GÖRÜŞ
Filistin-İsrail çatışmasında Rusya ne diyor?- I
Yayınlanma
Yazar
Hazal YalınAşağıda, iki bölümlük bir yazının ilk bölümünü bulacaksınız. Bu ilk bölüm, Rusya’nın resmi açıklamalarını özetlemeyi de değil, Kremlin resmi sitesine dayanarak eksiksiz aktarmayı amaçlıyor. Dolayısıyla ilk bölüm okura, ikinci veya üçüncü kişilerin yorumları üzerinden değil doğrudan Kremlin’in açıklamalarına dayanarak çatışmaya bakışını değerlendirme fırsatı verecektir. İkinci bölümde ise bu yaklaşımın hukuki arka planı ve gelişmelerin nereye götürebileceği incelenecek.
Rusya ne diyor?
7 Ekim’de Filistin güçlerinin Hamas’ın askeri kanadı öncülüğünde İsrail’e yaptığı saldırıların ardından Kremlin resmi sitesinde ilk açıklama 10 Ekim’de çıktı; ama bu da aslında Kremlin’in değil, Putin’le görüşmek için Rusya’da bulunan Irak Başbakanı Muhammed Sudani’nin görüşmelerin basına açık bölümündeki sözleriydi. Sudani şöyle demişti:
“Şu anda Filistin’deki olaylar karmaşık ve tehlikeli bir şekilde gelişiyor. Bu, İsrail’in Filistinlilerin haklarını ihlale devam etmesinin, uluslararası toplumun suskunluğunun ve uluslararası platformlarda tanınan kararla çerçevesinde yükümlülüklerini yerine getirmemesinin doğal sonucudur.”
Sudani bu sözlerin ardından Gazze ablukasını, Gazze’nin bombalanmasını, Filistin’in sivil kayıplarını dile getirdi ve şöyle dedi: “Bugün biz hepimiz, Arap ülkeleri de, İslam ülkeleri de, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, büyük güç Rusya’yla birlikte hepimiz sorumluluk taşıyoruz.”
Putin bu görüşmenin basına açık kısmında Filistin meselesine değinmedi.
Aynı gün akşam saatlerinde Erdoğan’la telefon görüşmesine dair Kremlin açıklaması yayınlandı. Şu ifadelerle:
“Filistin-İsrail çatışması alanında hızla gerginleşen duruma özel bir dikkat ayrıldı. Şiddetin devam etmekte olan tırmanışından, sivil halk arasında kurbanların sayısının korkunç artışından derin endişe ifade edildi. Her iki tarafın da derhal ateşi kesme ve görüşme sürecini yeniden başlatma zarureti vurgulandı. Buna aktif bir şekilde katkıda bulunulmasına karşılıklı hazır olunduğu ifade edildi. Ortadoğu krizinin uzun vadeli barışçıl çözümünün sadece BM Güvenlik Konseyi tarafından teyit edilen ve 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngören “iki devletlilik” formülü temelinde mümkün olduğunun altı çizildi.”
Kremlin resmi sitesine göre Putin Ortadoğu çatışmasıyla ilgili bir sonraki konuşmasını ertesi gün, Rusya Enerji Haftası uluslararası forumu olağan toplantısında yaptı:
“Dün bir meslektaşımla da [Irak başbakanı] bu meseleyi görüştük, görüşmemek mümkün değil. Irak bir Yakındoğu ülkesi; Filistin meselesi bu bölgedeki her bir insanın yüreğinde ve sanırım islama inanan herkesin de yüreğinde. Hayat böyle gelişti, bunlar apaçık şeyler. Ve sadece şimdi değil, onyıllar boyunca olup biten her şey, inanılmaz bir noktaya ulaşan adaletsizliğin tezahürü olarak algılanıyor. Neden? Çünkü daha en başta, İsrail devletinin kuruluşu kararı kabul edildiğinde eşzamanlı, paralel olarak ikinci bir devletin kurulması kararı da kabul edilmişti. Mesele başlangıçta iki bağımsız, egemen devletin kurulmasıydı: İsrail’in ve Filistin’in. İsrail, malum, kuruldu; Filistin ise bağımsız egemen bir devlet olarak hiç kurulmadı; bir sürü farklı neden rol oynadı. Şimdi ayrıntılara girmeyeceğim.
Dahası, Filistinlilerin daima, aslında Filistin’e ait saydıkları topraklar İsrail tarafından işgal edildi – muhtelif zamanlarda muhtelif şekillerde, ama en temelde elbette askeri kuvvet yardımıyla.
Peki bugünkü problem nedir? Çözüm mekanizmaları yaratıldı, ama Birleşik Devletler son birkaç yıldır bu mekanizmaları görmezden geldi ve her şeyi kendi başına çözmeye karar verdi, bu mekanizmaları kullanmadı, son yıllarda da Filistin topraklarında yaşayan halkın maddi ihtiyaçlarını karşılamaya oynadı. Esasen temel siyasi problemlerin çözümü yerine bir takım maddi yardımları koymaya çalıştı. Elbette bu da düşük hayat şartlarında yaşayan insanlar için önemli, sosyal-iktisadi meselelerin çözülmesi önemli. Ama biz her zaman bunun yeterli olmadığını söyledik: başlıcası başkenti Doğu Kudüs olan egemen bir Filistin devletinin kurulması olan temel siyasi problemleri çözmeden bu problemi bütün olarak çözmek mümkün değildir. Ancak oyun tam da bunun üzerine kuruldu.
Bu yerleşim siyasetinden başka, bundan başka bir dizi tamamlayıcı şey daha nihayetinde böyle bir şiddet patlamasına yol açtı. Şu an olan biten korkunç. Her iki tarafın da öfkesinin çok büyük olduğunu biliyoruz, ama ne olursa olsun, her iki tarafın da öfkesi ne seviyede olursa olsun gene de sivil halk arasındaki kayıpları minimize etmeyi veya sıfıra, minimuma indirmeyi hedeflemek gerek. Eğer erkekler aralarında kavga etmeye karar verdilerse etsinler; çocukları, kadınları rahat bırakın. Bu iki taraf için de geçerli.
Yakın zamanda durum sükûnet bulabilecek mi, meçhul; ama bunu hedeflemek gerek, çünkü çatışma bölgesinin genişlemesi ağır sonuçlara yol açabilir, buna enerji sektörü de dahil.”
Putin aynı toplantıda Irak Başbakanı Sudani’nin konuşmasının ardından konuya geri döndü:
“Rusya’nın tutumu… bugün ortaya çıkmış değil, bu trajik sonuçlarla ilişkisi yok, bu [tutum] onlarca yıl boyunca ortaya çıktı, bu tutum İsrail tarafından da Filistin’deki dostlarımızca da iyi biliniyor. Biz daima BM Güvenlik Konseyi kararlarının hayata geçirilmesinden yana olduk, öncelikle de bağımsız, egemen bir Filistin devletinin kurulmasını kastettik. Bütün problemlerin kökü burada. Ve doğal olarak şu son yıllarda bu probleme eşlik eden her şey onu derinleştirmekte – bu yerleşimci faaliyeti.
Bu arada bu, İsrail’in buradaki tutumunun nasıl yapıyorlarsa öyle yapmak zorunda oldukları, Birleşik Devletler’in tutumunun [demin] dediğim gibi sadece maddi nitelikteki sorunları çözmek olduğu, Rusya’nın tutumunun ise bağımsız bir devlet kurmak olduğu anlamına gelmiyor. Gerçekte problem daha karmaşık: Birleşik Devletler’de [buna] kulak vermek ve bağımsız bir devletin kurulması yoluna girmek gerektiğini söyleyen pek çok siyasetçi ve uzman var, İsrail’de de böyle insanlar var. Ama onyıllardır bu problemi zor yoluyla çözmeye çalışanla üstünlük sağlıyorlar; bu da ne yazık ki bugün gözlediğimiz türden trajik olaylara yol açıyor.”
Putin bu toplantıda her defasında “ayrıntıya girmeyeceğim,” demişti; ancak çatışmaya geri döndü:
“ABD’nin neden oraya, Akdeniz’e uçakgemisi gruplarını sevk ettiğini anlamıyorum; birincisinin ardından ikincisini de duyuruyorlar. Bunda bir anlam görmüyorum. Nedir, Lübnan’ı bombalamaya mı hazırlanıyorlar yani? Ne yapmaya hazırlanıyorlar? Veya sadece birilerini korkutmaya mı karar vermişler? Ama orada artık hiçbir şeyden korkmayan insanlar var. Problem bu yolla çözülmemeli, uzlaşmacı çözümleri aramak [hayata geçirmek] gerekli, işte bununla uğraşmak gerek.
