Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Foreign Affairs: İran-İsrail açık savaşı kaçınılmaz

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran ve İsrail arasında Tahran’ın ilk kez İran topraklarına doğrudan saldırı düzenlemesiyle sonuçlanan gerilimin gelecekte neye evirilebileceğine dair bazı öngörülülerde bulunuyor. İran’ın neden İsrail’e doğrudan yanıt verdiğine yanıt arayan makalede İsrail’in yanıt olarak İran’a düzenlediği küçük çaplı saldırıdan sonra bir süreliğine gerilimin azalabileceğine dikkat çekiliyor. Ancak İki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçeneğin olmadığını belirten makalede “Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır” değerlendirmesi yapılıyor.

***

İran ve İsrail’in Savaşı Gölgelerden Çıkıyor

Tahran’ın Şahinleri Neden Gerilimi Tırmandırmayı Seçti?

Afshon Ostovar

İsrail geçen gece İran’ın İsfahan kenti yakınlarındaki bir askeri hava üssünü vurdu. İranlı yetkililer ayrıca kuzeydeki Tebriz kenti yakınlarında küçük insansız hava araçlarının düşürüldüğünü iddia etti. Bu saldırılar İran topraklarına doğrudan ve aleni bir saldırı teşkil etse de İsrail’in saldırısı şu ana kadar sınırlı görünüyor. İranlı liderler topraklarına yönelik “en küçük bir saldırganlık eylemine” dahi misilleme sözü vermiş olsalar da şimdilik tepkileri sessiz görünüyor. Bombalama haberleri ve bunların küçük çaplı olması, her iki tarafın da sarmal halindeki çatışmadan çıkmaya çalışıyor olabileceğine dair değerlendirmelere yol açtı.

Yine de bu bombala ve cevap ver döngüsündeki son olaylar, Orta Doğu’da devam eden çatışmada yeni ve daha rahatsız edici bir aşamayı temsil ediyor. Geçen hafta İran’ın silahlı kuvvetlerinin en önemli kolu ve iktidar rejiminin temel direği olan Devrim Muhafızları (DMO), İsrail’in savunmasını aşmak ve ülkedeki askeri hedeflere ciddi zarar vermek amacıyla 300’den fazla alçaktan uçan insansız hava aracı, seyir füzesi ve yüksek irtifa balistik füzeden oluşan bir saldırı düzenledi. Saldırı İran’ın artan gücünü ve düşmanlarını vurma konusundaki istekliliğini gözler önüne serdi. Aynı zamanda İran’ın güvenlik kurumları içindeki şahin politikacıların hakimiyetinin de bir kanıtı oldu. Hem Devrim Muhafızları’nın üst kademelerini kontrol eden hem de genç, gelecek vaat eden subaylar arasında hâkim olan bu grup, İran’ın dış politikasında on yıllardır büyük bir etkiye sahipti ve Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar kanadının komutanı Kasım Süleymani’nin 2020’de ABD tarafından öldürülmesinden bu yana özellikle etkili hale geldi. Batı ile ilişkilerde pragmatizmi reddeden, İslam Devrimi’nin kurucu ideolojik ilkelerine derinden bağlı kalan ve özellikle de İsrail’i bir Yahudi devleti olarak yok etmek ve ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu sona erdirmek gibi uzun vadeli hedeflerini ilerletmek için İran’ın askeri gücünü ve vekil ağını kullanmaya yatırım yapan bir grup.

Bu saldırılar İran’ın İsrail topraklarına doğrudan saldırdığı ilk saldırı oldu. Yine de pek çok dış gözlemci İran’ın saldırısında bir derece ihtiyatlılık gördü. Onlara göre bu salvo bir itidal eylemiydi ve zarar vermekten ziyade kararlılık sinyali vermeyi amaçlıyordu. Ne de olsa Tahran günler öncesinden komşularını İsrail’e askeri güçle karşılık vereceği konusunda uyararak niyetini belli etmişti. İran’ın silahlarının yüzde 99’u hedeflerini vuramadığı için -çoğunlukla İsrail ve Batılı ortakları tarafından durduruldular ve İran’ın İsrail’e ateşlediği 110 balistik füzenin önemli bir kısmı (belki de yarısı) düzgün bir şekilde fırlatılmadı ya da yolda başarısız oldu- bazı dış gözlemciler İran’ın saldırısının hiçbir zaman herhangi bir zarar verme niyetinde olmadığı sonucuna vardılar. Bu görüşe göre, İran’ın eylemleri öncelikle İsrail’i mevcut çatışmayı genişletmekten caydırmayı amaçlıyordu. Tahran hem gücünü hem de iradesini sergiliyordu.

