Görüş
Filistin-İsrail çatışmasında Rusya ne diyor?- I

Aşağıda, iki bölümlük bir yazının ilk bölümünü bulacaksınız. Bu ilk bölüm, Rusya’nın resmi açıklamalarını özetlemeyi de değil, Kremlin resmi sitesine dayanarak eksiksiz aktarmayı amaçlıyor. Dolayısıyla ilk bölüm okura, ikinci veya üçüncü kişilerin yorumları üzerinden değil doğrudan Kremlin’in açıklamalarına dayanarak çatışmaya bakışını değerlendirme fırsatı verecektir. İkinci bölümde ise bu yaklaşımın hukuki arka planı ve gelişmelerin nereye götürebileceği incelenecek.
Rusya ne diyor?
7 Ekim’de Filistin güçlerinin Hamas’ın askeri kanadı öncülüğünde İsrail’e yaptığı saldırıların ardından Kremlin resmi sitesinde ilk açıklama 10 Ekim’de çıktı; ama bu da aslında Kremlin’in değil, Putin’le görüşmek için Rusya’da bulunan Irak Başbakanı Muhammed Sudani’nin görüşmelerin basına açık bölümündeki sözleriydi. Sudani şöyle demişti:
“Şu anda Filistin’deki olaylar karmaşık ve tehlikeli bir şekilde gelişiyor. Bu, İsrail’in Filistinlilerin haklarını ihlale devam etmesinin, uluslararası toplumun suskunluğunun ve uluslararası platformlarda tanınan kararla çerçevesinde yükümlülüklerini yerine getirmemesinin doğal sonucudur.”
Sudani bu sözlerin ardından Gazze ablukasını, Gazze’nin bombalanmasını, Filistin’in sivil kayıplarını dile getirdi ve şöyle dedi: “Bugün biz hepimiz, Arap ülkeleri de, İslam ülkeleri de, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi, büyük güç Rusya’yla birlikte hepimiz sorumluluk taşıyoruz.”
Putin bu görüşmenin basına açık kısmında Filistin meselesine değinmedi.
Aynı gün akşam saatlerinde Erdoğan’la telefon görüşmesine dair Kremlin açıklaması yayınlandı. Şu ifadelerle:
“Filistin-İsrail çatışması alanında hızla gerginleşen duruma özel bir dikkat ayrıldı. Şiddetin devam etmekte olan tırmanışından, sivil halk arasında kurbanların sayısının korkunç artışından derin endişe ifade edildi. Her iki tarafın da derhal ateşi kesme ve görüşme sürecini yeniden başlatma zarureti vurgulandı. Buna aktif bir şekilde katkıda bulunulmasına karşılıklı hazır olunduğu ifade edildi. Ortadoğu krizinin uzun vadeli barışçıl çözümünün sadece BM Güvenlik Konseyi tarafından teyit edilen ve 1967 sınırlarında başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngören “iki devletlilik” formülü temelinde mümkün olduğunun altı çizildi.”
Kremlin resmi sitesine göre Putin Ortadoğu çatışmasıyla ilgili bir sonraki konuşmasını ertesi gün, Rusya Enerji Haftası uluslararası forumu olağan toplantısında yaptı:
“Dün bir meslektaşımla da [Irak başbakanı] bu meseleyi görüştük, görüşmemek mümkün değil. Irak bir Yakındoğu ülkesi; Filistin meselesi bu bölgedeki her bir insanın yüreğinde ve sanırım islama inanan herkesin de yüreğinde. Hayat böyle gelişti, bunlar apaçık şeyler. Ve sadece şimdi değil, onyıllar boyunca olup biten her şey, inanılmaz bir noktaya ulaşan adaletsizliğin tezahürü olarak algılanıyor. Neden? Çünkü daha en başta, İsrail devletinin kuruluşu kararı kabul edildiğinde eşzamanlı, paralel olarak ikinci bir devletin kurulması kararı da kabul edilmişti. Mesele başlangıçta iki bağımsız, egemen devletin kurulmasıydı: İsrail’in ve Filistin’in. İsrail, malum, kuruldu; Filistin ise bağımsız egemen bir devlet olarak hiç kurulmadı; bir sürü farklı neden rol oynadı. Şimdi ayrıntılara girmeyeceğim.
Dahası, Filistinlilerin daima, aslında Filistin’e ait saydıkları topraklar İsrail tarafından işgal edildi – muhtelif zamanlarda muhtelif şekillerde, ama en temelde elbette askeri kuvvet yardımıyla.
Peki bugünkü problem nedir? Çözüm mekanizmaları yaratıldı, ama Birleşik Devletler son birkaç yıldır bu mekanizmaları görmezden geldi ve her şeyi kendi başına çözmeye karar verdi, bu mekanizmaları kullanmadı, son yıllarda da Filistin topraklarında yaşayan halkın maddi ihtiyaçlarını karşılamaya oynadı. Esasen temel siyasi problemlerin çözümü yerine bir takım maddi yardımları koymaya çalıştı. Elbette bu da düşük hayat şartlarında yaşayan insanlar için önemli, sosyal-iktisadi meselelerin çözülmesi önemli. Ama biz her zaman bunun yeterli olmadığını söyledik: başlıcası başkenti Doğu Kudüs olan egemen bir Filistin devletinin kurulması olan temel siyasi problemleri çözmeden bu problemi bütün olarak çözmek mümkün değildir. Ancak oyun tam da bunun üzerine kuruldu.
Bu yerleşim siyasetinden başka, bundan başka bir dizi tamamlayıcı şey daha nihayetinde böyle bir şiddet patlamasına yol açtı. Şu an olan biten korkunç. Her iki tarafın da öfkesinin çok büyük olduğunu biliyoruz, ama ne olursa olsun, her iki tarafın da öfkesi ne seviyede olursa olsun gene de sivil halk arasındaki kayıpları minimize etmeyi veya sıfıra, minimuma indirmeyi hedeflemek gerek. Eğer erkekler aralarında kavga etmeye karar verdilerse etsinler; çocukları, kadınları rahat bırakın. Bu iki taraf için de geçerli.
Yakın zamanda durum sükûnet bulabilecek mi, meçhul; ama bunu hedeflemek gerek, çünkü çatışma bölgesinin genişlemesi ağır sonuçlara yol açabilir, buna enerji sektörü de dahil.”
Putin aynı toplantıda Irak Başbakanı Sudani’nin konuşmasının ardından konuya geri döndü:
“Rusya’nın tutumu… bugün ortaya çıkmış değil, bu trajik sonuçlarla ilişkisi yok, bu [tutum] onlarca yıl boyunca ortaya çıktı, bu tutum İsrail tarafından da Filistin’deki dostlarımızca da iyi biliniyor. Biz daima BM Güvenlik Konseyi kararlarının hayata geçirilmesinden yana olduk, öncelikle de bağımsız, egemen bir Filistin devletinin kurulmasını kastettik. Bütün problemlerin kökü burada. Ve doğal olarak şu son yıllarda bu probleme eşlik eden her şey onu derinleştirmekte – bu yerleşimci faaliyeti.
Bu arada bu, İsrail’in buradaki tutumunun nasıl yapıyorlarsa öyle yapmak zorunda oldukları, Birleşik Devletler’in tutumunun [demin] dediğim gibi sadece maddi nitelikteki sorunları çözmek olduğu, Rusya’nın tutumunun ise bağımsız bir devlet kurmak olduğu anlamına gelmiyor. Gerçekte problem daha karmaşık: Birleşik Devletler’de [buna] kulak vermek ve bağımsız bir devletin kurulması yoluna girmek gerektiğini söyleyen pek çok siyasetçi ve uzman var, İsrail’de de böyle insanlar var. Ama onyıllardır bu problemi zor yoluyla çözmeye çalışanla üstünlük sağlıyorlar; bu da ne yazık ki bugün gözlediğimiz türden trajik olaylara yol açıyor.”
Putin bu toplantıda her defasında “ayrıntıya girmeyeceğim,” demişti; ancak çatışmaya geri döndü:
“ABD’nin neden oraya, Akdeniz’e uçakgemisi gruplarını sevk ettiğini anlamıyorum; birincisinin ardından ikincisini de duyuruyorlar. Bunda bir anlam görmüyorum. Nedir, Lübnan’ı bombalamaya mı hazırlanıyorlar yani? Ne yapmaya hazırlanıyorlar? Veya sadece birilerini korkutmaya mı karar vermişler? Ama orada artık hiçbir şeyden korkmayan insanlar var. Problem bu yolla çözülmemeli, uzlaşmacı çözümleri aramak [hayata geçirmek] gerekli, işte bununla uğraşmak gerek.
Ancak elbette bu tür eylemler durumu daha da tırmandırıyor. Ve eğer sizin de söylediğiniz gibi, çatışma Filistin topraklarının ötesine taşarsa o zaman elbette etkisi olacaktır. Şimdilerde İran’ı bütün ağır şeylerle suçladıklarını duyuyoruz; atetten olduğu gibi, kanıtsız. Hiçbir kanıt yok.”
Putin aynı gün Al Ghad kanalına da konuştu. İlk soru, ABD’nin bütün gelişmeleri hesaba katarak siyasetini değiştirme ihtimali üzerineydi:
“Bunu bilmiyorum, onlara sormak gerek. Bunun başarısızlık olduğu ise aşikâr bir şey. Neden böyle düşünüyorum? Çünkü, demin oturumda da söyledim, Birleşik Devletler fiilen bu problemin çözümüne yönelik bütün eski uluslararası vasıtalardan uzaklaştı; bu vasıtalar arasında birkaç ülkenin daha [çözüme] katılması da vardı, Rusya da onlar arasındaydı. Fiilen bütün çözüm sürecini tekellerine aldılar.
Ama bildiğiniz gibi belli bir noktada Filistin özerk yönetiminin de bir dizi epey sert açıklama yapması ve çözümün öngörüldüğü ilkelerde bunu yapmaya hazır olmadığını söylemesi gerekti. Bu her şeyden önce kuşkusuz İsrail’in yerleşimci siyasetiyle ilişkili.
Bizim tutumumuzsa her zaman açık, anlaşılır, şeffaftı; bu Filistin’deki dostlarımız tarafından da İsrail yönetimi tarafından da bilinir. Ben şahsen her zaman aynı şeyleri söyledim: BM Güvenlik Konseyi’nin bağımsız, egemen bir Filistin devletinin kurulmasına dair olan kararına varıncaya kadar daha önce alınmış bütün kararlarının yerine getirilmesi şarttır; üstelik bu daha İsrail’in kuruluşu sırasında öngörülmüştü.
Karmaşık, çok hassas bir mesele. Ama şu anda elbette sert açıklamalardan kaçınmak ve ne olursa olsun bu çatışmaya çekilmiş insanların duygularını incitmemek gerek. Birincisi bu.
