Dünya Basını
Foreign Affairs: ABD’ye rağmen Hamas’ın parçası olduğu Filistin devletini kurma zamanı

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin “yeniden canlandırıp” İsrail ile masaya oturmaya ve Gazze’yi “yönetmeye” muktedir hale getirmeye çalıştığı Filistin Yönetimi’nin ömrünün tamamlandığı iddiasına dayanıyor. Makaleye göre Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi kuruluşundan itibaren sürdürülemez statükonun koruyucusu olmaya mahkumdu ve öyle oldu. Artık, Filistin Yönetimi ve Hamas’ın da dahil olduğu Filistin devletini kurmanın zamanı geldi. Bu kuruluş süreci FKÖ içinden başlamalı. Makaleye göre, ABD ve İsrail’in bu devleti tanımayacak olmasına rağmen kurulacak devlet ve onun hükümeti “Filistinlilere yeni ve daha iyi yapılar inşa etme, liderlerine olan güveni ve dünyanın saygısını yeniden kazanma şansı sunacak. Devlet tüm Filistinli grupları kapsayacak ve ortak noktaların bulunup farklılıkların çözülebileceği bir forum işlevi görecek.”
ABD’ye rağmen Hamas’ın da bir parçası olduğu bağımsız Filistin devletinin kurulması gerektiği fikrinin işlendiği makalenin yayınlandığı mecra daha ilgi çekici: ABD’nin dış politikasının şekillenmesinde etkin rol oynayan Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) yayın organı Foreign Affairs.
***
Filistin Davası
Filistin Yönetimi Amacını Aştı-Devlet Zamanı Geldi
RAJA KHALIDI
Gazze Şeridi’ndeki acımasız savaşın ilk haftalarından bu yana Washington, Filistin Yönetimi’nde reform yapılmasının bölgede savaş sonrası yönetimin vazgeçilmez bir parçası olduğu fikrine aşırı derecede önem verdi. ABD ile Arap ve Avrupalı müttefikleri, savaş sona erdiğinde Gazze’nin yönetiminden ne Hamas’ın ne de İsrail’in sorumlu olmasını istiyor. Bu görev için varsayılan aday, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından 1990’larda İsrail-Filistin çatışmasına iki devletli bir çözüm getirmeyi amaçlayan bir dizi anlaşma olan Oslo barış anlaşmaları sırasında yönetim organı olarak kurulan Filistin Yönetimi.
Filistin Yönetimi, Filistinlilerin siyasi bölünmesinin ardından 2006 yılında Gazze’den büyük ölçüde çekildi, Batı Şeria’nın bir bölümünü yönetmeye devam ediyor. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas 14 Mart’ta, iki bölgeyi siyasi, idari ve ekonomik olarak yeniden birleştirmek amacıyla yeni bir Filistin hükümeti kurması için teknokrat bir başbakan atadı – nihai hedef ise yıkıma uğramış Gazze Şeridi’ni yeniden inşa etmekti. Ancak bugün Filistin Yönetimi’nin böylesine köklü bir değişim için bir araç olarak uygunluğu şüpheli.
Filistin Yönetimi’nin yenileneceğine olan inanç hayalperestlik sınırında. Filistin Yönetimi, İsrail-Filistin barış sürecini andıran her şeyin on yıl önce çökmesinden bu yana giderek daha etkisiz hale geldi. Filistinlilerin çoğu tarafından güvenilmeyen Filistin Yönetimi, hem dostları hem de düşmanları tarafından yolsuzluğa bulaşmış olarak görülüyor. Son anketlere göre 88 yaşındaki başkan otokratikleşti ve Filistinliler arasında ona olan destek her zamankinden daha düşük. Yasama meclisinin yokluğunda Abbas 15 yıldır kararnamelerle yönetiyor. Abbas savaştan çok önce Filistinlilerden, Arap ülkelerinden ve Biden yönetiminden yetkilerinin bir kısmını bırakması yönünde artan bir baskıyla karşı karşıyaydı.