Ancak elbette bu tür eylemler durumu daha da tırmandırıyor. Ve eğer sizin de söylediğiniz gibi, çatışma Filistin topraklarının ötesine taşarsa o zaman elbette etkisi olacaktır. Şimdilerde İran’ı bütün ağır şeylerle suçladıklarını duyuyoruz; atetten olduğu gibi, kanıtsız. Hiçbir kanıt yok.”
Putin aynı gün Al Ghad kanalına da konuştu. İlk soru, ABD’nin bütün gelişmeleri hesaba katarak siyasetini değiştirme ihtimali üzerineydi:
“Bunu bilmiyorum, onlara sormak gerek. Bunun başarısızlık olduğu ise aşikâr bir şey. Neden böyle düşünüyorum? Çünkü, demin oturumda da söyledim, Birleşik Devletler fiilen bu problemin çözümüne yönelik bütün eski uluslararası vasıtalardan uzaklaştı; bu vasıtalar arasında birkaç ülkenin daha [çözüme] katılması da vardı, Rusya da onlar arasındaydı. Fiilen bütün çözüm sürecini tekellerine aldılar.
Ama bildiğiniz gibi belli bir noktada Filistin özerk yönetiminin de bir dizi epey sert açıklama yapması ve çözümün öngörüldüğü ilkelerde bunu yapmaya hazır olmadığını söylemesi gerekti. Bu her şeyden önce kuşkusuz İsrail’in yerleşimci siyasetiyle ilişkili.
Bizim tutumumuzsa her zaman açık, anlaşılır, şeffaftı; bu Filistin’deki dostlarımız tarafından da İsrail yönetimi tarafından da bilinir. Ben şahsen her zaman aynı şeyleri söyledim: BM Güvenlik Konseyi’nin bağımsız, egemen bir Filistin devletinin kurulmasına dair olan kararına varıncaya kadar daha önce alınmış bütün kararlarının yerine getirilmesi şarttır; üstelik bu daha İsrail’in kuruluşu sırasında öngörülmüştü.
Karmaşık, çok hassas bir mesele. Ama şu anda elbette sert açıklamalardan kaçınmak ve ne olursa olsun bu çatışmaya çekilmiş insanların duygularını incitmemek gerek. Birincisi bu.
İkincisi. Ne olursa olsun sivil halk arasında kayıplardan kaçınmak gerek. Bütün eylemler, bunlara başvurmadan olmuyorsa eğer, incelikle seçilmeli, hiçbir günahı olmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar arasında kaybı ve onlara yönelik tehdidi minimize etmek gerek. Bu sanırım herkesin bildiği, hiç kimsede şüphe uyandırmayacak bir tutum.
Ve elbette ne olursa olsun çatışmanın genişlemesinden kaçınmak gerek. Çünkü, eğer böyle bir şey olursa sadece bölgeye değil bütün olarak bütün uluslararası durum üzerinde etkisi olur.”
Muhabirin Amerikan uçak gemisi gruplarının bölgeye sevk edilmesi üzerine sorusuna Putin şu cevabı verdi:
“Demin toplantıda da söyledim; askeri açıdan [bunda] bir anlam görmüyorum. Neden? Ne yapmaya hazırlanıyorlar? Uçakgemisi grubu yardımıyla saldırıda bulunmaya mı? Nereye, kime? Askeri açıdan hiçbir anlam görmüyorum. Bu birincisi.
İkincisi. Bu, askeri-siyasi desteğin bir unsuru olabilir. Peki. Ama benim görüşüme göre şimdi meselenin askeri değil diplomatik yanıyla meşgul olmak, askeri faaliyetlerin durdurulması yolunu aramak gerek, ne kadar hızlı olursa o kadar iyi. Bu birincisi. İkincisi de görüşme sürecine dönülmeli ve bu süreç Filistinliler dahil bütün taraflarca kabul edilebilir olmalı.”
Muhabir görüşmelerin canlandırılmasından yana kuşkularını belirtince:
“Neden olmasın? Bizim İsrail’le çok istikrarlı, pratik ilişkilerimiz var, onyıllardır Filistin’le de dostluk ilişkilerimiz var, dostlarımız bunu biliyorlar. Rusya benim görüşüme göre çözüm sürecine katkıda bulunabilir.
Ama [çatışma] öyle kızgın ki böyle bir şeyi hiçbir yerde görmüyoruz.”
Muhabirin, Filistinlilerin Sina çöllerine gitmeleri çağrısıyla ilgili sorusuna verdiği cevap da dikkat çekiciydi:
“Bir değerlendirmede bulunmam güç. Filistinlilerin yaşadığı topraklar kendi toprakları, tarihi olarak onların toprakları. Dahası burada bağımsız bir Filistin devletinin kurulması da öngörülüyor. Benim görüşüme göre bu barışa götürebilecek bir şey değil.”
Putin 13 Ekim’de, Bişkek’deki BDT zirvesinin ardından yaptığı uzun basın toplantısında çatışmayla ilgili soruları da cevapladı. Bizim basında da öne çıkan ifadeler vardı; ancak bağlamı vurgulamak için eksiksiz hatırlatmakta yarar var:
“İsrail elbette tarihte sadece boyutu bakımından değil yürütülüş tarzı bakımından, zalimliği bakımından da benzeri olmayan bir saldırıyla karşılaştı; başka ne denebilir, şeyleri adlarıyla anmak gerek. İsrail de geniş ve epey zalimane yöntemlerle cevap veriyor. Elbette, olayların mantığını anlıyoruz, ama her iki tarafın da olanca öfkesine rağmen ben gene de kuşkusuz sivil halkı düşünmek gerektiği görüşündeyim.
Bundan söz etmiştim, tekrarlamak isterim. Bugün Birleşik Devletler’de olanlarla ilgili değerlendirmelerin ortaya çıktığını, olayların gelişiminin farklı değerlendirmelerinin ortaya çıktığını görüyoruz; bu bağlamda Gazze şeridine karşı askeri ve askeri olmayan nitelikte, İkinci Dünya Savaşı’nda Leningrad kuşatması sırasındaki anlamda tedbirler alınabileceği söyleniyor. Ama biz bunun neyle ilgili olduğunu biliyoruz, benim görüşüme göre bu kabul edilemez. İki küsur milyon insan yaşıyor orada. Hepsi de Hamas’ı destekliyor değil, hepsi değil, ama hepsi bunun acısını çekecek, kadınlar ve çocuklar dahil. Elbette, bunu herhalde kimse kabul etmez.
Diğer yandan, bugün meslektaşlarımla zirvede de söyledim, İsrail’in elbette güvenliğini ve güvenlik garantisini temin etme hakkı var. Ama bu vasıtaları bulmak gerek, bu durumdan bir çıkış bulmak gerek. Benim görüşüme göre bu elbette başka şeylerin yanında arabuluculuk çabalarının da sonucu olabilir.
Defalarca söylediğim gibi İsrail’de çok sayıda Rusya vatandaşı yaşıyor; eski Sovyetler Birliği’nin ve Rusya’nın vatandaşları. Bu bizim için tabii ki gerçek bir faktör. Bunu unutamayız.
Ama diğer taraftan Arap dünyasıyla da çok iyi ilişkilerimiz var; uzun yıllara, onyıllara dayanıyor, öncelikle de elbette Filistin’le; Filistin’e zamanında başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulacağı sözü verilmişti. Söz verildi, kararlar BM seviyesinde alındı. Onlar bu sözlerin hayata geçirilmesini bekleme hakkına sahip. İşte bütün bunları hesaba katmak ve elbette öncelikle de bugünkü tırmanışta hiçbir günahı olmayan insanları düşünmek gerekiyor. Kimse bir şey görmüyormuş, anlamıyormuş, parantez dışındaymış gibi rol yapmak da mümkün değil.”