İkincisi. Ne olursa olsun sivil halk arasında kayıplardan kaçınmak gerek. Bütün eylemler, bunlara başvurmadan olmuyorsa eğer, incelikle seçilmeli, hiçbir günahı olmayan kadınlar, çocuklar, yaşlılar arasında kaybı ve onlara yönelik tehdidi minimize etmek gerek. Bu sanırım herkesin bildiği, hiç kimsede şüphe uyandırmayacak bir tutum.
Ve elbette ne olursa olsun çatışmanın genişlemesinden kaçınmak gerek. Çünkü, eğer böyle bir şey olursa sadece bölgeye değil bütün olarak bütün uluslararası durum üzerinde etkisi olur.”
Muhabirin Amerikan uçak gemisi gruplarının bölgeye sevk edilmesi üzerine sorusuna Putin şu cevabı verdi:
“Demin toplantıda da söyledim; askeri açıdan [bunda] bir anlam görmüyorum. Neden? Ne yapmaya hazırlanıyorlar? Uçakgemisi grubu yardımıyla saldırıda bulunmaya mı? Nereye, kime? Askeri açıdan hiçbir anlam görmüyorum. Bu birincisi.
İkincisi. Bu, askeri-siyasi desteğin bir unsuru olabilir. Peki. Ama benim görüşüme göre şimdi meselenin askeri değil diplomatik yanıyla meşgul olmak, askeri faaliyetlerin durdurulması yolunu aramak gerek, ne kadar hızlı olursa o kadar iyi. Bu birincisi. İkincisi de görüşme sürecine dönülmeli ve bu süreç Filistinliler dahil bütün taraflarca kabul edilebilir olmalı.”
Muhabir görüşmelerin canlandırılmasından yana kuşkularını belirtince:
“Neden olmasın? Bizim İsrail’le çok istikrarlı, pratik ilişkilerimiz var, onyıllardır Filistin’le de dostluk ilişkilerimiz var, dostlarımız bunu biliyorlar. Rusya benim görüşüme göre çözüm sürecine katkıda bulunabilir.
Ama [çatışma] öyle kızgın ki böyle bir şeyi hiçbir yerde görmüyoruz.”
Muhabirin, Filistinlilerin Sina çöllerine gitmeleri çağrısıyla ilgili sorusuna verdiği cevap da dikkat çekiciydi:
“Bir değerlendirmede bulunmam güç. Filistinlilerin yaşadığı topraklar kendi toprakları, tarihi olarak onların toprakları. Dahası burada bağımsız bir Filistin devletinin kurulması da öngörülüyor. Benim görüşüme göre bu barışa götürebilecek bir şey değil.”
Putin 13 Ekim’de, Bişkek’deki BDT zirvesinin ardından yaptığı uzun basın toplantısında çatışmayla ilgili soruları da cevapladı. Bizim basında da öne çıkan ifadeler vardı; ancak bağlamı vurgulamak için eksiksiz hatırlatmakta yarar var:
“İsrail elbette tarihte sadece boyutu bakımından değil yürütülüş tarzı bakımından, zalimliği bakımından da benzeri olmayan bir saldırıyla karşılaştı; başka ne denebilir, şeyleri adlarıyla anmak gerek. İsrail de geniş ve epey zalimane yöntemlerle cevap veriyor. Elbette, olayların mantığını anlıyoruz, ama her iki tarafın da olanca öfkesine rağmen ben gene de kuşkusuz sivil halkı düşünmek gerektiği görüşündeyim.
Bundan söz etmiştim, tekrarlamak isterim. Bugün Birleşik Devletler’de olanlarla ilgili değerlendirmelerin ortaya çıktığını, olayların gelişiminin farklı değerlendirmelerinin ortaya çıktığını görüyoruz; bu bağlamda Gazze şeridine karşı askeri ve askeri olmayan nitelikte, İkinci Dünya Savaşı’nda Leningrad kuşatması sırasındaki anlamda tedbirler alınabileceği söyleniyor. Ama biz bunun neyle ilgili olduğunu biliyoruz, benim görüşüme göre bu kabul edilemez. İki küsur milyon insan yaşıyor orada. Hepsi de Hamas’ı destekliyor değil, hepsi değil, ama hepsi bunun acısını çekecek, kadınlar ve çocuklar dahil. Elbette, bunu herhalde kimse kabul etmez.
Diğer yandan, bugün meslektaşlarımla zirvede de söyledim, İsrail’in elbette güvenliğini ve güvenlik garantisini temin etme hakkı var. Ama bu vasıtaları bulmak gerek, bu durumdan bir çıkış bulmak gerek. Benim görüşüme göre bu elbette başka şeylerin yanında arabuluculuk çabalarının da sonucu olabilir.
Defalarca söylediğim gibi İsrail’de çok sayıda Rusya vatandaşı yaşıyor; eski Sovyetler Birliği’nin ve Rusya’nın vatandaşları. Bu bizim için tabii ki gerçek bir faktör. Bunu unutamayız.
Ama diğer taraftan Arap dünyasıyla da çok iyi ilişkilerimiz var; uzun yıllara, onyıllara dayanıyor, öncelikle de elbette Filistin’le; Filistin’e zamanında başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin kurulacağı sözü verilmişti. Söz verildi, kararlar BM seviyesinde alındı. Onlar bu sözlerin hayata geçirilmesini bekleme hakkına sahip. İşte bütün bunları hesaba katmak ve elbette öncelikle de bugünkü tırmanışta hiçbir günahı olmayan insanları düşünmek gerekiyor. Kimse bir şey görmüyormuş, anlamıyormuş, parantez dışındaymış gibi rol yapmak da mümkün değil.”
Rusya yardımda bulunabilir mi, sorusuna karşılık şu birkaç cümleyi söyledi:
“Rusya tam da İsrail’le son yıllarda, diyebiliriz ki 15 yıldır çok iyi ilişkilerin (gerçekten böyle) kurulmuş olması ve Filistin’le geleneksel ilişkileri olması itibariyle bunu yapabilir. Bu yüzden kimse bizim birilerini dongaya bastırmak istediğimiz kuşkusuna kapılmaz. Ama elbette, bizim arabuluculuğumuza ihtiyacı olan çıkarsa. Bu da her zaman tarafların mutabakatı temelinde yapılır.”
RT Arapça muhabiri ABD Kongre üyesi Marjorie Taylor’un Kiev rejimine verilen Amerikan silahlarının Hamas’ın eline geçmiş olabileceğini söylediği hatırlatması üzerine Putin, kendisinin “bu kadının” ne söylediğini bilmediğini, ama Kiev’deki yolsuzluğun herkes tarafından bilindiğini söyledi, ekledi: “Karaborsa çok fazla alıcının olmasıyla ortaya çıkar, Ukrayna’da da çok fazla satıcı var.”
Ama arkasından söyledikleri göndermeleri itibariyle daha dikkat çekiciydi; bu yazıyı doğrudan ilgilendirmiyor olsa bile not düşmek için aktarmak gerek:
“Biliyor musunuz, Rusya Federasyonu’nun trajik tarihini iyi hatırlıyorum, bizde 1990’ların ortasını, ne yazık ki, Kafkaslarda savaş devam ederken silahlı kuvvetlerimizden düşman tarafına, yani Kafkaslarda Rusya ordusuyla savaşanlara devamlı satışlar oluyordu. Bizim depolarımızdan alıp para karşılığı satıyorlardı. Ne yazık ki oldu bu. Felakettir, trajedidir, ama oldu.
Bugün aynısı Ukrayna’da oluyor: ne düşerse hepsini satıyorlar, satılabilecek ne varsa hepsini satıyorlar: eğer silah alıcısı varsa silah da satıyorlar. Ama Rusya’ya satmıyorlar; bununla birlikte Rusya’ya satacak olsalar da şaşırmam, şaka yapmıyorum. Ama Afrika, Yakındoğu ülkeleri üzerinden uluslararası pazarlara, kendiliğinden anlaşılır zaten, kesinlikle satıyorlar. Silah karaborsası öyle kurulmuştur ki satın almak isteyenler bu silahları, tekrar ediyorum, üçüncü, dördüncü el üzerinden bulurlar. Bunda sıradışı bir şey yok.
Tabii bizde de silah satışlarıyla ilgili veriler var, Yakındoğu’ya satışlar da var. Ama bunun görünüşü… Benim bugünkü Ukrayna yönetimine sempatim yok, biliniyor, ama bunun Ukrayna yönetimi seviyesinde yapılıyor olduğundan, bundan tabii ki kuşku duyuyorum. Ama akış devam ediyor, elbette, tam gaz akış.”
Putin aynı toplantıda son olarak kendi vatandaşlarını çatışma bölgesinden çıkarmak için Rusya’nın bir şeyler yapıp yapmadığı sorusuna cevap verdi:
“Bunun şartları olur olmaz anında hazırız. Orada her gün bombardıman devam ediyor. Eğer İsrail’den çıkmak isteyen varsa, buyursun, her an yaparız.
Sorunuz için teşekkür ederim. Dışişlerine sorunuzu ileteceğim. Eğer bir kişi bile bir an önce bu topraklardan ayrılmak istiyorsa yardıma hazırız.”
Bu günlerde Rusya içinde en önemli toplantı, 16 Ekim’de yapılan “operasyonel meseleler toplantısı”. Kremlin’de yapılan toplantının sunumu şöyle yapılmıştı: “Devlet başkanı, özel askeri harekâtın ve keza Filistin-İsrail çatışması bölgesindeki durumun görüşüldüğü bir toplantı düzenledi.” Toplantıya Putin’den başka şu isimler katıldı: Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Federal Güvenlik İdaresi (FSB) yöneticisi Aleksandr Bortnikov, Dış İstihbarat İdaresi (SVR) Müdürü Sergey Narışkşin, Milli Muhafız Kıtaları Federal İdaresi Müdürü Viktor Zolotov, Dışişleri Bakan Yardımcısı Sergey Ryabkov (Lavrov bu sırada Çin’de olduğu için toplantıya yardımcısı katıldı). Toplantının basına açık kısmına Ortadoğu çatışmasıyla ilgili sadece Ryabkov’un sözleri yansıdı:
“Yakındoğu’daki çatışma bölgesinde durum bizim değerlendirmemize göre tırmanma eğilimi gösteriyor. İsrail ordusunun yürüttüğü operasyonlar ayrım göstermeyen bir nitelik taşıyor. Kara harekâtı, Gazze’ye girme tehdidi devam ediyor. Bu anklav bölgesi ve orada yaşayanlar fiilen bir insani felaket içindeydiler. Ne tıbbi yardım ne diğer temel ihtiyaçlar karşılanıyor. Bütün bunlar dünyada büyük bir endişe uyandırıyor.”