Filistin Yönetimi’nin Gazze’yi yönetmekle görevlendirilebilmesi için kendisini reforme etmesi gerektiğini savunanlar asıl meseleyi gözden kaçırıyor. 2005’te bir dönem için seçilen ve hiçbir zaman meşru bir şekilde yenilenmeyen Abbas’ın yönetiminde birbirini izleyen başbakanlar ellerinden gelen her türlü reformu denediler ama sonuç alamadılar. Filistin Yönetimi’nin asıl sorunu sadece icraat ya da personel meselesi değil. Filistin Yönetimi raf ömrünü çoktan doldurdu. Meşruiyet eksikliği ve doğasında var olan zayıflığı nedeniyle günleri uzun zamandır sayılı: Filistin Yönetimi, yönetecek egemen bir devleti olmayan bir hükümet. Onun durumunda, büyük sorumluluğu ancak çok az gücü var. Planlandığı gibi kendi kaderini tayin etmeye yönelik geçici bir araç değil, sürdürülemez statükonun koruyucusu olmaya mahkumdu. Özgürleşmenin değil, boyun eğdirmenin bir aracı haline geldi.
Filistin halkı, Filistin Yönetimi’nin bir yönetim otoritesi olarak uygunluğuna dair gerçekçi olmayan varsayımları desteklemek yerine, bu nadir dayanışma anından yararlanarak on yıllardır taahhüt ettikleri ve inkar ettikleri şeyi yaratmalı. Bugün, tek taraflı ve kolektif olarak “Filistin devletini” kimliklerinin, eylemliliklerinin ve ortak kaderlerinin siyasi tezahürü olarak benimseyerek birleşebilirler. Filistinliler on yıllardır kurtuluş örgütleri tarafından temsil ediliyordu, ancak bugün devlet, dünya çapındaki 14 milyon Filistinlinin ulusal evi olarak hizmet edebilecek tek varlık haline geldi.
Filistin devleti, Filistinlilerin hayal gücünde ve kendi yasallıklarında zaten yerleşik. FKÖ, 1988’de kuruluşunu hedef olarak ilan etti ve 2012’de BM’ye gözlemci olarak üye oldu. Ancak FKÖ Batı Şeria’da Filistin Yönetimi adı altında, Hamas ise Gazze’de bir Filistin Yönetimi aracılığıyla yönetime devam ederken hem İsrail hem de ABD bir Filistin devletinin önünde durdu. Bu açıkça felaket reçetesiydi ve Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarına inkar edilemez bir şekilde katkıda bulundu.
Filistin Yönetimi, Filistin devletine giden yolda geçici bir organ olarak kurulmuştu. Artık amacına ulaştığını kabul etmenin zamanı geldi. Filistin devleti çatısı altında yeni kurumlar inşa etmek adına eski kurumların tasfiye edilmesi Filistinlileri birleştirebilir, temsiliyetlerini yenileyebilir ve siyasetlerine meşruiyet ve hesap verebilirlik kazandırabilir.
BOZULDUYSA
FKÖ 1994 yılında Filistin Yönetimi’ni kurdu ve İsrail ile bağışçı ülkeler tarafından 2000 yılındaki kalıcı statü müzakerelerinde bağımsız bir Filistin devleti ortaya çıkana kadar görev yapacak geçici bir özyönetim olarak tanındı. Bu plan Oslo barış sürecinin bir parçasıydı. Ancak Filistin Yönetimi’nin sadece beş yıl sürmesi öngörülüyordu. Ve 1994’ten bu yana çok şey değişti: 2000 yılındaki Camp David zirvesi çöktü. FKÖ’nün lideri Yasir Arafat öldü ve yerine Abbas geçti. İsrail’in de dahil olduğu birçok savaş on binlerce insanın hayatına mal oldu. İsrail Doğu Kudüs’te ve Batı Şeria’nın geri kalanında yerleşim inşaatlarını hızlandırdı.