Rusya yardımda bulunabilir mi, sorusuna karşılık şu birkaç cümleyi söyledi:
“Rusya tam da İsrail’le son yıllarda, diyebiliriz ki 15 yıldır çok iyi ilişkilerin (gerçekten böyle) kurulmuş olması ve Filistin’le geleneksel ilişkileri olması itibariyle bunu yapabilir. Bu yüzden kimse bizim birilerini dongaya bastırmak istediğimiz kuşkusuna kapılmaz. Ama elbette, bizim arabuluculuğumuza ihtiyacı olan çıkarsa. Bu da her zaman tarafların mutabakatı temelinde yapılır.”
RT Arapça muhabiri ABD Kongre üyesi Marjorie Taylor’un Kiev rejimine verilen Amerikan silahlarının Hamas’ın eline geçmiş olabileceğini söylediği hatırlatması üzerine Putin, kendisinin “bu kadının” ne söylediğini bilmediğini, ama Kiev’deki yolsuzluğun herkes tarafından bilindiğini söyledi, ekledi: “Karaborsa çok fazla alıcının olmasıyla ortaya çıkar, Ukrayna’da da çok fazla satıcı var.”
Ama arkasından söyledikleri göndermeleri itibariyle daha dikkat çekiciydi; bu yazıyı doğrudan ilgilendirmiyor olsa bile not düşmek için aktarmak gerek:
“Biliyor musunuz, Rusya Federasyonu’nun trajik tarihini iyi hatırlıyorum, bizde 1990’ların ortasını, ne yazık ki, Kafkaslarda savaş devam ederken silahlı kuvvetlerimizden düşman tarafına, yani Kafkaslarda Rusya ordusuyla savaşanlara devamlı satışlar oluyordu. Bizim depolarımızdan alıp para karşılığı satıyorlardı. Ne yazık ki oldu bu. Felakettir, trajedidir, ama oldu.
Bugün aynısı Ukrayna’da oluyor: ne düşerse hepsini satıyorlar, satılabilecek ne varsa hepsini satıyorlar: eğer silah alıcısı varsa silah da satıyorlar. Ama Rusya’ya satmıyorlar; bununla birlikte Rusya’ya satacak olsalar da şaşırmam, şaka yapmıyorum. Ama Afrika, Yakındoğu ülkeleri üzerinden uluslararası pazarlara, kendiliğinden anlaşılır zaten, kesinlikle satıyorlar. Silah karaborsası öyle kurulmuştur ki satın almak isteyenler bu silahları, tekrar ediyorum, üçüncü, dördüncü el üzerinden bulurlar. Bunda sıradışı bir şey yok.
Tabii bizde de silah satışlarıyla ilgili veriler var, Yakındoğu’ya satışlar da var. Ama bunun görünüşü… Benim bugünkü Ukrayna yönetimine sempatim yok, biliniyor, ama bunun Ukrayna yönetimi seviyesinde yapılıyor olduğundan, bundan tabii ki kuşku duyuyorum. Ama akış devam ediyor, elbette, tam gaz akış.”
Putin aynı toplantıda son olarak kendi vatandaşlarını çatışma bölgesinden çıkarmak için Rusya’nın bir şeyler yapıp yapmadığı sorusuna cevap verdi:
“Bunun şartları olur olmaz anında hazırız. Orada her gün bombardıman devam ediyor. Eğer İsrail’den çıkmak isteyen varsa, buyursun, her an yaparız.
Sorunuz için teşekkür ederim. Dışişlerine sorunuzu ileteceğim. Eğer bir kişi bile bir an önce bu topraklardan ayrılmak istiyorsa yardıma hazırız.”
Bu günlerde Rusya içinde en önemli toplantı, 16 Ekim’de yapılan “operasyonel meseleler toplantısı”. Kremlin’de yapılan toplantının sunumu şöyle yapılmıştı: “Devlet başkanı, özel askeri harekâtın ve keza Filistin-İsrail çatışması bölgesindeki durumun görüşüldüğü bir toplantı düzenledi.” Toplantıya Putin’den başka şu isimler katıldı: Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Federal Güvenlik İdaresi (FSB) yöneticisi Aleksandr Bortnikov, Dış İstihbarat İdaresi (SVR) Müdürü Sergey Narışkşin, Milli Muhafız Kıtaları Federal İdaresi Müdürü Viktor Zolotov, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov (Lavrov bu sırada Çin’de olduğu için toplantıya yardımcısı katıldı). Toplantının basına açık kısmına Ortadoğu çatışmasıyla ilgili sadece Ryabkov’un sözleri yansıdı:
“Yakındoğu’daki çatışma bölgesinde durum bizim değerlendirmemize göre tırmanma eğilimi gösteriyor. İsrail ordusunun yürüttüğü operasyonlar ayrım göstermeyen bir nitelik taşıyor. Kara harekâtı, Gazze’ye girme tehdidi devam ediyor. Bu anklav bölgesi ve orada yaşayanlar fiilen bir insani felaket içindeydiler. Ne tıbbi yardım ne diğer temel ihtiyaçlar karşılanıyor. Bütün bunlar dünyada büyük bir endişe uyandırıyor.”
Ryabkov, Rusya’nın siyasi düzlemde azami çaba gösterdiğini, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan karar tasarısının da bu çerçevede olduğunu söyledi. Ryabkov ayrıca ABD’yi suçladı: “ABD bu dramatik, ağır krizde başlıca sorumluluğu taşıyor, zira bu ülke uzun yıllardır çözümü temeline almaya, Güvenlik Konseyi’nin temel kararlarını gözardı etmeye çalıştı, bugün de gerekli çözümü engelliyor.”
Ryabkov’un sözlerinde en dikkat çekici ifadeler şöyleydi:
“Esasen bütün bu çatışmanın kontrolden çıkma tehdidi yüksek.”
Putin 16 Ekim akşamı Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, İran Devlet Başkanı İbrahim Reisi, Filistin Devlet Başkanı (resmi Kremlin açıklamasında bu ünvan kullanılmıştı) Mahmud Abbas ve Mısır Devlet Başkanı Abdülfattah Sisi ile telefon görüşmeleri yaptı; ancak bu görüşmelerle ilgili tek bir açıklama yapıldı. Şu ifadeler kullanıldı:
“Sivil halk içinde kurbanların sayısında korkunç bir artışın ve Gazze şeridinde insani krizin derinleşmesinin eşlik ettiği, askeri eylemlerde büyük ölçekli bir artıştan duyulan son derece büyük endişe ifade edildi. Ateşin bir an önce kesilmesinin, muhtaç durumdaki herkese acil yardımın ulaştırılması hedefiyle insani ateşkesin tesisinin sağlanması zarureti üzerine ortak görüş ifade edildi.
Rusya devlet başkanı, Gazze’de insani durumun ciddiyetini ve acil tıbbi malzemelerin, gıdanın ve diğer hayati emtianın sevkiyatı için ablukanın kaldırılmasının zaruretini vurgulayan meslektaşlarının görüş ve değerlendirmelerini dinledi. Çatışmanın bölgesel bir savaşa evrilme ihtimalinden duyulan ciddi kaygı ifade edildi.
Vladimir Putin, sivillere karşı şiddet uygulanmasının hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğini vurguladı ve Rusya’da silahlı çatışma sonucu zarar görenler, ölenlerin yakın ve akrabaları için derinden üzüntü duyulduğunu, insani yardımda bulunmaya hazır olunduğunu belirtti. Rusya tarafının askeri eylemleri mümkün olduğunca kısa zamanda durdurmak ve durumu istikrara kavuşturmak için yapıcı fikir güden bütün ortaklarla çabaları koordine etme taahhüdü teyit edildi. Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu, insani ateşkesin derhal ilan edilmesine yönelik, dengeli ve siyaset dışı nitelik taşıyan karar tasarısı da tam bunu hedefliyor.
Genel görüşe göre bugünkü benzeri görülmemiş tırmanışın nedeni Yakındoğu barış sürecindeki uzun durgunluktur. Vladimir Putin tarafından bu bağlamda Filistin probleminin bilinen uluslararası hukuk temelinde, İsrail’le barış ve güvenlik içinde birlikte yaşayacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngören uzun vadeli ve adil bir çözümüne yönelik çıkış amacıyla siyasi sürecin canlandırılması yönündeki ilkesel tutum tekrar ifade edildi.
Mısır devlet başkanıyla görüşmede Mısır tarafının Rusya ve BDT vatandaşlarının Gazze şeridinden tahliyesi konusunda katkıda bulunması meselesine de değinildi.”