Ryabkov, Rusya’nın siyasi düzlemde azami çaba gösterdiğini, BM Güvenlik Konseyi’ne sunulan karar tasarısının da bu çerçevede olduğunu söyledi. Ryabkov ayrıca ABD’yi suçladı: “ABD bu dramatik, ağır krizde başlıca sorumluluğu taşıyor, zira bu ülke uzun yıllardır çözümü temeline almaya, Güvenlik Konseyi’nin temel kararlarını gözardı etmeye çalıştı, bugün de gerekli çözümü engelliyor.”
Ryabkov’un sözlerinde en dikkat çekici ifadeler şöyleydi:
“Esasen bütün bu çatışmanın kontrolden çıkma tehdidi yüksek.”
Putin 16 Ekim akşamı Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, İran Devlet Başkanı İbrahim Reisi, Filistin Devlet Başkanı (resmi Kremlin açıklamasında bu ünvan kullanılmıştı) Mahmud Abbas ve Mısır Devlet Başkanı Abdülfattah Sisi ile telefon görüşmeleri yaptı; ancak bu görüşmelerle ilgili tek bir açıklama yapıldı. Şu ifadeler kullanıldı:
“Sivil halk içinde kurbanların sayısında korkunç bir artışın ve Gazze şeridinde insani krizin derinleşmesinin eşlik ettiği, askeri eylemlerde büyük ölçekli bir artıştan duyulan son derece büyük endişe ifade edildi. Ateşin bir an önce kesilmesinin, muhtaç durumdaki herkese acil yardımın ulaştırılması hedefiyle insani ateşkesin tesisinin sağlanması zarureti üzerine ortak görüş ifade edildi.
Rusya devlet başkanı, Gazze’de insani durumun ciddiyetini ve acil tıbbi malzemelerin, gıdanın ve diğer hayati emtianın sevkiyatı için ablukanın kaldırılmasının zaruretini vurgulayan meslektaşlarının görüş ve değerlendirmelerini dinledi. Çatışmanın bölgesel bir savaşa evrilme ihtimalinden duyulan ciddi kaygı ifade edildi.
Vladimir Putin, sivillere karşı şiddet uygulanmasının hiçbir biçiminin kabul edilemeyeceğini vurguladı ve Rusya’da silahlı çatışma sonucu zarar görenler, ölenlerin yakın ve akrabaları için derinden üzüntü duyulduğunu, insani yardımda bulunmaya hazır olunduğunu belirtti. Rusya tarafının askeri eylemleri mümkün olduğunca kısa zamanda durdurmak ve durumu istikrara kavuşturmak için yapıcı fikir güden bütün ortaklarla çabaları koordine etme taahhüdü teyit edildi. Rusya’nın BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu, insani ateşkesin derhal ilan edilmesine yönelik, dengeli ve siyaset dışı nitelik taşıyan karar tasarısı da tam bunu hedefliyor.
Genel görüşe göre bugünkü benzeri görülmemiş tırmanışın nedeni Yakındoğu barış sürecindeki uzun durgunluktur. Vladimir Putin tarafından bu bağlamda Filistin probleminin bilinen uluslararası hukuk temelinde, İsrail’le barış ve güvenlik içinde birlikte yaşayacak bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını öngören uzun vadeli ve adil bir çözümüne yönelik çıkış amacıyla siyasi sürecin canlandırılması yönündeki ilkesel tutum tekrar ifade edildi.
Mısır devlet başkanıyla görüşmede Mısır tarafının Rusya ve BDT vatandaşlarının Gazze şeridinden tahliyesi konusunda katkıda bulunması meselesine de değinildi.”
Aynı gün bütün bu görüşmelerin ardından Putin Netanyahu’yu aradı. Kremlin sitesinden henüz resmi bir açıklama yapılmadı; ancak Kremlin telegram kanalından yapılan açıklamada şöyle deniyordu:
“Görüşmenin merkezinde Filistin-İsrail çatışmasının hızla tırmanması sonucu ortaya çıkan kriz durumu vardı. Rusya başkanı ölen İsraillilerin akraba ve yakınlarına içten taziyelerini ifade etti, kurbanı sivil halk, bu kapsamda kadınlar ve çocuklar olan her tür eylemin kabul edilemez olduğunu ve kınandığını kararlılıkla vurguladı.
Putin Rusya’nın durumun normalleşmesine, şiddetin daha fazla tırmanmasının önlenmesine ve Gazze şeridinde insani felakete engel olunmasına katkıda bulunma amacı güden atmakta olduğu adımlar hakkında bilgilendirdi. Bilhassa da bugün Filistin, Mısır, İran ve Suriye liderleriyle telefon temaslarının kilit noktaları İsrail tarafının bilgisine sunuldu.
Rusya tarafının Filistin-İsrail cepheleşmesinin önlenmesi ve siyasi-diplomatik vasıtalarla barışçıl bir çözüme erişilmesi amacıyla bundan sonra da uygun bir faaliyette bulunmaya kategorik olarak hazır bulunduğu teyit edildi.”
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 2

Hindistan-Pakistan çatışmasının sonuçlarını ele alan yazı dizisinin ikinci bölümü:
Hindistan Savunma Bakanı Rajnath Singh şöyle diyordu:
“Terörle mücadele artık ulusal savunma doktrininin bir parçası. Sindoor Operasyonu, terörizme karşı çizdiğimiz kırmızı çizgidir. Pakistan yalnızca bizim tarafımızdan bir denetim sürecindedir. Sizi izliyoruz. Sindoor Operasyonu henüz bitmedi. Bu yalnızca bir fragman. Gerekirse, tam resmi göstereceğiz.”
Alt-konvansiyonel saldırılara karşı konvansiyonel misilleme güvencesi
Bu, stratejinin en önemli unsuru. Sindoor Operasyonu, Hindistan hükümetinin böyle bir yanıtın sonuçlarına bakmaksızın terörizme yanıt vermeye kararlı olduğu fikrinin altını çizdi. Hindistan uzun zamandır bu niyetini dile getirse de bu resmi bir politika haline gelmedi ve bu politika ikna edici bir şekilde uygulanmadı. Yüksek yoğunluklu, açık ve kamuya açık bir askeri operasyon olan Sindoor Operasyonu ile Hint politikacılar, ‘terör saldırıları askeri yanıtla karşılanacak’ stratejisini bir politika meselesi olarak vurgulamaya çalıştılar. Bu strateji, eylemlerin duyurulmadan ve ancak daha sonra kabul edildiği 2016’nın aksine, Pakistan’a karşı konvansiyonel bir askeri yanıtın kamuoyuna açıklanmasını ve ardından bu taahhütlerin yerine getirilmesini içerir. Hindistan, niyetlerini Pakistan’a ve uluslararası topluma açıkça iletmeyi gerektiren yeni yaklaşım ile Pakistan’ı belirli kırmızı çizgileri geçmekten caydırabilecek iyi duyurulmuş bir tetikleyici strateji oluşturmayı amaçlıyor. Hindistan yalnızca cezalandırıcı eylemde bulunmak istemiyor, aynı zamanda bunu açıkça ve görünür şekilde yapıyormuş gibi görünmek istiyor. Buradaki amaç, caydırıcılığı artırmak için düşman için kamuoyuna açık kırmızı çizgiler belirlemektir. Bu strateji, terör saldırısının ardından her tırmanışta müdahalenin maliyetlerini, risklerini, kapsamını ve yoğunluğunu kademeli olarak artırmayı amaçlıyor.
2001 Parlamento saldırısından bu yana, Hindistan’ın terörizme verdiği yanıtın yoğunluğunda kademeli bir artış oldu ve 2025 Pahalgam saldırılarıyla doruğa ulaştı. Hindistan’ın terörizme verdiği en yoğun yanıt, benzeri görülmemiş derecede kinetik ve kinetik olmayan yanıtları birleştiren bu ay (mayısta) görüldü. Hindistan mantığına göre altta yatan fikir, Pakistan’ın terörizmi Hindistan’a baskı yapmak ve Keşmir’i uluslararasılaştırmak için maliyeti etkin bir strateji olarak kullanması durumunda, Hindistan’ın yanıtının Pakistan’ın stratejisini maliyetli ve sürdürülemez hale getirmeyi amaçlaması gerektiğidir. Pakistan’ın geleneksel olarak yanıt vermemesini beklemek gerçekçi değil, ancak Hindistan’ın terör saldırılarına karşı garantili geleneksel misilleme mesajı Pakistan’a ulaştırılmış olacak. Pakistan’ın Hindistan’ın geleneksel yanıtına karşı geleneksel tepkisine odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız; asıl nokta, Pakistan’ın bu ileri geri her yinelemede ödemek zorunda olduğu artan maliyetlerdir. Bu strateji, alt-konvansiyonel (terörizm) ve konvansiyonel (askeri) saldırganlık arasında temel bir ayrım olduğunu kabul etmeyi reddeder. Hindistan’ın amacı, terör saldırılarına yanıt vermek için cezalandırıcı eylemlerde bulunabileceği alt-konvansiyonel alanın üstünde ve nükleer alanın altında belirgin bir alan oluşturmak. Şimdiye kadar bunu başardı. Pakistan’ın bu alanda yapmış olabileceği iyi işe odaklanırsanız, asıl noktayı kaçırırsınız – asıl nokta, Hindistan’ın gerekirse gelecekteki operasyonlar için bu net ve belirgin alanı yaratmayı başarmış olmasıdır.
Hindistan, terörle mücadelede ciddi siyasi niyet gösterdiği, terör altyapısını zayıflatma kapasitesine sahip olduğunu gösterdiği, tepkisinde birleşik ve olgun kaldığı ve bu çatışma dönemini sonlandırmaya karar verdiğinde dahi kalkınma hedeflerinin büyük resmini aklında tuttuğu için memnuniyet duyabilir. Ancak caydırma görevinin tam olarak yerine getirilmediğini de kabul etmeli.
Birbirlerinin hava sahasını ve topraklarını birbirlerinin saldırı ve yıkımından koruma konusundaki temel görevini yerine getirememiş olmaları, tamamen bir kenara atılacak ve bahsetmeyi unutacakları bir konu. Yani eğer iki taraf da hala zafer iddiasında bulunursa, bu yalnızca bir yanılgıdır.
Bu krizden yola çıkarak ulaşılabilecek 4 temel çıkarım var:
1- Hindistan yeni bir şablon oluşturdu. Terör saldırılarına karşı koymak için ciddi siyasi irade ve askeri kapasite sergiledi. 2016’daki hızlı sınır ötesi cerrahi saldırılardan ve 2019’daki bir hava saldırısından sonra Hindistan, Pakistan’daki daha geniş bir hedef grubuna karşı daha geniş bir coğrafyada saldırılar düzenlemeye geçti. Bu etkileyici bir lojistik ve askeri başarı olabilir, ancak askeri yeteneklerinin eksikliği, diplomatik zayıflıkları, iç güvenlik hazırlığının yetersizliği yok sayılamaz.
