DÜNYA BASINI
Foreign Affairs: ABD’ye rağmen Hamas’ın parçası olduğu Filistin devletini kurma zamanı
Yayınlanma
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, ABD’nin “yeniden canlandırıp” İsrail ile masaya oturmaya ve Gazze’yi “yönetmeye” muktedir hale getirmeye çalıştığı Filistin Yönetimi’nin ömrünün tamamlandığı iddiasına dayanıyor. Makaleye göre Mahmud Abbas liderliğindeki Filistin Yönetimi kuruluşundan itibaren sürdürülemez statükonun koruyucusu olmaya mahkumdu ve öyle oldu. Artık, Filistin Yönetimi ve Hamas’ın da dahil olduğu Filistin devletini kurmanın zamanı geldi. Bu kuruluş süreci FKÖ içinden başlamalı. Makaleye göre, ABD ve İsrail’in bu devleti tanımayacak olmasına rağmen kurulacak devlet ve onun hükümeti “Filistinlilere yeni ve daha iyi yapılar inşa etme, liderlerine olan güveni ve dünyanın saygısını yeniden kazanma şansı sunacak. Devlet tüm Filistinli grupları kapsayacak ve ortak noktaların bulunup farklılıkların çözülebileceği bir forum işlevi görecek.”
ABD’ye rağmen Hamas’ın da bir parçası olduğu bağımsız Filistin devletinin kurulması gerektiği fikrinin işlendiği makalenin yayınlandığı mecra daha ilgi çekici: ABD’nin dış politikasının şekillenmesinde etkin rol oynayan Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) yayın organı Foreign Affairs.
***
Filistin Davası
Filistin Yönetimi Amacını Aştı-Devlet Zamanı Geldi
RAJA KHALIDI
Gazze Şeridi’ndeki acımasız savaşın ilk haftalarından bu yana Washington, Filistin Yönetimi’nde reform yapılmasının bölgede savaş sonrası yönetimin vazgeçilmez bir parçası olduğu fikrine aşırı derecede önem verdi. ABD ile Arap ve Avrupalı müttefikleri, savaş sona erdiğinde Gazze’nin yönetiminden ne Hamas’ın ne de İsrail’in sorumlu olmasını istiyor. Bu görev için varsayılan aday, Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) tarafından 1990’larda İsrail-Filistin çatışmasına iki devletli bir çözüm getirmeyi amaçlayan bir dizi anlaşma olan Oslo barış anlaşmaları sırasında yönetim organı olarak kurulan Filistin Yönetimi.
Filistin Yönetimi, Filistinlilerin siyasi bölünmesinin ardından 2006 yılında Gazze’den büyük ölçüde çekildi, Batı Şeria’nın bir bölümünü yönetmeye devam ediyor. Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas 14 Mart’ta, iki bölgeyi siyasi, idari ve ekonomik olarak yeniden birleştirmek amacıyla yeni bir Filistin hükümeti kurması için teknokrat bir başbakan atadı – nihai hedef ise yıkıma uğramış Gazze Şeridi’ni yeniden inşa etmekti. Ancak bugün Filistin Yönetimi’nin böylesine köklü bir değişim için bir araç olarak uygunluğu şüpheli.
Filistin Yönetimi’nin yenileneceğine olan inanç hayalperestlik sınırında. Filistin Yönetimi, İsrail-Filistin barış sürecini andıran her şeyin on yıl önce çökmesinden bu yana giderek daha etkisiz hale geldi. Filistinlilerin çoğu tarafından güvenilmeyen Filistin Yönetimi, hem dostları hem de düşmanları tarafından yolsuzluğa bulaşmış olarak görülüyor. Son anketlere göre 88 yaşındaki başkan otokratikleşti ve Filistinliler arasında ona olan destek her zamankinden daha düşük. Yasama meclisinin yokluğunda Abbas 15 yıldır kararnamelerle yönetiyor. Abbas savaştan çok önce Filistinlilerden, Arap ülkelerinden ve Biden yönetiminden yetkilerinin bir kısmını bırakması yönünde artan bir baskıyla karşı karşıyaydı.