Aynı gün bütün bu görüşmelerin ardından Putin Netanyahu’yu aradı. Kremlin sitesinden henüz resmi bir açıklama yapılmadı; ancak Kremlin telegram kanalından yapılan açıklamada şöyle deniyordu:
“Görüşmenin merkezinde Filistin-İsrail çatışmasının hızla tırmanması sonucu ortaya çıkan kriz durumu vardı. Rusya başkanı ölen İsraillilerin akraba ve yakınlarına içten taziyelerini ifade etti, kurbanı sivil halk, bu kapsamda kadınlar ve çocuklar olan her tür eylemin kabul edilemez olduğunu ve kınandığını kararlılıkla vurguladı.
Putin Rusya’nın durumun normalleşmesine, şiddetin daha fazla tırmanmasının önlenmesine ve Gazze şeridinde insani felakete engel olunmasına katkıda bulunma amacı güden atmakta olduğu adımlar hakkında bilgilendirdi. Bilhassa da bugün Filistin, Mısır, İran ve Suriye liderleriyle telefon temaslarının kilit noktaları İsrail tarafının bilgisine sunuldu.
Rusya tarafının Filistin-İsrail cepheleşmesinin önlenmesi ve siyasi-diplomatik vasıtalarla barışçıl bir çözüme erişilmesi amacıyla bundan sonra da uygun bir faaliyette bulunmaya kategorik olarak hazır bulunduğu teyit edildi.”
İlginizi Çekebilir
-
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
-
Rusya’da ‘çocuksuz yaşam tarzını teşvik eden propagandaya’ yasak
-
ABD Hazinesi, Rusların İsviçre’deki banka hesaplarını mercek altın aldı
-
ABD, Polonya’da yeni “hava savunma üssü” kurdu
-
Alman düşünce kuruluşu DGAP: Almanya ve Avrupa, Asya-Pasifik’te askeri gücünü artırmalı
-
The Economist: Cephede kötüleşen durum hakkındaki bilgiler Zelenskiy’den gizleniyor
HASAN BÖGÜN
Cumhuriyetçi Parti’nin ve adayı Donald Trump’ın ezici üstünlüğüyle sonuçlanan 5 Kasım ABD seçimlerinin sonrasında ortaya çıkan tabloyu maddeler halinde analiz edelim.
1. Yürütme, yasama, yargı bütün erklerin Cumhuriyetçi Parti’nin eline geçtiği ender görülen bir sonuç ortaya çıktı. Denetim mekanizmaları işlemeyecek ve Amerikan toplumu çatışmalara varacak denli bölünmüş durumda. Hem dikey (federal hükümet ile eyaletler arasında), hem yatay (iki tarafın dayandığı sokak güçleri arasında) keskin bölünme…
ABD tarihinin belki de 1865 iç savaşından sonraki en zor dönemi…
2. Trump, çok iddialı bir yargı gibi görünse de, gerçekte kendisinden başka hiç kimseyi temsil etmiyor. Bir programı, onu bırakın bir program zihniyeti bile yok.
Emlak spekülasyonlarından ve yasal boşlukları değerlendirerek vergi kaçırmaktan milyarlar kazanan bir işadamı. New York Times gazetesine göre, 2016 ve 2017 yıllarında sadece 750’şer dolar gelir vergisi ödemiş. Manhattan Ceza Mahkemesi 2023 Ocak’ında Trump’ın emlak şirketine, vergi dolandırıcılığı yaptığı suçlamasını sabit görerek 1 milyon 61 bin dolar para cezası verdi.
Amerika’yı nasıl “yeniden büyük” yapacağının resmi…
HERKESİN MAGASI KENDİNE
3. Sözü açılmışken “Amerika’yı yeniden büyük yap!” (MAGA) sloganını açalım: O slogan, otomotiv fabrikaları kapandığı için nüfusu 2 milyondan 700 bine düşen Detroit halkının yüreğinde başka telleri titreştirir; 290 bin dolar hastane faturası alan yaşlı kadının yüreğinde başka; 314 milyar dolarlık servetini büyük ölçüde mali sektörden kazanmış olan dünyanın en zengini Elon Musk’ın yüreğinde başka; bizzat Trump’ın yüreğinde başka; Cumhuriyetçi Parti kodamanlarının yüreğinde başka…
Bu kadar farklı titreşimler nasıl akord oldu? Onu yapan da Trump değil; sloganın, eğer bir mucit atanacaksa, mucidi Cumhuriyetçi Ronald Reagan idi. Garantisi, Vietnam yenilgisinin moral bozukluğunu terapiden geçirerek Reagan’a seçim kazandırdı.
Ama Reagan Amerika’yı büyük yapmadı, tersine küçülttü. Bir örnek verelim: 1975 yılında ABD gemi inşa sanayisi küresel çapta birinciydi, şimdi 19. sırada. ABD Donanma Enstitüsü’ne göre ABD’nin ticari gemi inşa kapasitesi küresel toplamın yalnızca yüzde 0,13’ünü oluşturuyor.
Reagan 1981’de başkan olunca, savaş gemileri üretimini artırmak için ticari gemi inşasını destekleme programını iptal etti. Ticari gemi inşa sanayisi çöktü. Sanayide çalışan 40 bin dolayında nitelikli işçi işten çıkarıldı.
Amerika Gemi İnşaatçıları Konseyi Başkanı Matthew Paxton, gerilemenin gemi inşasını destekleyen sanayileri de etkilediğini söylüyor. Gemi inşası çelik, motor, elektronik, boya, kablo ve başka birçok ürün gerektiriyor.
ABD çelik fabrikalarının halen ülke çapında yaklaşık yüzde 70 kapasiteyle çalıştığını belirten Çelik İşçileri Sendikası (USW) Başkanı David McCall’a göre, gemi inşa sanayisini yeniden canlandırmak için, çelik imalatı altyapısına kapsamlı yatırımlarla genişletilmesi gerekli. Böylesi yatırımların sonuçlarını almak, 10 yıl değilse bile beş yıldan fazla sürer.
Sektörün ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü de yok. ABD Çalışma İstatistikleri Bürosu verilerine göre, 2022 ile 2023 yıllarında Amerikan gemi mühendislerinin ve tasarımcılarının sayısında artış olmadı.
ABD işgücü sorununu çözmek için Güney Kore ve Japonya gibi müttefiklerine yöneliyor. Deniz Kuvvetleri Bakanı Carlos Del Toro, bir araya geldiği bu iki ülke gemicilik sektörü yetkililerini ABD’de daha fazla üretim yapmaya teşvik etti.
Dememiz o ki, Trump ve Cumhuriyetçi kodamanlar için MAGA, amigonun bağırttırdığı “Ole ole ole cimbom” her maç günü nasıl bir iş görüyorsa o işi gördü, yeni seçime kadar bir köşede bekleyebilir.
PARA VE DÜDÜK
4. OpenSecrets adlı kuruluşun raporuna göre, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerin başkan ve Kongre adaylarına toplam 15,9 milyar dolar bağış yapılmış. Bağışların neredeyse üçte ikisi milyarderlerden. Forbes’un verilerine göre, Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i 83, Trump’ı 52 milyarder desteklemiş.
Harris’i destekleyenler arasında Michael Bloomberg, Bill Gates, Melinda French Gates, Laurene Powell Jobs, Reed Hastings, Dustin Moskovitz ve diğerleri var. Trump’a ise, Musk dışında bankacı Timothy Mellon, Miriam Adelson gibi isimler para akıtmış.
Harris 1,6 milyar dolar, Trump 1,1 milyar dolar toplamış.
Şimdi gelin de “Seçimde 10 milyon harcadım, karşılığını almayacak mıyım” diyen rahmetli siyasetçimizi hatırlamayın! “Ama orası Amerika. Hem Musk’ın ihtiyacı mı var” diyenler çıkarsa, tek bir yanıt alırlar: Nasreddin Hoca evrenseldir!
Bu manzara aslında MAGA’nın anlamını da açıklıyor. Seçim, Amerikan demokrasisi denilen durumun, daha da ötesi bütün sistemin tamamen çürümüş olduğunu gösterdi. Musk, açıkça medyada ilan ederek, her seçimde başka partiye oy veren eyaletlerde, 1 milyon dolar karşılığında Trump’a oy satın aldı.
ABD’de seçimlerde paranın konuşması yeni bir şey değil. ABD’nin nasıl yönetileceğine ilişkin programlar tartışılmaz ve oylanmaz. Seçmenler, reklam şirketlerinin tıpkı ayakkabı, cep telefonu, otomobil vs pazarlar gibi pazarladığı sloganlardan (MAGA) birini ve sermaye gruplarının parayla desteklediği siyasetçilerden birini tercih eder.