2- Pakistan daha zayıf olsa da kolay kolay yenilmeyeceğini gösterdi. Ordunun hakimiyeti, bütçe üzerindeki kontrolü, büyük güçler için tarihsel faydası ve dolayısıyla silah sistemleri alma yeteneği onlara bir dizi araç sağlıyor. Bu hem uzun süreli çatışma veya tırmanış için toplumsal destek toplama hem de daha fazla askeri seçeneğe sahip olma düzeyinde işliyor. Güçteki asimetri açıkça görülse de kolay lokma olmadığını ve direnmek için askeri ve diplomatik kapasitelere sahip olduğunu gösterdi. İnsansız hava araçları savaşın yeni bir bölümünü açtı. Pakistan, Hindistan’ın hava savunmasını zorlama yeteneğini gösterdi. Hindistan, Pakistan’ın blöfüne meydan okuyarak, nükleer eşiğin altında mümkün olanın sınırlarını üç kez başarıyla zorlamış olsa da, nükleer şantaj seçeneği devam ediyor.
3- Çin, Pakistan’ın kendini savunma yeteneğinin merkezindeydi. Hindistan’ı zayıflatmak amacıyla Pakistan’ı kullanmak için hiçbir fırsatı kaçırmayacağını gösterdi. Çin’in Birleşmiş Milletler’de diplomatik destek, operasyonlar için maddi destek ve muhtemelen Rawalpindi’ye istihbarat desteği sağladı. Son zamanlarda Hindistan-Çin ilişkilerinde bahar rüzgarları esiyorsa da bu kriz Hindistan’a onun Çin ile gerginliğinin derin olduğunu ve güçlü bir Pakistan boyutuna sahip olduğunu hatırlatmış olmalı. Çin, Keşmir’in bazı kısımlarını kontrol ediyor. Ladakh’ın bazı kısımlarını istiyor. Sınırda aktif bir askeri varlığı ve geliştirilmiş altyapısı var. Fiili Kontrol Hattı’ndaki istikrar kırılgan. Ve bunun da ötesinde, Pakistan’ın nükleer ve konvansiyonel askeri yeteneklerinin arkasında. Çin’in Rusya ile ilişkisi, Rusya’nın artık Pakistan konusunda dahi geçmişte olduğu kadar sağlam bir Hindistan müttefiki olmayabileceği anlamına geliyor. Hindistan, iki aktif ve kırılgan cephede yaşamak zorunda kalacağı ve her an her ikisinde veya birinde meydan okumalara hazırlıklı olması gerektiği korkusuyla bir kez daha yüzleşti.
4- Amerika, tüm retoriklere ve dünyanın geri kalanında daha az şey yapma niyetinde olan dikkati dağılmış bir güç olmasına karşın savaş ve barışın gidişatını şekillendirmek için uluslararası sistemde belirleyici oyuncu olmaya devam ettiğini gösterdi. Amerika’nın hem Hindistan hem de Pakistan’a karşı hem havuç hem de sopa kullanma yeteneği muazzam. Hindistan, onun itibar kazanma eğiliminden ve “arabuluculuk” sözcüğünü kullanmasından hoşlanmamış olabilir. Trump/Amerika uzlaşmayı doğrudan kendine mal etti. Hindistan ısrarla üçüncü taraf yok dedi. Ben de bunun tam olarak böyle olmadığını düşünüyorum. Ancak ABD’nin iki taraf arasındaki görüşmeleri kolaylaştırmada muhakkak bir payı oldu ancak yalnızca “teknik” anlamda yani yatışmak için çünkü ötesini yani çözüm için politik müdahaleyi Hindistan kabul etmez. Aynı zamanda Pakistan’a baskı yapan veya teşvik eden diğer aktörler, özellikle İngiltere, Suudi Arabistan, BAE ve İran da ve ayrıca Türkiye de önemli rol oynadı.
Tarihte ilk kez, iki nükleer güç birbirlerine drone ve hava saldırılarının yanı sıra seyir ve balistik füzelerle saldırdı. Eğer amaç Pahalgam’ın intikamını almaksa, Hindistan başarılıydı. Eğer Sindoor Harekatı’nın amacı gelecekteki terörist saldırılara karşı caydırıcılıksa, bunu sağlamak imkansızdır. Caydırıcılık en iyi zamanlarda bile zordur, çünkü düşmanın maliyet-fayda hesaplamalarına dayanır. Güçteki asimetrilere karşın kararlı bir rakip yine de güç kullanmayı seçebilir. Pakistan bağlamında ele alırsak, Pakistan’ın revizyonist hedefleri, ideolojik zihniyeti, yüksek risk toleransı ve ordusunun baskın rolü onu caydırmayı özellikle zorlaştırıyor. Bu durum, konvansiyonel, vekalet veya nükleer olsun, birden fazla saldırı aracına sahip olduğunda özellikle geçerlidir. Pakistan normal bir devlet veya tam olarak sivil bir devlet değildir; güç kullanmanın sonuçlarını başkalarının algıladığı şekilde algılamaz. Hindistan’ın cezalandırıcı saldırılarının yarattığı beklenti yükü gelecekte daha fazla baskı ve izleyici maliyeti yaratacaktır. Hindistan’daki milliyetçiler ve sertlik yanlıları, ateşkesi Pakistan’a karşı kesin bir zaferin eşiğinde Hindistan’ın taktik avantajının teslimi olarak ilan ettiler. Hindistan Ulusal Kongresi gibi merkez sol siyasi partiler dahi, Indira Gandhi’nin 1971’de yaptığı gibi Amerikalılara karşı çıkmadığı için başbakanla alay ettiler.
Zaferin çenesinden yenilgiyi kapmak, bir Hindistan klasiği:
1948: Hindistan, Jammu ve Keşmir sorunlarını BM’ye götürür ve ardından Hindistan Ordusu zafere doğru yürürken ateşkesi kabul eder.
1954: Hindistan, herhangi bir karşılıklılık olmaksızın Tibet’teki sınır dışı haklarından vazgeçer ve “Çin’in Tibet Bölgesi”ni tanır.
1960: Hindistan, Indus Havzası sularının beşte dördünden fazlasını aşağı akıştaki düşmanı Pakistan için iyi niyetli bir şekilde saklı tutan bir anlaşma imzalar.
1966: Hindistan, 1965 savaşını başlatan Pakistan’a son derece stratejik Hacı Pir’i geri verir.
1972: Hindistan, Shimla’da, karşılığında Pakistan’dan hiçbir şey güvence altına almadan müzakere masasında savaş kazanımlarını verir.
2021: Çin’in 2020’de Ladakh’ın kilit sınır bölgelerine gizlice yaptığı tecavüzlerden sonra Hindistan, müzakerelerdeki tek pazarlık kozunu kaybederek stratejik Kailash Tepeleri’ni boşaltır ve ardından bazı Ladakh bölgelerinde Çin tarafından tasarlanan “tampon bölgeler” konusunda anlaşır.
Ve 2025: Hindistan, kendince bir algı ve mantık çerçevesinde, terörist vekiller aracılığıyla Pakistan’ın kırk yıldır süren “bin kesik savaşı”na son vermek için “Sindoor Harekatı”nı başlatır, ancak üç gün sonra herhangi bir net hedefe ulaşamadan durdurur.
Hindistan’ın bu kafa karışıklığı da veya tüm bunların perde arkası da tarihin gizemi olarak kalacaktır…
Mutabakat Nasıl Sağlandı?
Hindistan, Pakistan Punjab’ın Sargodha bölgesindeki Mushaf Askeri Hava Üssü yakınlarında yer alan Kirana Tepeleri Sahası yani Pakistan ordusunun nükleer cephanelik depolama alanının tünel girişine, burayı havaya uçurma niyetiyle değil, yalnızca uyarı amaçlı tasarlanmış hassas bir atışla taarruz gerçekleştirdi. Belki pek çoklarının gözünden kaçmış olabilir, ancak ateşkes yolunda bu gibi hassas caydırıcı hamleler önemli. Bununla beraber, ateşkes için ABD Dışişleri Bakanı Rubio’nun çabaları söz konusu. Ve Pakistan Başbakanı Şerif’in açıkladığı üzere Suudi Arabistan ve Türkiye’nin de çabaları söz konusu. Hindistan önce ateşkesi kabul edebileceğini ABD’ye bildirdi.
Şiddet karşılıklı olarak doruk noktadaydı. Hindistan’ın Sargodha hassas taarruzu zaten önemli bir mesaj veriyordu: Ya bu noktada duracağız ya da işler çığırından çıkacak!..
Pakistan da ateşkes yapabileceğini bildirdi. Ama Hindistan diretti ve Pakistan’ın kendileriyle kontakt kurmasını istiyordu çünkü Pahalgam’ın sorumlusu Pakistan’dı. Biraz tereddüt eden bu arada da birkaç hava saldırısı daha yapan Pakistan tarafı saldırılarına Hindistan’dan saldırılarla yanıt geldiğini ve bunun sonunun olmadığını anladı ve Hindistan’ı aradı.
Hindistan tarafı şöyle diyordu:
“7. sabah, Pakistan’daki terör kamplarını vurduktan sonra, Hindistan tarafı Pakistan’ın Askeri Operasyonlar Direktörü’nü bilgilendirdi. Onlara, terör kamplarını vurduğumuzu, eğer konuşmak isterseniz, konuşmaya hazır olduğumuzu ilettik. Yanıt vermediler. 10 Mayıs’ta Pakistan aradı.”
Hindistan Askeri Operasyonlar Direktörü Korgeneral Rajiv Ghai şöyle diyordu:
“İlk hedefimiz terör kamplarını vurmaktı ve sonraki günlerdeki tüm eylemlerimiz Pakistan Hava Kuvvetleri ve Pakistan Ordusu’nun müdahalelerine ve ihlallerine yanıt olarak gerçekleşti, bu nedenle Pakistan Askeri Operasyonlar Direktörü ile görüşmeye karar verdim.”
Keşmir’in Uluslararasılaşması
Hindistan hükümetinin saldırganlığındaki ani düşüşün nedeni tarihin en büyük gizemi olacak.
Hindistan, üç hedefe de ulaşıldığını söyledi:
- Askeri hedef: Pakistan caydırıldı.
- Politik hedef: Indus Su Anlaşması sınır ötesi terörizme bağlandı.
- Psikolojik hedef: Üstünlük sağlandı.