Filistinliler yirmi yıla yakın bir süredir Batı Şeria’da FKÖ ve Gazze Şeridi’nde Hamas arasında bölünmüş durumda. Hamas 2006 yılında yasama meclisi seçimlerinde El Fetih’e karşı zafer kazanarak iki grup arasında ölümcül bir mücadele başlattı. El Fetih devletleşmeye giden yol olarak (başarısız) müzakereleri tercih ederken, Hamas (feci bir şekilde) silahlı mücadelenin kurtuluşa ulaşmak için bir seçenek olması gerektiğine inanıyor. 2017’de Hamas, İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına dayalı bir Filistin devletini kabul edecek şekilde tüzüğünde değişiklik yaptı ancak El Fetih’in demokratik seçimlerde güç kaybetme korkusu, Arap ülkelerinin sponsorluğunda tekrarlanan ulusal uzlaşma görüşmelerinde ilerlemeyi engellemeye devam etti. Bu bölünmenin derinleştirilmesinde ne İsrail ne de ABD masum.
Filistin Yönetimi’nin hantal ve popüler olmayan bir yapıya bürünmesi şaşırtıcı değil. Filistinli araştırmacı Halil Şikaki’ye göre geçen Aralık ayı itibariyle Filistinlilerin yaklaşık yüzde 60’ı Filistin Yönetimi’nin feshedilmesi gerektiğini düşünüyordu. Filistinlilerin büyük çoğunluğu Abbas ve kadrolarının liderliği, diktatör olarak değil kurumlar aracılığıyla yönetecek genç bir nesle devretmesi gerektiğine inanıyor. Abbas yaklaşık yirmi yıldır Filistin Yönetimi’ni yönetiyor ve en son 2021’de seçimleri erteledi. Abbas uzmanların, siyasi müttefiklerin veya astlarının tavsiyelerine pek aldırış etmeden, sırdaşlarından oluşan kapalı bir çevre aracılığıyla yönetiyor. Filistin Yönetimi de giderek şişmiş durumda. Filistin Yönetimi’nin 25 bakanlığı, bir düzine kamu kurumu ve 147 bin memuru var; ancak halka temel hizmetleri zar zor sağlayabiliyor. Filistinliler daha iyisini hak ediyor ve yapabilirler.
Dünyanın kendi kaderlerine karışmasını izleyen Filistinliler için en endişe verici olanı, ABD’li siyasetçiler arasında, siyasi gruplardan bağımsız teknokrat bir liderin getirilmesinin Filistin Yönetimi’ni bir şekilde düzeltecek sihirli değnek olacağı yönündeki yaygın kanı. Filistin Yönetimi’nin sorunları parça parça reformlar, yeni yasalar ya da bir dizi bakandan daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Bugün medyanın bir sonraki başkanın ya da bakanın kim olacağına ilişkin çılgınlığı asıl meseleyi gözden kaçırıyor. Mesele personel değil, yapılarla ilgili.
Filistinliler, Filistin Yönetimi’ni defalarca reforma tabi tuttular ama bunun karşılığında pek bir şey elde edemediler. Örneğin 2006’dan 2012’ye kadar Başbakan Salam Fayyad sözde bir devlet-kurum inşası gündemi izledi. Filistin Yönetimi kurumlarını güçlendirdiği takdirde Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun bu kurumları “devlet olmaya hazır” olarak onaylayacağını ve İsrail’i işgali sona erdirmeye, dünyayı da Filistinlilerin haklarını tanımaya ikna edeceğini umuyordu. Fayyad’ın programı kamu maliyesi reformları ve piyasa dostu politikalar içeriyordu ancak İsrail’den anlamlı bir değişiklik gelmedi. O zamandan beri diğer başbakanlar bu yaklaşımdan uzaklaştılar ancak kötü yönetimden, vasat hizmetlerden ve kayırmacı, tepeden bakan bir kamu hizmetinden giderek daha fazla hoşnutsuzluk duyan Filistin halkına yanıt vermek için ellerinde çok az araç vardı.