Demokrasinin temel ölçütlerinden biri olan seçme ve seçilme hakkı, düpedüz milyonlarca doların döndüğü ticari bir faaliyete dönüşmüş durumda. Her ticari faaliyette olduğu gibi, seçimlerde de varlıkların aslan payını elinde tutan çok küçük bir azınlığın (yüzde 1) üstün çıkacağı açık. Musk’un “piyangosu” tüy dikti!
Bizde belediyelerin kömür, yağ vs dağıtmasına ağız dolusu laf edenler (ki o tepkiler doğru ve haklıydı) sus pus!
TRUMP NE YAPACAK?
5. Başta Cumhuriyetçi Parti Trump’ın adaylığına soğuk baktı. Partinin Bush ailesi gibi ağırlıklı grupları Trump’ın aday yapılmasına karşı çıktılar. Karşı çıkanlar arasında ilk dönem yardımcısı Mike Pence bile vardı. Bu yüzden parti bölünmeler yaşadı.
Trump, 6 Ocak 2021’deki Kongre Binası baskınıyla çevresinde giderek genişleyen militan bir çember oluşturdu. Bu çemberi Cumhuriyetçi Parti’ye kendisini kabul ettirmek için pazarlık kozu olarak kullandı. Suikast girişimi olayı militan çemberi daha da büyüttü.
Parti, zamanla militan havanın yarattığı ivmeyi saptadı ve Trump’ın adaylığına yeşil ışık yaktı. Fakat hükümeti kurma yetkisini elinden alıp çevresini kuşatarak… Tek tabanca Trump’ın buna ne itirazı olabilirdi?
Partinin hükümete yerleştirdiği en kritik isim, Başkan Yardımcısı seçilen Ohio Senatörü James David Vance’dır. İkinci kritik isim Dışişleri Bakanı olacağı belirtilen Florida Senatörü Marco Rubio…
Doğuştaki adı James Donald Bowman olan Vance’nın yaşamı, bir tür sıfırdan doruğa tırmanma öyküsü. Ohio’nun yoksul köyünden çıkıp mali sermaye kodamanlığına yükselmiş. Risk sermayesi (tefeciliğin nazikçesi) şirketi var. Hillbilly Elegy (Köylü Ağıdı) adlı romanı, bir bakıma çocukluğunu anlatıyor.
Vance’ı kritik yapan bu durum: Bir yandan seçimde Trump’a oy veren en alt sınıfların desteğini sağlam tutmak, bir yandan da seçimde daha çok Demokratları destekleyen mali sermaye gruplarıyla bağları güçlendirmek… Trump yönetimi, şu karışık dönemde bu iki desteğe çok ihtiyaç duyacak.
Ayrıca Trump’ın yaşı oldukça ileri; ne olur ne olmaz! Vance hem beklenmedik durumlara karşı hazırda dursun, hem gelecek seçimlerde lazım olur.
Rubio’nun Dışişleri Bakanlığı, dünya açısından pek hayırlı olmaz. Ukrayna’daki savaş ABD açısından kaybedilmiştir, tırmanma beklenmez. Ortadoğu’da ve Pasifik’te o denli iyimser olmamalı.
Trump’ın savaş istemediğinden söz edilir. Ama Çin’le tedarik sistemini yok edecek, dünya ekonomisini çökertecek, özellikle en alttaki ülkeleri daha da aşağıya bastıracak, yoksulluğu ve açlığı şiddetlendirecek ticaret savaşını tırmandırmanın, insani ölümler dışında silahların kullanıldığı savaştan ne farkı var? Çin düşmanlığıyla bilinen Rubio, bu bakımdan Trump’ı dizginlemek yerine kamçılayabilir.
Yine de bu cihette esasen yeni bir şey yok; Çin ile ticaret savaşı ABD’nin devlet politikası. İç çatışmayı yatıştırma aracı aynı zamanda…
Ekonomisi bitme noktasına gelen, halkı ülkeden kaçan, Binyamin Netanyahu’nun deyişiyle sekiz cephede savaşan ve hiçbirisini kazanamayan, soykırımcı damgası yiyen İsrail’in geri dönüşü yok. Çıkış yolu da… Tek kurtuluşu ABD’yi İran’a saldırtmak.
Rubio da Trump gibi İran düşmanı ve İsrail yanlısı. Ve bakan yapılmak istenmesi, Cumhuriyetçi Parti’nin politikasını açıklıyor. Bu durum her türlü senaryoya kapıyı açık bırakıyor.
Vance, Rubio ve öteki isimlere bakarak şu sonucu çıkarabiliriz: Ocak’ta başlayacak yönetim ilk dönemindeki gibi Trump iktidarı olmayacak, ABD’nin en kurumlaşmış örgütü Cumhuriyetçi Parti’nin iktidarı olacak. Neo-conlar Cumhuriyetçi fidelikte yetişmişti; asıllarına rücu etmeleri, haysiyetsizliğin pek dert edilmediği ABD’de zor değil.
Peki Trump’ın öngörülemezliği ve patavatsızlıkları? Onları laf kalabalığına getirmek de Trump ile kimyası uyuşan X’in (eski twitter) sahibi Musk’ın kendisine biçtiği misyon olsa gerek.
GÖRÜŞ
Filistinlilerin Arap-İslam zirvesine mesajları
Yayınlanma
3 gün önce12/11/2024
Yazar
Sadeq Abu AmerHalkımız, haklarının neredeyse yok edildiği ve unutulmaya çalışıldığı onlarca yıllık baskıya katlandı. Oslo sonrası dönemde Filistin liderliği müzakere yolunu tercih ettiğinde, yerleşim yerlerinin genişlemesi hız kazandı, ulusal bağımsızlığın temelleri ise bölünme, izolasyon ve uzun süren ablukaların altında aşındı. Bugün işgal, tırmanan Siyonist aşırıcılığa, Yahudileştirme girişimlerine ve Filistin varlığını marjinalleştirme ve ortadan kaldırma çabalarına bir yanıt olarak 7 Ekim’de başlayan Filistin ayaklanmasını istismar ederek tarihi Nakba’yı tamamlamaya çalışıyor. Halkımızın çıkarlarına hizmet etmeyen bölgesel ve uluslararası boyutları olan geniş bir koalisyon tarafından desteklenen bu varoluşsal sorun bize çabalarımızı ortak ilkeler etrafında birleştirme görevi yüklüyor. Bu barbarca saldırılara, sınırlı kaynaklara ve düşmanla olan güç dengesizliğine rağmen, Filistin halkının direniş ve kararlılığına yaslanarak dayanışma içindeyiz. Eğer bu çabalar koordine edilirse, işgale karşı siyasi ve hukuki izolasyonunu derinleştirecek, ekonomik krizlerini ağırlaştıracak bir karşı baskı uygulayabiliriz. Bu da işgali ve müttefiklerini saldırganlığı durdurmaya zorlamak için bir fırsat sağlar ve halkımızın devam eden mücadelesini güçlendirir.
Bugün Filistin halkı, Gazze Şeridi’ne yönelik soykırım ve etnik temizlik boyutlarına ulaşan en şiddetli Siyonist saldırılardan biriyle karşı karşıya. Resmi olmayan istatistikler, savaşın başlangıcından bu yana şehit olan Filistinlilerin sayısının 186.000’i aştığını, saldırıların çevre ve sağlık üzerinki yıkımının bu sayıya doğrudan katkıda bulunduğunu gösteriyor. Bu senaryo, Allah korusun, işgal ordusu aracılığıyla ya da işgal hükümetinin resmi desteğiyle Filistin şehir ve köylerine saldıran radikal yerleşimciler aracılığıyla Batı Şeria’da tekrarlanabilir.
Tarihsel olarak, Filistinliler Batı’nın Doğu Sorunu’na yaklaşımının bedelini en ağır şekilde ödedi. Bu yaklaşımın sonuçları bizim için felaket oldu: Bu süreç, topraklarımızın Siyonist hareket tarafından ele geçirilmesine yol açmakla kalmadı aynı zamanda bir yerleşimci devletin kurulmasının da önünü açtı. Bu savaşta Arap ve İslam ülkeleri, büyük bir sorumlulukla hareket ederek direnişi terörizm olarak nitelendiren uluslararası sınıflandırmaları reddederek onu bir ulusal kurtuluş hareketi olarak sunmakta ısrarcı oldular.