Şahbaz Şerif’in zafer söylemi ve Hindistan’ın yenildiği ve ateşkes istediği yönündeki Pakistan anlatısı, Batı ve dünya medyasının bazı kesimleri tarafından yankılanan iddialar göz önüne alındığında, Pakistan’ın Hindistan’ın kendisine öğretmek istediği dersi tam olarak özümsemediği sonucuna varılabilir. Uluslararası düzeyde, Hindistan’ın istediği veya memnun olacağı şekilde Pakistan’ın teröre karışması sorunu örtbas edildi ve yük her iki ülkeye de yüklendi ve her iki ülkeye de kısıtlama getirme ve diplomatik bir çözüm bulma zorunluluğu yüklendi. ABD’nin arabuluculuk iddiası, Hindistan’ın arabuluculuğa karşı uzun süredir sürdürdüğü tutumunu zayıflattı. ABD, Hindistan ile Pakistan’ı eşit tutuyor. Bunun bazı sonuçları var. Hindistan ABD’ye güvenebilir mi? Üstelik çatışmanın ortasında IMF, Pakistan’a mali bir kurtarma paketini de onaylıyor… Dolayısıyla şu soru beliriyor: Acaba Hindistan iddia ettiği gibi 1. ve 3. hedeflerine ulaştı mı? 2. hedef, yazıda bir yerlerde zaten açıklandı.
Şahsen, bunun çok önemli olduğunu düşünmüyorum Ancak insanlar ABD’nin Hindistan-Pakistan ateşkesini “arabuluculuk” edip etmediği veya yalnızca açığı kapatıp ikisini konuşmaya teşvik edip etmediği konusunda çok fazla kafa yoracaklar… Trump, Keşmir konusunda bir “çözüm” aramak için Hindistan ve Pakistan’la birlikte çalışacağını söyledi. Bu, onun ilk döneminde, her iki tarafın da istemesi halinde Keşmir konusunda arabuluculuk yapma yönündeki tekliflerinden daha ileri bir adım. Trump’ın yaklaşımı, Hindistan’ın Keşmir’i Hindistan Birliği’nin ayrılmaz bir parçası olarak sınıflandırmak için yıllardır sürdürdüğü diplomatik çabaları sekteye uğratma riski taşıyordu. Hindistan yıllardır Keşmir’in uluslararası gündemden uzak kalmasını sağlamak için çok fazla diplomatik sermaye harcadı. Mevcut sağcı hükümet, onu herhangi bir ikili görüşmeden dahi çıkardı.
Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de İngiliz yönetiminden bağımsızlıklarını kazanmalarından bu yana süregelen Keşmir anlaşmazlığı, birçok üçüncü taraf müdahalesine ve arabuluculuk girişimine sahne oldu. Hindistan, Keşmir sorunuyla ilgili ilk Hindistan-Pakistan savaşından kısa bir süre sonra, 1948’de konuyu Birleşmiş Milletler’e iletti. BM Güvenlik Konseyi, diğer şeylerin yanı sıra, bölgenin geleceğini belirlemek için bir plebisit çağrısında bulunan kararlar aldı. Hindistan, Müslüman çoğunluklu bölgenin kendisi açısından olumsuz bir yetkisinden kaygı duyduğu için referandumu düzenlemedi. BM ayrıca, Keşmir konusunda arabuluculuk yapmak üzere Hindistan ve Pakistan için bir komisyon kurdu; bu gelişme, Hindistan ve Pakistan yönetimindeki Keşmir bölgelerini ayıran 700 km uzunluğundaki fiili sınır olan Kontrol Hattı’nın kurulmasına yol açtı. BM, sonraki yıllarda Keşmir sorununa diplomatik bir çözüm bulunması yönündeki çabalarını sürdürdü ancak sonuç alamadı.
1971 savaşının ardından Hindistan ve Pakistan, her iki ülkenin aralarındaki anlaşmazlıkları “ikili müzakereler yoluyla” çözmeyi kabul ettiği Shimla Anlaşması’nı imzaladılar. Bu, Hindistan’ın dış baskıdan kaçınmak için doğrudan görüşmeleri tercih etmesiyle uluslararası arabuluculuktan büyük bir sapmaydı. Shimla Anlaşması, anlaşmazlığın iki taraflı olması ve üçüncü taraf müdahalesi gerektirmemesi temelinde Hindistan’ın Keşmir politikasının temel taşı haline geldi.
Hindistan, Pakistan’ın 1989’dan bu yana Kontrol Hattı’ndan ‘teröristler’ gönderdiğini söylüyor. 1989, Hindistan yönetimindeki Keşmir’de ayrılıkçı hareketlerin hız kazandığı bölge için bir dönüm noktasıydı. Pakistan, Keşmirli isyancıları maddi olarak desteklediği iddialarını reddederken Keşmirlilerin kendi kaderini tayin hakkına manevi desteğini kabul ediyor.
Pakistan, Keşmir sorunu konusunda her zaman uluslararası arabuluculuk isteyen taraftı. Hindistan’ın tavrı, 2019 yılında Hindistan yönetimindeki Keşmir’in siyasi özerkliğini ortadan kaldıran anayasa değişikliğini yapmasıyla sertleşti. Bu adım, Hindistan yönetimindeki Keşmir’i ülkenin Birlik toprağının resmen bir parçası haline getirerek, üçüncü tarafların arabuluculuk yapma olasılığını daha da azalttı.
Son çatışma Hindistan için ters tepti; Hindistan, Pakistan’a karşı caydırıcılık kurmak istiyordu. Bu başarısız oldu. Pakistan’a karşı uluslararası destek istiyordu. Bu da başarısız oldu. Ve en azından kısa vadede, Keşmir yeniden uluslararası radarda.
Trump’ın yaklaşımı Hindistan için dört önemli açıdan hayal kırıklığı yaratıyor:
Hindistan bakış açısından,
Birincisi, kurban ile fail arasında bir eşdeğerlik ima ediyor ve ABD’nin Pakistan’ın sınır ötesi terörizmle bağlantılarına karşı geçmişteki sarsılmaz duruşunu göz ardı ediyor. İkincisi, Pakistan’a kesinlikle hak etmediği bir müzakere çerçevesi sunuyor. Üçüncüsü, teröristlerin açık bir amacı olan Keşmir anlaşmazlığını “uluslararasılaştırıyor”. Dördüncüsü, küresel hayal gücünde Hindistan ve Pakistan’ı “yeniden aynı bağlamda veya eş değerde tutuyor”. Onlarca yıldır, dünya liderleri Hindistan ziyaretlerini Pakistan ziyaretleriyle birleştirmemeye teşvik ediliyordu ve 2000’de Başkan Clinton’dan başlayarak hiçbir ABD Başkanı bunu yapmadı. Bu büyük bir geri adım.
Yani ABD, Hindistan’ı ateşkese arabuluculuk ettiği yönündeki kamuoyu iddialarıyla utandırarak büyüyen Hindistan-ABD bağlarının atmosferini bulandırdı. Hindistan için daha kötüsü, Hindistan ve Pakistan’ı aynı kefeye koydu. Pakistan’ın yalnızca Hindistan ile ilgili olmayan, ABD’ye yönelik olan terörizm sorununu ele alması için hiçbir talepte bulunmadı. ABD, Pahalgam’daki korkunç saldırıya karşı Hindistan’daki ulusal tepkiyi yeterince dikkate almadı. BM tarafından bu kadar çok Pakistanlı örgüt ve bireyin uluslararası terörist ilan edilmesinden dem vuran Hindistan, Amerika’nın askeri boyuta odaklanarak ve kök nedenine odaklanmayarak bu kritik anda Pakistan’a terörizm konusunda neden göz yumulduğunu anlamaya çalışıyor olmalı. Keşmir fiilen uluslararasılaşmış durumda.
Uluslararası sonuçlar açısından görünen tablo şu: Hindistan, ABD’nin iknasıyla Sindoor Operasyonu’nu yalnızca üç dört günlük askeri operasyondan sonra iptal etmeyi kabul ederek, uluslararası ilgiyi iddia ettiği şekliyle Pakistan’ın krizi tetikleyen sınır ötesi terörizmine değil, Keşmir anlaşmazlığına çekti. Trump’ı ele alalım: Sınır ötesi terörün temel sorununa değinmeden, Pakistan’ın hoşnut olacağı şekilde, bir Keşmir “çözümü” için arabuluculuk yapmak istedi. Uluslararası medya kuruluşları da merkezi sorun olarak sınır ötesi terörizmi değil, Keşmir’i vurguladı. Dahası, kesin olmayan veya tamamlanmamış gibi gözüken Sindoor Operasyonu, Hindistan-Pakistan denkliğini yeniden canlandırdı.
Saldırı Pakistan’ın meraklı olduğu ve Hindistan’ın üzüntüsüne yol açan Keşmir sorununa uluslararası ilgi çekmiş olsa da Hindistan, Pakistan’ın artık Keşmir yerine İndus Su Antlaşması’na odaklanmak zorunda kalmasıyla Keşmir’i müzakere masasından ustalıkla kaldırmış olabilir. Anlaşmayı askıya alma gibi tekil bir eylemle Hindistan, Hindistan-Pakistan ilişkilerinde merkezi konu olarak Keşmir’i suyla değiştirmiş olabilir ve böylece ikili angajmanlarının şartlarını değiştirmiş olabilir. Ki Hindistan 1971 Bangladeş kurtuluş savaşından sonra imzalanan 1972 Shimla anlaşmasında benzer bir şey yaptı. Savaş sona erdikten sonra, (1965 savaşından sonrasının aksine) savaş öncesi toprak statüsünü kabul etmeyi reddetti ve böylece Keşmir’deki sınırın adını ateşkes hattından kontrol hattına değiştirdi. Bunu yaparken Hindistan, Keşmir’de üçüncü taraf arabuluculuğunu kabul etmeyi reddetti ve o zamandan beri Jammu ve Keşmir’deki BM gözlemcilerinin varlığını görmezden geldi, çünkü Hindistan argümanına göre BM gözlemcilerinin görevi, artık var olmayan Keşmir’deki ateşkes hattını izlemekti…
Ancak şu çok açıktı: Hindistan’ın yalnız kaldığı gerçeği; savaşta/çatışmada, diplomaside, anlatılar oluşturmada. Hiçbir büyük güç Hindistan’ın yanında açıkça durmadı. Ne Rusya. Ne Amerika. Quad üyesi yoktu, örneğin.
Dizinin üçüncü bölümünde kimin kazandığını tartışacağız.