Ancak bu düşünce, İran’ın tepkisinin daha önemli bir boyutunu göz ardı ediyor: İran’ın açık bir şekilde ve bu kadar büyük ölçekte tepki vermesi. İranlı karar vericiler İsrail ile çatışmalarını gizli eylemler ya da vekiller gibi mevcut araç ve uygulamalarla ya da daha gizli bir füze saldırısıyla sürdürmeyi seçebilirdi. Sınırlı bir saldırı, İran’ın kararlılığının sinyalini verirken Devrim Muhafızları’nın kabiliyetlerini zorlamaz ve -şimdiye kadar olduğu gibi- sınırlarını ifşa etmezdi. İran ise tam tersini yaparak eşi benzeri görülmemiş bir saldırı başlattı ve İsrail’e ulaşabileceği düşünülen neredeyse her türlü silahı kullandı. Böyle bir eylem hesaplanmış bir itidal gösterisi olamaz. Aksine, operasyon Tahran’daki Devrim Muhafızları’nın şahinlerinin yükselişini ve İsrail’i doğrudan meydan okuma isteklerinin derinliğini gözler önüne serdi.

GÖLGE SAVAŞ

İran’ın yaylım ateşi görünüşte misillemeydi. İsrail’in iki hafta önce Şam’da İran konsolosluğuna ait bir binaya düzenlediği ve aralarında sekiz Devrim Muhafızları subayının da bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden olan saldırının ardından gelmişti. Tahran, İsrail saldırısını küstahça bir tırmanma eylemi olarak değerlendirdi ancak gerçekte İsrail daha önce de yüzlerce kez Suriye’deki DMO mevzilerini vurmuştu. İsrail’in 2013’ten beri yürüttüğü bu harekâtın amacı DMO’nun ülkedeki askeri varlığını güçlendirmesini engellemek ve Hizbullah ile Levant’taki diğer İsrail karşıtı militan gruplara silah sevkiyatını sekteye uğratmaktı. Dolayısıyla Suriye uzun zamandır İran ve İsrail arasındaki ilan edilmemiş savaşın ön cephelerinden biriydi. 1979 devriminin ardından İran dış politikasının radikalleşmesiyle başlayan bu çatışma, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ve yaklaşık on yıl sonra Arap Baharı’nın yol açtığı kargaşa sonrasında İran’ın etkisinin bölgeye yayılmasıyla ivme kazandı.

İran-İsrail çatışması çoğunlukla Orta Doğu’daki daha büyük savaşların gölgesinde kaldı. İran’ın bu mücadeleyi yürütmek için kullandığı başlıca yöntem, Gazze Şeridi ile Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’deki İsrail düşmanı militan gruplara gelişmiş silahlar, özellikle de füzeler ve insansız hava araçları tedarik etmek oldu. İran ayrıca Batı Şeria’daki militanlara otomatik tüfekler ve el bombaları gibi daha hafif silahlar sağlamaya çalıştı. Tahran, İsrail’i sürekli bir çatışmanın içine çekerek ve askeri harekatla kolayca yenemeyeceği düşmanlarla çevreleyerek istikrarsızlaştırmak istiyor. İran Devrim Muhafızları’nın Filistinli militan grup Hamas’a verdiği destek bu büyük stratejinin temel taşlarından biri oldu. Bu destek Hamas’ın askeri yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu ve ona geniş bir roket ve füze cephaneliği üretmesi ve bu silahları taktik ve stratejik olarak kullanması için teknoloji ve üretim yeteneği sağladı. Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül ayaklanması birçok açıdan Devrim Muhafızları’nın örtülü kampanyasının meyvesiydi. Bunu takip eden savaş, İsrail’in karşı karşıya olduğu neredeyse aşılmaz zorluğun altını çizdi. İsrail’in acımasız saldırıları Hamas’ı yok etmekte başarısız olurken on binlerce Filistinlinin öldürülmesi İsrail’in dünya çapında kınanmasına neden oldu.

İsrail, İran’ın bölgesel oyun planına karşı koymak için rejime hem dışarıda hem de içeride maliyetler yüklemeye çalıştı. Bu kampanyanın odak noktası İsrail’in İran’daki gizli faaliyetleri oldu. Muhtemelen İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından yürütülen saldırılar arasında İran’ın en iyi korunan nükleer ve askeri tesislerinin bombalanması ve üst düzey yetkililere, subaylara ve bilim adamlarına yönelik suikastlar yer aldı. Bu operasyonların belki de en cüretkarı, 2020 yılında tatilden Tahran’a dönerken uzaktan kumandalı bir makineli tüfekle öldürülen İran Devrim Muhafızları’nın en üst düzey nükleer yetkilisi Muhsin Fahrizade suikastıydı. İsrail’in böylesine hassas ve yıkıcı operasyonlar düzenleyebilmesi İran’ın iç güvenliğinin kırılganlığını defalarca gözler önüne serdi. Her saldırı bir öncekinden daha aşağılayıcı oldu, özellikle de İran bunları önleyemediği ve İsrail’e aynı şekilde karşılık veremediği için.