Arap ve İslam ülkeleri, bölgesel düzeyde ortak kader ve ortak düşmana karşı ortak güvenlik ihtiyacı konusunda artan bir farkındalıkla, uluslararası forumlarda davamızı desteklemede güçlü rol oynadılar. Bu dayanışma, Riyad’da toplanan ve Filistin meselesine Filistin halkının meşru hak ve arzularıyla uyumlu bir çözüm şekillendirmede uluslararası bir çerçeve olması beklenen Arap-İslam Zirvesi’nin Bakanlar Komitesi’nin çalışmaları yoluyla davamıza destek açısından çok önemli bir adımdır.
Uluslararası alanda, daha önceki krizlerden farklı olarak, halkımıza karşı işlenen soykırım ve insanlığa karşı suçları kınayan ve Birleşmiş Milletler’deki sağlam pozisyonlara yansıyan net uluslararası duruşlar gördük. Dünya uluslarının ve halklarının bu tutumlarını takdir ediyoruz ve Filistin devletinin uluslararası meşruiyet temelinde kurulmasına giden yolu, Filistinlilerin yüzyılı aşkın mücadelesinin bir sonucu ve tarihi ve siyasi kökleri olan haklarının yeniden canlandırılması olarak görüyoruz. 1922’den bu yana Filistin devletinin temelleri atılmıştır ve İngiliz ve Siyonist komplolarına rağmen Filistin, dünya haritasındaki siyasi önceliğini korumaktadır.
Bugün, 150’den fazla ülke, Genel Kurul’un Taksim Planı (181 sayılı Karar), 1988’de Filistin devletinin ilan edildiği Cezayir Deklarasyonu ve 1967 sınırları dışındaki yerleşimlerin yasadışı sayılmasına ilişkin Güvenlik Konseyi kararları gibi uluslararası kararlara dayanarak Filistin devletini tanıyor. En son karar, İsrail’in Filistin’deki politika ve uygulamalarının hukuki sonuçlarına ilişkin olarak Genel Kurul tarafından Uluslararası Adalet Divanı’ndan talep edilen istişari görüşün ardından, İsrail’in “işgal altındaki Filistin topraklarındaki yasadışı varlığına” 12 ay içinde son vermesini talep ediyor. Bu karar, Filistin davasının elde ettiği kazanımları gösteren ve işgal devletinin giderek artan siyasi izolasyonunu vurgulayan ezici bir destekle -24 lehte, 14 aleyhte ve 43 çekimser oyla- kabul edildi.
İşgalden kaynaklanan egemenliğin önündeki engellere rağmen, Filistin devleti yasal bir gerçeklik olmaya devam ediyor. Günümüzdeki uluslararası çabaların, II. Dünya Savaşı sonrası dönemde uluslararası güçlerin bizim aleyhimize Siyonist bir siyasi yapı kurulmasını destekleyen gidişata karşı, bu tarihsel ve kökleşmiş hakları yeniden canlandırmaya yönelik olduğunu görüyoruz.
“İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi için Uluslararası İttifak” adıyla ileriye dönük olarak başlatılan bu girişimler, Filistin devletinin sadece var olma hakkını müzakere etmek yerine, kuruluşunu organize etmeye yönelik doğrudan adımları kapsıyor. Bu, bölgesel güvenlik ve uluslararası barış için önemli bir adım; küresel sistemi dengelemek ve bazen dini veya kültür boyutu taşıyan jeopolitik çatışmaların yayılmasını önlemek için gerekli bir yoldur.
Filistin devletinin kurulmasına yönelik diplomatik ve siyasi çabalar, savaşın sona erdirilmesi, sivillerin korunması, insani yardımın kolaylaştırılması ve saldırının etkilerinin tazminat ve yeniden inşa yoluyla giderilmesine yönelik çabalarla uyumlu olmalı. Eş zamanlı olarak, Filistinlilerin bölgesel güvenlik ve küresel barış ilkeleriyle uyumlu egemen bir devlet için gerekli önkoşulları tamamlama çabaları da yoğunlaştırılmalı.
Bu çabaların ortasında, Filistinli güçlerin bu girişimlere içtenlikle yanıt vereceği ve yönetim, seçimler ve “ertesi gün” olarak adlandırılan meseleler üzerindeki anlaşmazlıkları aşmaya hazır olduğu açıktır. Filistinlilerin tutumları, bu anlaşmazlıkların artık geçmişte kaldığını ve geleceğe odaklanmanın, ulusal ruh ve dayanışma zemininde Filistin devletini kurma ve yönetme yeteneğini artırdığını göstermektedir.
GÖRÜŞ
Trump’ın zaferine dünyadan karmaşık tepkiler
Yayınlanma
4 gün önce11/11/2024
Yazar
Ma Xiaolin6 Kasım’da, 2024 ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi aday ve eski Başkan Donald Trump, ezici bir farkla zafer kazanarak Beyaz Saray’a dört yıl aradan sonra geri döndü ve ABD’nin 47. Başkanı oldu. Aynı zamanda, Cumhuriyetçi Parti Senato ve Temsilciler Meclisi’nde de çoğunluğu elde etti. Trump’ın tartışmalı bir şekilde devletin başına dönmesi ve Cumhuriyetçi Parti’nin yasama, yürütme ve yargı organlarında mutlak bir hakimiyet kurma potansiyeli, dünya genelindeki gözlemcilerin “Amerika değişti!” ve dolayısıyla “dünya da değişecek!” yorumlarına yol açtı.
2024 ABD başkanlık seçimleri, dramatik ve sürprizlerle dolu bir süreç olarak dikkat çekti. Demokratların mevcut başkanı Joe Biden, sağlık sorunları nedeniyle kampanyanın ortasında yarıştan çekildi. Trump, yoğun bir muhalefetle karşılaşmasına ve bir suikast girişiminden sağ kurtulmasına rağmen başarılı bir geri dönüş yapmayı başardı. Demokrat adaylığı üstlenen Başkan Yardımcısı Kamala Harris, başlarda anketlerde önde gitse de seçim günü ağır bir yenilgi aldı. Bu dramatik iktidar değişimi, Demokrat Parti’nin yerleşik iç ve dış politikalarının köklü bir şekilde tersine çevrileceği beklentisini doğurdu ve ABD’de ve dünyada sevinçten hayal kırıklığına kadar uzanan tepkilere yol açtı.
Muhakkak ki ABD’deki Cumhuriyetçiler coşkulu; ilk kampanyasında şüpheyle bakmalarına rağmen Trump’ı desteklemeyi seçtiler ve bu strateji 312’den fazla (ön tahminler) seçici kurul oyu ile tarihi bir zafer getirdi. Trump, görevden ayrıldıktan sonra seçimle Beyaz Saray’a dönen ikinci ABD Başkanı oldu. Cumhuriyetçi Parti, ayrıca Kongre’nin her iki kanadında ve pek çok eyalet hükümetinde de kontrolü sağlamaya hazırlanıyor; halihazırda muhafazakâr yargıçların çoğunlukta olduğu Yüksek Mahkeme ise Cumhuriyetçi ideallere yakın bir duruş sergiliyor.
Trump’ın zaferi, mali destekçileri, tabanındaki destekçileri, sanayi işçileri ve çiftçiler arasında büyük bir sevinç yarattı. Bu gruplar, Trump ve Cumhuriyetçi Parti’nin “Önce Amerika” doktrinini benimsiyor ve Demokratların başlattığı girişimlerin tersine çevrilerek önümüzdeki dört yıl boyunca somut faydalar sağlanmasını bekliyor.
Öte yandan, Demokratlar derin bir hayal kırıklığı içinde. Beyaz Saray’daki dönemleri, Cumhuriyetçi yükselişle ani bir şekilde sona erdi ve bu, onların üç devlet erkinde de etkilerini kaybetmeleriyle sonuçlanacak tarihi ve utanç verici bir yenilgi olarak görülüyor.