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1
Görüş
Kritik ve stratejik madenler: Türkiye’nin enerji ve güvenlik stratejilerinde yeni eşik

Doç. Dr. Anıl Çağlar ERKAN
Küresel Jeopolitik Dönüşüm ve Maden Kaynaklarının Stratejik Önemi
21.yüzyılın başlarından itibaren küresel ölçekte yaşanan hızlı jeopolitik dönüşümler, uluslararası güç dengelerini köklü bir biçimde yeniden şekillendirmektedir. Bu süreçte, enerji dönüşümüne yönelik artan talepler ve teknolojik devrimlerin tetiklediği yeni sanayi paradigmaları, doğal kaynaklar üzerindeki rekabeti daha önce görülmemiş bir düzeyde derinleştirmektedir. Bu paradigma değişimi, mineral kaynakların sadece ticari birer meta olarak değil, aynı zamanda ulusal güvenlik, teknolojik bağımsızlık ve jeopolitik etki alanlarının belirlenmesinde kritik araçlar olarak algılanmasına yol açmıştır. Maden arz güvenliği artık yalnızca ekonomik bir mesele olmaktan çıkmış; ulusal güvenlik, jeopolitik bağımsızlık ve stratejik özerklik meselesinin merkezine yerleşmiştir. Bu bağlamda, ülkelerin kendi kaynaklarını sistematik bir biçimde değerlendirmeleri, tedarik zinciri güvenliklerini sağlamaları ve uzun vadeli stratejik planlamalar yapmaları hayati bir zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye’nin Kritik ve Stratejik Madenler Yaklaşımı: Metodolojik Çerçeve ve Tanımsal Altyapı
Türkiye, bu küresel dinamikler ışığında ve kendi jeostratejik konumunun gerektirdiği sorumluluklar çerçevesinde hazırladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu ile maden kaynaklarına yönelik kapsamlı bir değerlendirme gerçekleştirmiştir. Bu rapor, sadece mevcut kaynakların envanterini çıkarmanın ötesinde, kritik madenlerin belirlenmesine yönelik bilimsel bir metodoloji geliştirmiş ve bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen kurumsal farkındalığın inşasında önemli bir adım atmıştır.
Raporda öncelikle, kritik madenler ve stratejik madenler tanımları yapılarak tanımsal bir çerçeve oluşturulmuştur. Kritik madenler, yüksek arz riski taşıyan, küresel tedarik zincirlerinde yaşanabilecek ani kırılmalar veya kesintiler halinde ekonomik ve teknolojik faaliyetlerde ciddi aksaklıklara, üretim duraksaktılarına ve hatta sistemik krizlere yol açabilecek potansiyele sahip mineralleri ifade etmektedir. Bu tanım, sadece madenlerin jeolojik nadir bulunurluk durumunu değil, aynı zamanda coğrafi konsantrasyonlarını, üretim monopollerini, politik istikrarsızlıkları ve lojistik kırılganlıkları da kapsayan çok boyutlu bir risk değerlendirmesini içermektedir.
Stratejik madenler ise, kritik madenlerin tüm özelliklerine ek olarak, savunma sanayi ve ileri teknolojik üretim süreçlerinde vazgeçilmez olan, ikame edilebilirlik oranı son derece düşük veya hiç olmayan ve eksikliği durumunda doğrudan ulusal güvenlik zaafı oluşturabilecek, ülkenin savunma kapasitesini ve teknolojik bağımsızlığını tehdit edebilecek madenlerdir. Bu kategorideki madenler, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda askeri, siyasi ve jeopolitik boyutlarda kritik öneme sahiptir.
Küresel Bağlamda Kritik ve Stratejik Madenlerin Artan Önemi
Modern ekonomilerin ve teknolojik gelişmelerin temel yapıtaşları arasında yer alan kritik ve stratejik madenler, günümüzde ulusal güvenlik politikalarının, ekonomik kalkınma stratejilerinin ve enerji dönüşümü hedeflerinin tam merkezinde konumlanmaktadır. Özellikle dijital dönüşümün hızlanması, yenilenebilir enerji teknolojilerinin yaygınlaşması, elektrikli araç pazarının büyümesi ve savunma sanayiindeki teknolojik gelişmeler, bu madenlere olan talebi eksponansiyel bir biçimde artırmaktadır.
Türkiye’nin 2025 yılı itibariyle yayımladığı Kritik ve Stratejik Madenler Raporu, bu alanda uzun süredir eksikliği hissedilen bir kurumsal farkındalık ve politika çerçevesinin inşasında tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendirilebilir. Bu rapor, yalnızca mevcut durumun tespitini yapmakla kalmamış, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki enerji güvenliği vizyonu ve sanayi bağımsızlığı hedefleri için stratejik bir yol haritası sunmuştur. Raporun işaret ettiği gerçekler ve önerdiği stratejik yönelimler, basit bir kaynak envanteri çalışmasının çok ötesinde, Türkiye’nin jeopolitik konumunu güçlendirebilecek, ekonomik bağımsızlığını artırabilecek çok boyutlu ve kapsamlı bir stratejik açılıma işaret etmektedir.
Öncelikli Kritik Madenler: Detaylı Analiz ve Stratejik Değerlendirmeler
Rapor, küresel kaynak bağımlılığının ve arz zinciri kırılganlıklarının giderek derinleştiği, uluslararası ticaret savaşlarının ve jeopolitik gerilimlerin arttığı bir dönemde, Türkiye’nin özellikle lityum, gümüş, titanyum, demir, manganez, çinko, bakır ve alüminyum gibi sekiz yüksek öneme sahip kritik madene stratejik odaklanmasının altını çizmektedir. Bu liste, sadece Türkiye’nin mevcut sanayi üretiminde değil, aynı zamanda gelecekteki teknolojik dönüşümlerinde, savunma sanayiinden yenilenebilir enerji teknolojilerine, batarya üretiminden elektronik sanayisine, havacılık sektöründen uzay teknolojilerine kadar son derece geniş bir yelpazede stratejik bağımlılıkları doğrudan etkileyen sistematik bir önceliklendirme olarak değerlendirilebilir.
Lityum, enerji dönüşümünün kalbinde yer alan batarya teknolojileri için vazgeçilmez bir girdi olarak, elektrikli araç devrimi, enerji depolama sistemleri ve taşınabilir elektronik cihazlar pazarının temel hammaddesidir. Küresel lityum talebinin 2030 yılına kadar 10 kat artması beklenmekte olup, bu madene erişim enerji dönüşümünün başarısını doğrudan etkilemektedir.
Bakır ve alüminyum, enerji iletim altyapısının omurgasını oluşturan temel metaller olarak, elektrik şebekelerinin modernizasyonu, yenilenebilir enerji santrallerinin entegrasyonu ve akıllı şehir teknolojilerinin gelişimi için kritik öneme sahiptir. Bu metallerdeki herhangi bir tedarik krizi, ülkenin tüm enerji altyapısını tehdit edebilecek potansiyele sahiptir.
Titanyum, havacılık ve savunma sanayiinde kullanılan yüksek performanslı alaşımların temel bileşeni olarak hem sivil hem askeri uçak üretiminde, uzay teknolojilerinde ve gelişmiş savunma sistemlerinde vazgeçilmez bir role sahiptir.
Ulusal Güvenlik Boyutu: Savunma Sanayi ve Stratejik Bağımsızlık
Raporda vurgulanan en kritik hususlardan biri, kritik ve stratejik madenlerin yalnızca ticari birer meta değil, aynı zamanda ulusal güvenlik meselelerinin merkezinde yer alan stratejik varlıklar olduğu gerçeğidir. Savunma sanayi için elzem olan 26 stratejik madenden 10’unun hem kritik hem stratejik kategoride yer alması, bu bağı açıkça göstermekte ve maden kaynaklarının askeri-endüstriyel kompleksle olan derin ilişkisini ortaya koymaktadır. Örneğin, kobalt, modern batarya teknolojilerinin yanı sıra, süper alaşımların üretiminde ve jet motorlarının kritik bileşenlerinde kullanılan stratejik bir madendir. Nikel, paslanmaz çelik üretiminin temel bileşeni olmasının yanı sıra, savunma sanayiinde kullanılan özel alaşımların üretiminde kritik rol oynamaktadır. Titanyum ise, yüksek mukavemet-ağırlık oranı sayesinde askeri uçakların gövde ve motor parçalarında, denizaltı teknolojilerinde ve gelişmiş zırh sistemlerinde vazgeçilmez bir materyal olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda, stok planlaması, tedarik zinciri güvenliği ve arz krizlerine hazırlıklı olma gibi unsurların, yalnızca teknik veya ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, diplomatik ve askeri boyutlarda stratejik bir önem taşıdığı unutulmamalıdır. Kritik madenlerdeki dışa bağımlılık, bir ülkenin savunma kapasitesini doğrudan etkileyebilecek, uluslararası krizler dönemlerinde savunma sanayiinin işleyişini tehdit edebilecek ve dolayısıyla ulusal güvenliği zayıflatabilecek potansiyele sahiptir.
Teknolojik Yetkinlik ve Ar-Ge Kapasitesi: Uzun Vadeli Bağımsızlık İçin Temel Gereklilikler
Kritik ve stratejik madenlere dair politika geliştirme sürecinde, teknolojik yetkinliklerin ve Ar-Ge kapasitesinin güçlendirilmesi, Türkiye’nin uzun vadeli ekonomik ve teknolojik bağımsızlığı için temel bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır. Raporda da belirtildiği gibi, kritik madenlerin birçoğunun üretim süreçleri son derece karmaşık, teknoloji-yoğun ve yüksek katma değerli süreçlerdir. Bu süreçler, sadece madencilik bilgisi değil, aynı zamanda ileri malzeme bilimi, nano teknoloji, kimya mühendisliği ve çevre teknolojileri gibi multidisipliner bir expertise gerektirmektedir. Bu noktada Türkiye’nin strateji geliştirme sürecinde, yalnızca ham maden çıkarma faaliyetlerine odaklanmak yerine, çıkarılan mineralleri işleyip katma değerli ürünlere dönüştürme kapasitesi geliştirmeye, yüksek teknolojili üretim ekosistemleri kurmaya ve bu alanda uluslararası rekabet edebilir Ar-Ge merkezleri oluşturmaya odaklanması hayati önemdedir. Bu yaklaşım, hem ekonomik katma değer yaratacak hem de teknolojik bağımsızlığı güçlendirecektir.