İran, yurtdışında önde gelen İsraillilere suikast girişimleri ve İsrail gemilerine saldırı gibi kendi kısasa kısas saldırılarıyla İsrail’i cezalandırmaya çalışsa da İsrail’e doğrudan saldırmaktan kaçındı. Bunun nedeni kısmen İsrail ve ABD ile daha geniş çaplı bir savaşa yol açabileceği endişesiydi. Devrim Muhafızları içindeki pek çok kişi böyle bir savaşı memnuniyetle karşılardı ancak rejim içindeki hâkim görüş uzun zamandır böyle bir çatışmadan sağ çıksa bile kazanamayacağı yönündeydi. Rejim içindeki daha pragmatik unsurlar da İsrail’in İran içindeki saldırılarının önemini küçümsemeye çalıştı. İsrail’in gölge savaşının başarıları İran için utanç verici olsa da İsrail’in operasyonları sınırlıydı, İran’ın stratejik programlarına anlamlı bir şekilde zarar vermedi ve İran’ın bölgesel davranışına temelden meydan okuyamadı. Uzun vadeli oyunu vurgulayan ve İran’ın düşmanlarına karşı zaferinin kaçınılmaz olduğunu düşünen dini lider Ali Hamaney’in temkinliliğinin rehberliğinde, bu göreceli pragmatistler statükonun İsrail’den çok İran’ın lehine olduğunu düşünüyorlardı.  7 Ekim’den önce İran’ın bölgesel kampanyası iyi ilerliyordu: Bölgedeki müttefikleri yükselişteydi, ABD’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyeti zayıflıyordu ve İsrail’in siyasi bölünmeleri ülkeyi sürekli olarak krize doğru itiyordu. İran’ın İsrail’le çatışması gevşek bir şekilde karşılıklı olarak oluşturulan parametreler dahilinde kaldı ve yönetilebilirdi. İran oyunun maliyetine katlanmaya istekli olduğu sürece rakiplerine karşı avantajını elinde tutmaya devam edecekti.

7 Ekim saldırıları ve Gazze’deki savaş, İran’ın elini güçlendirdi. İsrail eşi benzeri görülmemiş ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğradı, çok övündüğü savunmasının herkesin tahmin ettiğinden daha zayıf olduğu ortaya çıkmıştı. Ardından Gazze’de giriştiği kanlı kampanya hem bölgede hem de dünya genelinde Filistin davasına olan desteği yeniden canlandırdı. İsrail’e duyulan sempati, özellikle İsrail’in savaşının ve Filistinlilere yönelik muamelesinin kınandığı Batı’da giderek azaldı. İranlı yetkililer, Filistinlilere daha fazla askeri yardım sağlayarak ya da İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelerek Gazze’deki savaşın sona ermesine yardımcı olmak için acele etmediler. Aslında savaş İran’ın gündemine uygundu. Hamas’ı tehlikeye atsa da İsrail’in savaşı ülkenin imajına sürekli zarar veriyor, Batılı destekçilerinin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarıyor ve Filistin meselesini popüler bir dava olarak yeniden canlandırıyordu. Dahası, İran’ın müdahale etmesine gerek yoktu çünkü bunun yerine vekillerini kendi adına çoğunlukla sembolik saldırılar düzenlemek üzere görevlendirebilirdi. Bu amaçla Hizbullah düzenli olarak kuzey İsrail’i bombaladı ve Yemen’deki Husiler İsrail’e karşı çok sayıda başarısız füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenledi. Her ne kadar Husiler Yemen açıklarında tekrarladıkları saldırılarla küresel deniz taşımacılığını sekteye uğratmayı başarmış olsalar da İsrail’in savaş çabalarına hiçbir zarar vermediler.