Filistin Yönetimi’nin Gazze’yi yönetmekle görevlendirilebilmesi için kendisini reforme etmesi gerektiğini savunanlar asıl meseleyi gözden kaçırıyor. 2005’te bir dönem için seçilen ve hiçbir zaman meşru bir şekilde yenilenmeyen Abbas’ın yönetiminde birbirini izleyen başbakanlar ellerinden gelen her türlü reformu denediler ama sonuç alamadılar. Filistin Yönetimi’nin asıl sorunu sadece icraat ya da personel meselesi değil. Filistin Yönetimi raf ömrünü çoktan doldurdu. Meşruiyet eksikliği ve doğasında var olan zayıflığı nedeniyle günleri uzun zamandır sayılı: Filistin Yönetimi, yönetecek egemen bir devleti olmayan bir hükümet. Onun durumunda, büyük sorumluluğu ancak çok az gücü var. Planlandığı gibi kendi kaderini tayin etmeye yönelik geçici bir araç değil, sürdürülemez statükonun koruyucusu olmaya mahkumdu. Özgürleşmenin değil, boyun eğdirmenin bir aracı haline geldi.
Filistin halkı, Filistin Yönetimi’nin bir yönetim otoritesi olarak uygunluğuna dair gerçekçi olmayan varsayımları desteklemek yerine, bu nadir dayanışma anından yararlanarak on yıllardır taahhüt ettikleri ve inkar ettikleri şeyi yaratmalı. Bugün, tek taraflı ve kolektif olarak “Filistin devletini” kimliklerinin, eylemliliklerinin ve ortak kaderlerinin siyasi tezahürü olarak benimseyerek birleşebilirler. Filistinliler on yıllardır kurtuluş örgütleri tarafından temsil ediliyordu, ancak bugün devlet, dünya çapındaki 14 milyon Filistinlinin ulusal evi olarak hizmet edebilecek tek varlık haline geldi.
Filistin devleti, Filistinlilerin hayal gücünde ve kendi yasallıklarında zaten yerleşik. FKÖ, 1988’de kuruluşunu hedef olarak ilan etti ve 2012’de BM’ye gözlemci olarak üye oldu. Ancak FKÖ Batı Şeria’da Filistin Yönetimi adı altında, Hamas ise Gazze’de bir Filistin Yönetimi aracılığıyla yönetime devam ederken hem İsrail hem de ABD bir Filistin devletinin önünde durdu. Bu açıkça felaket reçetesiydi ve Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırılarına inkar edilemez bir şekilde katkıda bulundu.
Filistin Yönetimi, Filistin devletine giden yolda geçici bir organ olarak kurulmuştu. Artık amacına ulaştığını kabul etmenin zamanı geldi. Filistin devleti çatısı altında yeni kurumlar inşa etmek adına eski kurumların tasfiye edilmesi Filistinlileri birleştirebilir, temsiliyetlerini yenileyebilir ve siyasetlerine meşruiyet ve hesap verebilirlik kazandırabilir.
BOZULDUYSA
FKÖ 1994 yılında Filistin Yönetimi’ni kurdu ve İsrail ile bağışçı ülkeler tarafından 2000 yılındaki kalıcı statü müzakerelerinde bağımsız bir Filistin devleti ortaya çıkana kadar görev yapacak geçici bir özyönetim olarak tanındı. Bu plan Oslo barış sürecinin bir parçasıydı. Ancak Filistin Yönetimi’nin sadece beş yıl sürmesi öngörülüyordu. Ve 1994’ten bu yana çok şey değişti: 2000 yılındaki Camp David zirvesi çöktü. FKÖ’nün lideri Yasir Arafat öldü ve yerine Abbas geçti. İsrail’in de dahil olduğu birçok savaş on binlerce insanın hayatına mal oldu. İsrail Doğu Kudüs’te ve Batı Şeria’nın geri kalanında yerleşim inşaatlarını hızlandırdı.