Jeopolitik İmplikasyonlar ve Uluslararası İşbirlikleri
Kritik ve stratejik madenler konusu, yalnızca ulusal bir mesele değil, aynı zamanda uluslararası ilişkileri, ticaret politikalarını ve jeopolitik dengeleri doğrudan etkileyen küresel bir konudur. Türkiye’nin bu alandaki stratejisini geliştirirken, hem bölgesel hem de küresel ortaklıkları dikkate alması, enerji diplomasisini güçlendirmesi ve kritik mineral tedarik zincirlerinde güvenilir bir ortak olarak konumlanması önemlidir. Bu bağlamda, Afrika ülkeleriyle kurulacak stratejik ortaklıklar, Latin Amerika ülkeleriyle geliştirilecek ticari ilişkiler ve Orta Asya cumhuriyetleriyle derinleştirilecek işbirlikleri, Türkiye’nin kritik mineral tedarikinde çeşitlendirme sağlayabilecek önemli fırsatlar sunmaktadır. Aynı zamanda, AB’nin Kritik Hammaddeler Yasası, Amerika’nın Enflasyon Azaltma Yasası gibi uluslararası düzenlemelerle uyumlu politikalar geliştirmek, Türkiye’nin küresel tedarik zincirlerindeki rolünü güçlendirebilecektir.
Sonuç ve Stratejik Öneriler: Kapsamlı Eylem Planına Doğru
Türkiye’nin kritik ve stratejik madenlere dair gerçekleştirdiği bu kapsamlı ve derinlikli çalışma, hem bilimsel açıdan değerli bir başlangıç noktası hem de politika yapıcılar için önemli bir rehber niteliği taşımaktadır. Ancak, bu raporun gerçek değerini ortaya çıkarabilmesi ve ulusal çıkarlar doğrultusunda somut faydalar sağlayabilmesi için, akademik değerlendirmeden eylem planına, stratejik analizden operasyonel uygulamaya geçiş yapacak kapsamlı bir dönüşüm sürecine ihtiyaç vardır. Bu dönüşüm süreci, enerji dönüşümü hedefleri ve sanayileşme politikalarıyla tam uyumlu, somut hedefler içeren, ölçülebilir kriterlere sahip, düzenli olarak gözden geçirilen ve sürekli güncellenen dinamik bir politika çerçevesinin oluşturulmasını gerektirmektedir. Bu çerçeve, sadece mevcut durumun iyileştirilmesini değil, aynı zamanda Türkiye’nin gelecekteki küresel konumunun güçlendirilmesini de hedeflemelidir.
Kritik madenlerdeki dışa bağımlılığın sistematik olarak azaltılması, yalnızca bir ekonomik performans hedefi değil; aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası arenada jeopolitik ağırlığını artıracak, stratejik özerkliğini güçlendirecek ve teknolojik bağımsızlığını sağlayacak kapsamlı bir ulusal güvenlik projesi olarak ele alınmalı ve bu doğrultuda gerekli tüm kurumsal, finansal ve teknolojik kaynaklar mobilize edilmelidir. Bu stratejik yaklaşım, Türkiye’nin 21. yüzyılın teknolojik ve ekonomik dönüşümlerinde aktif bir rol oynamasını, küresel değer zincirlerinde daha güçlü bir konuma yükselmesini ve enerji dönüşümü sürecinde öncü ülkeler arasında yer almasını sağlayacak temel bir yatırım olarak değerlendirilmelidir.
Görüş
Silahlar sustu, şimdi artılar eksiler hanesine bakma zamanı – 1

Kontrol Hattı’nda dört gün süren hassas füze saldırıları, İHA saldırıları ve topçu çatışmalarının ardından Hindistan ve Pakistan, 10 Mayıs akşamından itibaren kara, hava ve denizdeki tüm askeri eylemleri durdurma konusunda anlaştı. Silahların sustuğu şu günlerde, 22 Nisan’dan bu yana Hindistan ve Pakistan hattında yaşanan gelişmeleri değerlendirme ve anlamlandırma zamanı geldi.
Hindistan Başbakanı Modi, yaptığı zafer dolu televizyon konuşmasında, Hindistan’ın askeri başarısını vurguladı. Hindistan’ın operasyonları “yalnızca askıya aldığını” ve “nükleer şantaj örtüsü altında gelişen terörist sığınaklarına kesin ve kararlı bir şekilde saldıracağını” söyledi. Ayrıca, büyük küresel terör saldırılarının Pakistan’daki “küresel terörizm üniversiteleri” olarak adlandırdığı yerlerden kaynaklandığını ileri sürdü. Hint yetkililer, füzelerle Pakistan’ın derinliklerindeki hava üslerini ve iddia edilen “terörist altyapısını” vurarak, Pakistan’ın sınır ötesi terörizme karışmasına karşı caydırıcı bir etki oluşturduklarını söylediler.
Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif de çatışmada daha büyük rakibine karşı “tarihi bir zafer” kazandığını iddia ediyor. Pakistan’ın anlatısına göre, Pakistan’ın karşı saldırıları saldırgan Hindistan’ı caydırdı. Pakistan terörizmi desteklediğini reddediyor ve olaydan sorumlu olmadığını söylüyor, olayla ilgili “tarafsız bir soruşturma” çağrısında bulunuyor, ancak Hindistan reddediyor. Ayrıca, Hindistan’ı kendi huzursuz batı bölgesi Belucistan’da ayrılıkçıları desteklemekle suçluyor.
İlk kez, her iki taraf da birbirlerinin şehirlerine insansız hava araçları gönderdi. Son çatışmalar, Hindistan’ın önceliği olan terörizm sorununu ön plana çıkarmada başarısız oldu ve bunun yerine uluslararası ilgi nükleer tehdide odaklandı.
Hindistan ve Pakistan, nükleer silahlara sahip komşularını savaşın eşiğine getiren kısa ve sert çatışmada zafer kazandıklarını iddia ediyorlar; ancak, ateşkesle sonuçlanan Amerikan müdahalesinin Pakistan’a diplomatik üstünlük sağladığı düşünülüyor.
Silahların susmasının ardından kutlamalara ilk başlayan Pakistan oldu. Hindistan’da da “Tiranga Yatra” (Hindistan bayrağına atfen- Üç Renkli Tören) kutlamaları düzenlendi.
Çatışma durumunda kayıplar olur; çatışmanın sisi altında bilgi manipüle edilir: Hindistan teröristleri vurduğunu söylüyor. Pakistan siviller diyor. Pakistan, Hint uçaklarını düşürdüğünü söylüyor. Hindistan reddediyor. Ve her şeyi yakında öğrenebileceğimiz de söylenemez. Bazılarının yanıtını yıllarca, hatta hiç öğrenemeyebiliriz. Örneğin Hindistan’ın 2019’daki çatışmalarda bir Pakistan F-16’sını düşürüp düşürmediği hala benim için net değil. Dezenformasyon ve inkar elbette yeni bir şey değil ve elbette dezenformasyon yaygın bir tehdit, ancak Hindistan-Pakistan ilişkilerinin mevcut durumunda aynı zamanda bir fırsat da olabiliyor: Gerilimi azaltma şansı. Olayların farklı versiyonları sayesinde her iki taraf da kazandığını iddia edebiliyor, örneğin. Her iki taraf da halkının duymak istediği şeyi söyleyebiliyor, her iki taraf da intikam aldığını iddia ederek tırmanıştan geri adım atabilecek fırsatı da kendiliğinden yaratmış oluyorlar; gerilimi azaltmak adına mantıklı, hatta bazı başarılarını uydursa veya abartsalar dahi…
Bu nedenle kim nereyi vurmuş kim kaç uçak düşürmüş vs. gibi rakamsal, anlatısal, spekülatif veya kanıta ve teyide muhtaç veya bir tarafın iddia ettiği diğer tarafın yalanladığı vs. gibi ayrıntılarla boğulmaya da boğmaya da hiç niyetim yok. Burada Pahalgam çıkarımlarımı, çatışma sonrası genel çıkarımlarımı, iki tarafın da kendi gördüğüm genel somut kazanımlarını/kayıplarını, olaydan çıkarımlarımı aktarıp geçeceğim. Bir de Amerika ve Çin parantezleri açacağım. Her defasında artık yazılarımı kısa tutacağım diye düşünüyor ve karar da veriyorum ancak her bu kararı verdiğimde yazılar çok daha uzun oluyor. Bu sefer de öyle oldu. Uzun bir yazı dizisine başlıyoruz…
Pahalgam’daki saldırı nasıl gerçekleşti?
Kurtulanların anlattıklarından, silahlı kişilerin saldırdığı 22 Nisan öğleden sonrası, çitle çevrili ve cezalı bir alan olan Baisaran Vadisi’nde yüzlerce turistin olduğunu ve civarda hiçbir güvenlik varlığının bulunmadığını öğrendik. Sayıları dörde çıkan teröristler, kurbanlarını seçmek için zaman ayırdılar. Ateş etmeden önce ‘Hindu mu Müslüman mı?’ diye sordular. Bazılarından Kalma’yı okumaları istendi. Vurulan adamların eşlerine geri dönüp hükümete kendilerine ne yapıldığını söylemeleri söylendi. Bu bir vur-kaç saldırısı değildi.
Ölen 26 kişiden biri, turistleri korumak için hayatını feda eden 29-30 yaşlarındaki bir “pony wallah” (midilli operatörü/rehber) olan Syed Adil Hussain Shah’dı. Adil, teröristlerin hedef aldığı bir Hindu turist değil, Keşmirli bir Müslümandı. Kolayca sessiz kalıp zarar görmeden kalabilirdi. Bunun yerine, bir teröristin silahını kapmaya çalıştı ve öldürüldü.
Jammu ve Keşmir Birlik toprağını doğrudan yöneten Hindistan hükümeti yeterli güvenlik önlemlerini almış olsaydı, Baisaran’daki turistler güvende olurdu. Ve Sindoor Operasyonu’na gerek kalmazdı.
Öldürülen turistlerin aileleri, Hindu-Müslüman nefret söylemine kapılmak istemedi ve hayatlarını mahveden teröristlerle, yanlarında duran sıradan Keşmirli Müslümanlar arasında ayrım yaptı. Kocasının cesedinin yanında çaresizce oturan fotoğrafı onu Pahalgam trajedisinin yüzü yapan Himanshi Narwal, bunu en iyi şekilde şu sözlerle dile getirdi: “Elbette adalet istiyoruz. Elbette katiller cezalandırılmalı. Ancak Keşmirlilere ve Müslümanlara karşı nefret istemiyoruz. Barış istiyoruz ve yalnızca barış.”
Sindoor Operasyonu sırasında, Dışişleri Sekreteri Misri günlük brifinglerde güven verici bir figürdü. Ölçülü ve telaşsız bir şekilde, Hintlerin teröristlerin onları bölme girişimini nasıl engellediğinden bahsetti. Brifinglere hitap etmek üzere biri Müslüman biri Hindu iki kadın askerin seçilmesi, birleşik bir yüz sunma yönündeki resmi bir çabayı yansıtıyordu.
Pahalgam (2025), 21. yüzyılın kasvetli trajedilerinin takvimine katıldı: Chettisinghpura (2000), Parlamento saldırısı (2001), Kaluchak (2002), Mumbai (2008), Uri (2016) ve Pulwama (2019), her biri kışkırtmak ve istikrarsızlaştırmak için tasarlanmış şok edici bir şiddet eylemiydi.
