaren İsviçre’de faşist Alman yetkilileriyle batılılar, başta Amerikalılar olmak üzere bir dizi gizli barış görüşmesi yapılmıştır. Komplo teorilerine girmeyeceğim; herhalde bu aşamada ABD’deki hiçbir hizip, gönlü oraya aksa bile, ayrı barışı göze alamazdı; ancak faşist Almanya açısından, doğu cephesindeki bozgunlar yüzünden düşman cephesini daraltma girişimleri giderek daha büyük bir ihtiyaç haline geliyordu.
1944 haziranında Normandiya’dan sonra bile faşist direnişin merkezi doğu cephesidir. Sayılardan görülür zaten bu. Daha Tahran konferansında (28 Kasım – 1 Aralık 1943) Sovyetler Birliği’nin müttefiklerine Avrupa’da ikinci cephe açılması ısrarı zayıflamıştır, çünkü, bedeli her ne kadar daha ağır olacaksa da, düşmanı bir başına yok etme özgüveni kazanılan zaferlerle pekişmiştir.
Bu yüzden, batıdaki ortaöğretim ders kitaplarının şu ortak repliği gerçeği yansıtmaz: (Tahran konferansında) “Sovyetler Birliği Almanya’ya karşı doğudan büyük bir taarruz başlatmayı kabul etti.” (Houghton Mifflin Harcourt Pub., Module 11, World War II.) Oysa bu sırada Kursk zaferi kazanılmış, Kiev kurtarılmıştı; Leningrad blokajını yarmaya sadece bir, Ukrayna cephesinde SSCB sınırlarını her noktada geçmeye sadece üç ay kalmıştı. Yani Kızıl Ordu zaten her yönden taarruz halindeydi. Dahası, birçok araştırmaya göre, Normandiya çıkarması faşist orduları paralize etmiş değildi, Kızıl Ordu’nun ilerlemesi de Normandiya çıkarması yüzünden fazladan bir ivme kazanmadı.
Değil 30 Nisan’da “çok sevgili führerlerinin” intiharı, 8 Mayıs sabahı bile faşist Almanya’nın direnme iradesi henüz bütünüyle kırılmamıştı. Bunun en somut göstergesi, belki de, Göring’in Amerikalılara teslim olma hikayesidir. Genellikle Göring’in derhal tutuklandığı sanılır; doğru değildir bu: ancak ertesi gün, Berlin’in kesinkes düşmesiyle birlikte tutuklanmıştır, çünkü faşist canavarın iradesi ancak o anda tamamen kırılmıştır.
3) “Tarih çarpıtıcıları”
Yazı üzerinde çalışırken ABD ve Britanya’da 10 ve 11’inci sınıf tarih kitaplarına, ayrıca Britanya’da bir lise yardımcı ders kitabına daha (“Russia and its Rulers”) bakma fırsatı buldum. (Bu sonuncusu, diğerleriyle karşılaştırıldığında şaşılacak kadar objektif.) Bunlarda ülkelerin savaştaki kayıplarıyla ilgili hiçbir bilgi yoktur. Düşmanı kimin yok ettiği, onun iradesini kimin kırdığı, bunun bedelini kimin ödediği sorularının cevabı az çok belirsizdir ve ister istemez, o belirsizliğin içinde, kurtarıcı rolüne ABD ve Britanya’nın oturtulduğu sırıtır.
Gene de, bu ikisinin tarih kitaplarıyla bizimkiler yan yana koyulduğunda onların formülasyonlarının çok daha ustalıklı olduğunu itiraf etmek gerek. ABD ve Britanya müfredatlarını hazırlayanlar, hiç değilse bugüne kadar, şu satırlardan başlayarak hemen her cümlesi yanlış olan bizimkiler kadar antikomünist isterinin esiri görünmemeye çaba göstermişlerdir: “SSCB, insan hakları ihlalleri noktasında Almanya’dan farklı değildi.” (MEB’in 12’nci sınıf “Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi” ders kitabından.)
İyi ama, neden bu tarih çarpıtıcılığı?
Birkaç gün önce, Sırp Cumhuriyeti gazeteciler birliği başkanı Daniel Simić’in bir mülakatına rastladım. Simić haklı olarak tarihin silinmesinden yakınıyordu: “Amerikalılar zaten öyleler; ancak batı Avrupalı ortalama okur için de D-day II’nci Dünya Savaşı’nın biricik ve en önemli olayıdır. Rusların ve Sovyetler Birliği’nin diğer halklarının kahramanlık ve fedakarlıklarına aldırış edilmez… Stalingrad ve Kursk muharebeleri batıda genellikle ‘doğu cephesindeki olaylar’ diye anlatılır; ama müttefiklerin Almanya’ya attığı her bomba Hitler’e karşı zafere yol açan kahramanca bir eylemmiş gibi sunulur.”