Filistinliler yirmi yıla yakın bir süredir Batı Şeria’da FKÖ ve Gazze Şeridi’nde Hamas arasında bölünmüş durumda. Hamas 2006 yılında yasama meclisi seçimlerinde El Fetih’e karşı zafer kazanarak iki grup arasında ölümcül bir mücadele başlattı. El Fetih devletleşmeye giden yol olarak (başarısız) müzakereleri tercih ederken, Hamas (feci bir şekilde) silahlı mücadelenin kurtuluşa ulaşmak için bir seçenek olması gerektiğine inanıyor. 2017’de Hamas, İsrail’in 1967 öncesi sınırlarına dayalı bir Filistin devletini kabul edecek şekilde tüzüğünde değişiklik yaptı ancak El Fetih’in demokratik seçimlerde güç kaybetme korkusu, Arap ülkelerinin sponsorluğunda tekrarlanan ulusal uzlaşma görüşmelerinde ilerlemeyi engellemeye devam etti. Bu bölünmenin derinleştirilmesinde ne İsrail ne de ABD masum.
Filistin Yönetimi’nin hantal ve popüler olmayan bir yapıya bürünmesi şaşırtıcı değil. Filistinli araştırmacı Halil Şikaki’ye göre geçen Aralık ayı itibariyle Filistinlilerin yaklaşık yüzde 60’ı Filistin Yönetimi’nin feshedilmesi gerektiğini düşünüyordu. Filistinlilerin büyük çoğunluğu Abbas ve kadrolarının liderliği, diktatör olarak değil kurumlar aracılığıyla yönetecek genç bir nesle devretmesi gerektiğine inanıyor. Abbas yaklaşık yirmi yıldır Filistin Yönetimi’ni yönetiyor ve en son 2021’de seçimleri erteledi. Abbas uzmanların, siyasi müttefiklerin veya astlarının tavsiyelerine pek aldırış etmeden, sırdaşlarından oluşan kapalı bir çevre aracılığıyla yönetiyor. Filistin Yönetimi de giderek şişmiş durumda. Filistin Yönetimi’nin 25 bakanlığı, bir düzine kamu kurumu ve 147 bin memuru var; ancak halka temel hizmetleri zar zor sağlayabiliyor. Filistinliler daha iyisini hak ediyor ve yapabilirler.
Dünyanın kendi kaderlerine karışmasını izleyen Filistinliler için en endişe verici olanı, ABD’li siyasetçiler arasında, siyasi gruplardan bağımsız teknokrat bir liderin getirilmesinin Filistin Yönetimi’ni bir şekilde düzeltecek sihirli değnek olacağı yönündeki yaygın kanı. Filistin Yönetimi’nin sorunları parça parça reformlar, yeni yasalar ya da bir dizi bakandan daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. Bugün medyanın bir sonraki başkanın ya da bakanın kim olacağına ilişkin çılgınlığı asıl meseleyi gözden kaçırıyor. Mesele personel değil, yapılarla ilgili.