Azınlık grupları, göçmenler, sol eğilimli ilericiler, yenilenebilir enerji sektörü ve mevcut düzenin temsilcileri de Trump ve muhafazakâr güçlerin geri dönüşüyle hüsrana uğramış durumda. Trump’ın geri dönüşünün, azınlık ve göçmen haklarını kısıtlaması ve ABD siyasetinde Trump’ın etkisinin derinleşmesine yol açması bekleniyor. Cinsel özgürlük ve genişleyen trans hakları hareketleri gibi ilerici sosyal hareketlerin sert baskılarla karşılaşacağı öngörülüyor, ayrıca yeşil ve temiz enerji girişimlerinin ivmesi de durabilir. Mevcut düzenin temsilcileri, Trump yönetiminin Amerikan hukuk sistemini daha da zorlayarak süper-yürütme yetkileri oluşturma peşinde olmasından endişe ediyor.
ABD’deki izolasyonist gruplar ise bu seçim sonucunu Biden’ın küreselci yaklaşımının reddi ve Trump ile Cumhuriyetçilerin dünya görüşünün yeniden zaferi olarak kutluyor. “Yeniden Büyük Amerika” ve “Önce Amerika” söylemleriyle, ABD’nin değerler temelli ittifaklardan ve uluslararası sorumluluklardan uzaklaşarak ticaret ve kendi çıkarlarını ön planda tutan bir rotaya gireceği tahmin ediliyor. Bu da, dünyanın önde gelen gücünün geleneksel sorumluluklarını azaltarak Amerikan hegemonyasının gerileme sinyallerini verebilir.
Buna karşılık, küreselciliğin savunucuları derin bir endişe içinde. Trump’ın ilk dönemi, küreselleşmeyi, ittifak ağlarını ve Amerika’nın Batı dünyasındaki liderliğini sarsmıştı. Biden yönetimi tarafından bu unsurları yeniden tesis etmek için kaydedilen mütevazı ilerlemenin de şimdi tersine dönmesi muhtemel, bu da Pax Americana (Amerikan Barışı) fikrinin savunucularını büyük hayal kırıklığına uğratıyor.
Amerika’nın uluslararası müttefikleri de Trump’ın siyasi yönelimleri ve geçmişteki eylemlerini bildiklerinden, tepkilerinde bölünmüş durumda. Birçok kişi, “Trump 2.0” döneminde ABD politikalarının daha da radikal ve kutuplaştırıcı bir yöne kayacağından endişe ediyor. Demokrat yönetimlere özgü uzlaşı ve ılımlılık yaklaşımının artık yerini daha sert bir çizgiye bırakması ihtimali, bu endişeleri artırıyor.
Özellikle, Trump ile benzer ideoloji ve liderlik özelliklerine sahip bazı ABD müttefikleri ve ortakları ise onun dönüşünü memnuniyetle karşılıyor. Avrupa’da, aşırı sağ hareketler ve AB karşıtı görüşler (Euroskeptikler) bu durumdan özellikle hoşnut. Beyaz üstünlüğü, azınlık karşıtlığı, göçmen karşıtlığı, küreselleşme karşıtlığı ve çevreye dönük girişimlere direnç gibi ortak görüşleri, Trump’ın politikalarıyla büyük ölçüde örtüşüyor. Trump’ın Brexit’i desteklemesi ve ilk zaferi, Avrupa’daki aşırı sağ güçleri cesaretlendirmişti; şimdi ise zaferle Beyaz Saray’a dönüşü, bu grupları daha da canlandırarak, neo-faşist hareketlere yeni bir enerji ve ivme kazandıracak gibi görünüyor.
Trump’ın iktidara dönüşü, onun ideolojik tarzını yansıtan Güney Amerikalı liderler tarafından büyük ihtimalle coşkuyla karşılanacak. Bu liderlerin başında, bir yıl önce göreve gelen ve sık sık “Arjantin’in Trump’ı” olarak anılan Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei ile, iki yıl önce görevden ayrılan ancak siyasi geri dönüş planlarını kararlılıkla sürdüren Brezilya’nın eski devlet başkanı Jair Bolsonaro geliyor. Her iki lider de Trumpizmin yeniden yükselişinin, Latin Amerika genelinde kendi siyasi etkilerini ve yönetim modellerini güçlendireceğine inanıyor.
Buna karşılık, geleneksel Avrupa düzeninin temsilcileri, küreselciler, AB entegrasyonunu savunanlar ve transatlantik ilişkilerin destekçileri, Trump’ın dönüşünü endişeyle izliyor. Trump’ın önceki başkanlık döneminde Avrupa Birliği’ni zayıflatması, aşırı sağ hareketleri cesaretlendirmesi, NATO üyelerine savunma harcamalarını artırmamaları durumunda ittifaktan çekilme tehdidiyle baskı yapması ve pek çok çok taraflı anlaşma ile uluslararası sözleşmeden tek taraflı olarak ayrılması hâlâ hafızalarda. Özellikle Kovid-19 pandemisi sırasında Trump’ın Avrupa ile hava ve deniz bağlantılarını keserek geleneksel müttefiklerini adeta yüzüstü bırakması, Avrupa’da unutulmuş değil. Günümüzde Avrupa liderleri, Trump’ın dönüşüyle iki yeni endişeyle karşı karşıya: Trump, Avrupa ile bir ticaret savaşı başlatmak için gümrük vergileri uygulayabilir ve Avrupa ülkelerini ABD’den yüksek fiyatlarla petrol ve doğalgaz almaya zorlayabilir.
Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili tepkiler de benzer şekilde karmaşık. İkinci bir Trump yönetimi, ABD-Rusya, ABD-Avrupa ve Rusya-Avrupa ilişkilerinin dinamiklerini değiştirebilir; bu da NATO’nun çatışmaya müdahil olma derecesini azaltarak Avrupa’nın askeri yükümlülükleri daha bağımsız bir şekilde üstlenmesini gerektirebilir.
Rusya ise Trump’ın dönüşünü büyük ihtimalle memnuniyetle karşılayacaktır. Trump, daha önce Başkan Vladimir Putin’in güçlü liderlik tarzına hayranlığını dile getirmiş ve Rusya-Ukrayna savaşına hızlı bir çözüm bulmayı savunarak ABD-Rusya ve Avrupa-Rusya ilişkilerinin normalleşmesini amaçladığını ifade etmişti. Eğer Trump, Ukrayna’ya yapılan askeri yardımı azaltır veya Avrupa ülkelerini Ukrayna’nın çıkarlarını feda etmeye zorlarsa, şu anda savaş alanında avantaj sahibi olan Rusya, zafer yolunda daha hızlı ilerleyebilir. Bu ihtimali gören Avrupa ülkeleri, ABD’nin desteğinin azalması durumunda ortak savunma sağlamak amacıyla Ukrayna ile güvenlik anlaşmaları imzalamaya başladı bile.
Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy, kendisini bir kez daha “en karanlık saatlerinde” bulabilir. Trump’ın kısa süre önce ortaya çıkan “barış planı”, askeri yardımı sürdüreceğini vaat etse de Rusya ile Ukrayna arasında 1280 kilometre uzunluğunda bir askerden arındırılmış bölge oluşturulmasını ve Ukrayna’nın önümüzdeki 20 yıl boyunca NATO’ya katılmasının yasaklanmasını öngörüyor. Kore Ateşkes Anlaşması’na benzer bir ateşkes modeli çerçevesinde, iki tarafın mevcut cephe hatlarında çatışmaları durdurması ve uzun süreli bir çıkmaza girilmesi söz konusu olabilir.
ABD’nin Orta Doğu’daki ortakları da Trump’ın dönüşüne ilişkin bölünmüş durumda, fakat bu bölgede net bir kazanan ve memnuniyetsiz birkaç taraf bulunuyor. Bugünkü Orta Doğu, dört yıl öncesinden oldukça farklı; bölge ülkeleri giderek daha fazla özerklik arayışında ve artık yalnızca ABD’nin müdahalesine bel bağlamak yerine, İslam içi diyalog ve uzlaşmayı ön planda tutuyorlar; İsrail bu durumun istisnası olarak öne çıkıyor.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve güçlü İsrail aşırı sağı, Trump’ın yeniden seçilmesini kuşkusuz büyük bir memnuniyetle karşılıyor. Trump’ın İsrail’e olan güçlü desteği ve İran ile Filistin’e karşı beslediği düşmanlık, İsrail’in Washington’da güvenilir bir müttefik bulacağına işaret ediyor. Bu destek, bölgede Demokrat yönetimin sabrının azaldığı bir dönemde İsrail açısından kritik bir önem taşıyor. Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle İsrail’in, ABD desteğini maksimum düzeyde kullanarak pek çok stratejik cephede hedeflerine daha güvenle ulaşması bekleniyor. Trump, ABD’yi Orta Doğu çatışmalarına doğrudan dâhil etmeye istekli olmasa da İsrail’in karşıtlarını taviz vermeye zorlamak için baskı taktikleri uygulayabilir.