Peki ne değişti? Hindistan
Hindistan’ın yaptığı, Pahalgam terör saldırısına yanıt olarak 1971’den bu yana Pakistan’daki en büyük hava saldırısını gerçekleştirmekti. Hindistan dokuz yeri vurduğunu söylüyor (Pakistan altı yerin vurulduğunu kabul ediyor). Bunlar arasında Bahawalpur (Hindistan-Pakistan sınırına yaklaşık 150 km uzaklıkta) ve Lahor’a yaklaşık 40 km uzaklıktaki Muridke yer alıyor; ikisi de Pakistan’ın kalbi olan Punjab’da. Bahawalpur, Jaish-e-Mohammed’in karargahına ev sahipliği yapıyor ve Murdike, Leşker-i Tayyibe’nin üssü olarak biliniyor. Hindistan bu yerlere birden fazla saldırı düzenledi. Saldırıların, saldırı sonrası hava muharebesi sırasında düşman topraklarında bir jetinin düşürüldüğü 2019 Balakot saldırısının aksine, Hindistan hava sahasından başlatıldı. Bu sefer Hindistan daha geniş, daha sofistike ve sonuç odaklı saldırılar başlattı.
Geçmişte Hindistan, terör saldırıları nedeniyle Pakistan’ı diplomatik ve ekonomik yollarla cezalandırmaya çalıştı. Ancak 2016’dan itibaren oyunun kurallarını yeniden yazdı: Ekonomik ve diplomatik cezalar için adımlar devam edecek, ancak doğrudan askeri yanıt eklenecek. Nükleer silahlar sınırlı sınır ötesi saldırıları caydırmayacak. Bu riskli bir yol, ancak Hindistan son yıllarda daha büyük bir risk iştahı gösterdi. Bu yaklaşımı Sindoor Operasyonu’nda güçlendirmeye çalıştı.
Peki ne değişti? Dünya. Ve daha da önemlisi, Pakistan.
Bölgedeki stratejik dengeyi birkaç faktör değiştirdi. Jammu ve Keşmir, Hindistan’a daha fazla entegre oldu ve siyasi süreçler onu normale doğru itti. Seçimler yapıldı. Turizm gelişti. Normalleşme anlatısı oluştu. Merkez baskısı arttı. Halk daha da yabancılaştı. Ve Hindistan’ı çevreleyen jeopolitik ortam daha tehlikeli hale geldi.
Kuzeyde, Çin’in 2020’de Ladakh’a yaptığı müdahale önemli bir tırmanışa işaret etti, ancak son zamanlardaki geri çekilme bir rahatlama belirtisi sunuyor. Başka yerlerde, Gazze’den Ukrayna’ya kadar komşular arasındaki küresel çatışmalar tehdit algılarını değiştirdi ve uluslararası ilgiyi tüketti. ABD, geleneksel güvenlik varsayımlarını akışkan halde bıraktı.
En önemlisi, Pakistan’daki değişimler Hindistan’a olan düşmanlığını artırdı. İstihbarat başkanı olarak Pulwama saldırısının gerçekleştiği General Asim Munir, 2022’de ordu komutanı olarak görevi devraldı ve işlevsiz bir ulusa başkanlık etti. Çökmekte olan bir ekonomi, hapse atılmış bir halk lideri ve askeri kuruma karşı kamuoyunun nefreti, istikrarsız bir karışım üretti.
22 Eylül 1965’te, o zamanlar Ayub Khan hükümetinin bir parçası olan Zülfikar Ali Butto, BM Güvenlik Konseyi’nde yaptığı bir konuşmada, Pakistan’ın Hindistan’a karşı “1.000 yıl boyunca savaşacağını” ilan etti. Yıllar sonra, (daha sonra idam edilen) Başbakan Butto’yu devirerek 1977’de bir darbeyle iktidarı ele geçiren General Ziyaülhak, Butto’nun “1.000 yıllık savaşını”, Hindistan’ı kanatmaya devam etmek için militanlık ve sızma ile düşük yoğunluklu ve alt konvansiyonel savaş kullanarak “Bin Kesikle Hindistan’ı Kana Bulama” doktrinine dönüştürdü. Pakistan, Bangladeş’in kurulduğu 1971 savaşında ciddi bir yenilgi aldı. Konvansiyonel savaşta başarısız olan Pakistan ordusu, bu dolaylı yaklaşıma yöneldi. Doktrin, Sovyetlerin Afganistan’dan çekilmesinden sonra ivme kazandı. Pakistan, ABD ve Suudi Arabistan’ın desteğiyle, Afganistan’da ülkenin komünist rejimine ve Sovyet destekçilerine karşı ‘Bin Kesik’ taktiğini başarıyla uyguladı. Pakistan ve ABD destekli mücahitlerin bin kesiğiyle kan kaybeden güçlü Sovyet birlikleri, 1989’da Afganistan’dan çekildi.
Aynı yıl, Keşmir vadisinde militanlığın artışının başlangıcına işaret etti. 2000’lerin başında ülkenin diğer bölgelerine yayıldı. Hindistan Parlamentosu Aralık 2001’de saldırıya uğradı ve 2008’de ülkenin ticari merkezi olan Mumbai büyük bir terörist saldırıya uğradı. O zamana kadar, Pakistan’ın güvenlik teşkilatıyla yakın bağlantıları olan iki Hindistan karşıtı grup JeM ve LeT, Pakistan’da yaygın ağlar kurmuştu. Çoğunluğu sivil turistlerden oluşan 26 kişinin teröristler tarafından vahşice vurulduğu 22 Nisan 2025’teki Pahalgam katliamı, Hindistan’a göre yine bu ‘Bin Kesik’ doktrininin Rawalpindi’nin stratejik düşüncesinde canlı kalmaya devam ettiğinin en son işareti olarak algılandı. Saldırı, Pakistan’ın askeri şefi General Asim Munir’in “Keşmir bizim şah damarımızdır” demesinden birkaç gün sonra gerçekleşti. Bu, saldırıyı Pakistan’a bağlayan ama kanıt sunamayan Hindistan’ın tartışmalı bir dayanak noktası oldu. Hindistan’ın Leşker-i Tayyibe’nin bir cephesi olduğuna inandığı Direniş Cephesi (TRF), başlangıçta saldırının sorumluluğunu üstlendi ancak daha sonra herhangi bir rolü olduğunu reddetti.
Pakistan, Hindistan ile ilişkileri bir savaş olarak gören bir ordu tarafından yönetiliyor. Pakistan ordusunun hedefleri hâlâ aynı: Düşmandan (Hindistan) bir parça toprak (Jammu ve Keşmir) almaya çalışmak – ya da en azından düşmanı melez savaş yoluyla zayıflatmak. Belki siviller yönetimde olsaydı, ülke ekonomik kalkınmaya daha fazla odaklanırdı.
Bu arada Pakistan ile Rusya’nın davranışları arasında ilginç bir benzerlik var: İrredantizm. Hindistan, Jammu ve Keşmir’in tamamen kendisine ait olduğunu söylerken Pakistan, onu özgürleştirmek istiyormuş gibi Jammu ve Keşmir’in bağımsızlığı için savaştığını iddia ediyor. Pakistan, Jammu ve Keşmir’in Pakistan kontrolündeki kısmına “Azad” yani bağımsız adını veriyor. Pakistan, Keşmir’in bu bölgesinin kendi başbakanı ve cumhurbaşkanı olan bağımsız bir devlet olduğu kurgusunu sürdürüyor. Elbette Azad Jammu ve Keşmir gibi bir devleti kimse tanımıyor. Pakistan’ın kendisi dahi tanımıyor. Tamamen Pakistan kontrolündeki bir bölge. Bu Azad Keşmir, Donetsk ve Luhansk’ın Rusya’dan bağımsızlığı kadar bağımsız. Pakistan bu nedenle Keşmir’in kurtarılmasını misyonu (ve aynı zamanda Hindistan’ı zayıflatmanın bir aracı) haline getirdi. Gerçek şu ki artık bir tarafın diğerine ait Keşmir topraklarını ele geçirmesi neredeyse imkansız görünüyor: Her iki taraf da nükleer silahlara sahipken bu mümkün değil…
2016’ya kadar Hindistan’ın Pakistan’a bağladığı terör saldırılarıyla başa çıkma stratejisi büyük ölçüde üç önleme dayanıyordu: Pakistan’ı uluslararası alanda izole etmeye yönelik diplomatik çabalar, terör finansmanıyla ilgili ekonomik cezalar ve Pakistan’a terör ağlarına karşı baskı yapması yönünde baskı. Ve 2025: Gerilimler azalsa dahi, Hindistan-Pakistan ilişkileri kökten değişti. Hindistan, terör saldırılarına askeri olarak yanıt verdiği “yeni bir normal” oluşturdu. Bu, her iki ulusun stratejik dayanıklılığını test edecek uzun bir oyun. Hindistan’ın stratejisi uzun vadeli: Pakistan’ın konvansiyonel tepkisinin Hindistan’ın başlangıçta tahmin ettiğinden daha güçlü olmasına karşın Hindistan, Pakistan’ın uzun süreli bir Hint konvansiyonel saldırısını sürdürme kapasitesinin sınırlı olduğuna inanıyor. Bu arada Kontrol Hattı ateşkesi, muhtemelen yıpranacak olmasına karşın resmi olarak iptal edilmedi. Ve hacılar için Kartarpur koridoru kapatılmadı. Bu, kalibre edilmiş bir stratejiye işaret ediyor; iddialı ama pervasız değil.
Yazı dizisinin ikinci bölümünde bu krizden çıkan sonuçları işleyeceğiz.
-
Dünya Basını1 hafta önce
Çin’de üretilen güneş panelleri ve bataryalar neden bu kadar ucuz?
-
Amerika1 hafta önce
İki İsrail elçiliği çalışanını öldüren Elias Rodriguez manifesto yazmış
-
Görüş1 hafta önce
Çin-Afrika enerji işbirliği: Kurak bölgelerin temiz enerji vahalarına dönüşümü
-
Dünya Basını2 hafta önce
Fas, Batı Afrika’da imparatorluk inşa ediyor
-
Ortadoğu2 hafta önce
Robert Ford: Ahmed Şara ile 2023’te İdlib’de görüştüm
-
Görüş2 hafta önce
Trump’ın Orta Doğu’daki ‘hasat turu’ dolu dolu sona erdi
-
Görüş2 hafta önce
İspanya’dan Türkiye’ye bakmak
-
Dünya Basını2 hafta önce
Dani Rodrik: Merkantilizm o kadar da kötü değil ama Trump’ınki en kötüsü