Filistinliler, Filistin Yönetimi’ni defalarca reforma tabi tuttular ama bunun karşılığında pek bir şey elde edemediler. Örneğin 2006’dan 2012’ye kadar Başbakan Salam Fayyad sözde bir devlet-kurum inşası gündemi izledi. Filistin Yönetimi kurumlarını güçlendirdiği takdirde Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun bu kurumları “devlet olmaya hazır” olarak onaylayacağını ve İsrail’i işgali sona erdirmeye, dünyayı da Filistinlilerin haklarını tanımaya ikna edeceğini umuyordu. Fayyad’ın programı kamu maliyesi reformları ve piyasa dostu politikalar içeriyordu ancak İsrail’den anlamlı bir değişiklik gelmedi. O zamandan beri diğer başbakanlar bu yaklaşımdan uzaklaştılar ancak kötü yönetimden, vasat hizmetlerden ve kayırmacı, tepeden bakan bir kamu hizmetinden giderek daha fazla hoşnutsuzluk duyan Filistin halkına yanıt vermek için ellerinde çok az araç vardı.
Bazı Filistin Yönetimi reformları başarılı oldu. Arafat anayasayı değiştirerek başkanlık ve başbakanlık yetkilerini birbirinden ayırdı ve Fransa’daki sisteme benzer bir sisteme doğru ilerledi. Bu bazı denge ve denetleme mekanizmaları yaratması açısından önemliydi ancak Abbas kendi gücüne getirilen sınırlamaların çoğunu görmezden geldi. Filistin Yönetimi temel kamu hizmetleri ve altyapı hizmetlerini sağlıyor ve toplumsal taleplere yanıt vermeye çalışıyor ancak değişimi gerçekleştirecek yetki ve güvenilirlikten yoksun. Filistin Yönetimi’nin yasama organı, Batı Şeria ve Gazze’nin yönetim makamlarının 2007’de ayrılmasından bu yana toplanmadı. O zamandan beri Filistin Yönetimi yasaları bakanlık tavsiyesi ve başkanlık kararnamesi ile yapılıyor ve bu da yasal bir karmaşa yaratıyor.
Abbas yönetimindeki birleşik güvenlik gücü, Batı Şeria’nın Filistin Yönetimi kontrolündeki bölgelerde ikinci intifadanın kanunsuzluğuna son verdi ve bu güç Abbas’ın Filistin Yönetimi’nin ana yetki alanını yönetme kabiliyetinde bir değer olmaya devam ediyor. Filistin Yönetimi’nin sivil işlevlerinin zayıflığı, Filistin içi kanun ve düzeni sağlayan ancak İsrail’in askeri operasyonları ve yerleşimcilerin saldırıları karşısında kenara çekilen güçlü güvenlik güçleriyle tezat oluşturuyor. Bu da Filistin Yönetimi’nin İsrail’in işgal sisteminde bir çarktan fazlası olmadığı şeklindeki popüler imajını pekiştiriyor.
Filistin Yönetimi ekonomik ve mali açıdan da sıkıntı çekiyor. Filistin ekonomisi kritik ölçüde İsrail’deki işlere ve İsrail tarafından kontrol edilen gelirlere bağımlı ki bu gelirler milli gelirin üçte birinden fazlasını oluşturuyor ve şu anda eş zamanlı olarak çökmüş durumda. Ekim ayından bu yana İsrail, daha önce İsrail’de çalışan 180 bin Filistinlinin çoğunun ülkeye girişini yasaklarken, aşırılık yanlısı İsrail Maliye Bakanı da Gazze’deki çalışanlarına maaş ve emekli maaşı ödediği için cezalandırmak amacıyla Filistin Yönetimi’ne vergi fonu aktarmıyor. Filistin Yönetimi’nin amacının ve gücünün son kalıntısı olan Gazze’de veya Batı Şeria’da kamu sektörü maaşlarının tamamını ödeyeceğine artık güvenilemez.
YENİ BİR BAŞLANGIÇ
Filistin Yönetimi yeniden canlandırılamayacak, reforme edilemeyecek ya da yeniden yapılandırılamayacak kadar işlevsiz. FKÖ artık 14 milyon Filistinlinin tamamını temsil ettiğini iddia edemez. Hamas ve direniş grupları da Gazze’nin tozu dumanı dindikten sonra yönetimi üstlenemezler çünkü örgütsel olarak ezilmiş görünüyorlar. Filistin halkının etkin ve dürüst bir hükümete ihtiyacı var ve bunu hak ediyor.