Filistinliler için ise Trump’ın dönüşü, sıkıntılarının daha da derinleşmesi anlamına geliyor. Filistinliler, Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasını, “Yüzyılın Anlaşması” ile onları dışlamasını, Filistin Kurtuluş Örgütü ile diplomatik ilişkileri düşürmesini, iktisadi ve insani yardımı askıya almasını ve UNRWA’dan, örgütün Filistin yanlısı duruşu nedeniyle çekilmesini hâlâ hatırlıyor.
İran da Trump’ın dönüşüyle artan askeri, diplomatik ve iktisadi baskılarla karşı karşıya kalacak ve İsrail ile doğrudan bir çatışma ihtimali yükselecek. İran halkı, Trump’ın ilk döneminde Kapsamlı Ortak Eylem Planı’ndan (KOEP) çekilmesini ve sonrasında uygulanan sıkı yaptırımları unutmuş değil. 2020’de Trump’ın talimatıyla İran Devrim Muhafızları Ordusu komutanı General Kasım Süleymani’nin hedef alınarak öldürülmesi ve buna misilleme olarak ABD’nin Orta Doğu’daki üslerine yapılan füze saldırıları, İran’ın kolektif hafızasında derin izler bıraktı.
Suudi Arabistan ise Trump’la görece sıcak ilişkisine rağmen, dönüşü konusunda sevinçten ziyade endişe taşıyabilir. Riyad, Filistin davası konusunda pragmatizm ile ahlaki sorumluluklar arasında karmaşık bir ikilem yaşıyor. Krallık, İsrail’den uzak durmayı ve İran’la yakınlaşmayı seçmiş durumda. Ayrıca Suudi Arabistan, ABD’nin baskısıyla “nakit kaynağı” gibi muamele görmekten ve Amerikan silahlarını satın almaya zorlanmaktan endişe ediyor ki bu, Trump’ın ilk döneminde sık sık karşılaşılan bir durumdu. Trump’ın ABD’nin enerji ihracatını artırarak piyasayı petrol ve doğalgazla doldurma planları da yeni bir Amerikan-Suudi enerji rekabeti potansiyelini artırabilir ve ilişkilerde daha fazla gerginliğe yol açabilir.
Asya-Pasifik bölgesinde de tepkiler karmaşık, hatta ABD’nin bazı müttefikleri arasında bile bölünme söz konusu. Trump, Biden’a kıyasla ortaklık yerine kazancı önceleyen bir yaklaşım sergiliyor; ABD’nin iktisadi ve ticari çıkarlarına daha fazla odaklanarak, askeri ittifakları ve jeostratejik taahhütleri ikinci planda tutuyor.
Kuzey Kore, Trump’ın dönüşüyle Biden yönetiminin “stratejik ihmal” politikasından uzaklaşılarak üç zirveyle yakalanan diyaloğun yeniden canlanmasını umabilir. Kim Jong-un ile Trump arasında gerçekleşen bu zirveler, ABD-Kuzey Kore ilişkilerinin normalleşmesi adına umut verici adımlar olarak görülmüştü, ancak Kovid-19 pandemisi, karşılıklı güvensizlik ve siyasi değişimler nedeniyle bu süreç tıkanmıştı. Yeni Trump yönetimi, bugüne kadar tamamlanamayan bu diplomatik girişimi yeniden alevlendirebilir.
Güney Kore ve Japonya ise Trump’ın muhtemel politikalarından tedirgin. Trump’ın, müttefiklerinden savunma harcamalarını artırmalarını talep etmesi ve ithal mallara gümrük vergisi uygulaması gibi geçmişteki baskıları, bu ülkeleri ABD-Çin rekabeti karşısında stratejik pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye itebilir ve hassas bir diplomatik denge riskini beraberinde getirebilir.
Avustralya, Yeni Zelanda, Filipinler, Vietnam, Singapur ve Hindistan gibi ülkeler de Trump’ın, transaksiyonel yaklaşımıyla stratejik ortaklıklarını geri plana itmesinden endişe duyuyor. Bu durum, Hint-Pasifik bölgesinde iktisadi çıkarların güvenlik ittifaklarının önüne geçtiği bir dinamik yaratabilir.
Çin ise, her iki büyük Amerikan partisince “birincil rakip” olarak görülüyor ve Trump’ın önceki döneminde uyguladığı agresif stratejilere aşina. Pekin, Trump’ın dönüşüne ne sevinçle ne de endişeyle yaklaşıyor; yeni yönetim değişikliğine sakin bir tutum sergiliyor. Trump’ın askeri angajmanlarda temkinli ama ticaret, teknoloji ve finans alanlarında agresif bir rekabet başlatma eğiliminde olduğu biliniyor. İkinci bir Trump döneminde askeri çatışmalara yol açma ihtimali düşük görünse de iktisadi savaşın tırmanması ve ticari çekişmeler ile Çin yatırımlarına yönelik kısıtlamaların artması beklenebilir.
7 Kasım’da Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve Başkan Yardımcısı Han Zheng, başkan seçilen Trump ve yardımcısı J.D. Vance’e tebrik mesajları göndererek Çin’in ikili ilişkilerde tutarlı prensiplerini vurguladı ve diyalog beklentilerini dile getirdi. Trump liderliğinde ABD-Çin ilişkilerinin nasıl şekilleneceği, dünya barışı ve güvenliğinin belirleyici unsurlarından biri olacak ve küresel ilginin odak noktası haline gelecektir.
ABD’deki liderlik değişimiyle en büyük kayıplardan biri, Tayvan bağımsızlık hareketi savunucuları olabilir. Cumhuriyetçi Parti’nin platformunda Tayvan’a dair savunma taahhütlerinin olmaması dikkat çekiyor. Trump, daha önce Tayvan’dan güvenlik sağlamak için GSYİH’nın yüzde 10’unu “koruma bedeli” olarak talep etmişti; bu, Tayvan’ın güvenliği konusunda da pragmatik ve ticari bir yaklaşımın sinyalini veriyor.
Biden yönetiminin, Tayvan Yarı İletken Üretim Şirketi’ni (TSMC) “Made in America” modeline geçirme çabası, Tayvan’ın temel endüstrilerine zarar verirken, daha fazla zorluğu da beraberinde getiriyor. Trump’la yakın ilişkileri olan ve “Tek Çin” ilkesini destekleyen Elon Musk, kısa süre önce uzay-havacılık tedarikçilerini Tayvan’dan parça alımını durdurmaya teşvik etmişti. Bu adım, Musk’ın Çin pazarına olan bağlılığını yansıtırken, Trump’ın Tayvan politikasının da Musk’ın stratejik çıkarlarına paralel olabileceğine işaret ediyor. Bu durumda, Tayvan bağımsızlık hareketinin önde gelen isimlerinden William Lai gibi liderler, siyasi ve iktisadi olarak büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalacak.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
Anlaşmazlıkların damga vurduğu COP29’da yoksul ülkeler için yılda 1 trilyon dolar çağrısı yapıldı
Elon Musk İtalya’yı karıştırdı, Meloni sessiz
BM Özel Komitesinden “Gazze” raporu: Soykırım tanımıyla uyuşuyor
Demokrat New York Belediye Başkanı Adams’tan Musk’a övgü
Fransız savcı Le Pen için hapis cezası ve siyasi yasak talep etti
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Rusya-Ukrayna Savaşında Kuzey Kore’nin askeri hamlesinin etkileri
-
AMERİKA1 hafta önce
ABD seçimlerinde “üçüncü aday”: Jill Stein
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Son düzlükte Demokratlar panikte… Trump gerçekten önde mi?
-
AMERİKA6 gün önce
Fukuyama: Trump’ın geri dönüşü Amerika ve dünya için ne anlama geliyor?
-
AVRUPA1 hafta önce
Almanya’da hükümet dağıldı: Buraya nasıl gelindi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir
-
GÖRÜŞ5 gün önce
Valdai izlenimleri: Trump’lı yıllar başlarken…
-
RUSYA2 gün önce
Patruşev’in Kommersant röportajı: Montrö ihlaline göz yummayacağız