Bazı Filistin Yönetimi reformları başarılı oldu. Arafat anayasayı değiştirerek başkanlık ve başbakanlık yetkilerini birbirinden ayırdı ve Fransa’daki sisteme benzer bir sisteme doğru ilerledi. Bu bazı denge ve denetleme mekanizmaları yaratması açısından önemliydi ancak Abbas kendi gücüne getirilen sınırlamaların çoğunu görmezden geldi. Filistin Yönetimi temel kamu hizmetleri ve altyapı hizmetlerini sağlıyor ve toplumsal taleplere yanıt vermeye çalışıyor ancak değişimi gerçekleştirecek yetki ve güvenilirlikten yoksun. Filistin Yönetimi’nin yasama organı, Batı Şeria ve Gazze’nin yönetim makamlarının 2007’de ayrılmasından bu yana toplanmadı. O zamandan beri Filistin Yönetimi yasaları bakanlık tavsiyesi ve başkanlık kararnamesi ile yapılıyor ve bu da yasal bir karmaşa yaratıyor.
Abbas yönetimindeki birleşik güvenlik gücü, Batı Şeria’nın Filistin Yönetimi kontrolündeki bölgelerde ikinci intifadanın kanunsuzluğuna son verdi ve bu güç Abbas’ın Filistin Yönetimi’nin ana yetki alanını yönetme kabiliyetinde bir değer olmaya devam ediyor. Filistin Yönetimi’nin sivil işlevlerinin zayıflığı, Filistin içi kanun ve düzeni sağlayan ancak İsrail’in askeri operasyonları ve yerleşimcilerin saldırıları karşısında kenara çekilen güçlü güvenlik güçleriyle tezat oluşturuyor. Bu da Filistin Yönetimi’nin İsrail’in işgal sisteminde bir çarktan fazlası olmadığı şeklindeki popüler imajını pekiştiriyor.
Filistin Yönetimi ekonomik ve mali açıdan da sıkıntı çekiyor. Filistin ekonomisi kritik ölçüde İsrail’deki işlere ve İsrail tarafından kontrol edilen gelirlere bağımlı ki bu gelirler milli gelirin üçte birinden fazlasını oluşturuyor ve şu anda eş zamanlı olarak çökmüş durumda. Ekim ayından bu yana İsrail, daha önce İsrail’de çalışan 180 bin Filistinlinin çoğunun ülkeye girişini yasaklarken, aşırılık yanlısı İsrail Maliye Bakanı da Gazze’deki çalışanlarına maaş ve emekli maaşı ödediği için cezalandırmak amacıyla Filistin Yönetimi’ne vergi fonu aktarmıyor. Filistin Yönetimi’nin amacının ve gücünün son kalıntısı olan Gazze’de veya Batı Şeria’da kamu sektörü maaşlarının tamamını ödeyeceğine artık güvenilemez.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Filistin Yönetimi yeniden canlandırılamayacak, reforme edilemeyecek ya da yeniden yapılandırılamayacak kadar işlevsiz. FKÖ artık 14 milyon Filistinlinin tamamını temsil ettiğini iddia edemez. Hamas ve direniş grupları da Gazze’nin tozu dumanı dindikten sonra yönetimi üstlenemezler çünkü örgütsel olarak ezilmiş görünüyorlar. Filistin halkının etkin ve dürüst bir hükümete ihtiyacı var ve bunu hak ediyor.
Başarısızlıkla lekelenmemiş tek meşru Filistin siyasi varlığı Filistin devletidir. Dünya ulusları arasındaki yerini almak için hazırda bekliyor. El Fetih ve FKÖ’nün yanı sıra direniş gruplarından da dahil Filistinli siyasi liderlerin Filistin Yönetimi’nden kurtulmasının tam zamanı. Tüm Filistinlileri temsil edecek ve bugün işgal altında olan Filistinlileri yarın özgür bir devlet içinde yönetecek yeni geçici Filistin devleti hükümetini desteklemeliler.