Başarısızlıkla lekelenmemiş tek meşru Filistin siyasi varlığı Filistin devletidir. Dünya ulusları arasındaki yerini almak için hazırda bekliyor. El Fetih ve FKÖ’nün yanı sıra direniş gruplarından da dahil Filistinli siyasi liderlerin Filistin Yönetimi’nden kurtulmasının tam zamanı. Tüm Filistinlileri temsil edecek ve bugün işgal altında olan Filistinlileri yarın özgür bir devlet içinde yönetecek yeni geçici Filistin devleti hükümetini desteklemeliler.
Süreç devrimci değil dönüştürücü olmalı; tıpkı Oslo’dan sonra FKÖ’nün yetkilerini Filistin Yönetimi’ne devretmesi gibi. Filistinlilerin yumuşak bir iktidar geçişine ihtiyacı var. Bu kez devlet kurma süreci Filistinli siyasi grupların yanı sıra Filistin Yönetimi ve kurumlarını da partizan olmayan daha geniş bir devlet çerçevesi içine katacak. Bu süreç, Oslo anlaşmalarının imzacısı olan ve devletin işlevlerini yerine getirebilmesi için yasal ve diplomatik temsil statüsüne sahip FKÖ bünyesinde başlamalı. Filistin Yönetimi’nin ve FKÖ’nün itibari başkanı olan Abbas, işgal altındaki toprakları yönetme yetkisine sahip geçici bir Filistin devleti hükümetinden başlayarak kurumlarını oluşturacak, uluslararası destekle harap olmuş Gazze’yi yeniden inşa edecek ve ulusal seçimlere hazırlanacak bir dizi tedbirle zamana bağlı bir devlet kuruluş sürecinin başladığını ilan etmeli.
Batı Şeria ve Gazze’nin iyi yönetişimine yönelik teknokratik düzenlemeler ancak ulusal bir siyasi diyalogun bölünme sayfasını kapatıp devlet inşasına odaklanan yeni bir sayfa açmasıyla başarıya ulaşabilir. FKÖ grupları ve Hamas tarafından oluşturulacak bir başkanlık konseyi ve (FKÖ’nün atıl durumdaki Ulusal Konseyi gibi) halka açık bir danışma meclisi aracılığıyla demokratik bir geleceğin ana hatları tartışılıp üzerinde mutabık kalınabilir ve Filistin halkına kimin liderlik etmeye en uygun olduğuna sandıkta karar verilebilir. Bu aşamada, dünyanın dört bir yanından üst düzey Filistinli hukuk uzmanları bir araya gelerek devlet için bir anayasa taslağı hazırlamalı.
Güvenlik ve dış ilişkiler devlet başkanının yetkisinde kalırken maliye, idare ve yeniden imar başbakana bağlı olmalı. 20 yıl önce kurulması gereken ancak Abbas tarafından göz ardı edilen bir denge. Bu rollerin anayasada nasıl yer alacağı başkanlık konseyi ve Ulusal Konsey gibi bir danışma organı tarafından değerlendirilebilir. Ancak daha ilk günden itibaren yeni başbakanın, seleflerinin mirasından net bir kopuş sergileme fırsatı var. Yarı sayıda bakanlıkla daha yalın bir hükümet kurabilir ve yıllardır engellenen kamu maliyesi, kamu hizmeti, sosyal ve ekonomik reformları hayata geçirebilir.
Başlangıçta, devletin yerleşik vatandaşları şu anda Filistin Yönetimi kimlik kartı ve pasaportu taşıyan 5 milyon Filistinli olmalı, ancak devlet sonunda kimliğin bir teyidi olarak dünya çapındaki Filistinli mültecilere ikameti olmaksızın vatandaşlık vermeli. Filistinliler, diaspora toplulukları ve gruplarından oluşan bir kolektif olarak değil, kendilerini anavatanlarına bağlayan bir devletin vatandaşları olarak sayılmaya başlayabilirler.