Bu bir kütlesel cehalet irinidir. Tarihi yazmakla yapmak arasında böyle bir fark var. Sonra o yalanlar her biri diğerinden cahil narsist hödük yaratır, onlardan biri de çıkar, şöyle der: “Rusya’nın neredeyse 60 milyon insan kaybederek II’nci Dünya Savaşı’nı kazanmamıza yardım ettiğini asla unutmayacağız.” (Trump, 22 Ocak günü kendi bloğunda yazmıştı bunu.)
4) Nitelik sıçrayışı
Ama geçmişle bugün arasında bir fark var.
Birkaç ay önce Talin’de Kızıl Ordu ve SSCB Baltık donanması askerleri anısına dikilmiş olan anıtı yerle bir ettiler. Aynı günlerde Waffen-SS 20’nci tümendeki Eston lejyonerlerin “itibarı” iade ediliyordu. Baltık’ın saldırgan “küçük enişteleri” açısından bu tür faşist vandalizm artık rutin bir uygulama haline geldi.
Baltık, Avrupa’nın minyatürüdür.
Moldova dahil birçok Avrupa ülkesinde 9 Mayıs Zafer Bayramı kutlamaları “Kremlin propagandası” ile ilişkilendirilip yasaklanması veya hiç değilse kısıtlanması gündeme geliyor. Bunun yerine 8 Mayıs’ın kutlanması öneriliyor genellikle; o günün Wehrmacht ve faşist müttefiklerinin ölüleri de dahil olmak üzere 1939-1945 yılları arasında ölen tüm “kurbanlar” için bir matem günü, “Anma ve Uzlaşma Günü” ilan edilmesini isteyenler de var. Daha önce çarpıtma yahut inkarlar daha ziyade savaştaki tekil olaylarla ilgiliydi; bugünse vurgu, SSCB’nin Avrupa’nın ve dünyanın kurtuluşu ve faşist Almanya’nın yenilgiye uğratılmasındaki tayin edici rolünün tamamen inkarına kayıyor.
Tarih çarpıtıcılığında bir nitel sıçrayıştır bu. Altındaki birinci nedeni, daha 1945’te Mareşal Jukov, faşist canavarın parçalandığı Berlin’de, Mareşal Rokossovskiy’e söylemişti: “Onları kurtardık, bu yüzden bizi asla affetmeyecekler.” Başka deyişle, hiç değilse bir kısmı, kurtarılmalarının intikamını alma arzusuyla yanıp tutuşuyor.
Ama bundan daha önemlisi şudur: bugün bit pazarına nur yağıyor ve Avrupalı yöneticiler, belli ki, 1930’ların ve 1940’ların tecrübelerini daha yakından inceliyor. Krizden çıkışın yolu neden savaş olmasın? Genel memnuniyetsizliği şiddet yoluyla bastırmak ve saldırganlığı başkalarına yönlendirmek harika bir çözüm değil mi?
Ama belki de, en nihayet samimiyet gösterdikleri için kutlamak gerek. Sadece Yahudilerin, sosyalistlerin, komünistlerin, Rusların değil, Kiev rejiminin en kararlı müttefiklerinden Polonya devletinin uyruklarını da öldüren faşist katiller sürüsünün elebaşı Bandera’yı kahraman ilan edip onun portresi önünde onun sloganlarını ulumak az bir samimiyet sayılmaz doğrusu.
Kim kazandı savaşı? Kızıl Ordu kazandı, Sovyet halkları kazandı, Bolşevik partisi önderliği kazandı, Rus yurtseverleri kazandı… Ama sadece onlar değil. Biz kazandık! Çünkü faşizme karşı savaş bizim de savaşımız, zafer bizim de zaferimizdi.
-
Görüş2 hafta önce
Pahalgam terör saldırısı, Hindistan ve Pakistan yine kavgalı…
-
Görüş1 hafta önce
Hindistan ve Pakistan savaşır mı?
-
Görüş2 hafta önce
ABD, Ukrayna’ya ihanet etti
-
Dünya Basını2 hafta önce
Jeffrey Sachs: ABD’nin Asya’daki askeri üslerini kapatın
-
Dünya Basını2 hafta önce
Bender Abbas patlaması: Sabotaj mı kaza mı?
-
Rusya3 gün önce
Rusya’da havaalanlarında toplu uçuş ertelemeleri
-
Dünya Basını2 hafta önce
The Ekonomist: Afrika’dan Göç Dünyayı Değiştirecek
-
Dünya Basını2 hafta önce
ABD’nin eski Asya çarı Kurt Campbell: Çin’le hesapsız bir çatışmaya girmekten kaçınılmalı