Süreç devrimci değil dönüştürücü olmalı; tıpkı Oslo’dan sonra FKÖ’nün yetkilerini Filistin Yönetimi’ne devretmesi gibi. Filistinlilerin yumuşak bir iktidar geçişine ihtiyacı var. Bu kez devlet kurma süreci Filistinli siyasi grupların yanı sıra Filistin Yönetimi ve kurumlarını da partizan olmayan daha geniş bir devlet çerçevesi içine katacak. Bu süreç, Oslo anlaşmalarının imzacısı olan ve devletin işlevlerini yerine getirebilmesi için yasal ve diplomatik temsil statüsüne sahip FKÖ bünyesinde başlamalı. Filistin Yönetimi’nin ve FKÖ’nün itibari başkanı olan Abbas, işgal altındaki toprakları yönetme yetkisine sahip geçici bir Filistin devleti hükümetinden başlayarak kurumlarını oluşturacak, uluslararası destekle harap olmuş Gazze’yi yeniden inşa edecek ve ulusal seçimlere hazırlanacak bir dizi tedbirle zamana bağlı bir devlet kuruluş sürecinin başladığını ilan etmeli.
Batı Şeria ve Gazze’nin iyi yönetişimine yönelik teknokratik düzenlemeler ancak ulusal bir siyasi diyalogun bölünme sayfasını kapatıp devlet inşasına odaklanan yeni bir sayfa açmasıyla başarıya ulaşabilir. FKÖ grupları ve Hamas tarafından oluşturulacak bir başkanlık konseyi ve (FKÖ’nün atıl durumdaki Ulusal Konseyi gibi) halka açık bir danışma meclisi aracılığıyla demokratik bir geleceğin ana hatları tartışılıp üzerinde mutabık kalınabilir ve Filistin halkına kimin liderlik etmeye en uygun olduğuna sandıkta karar verilebilir. Bu aşamada, dünyanın dört bir yanından üst düzey Filistinli hukuk uzmanları bir araya gelerek devlet için bir anayasa taslağı hazırlamalı.
Güvenlik ve dış ilişkiler devlet başkanının yetkisinde kalırken maliye, idare ve yeniden imar başbakana bağlı olmalı. 20 yıl önce kurulması gereken ancak Abbas tarafından göz ardı edilen bir denge. Bu rollerin anayasada nasıl yer alacağı başkanlık konseyi ve Ulusal Konsey gibi bir danışma organı tarafından değerlendirilebilir. Ancak daha ilk günden itibaren yeni başbakanın, seleflerinin mirasından net bir kopuş sergileme fırsatı var. Yarı sayıda bakanlıkla daha yalın bir hükümet kurabilir ve yıllardır engellenen kamu maliyesi, kamu hizmeti, sosyal ve ekonomik reformları hayata geçirebilir.
Başlangıçta, devletin yerleşik vatandaşları şu anda Filistin Yönetimi kimlik kartı ve pasaportu taşıyan 5 milyon Filistinli olmalı, ancak devlet sonunda kimliğin bir teyidi olarak dünya çapındaki Filistinli mültecilere ikameti olmaksızın vatandaşlık vermeli. Filistinliler, diaspora toplulukları ve gruplarından oluşan bir kolektif olarak değil, kendilerini anavatanlarına bağlayan bir devletin vatandaşları olarak sayılmaya başlayabilirler.
Yeni Filistin devletinin bir parçası olarak kurulacak bir hükümet, Filistin siyasetinin bugünkü parçalı yapısına kıyasla çok da maddi fayda sağlayacak gibi görünmeyebilir. Amerika Birleşik Devletleri ya da İsrail tarafından tanınması pek olası değil. İsrail işgali altında kalmaya devam edecek ve mevcut sisteme göre hiçbir diplomatik fayda sağlamayacak. Ancak yeni bir hükümet Filistinlilere yeni ve daha iyi yapılar inşa etme, liderlerine olan güveni ve dünyanın saygısını yeniden kazanma şansı sunacak. Devlet tüm Filistinli grupları kapsayacak ve ortak noktaların bulunup farklılıkların çözülebileceği bir forum işlevi görecek. Filistin devletinin kağıt üzerindeki mürekkepten daha fazlası olmasının zamanı geldi. Kendi adı altında bir hükümet kurmak, ulusal kurtuluşun uzun yürüyüşünde bir sonraki adımdır.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu6 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa6 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?