Yeni Filistin devletinin bir parçası olarak kurulacak bir hükümet, Filistin siyasetinin bugünkü parçalı yapısına kıyasla çok da maddi fayda sağlayacak gibi görünmeyebilir. Amerika Birleşik Devletleri ya da İsrail tarafından tanınması pek olası değil. İsrail işgali altında kalmaya devam edecek ve mevcut sisteme göre hiçbir diplomatik fayda sağlamayacak. Ancak yeni bir hükümet Filistinlilere yeni ve daha iyi yapılar inşa etme, liderlerine olan güveni ve dünyanın saygısını yeniden kazanma şansı sunacak. Devlet tüm Filistinli grupları kapsayacak ve ortak noktaların bulunup farklılıkların çözülebileceği bir forum işlevi görecek. Filistin devletinin kağıt üzerindeki mürekkepten daha fazlası olmasının zamanı geldi. Kendi adı altında bir hükümet kurmak, ulusal kurtuluşun uzun yürüyüşünde bir sonraki adımdır.
İlginizi Çekebilir
-
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
-
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
-
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
-
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
-
QUAD ocak ayında ilk ortak sahil güvenlik eğitimini gerçekleştirecek
-
WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya
Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:
***
İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi
Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.
Yaroslav Trofimov
Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.
Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.
İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.
Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.
Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.
Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.
Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.
İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”
Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.
Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.
1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.
Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.
Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.
2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.
Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.
Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.
Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.
Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.
Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”
Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.
Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.
Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.
Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.
Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.
Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.
Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.
Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.
Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.
Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”
Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.
Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.
Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.
DÜNYA BASINI
Esad’dan sonra sırada İran mı var?
Yayınlanma
1 hafta önce14/12/2024
Yazar
Harici.com.trÇevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.
Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.
Sırada Tahran mı var?
İran’ın güç miti paramparça oldu
Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.
26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.
İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.
İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.
ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.
Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.
Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.
Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.
Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.
Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.
Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.
Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.
¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)
DÜNYA BASINI
Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?
Yayınlanma
1 hafta önce12/12/2024
Yazar
Harici.com.trSuriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.
***
11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim
Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.
Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.
Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.
Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.
O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.
Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.
Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?
Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?
Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.
Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.
Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.
Ve giderek daha da ısınıyordu.
Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.
Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.
Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.
Esad’a diplomatik kalkan
Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.
Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.
Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.
Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.
Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”
Esad’ın Suriye’sinde Çin parası
Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.
Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.
COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.
Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.
2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.
2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.
Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.
Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.
Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.
KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.
Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.
Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?
Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.
Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.
Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.
Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.
Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.
Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”
Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.
Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.
Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.
Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.
Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.
Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.
AB liderleri, küresel ve bölgesel zorlukları ele almak üzere Brüksel’de toplandı
AfD’nin seçim programına kısa bir bakış
Çin ve Pakistan terörle mücadele tatbikatlarını tamamladı
AB ve Ukrayna, Biden’ı 2022’de Kiev’in ‘zaferine’ engel olmakla suçluyor
Trump’ın “51. eyalet” şakası Kanada’yı karıştırdı
Çok Okunanlar
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Eski Beyaz Saray yetkilisi Doran: Suriye’de İsrail ve Türkiye’nin çıkarları örtüşüyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 1
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye’de kim kazandı?
-
RUSYA2 hafta önce
Rusya’nın Suriye’deki üslerinin akıbeti ne olacak?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Ortadoğu ve “mukaddes adalet” fikri – 2
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Esad rejimi neden sadece 12 günde çöktü?
-
GÖRÜŞ1 hafta önce
Suriye hezimeti ve Rusya: Birkaç soru ve yanıt
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Şii Hilali, “Yeni Ay” Olma Yolunda