İsrail’in Nisan ayında Şam’daki Devrim Muhafızları’na yönelik saldırısı İranlı yetkilileri daha zor bir seçim yapmaya zorladı. Saldırının bir İran konsolosluk binasını vurduğu düşünüldüğünden, İranlı liderler saldırıyı gerilimi artırıcı olarak değerlendirdi. Rejimin vermesi gereken bir karar vardı: ya açık bir misillemeden kaçınacak ve mevcut durumdan faydalanmaya devam edecek ya da İsrail’e güç kullanarak karşılık verecek ve potansiyel bir tuzağa düşecekti. İtidal, İran’ın İsrail’i eleştirenlerin sempatisini kazanmasına, Gazze’deki vahşete dikkat çekmeye devam etmesine ve İsrail hükümetinin daha da bataklığa saplanmasını izlemesine olanak tanıyacaktı. Açıkça ve güç kullanarak misilleme yapmak ise İsrail’i gölge savaşında iki tarafın oluşturduğu zımni parametrelerden bir kez daha sapmaktan caydırarak İran’ın daha elverişli bir statükoyu yeniden tesis etmesine yardımcı olacaktı.

Her iki yol da risk taşıyordu. İtidal, İsrail’i daha da ileri gitmeye teşvik ederek İran’ı daha sonraki bir tarihte zorlayabilir. Misilleme de riskli olabilirdi. Açık bir İran saldırısı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ABD Başkanı Joe Biden arasındaki uçurumu kapatabilir. İran’ın askeri eylemi aynı zamanda dünyanın dikkatini İsrail’in Gazze’deki tutumundan uzaklaştırabilir, suçu İsrail’den uzaklaştırabilir ve daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleyebilir. İsrail ile İran arasında çıkacak bir savaş ABD’yi de kolaylıkla yanına çekebilir ve böyle bir durumda İran’ın başarı şansı ciddi ölçüde azalır.

DOKUNMAK YASAK

Rejimin açıktan ve muazzam bir güç gösterisiyle misilleme yapma hamlesi, karar alıcıların artık itidal mantığına ikna olmadıklarının sinyalini verdi. Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki şahinler uzun süredir İsrail’e sert bir karşılık verilmesini savunuyorlardı ve sonunda Hamaney’i ciddi bir askeri harekata yeşil ışık yakmaya ikna ettiler. İran’ın kasıtlı olarak zayıf bir saldırı başlattığı düşüncesi incelemeye dayanmıyor. İran İsrail’e karşı etkileyici bir darbe indirmeyi umuyordu. İsrail’in güçlü yanlarının altını çizerken kendi zayıflıklarını ortaya çıkararak hiçbir şey kazanamaz. İran sadece bir mesaj vermek isteseydi, bunu çok daha az mühimmatla ve çok daha az maliyetle yapabilirdi. Süleymani suikastı sonrasında yaşananlar dahil son dönemde tüm askeri saldırı eylemlerinde olduğu gibi İran açık eylemin cüretkârlığını, misillemeyi önlemeye ya da sınırlamaya yönelik diplomasiyle birleştirdi, hem karnım doysun hem pastam dursun istiyor. ABD’nin Ortadoğu’da bir savaşa sürüklenmekten kaçınmak istediğini ve İsrail’in de İran’a karşı tek başına kolay kolay bir savaş yürütemeyeceğini bilen Tahran, her iki rakibine de bir çıkış yolu sağlamaya çalıştı. Niyetlerini belli ederek, saldırılarını nüfus merkezleri yerine sadece belirli askeri hedeflere yönlendirerek ve daha sonra bu saldırıların misilleme eylemlerini sona erdireceğini duyurarak İran, İsrail’in askeri bir karşılık vermesini engellemeyi umdu.

Ancak İsrail son sözü İran’a vermek istemeyebilir. İran’ın saldırısından kısa bir süre sonra İsrail de kendi askeri eylemleriyle karşılık vereceğini açıkladı. Bu ani misillemenin ilk ve belki de tek yaylım ateşi 19 Nisan’da İsfahan yakınlarındaki bir İran askeri üssünü hedef alan şafak öncesi bir operasyonla geldi. Sınırlı sayıda füze ya da insansız hava aracının kullanıldığı bu küçük çaplı saldırı İran’ın hava savunmasını delmeyi başardı ama aynı zamanda gerilimi tırmandırma döngüsüne bir son verme arzusunun da mesajını veriyor gibiydi. Yine de Tahran’ın, İsrail’in İran topraklarını vurması halinde daha büyük bir güçle misilleme yapma tehdidini yerine getirip getirmeyeceğine karar vermesi gerekecek. Ancak saldırının ardından İran devletine bağlı medya mensupları sosyal medyaya çıkarak eylemi önemsiz olarak nitelendirdi ve bazıları da ciddi silahların değil, mikro helikopterlerin kullanıldığını, yani telaşlanacak bir şey olmadığını öne sürdü.

İsrail’in küçük çaplı misillemesi, en azından bir süreliğine, başka bir karşılıklı açık düşmanlık eylemlerini engellemeyi başarabilir. Ancak burada eksik olan şey, iki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçenektir. Çünkü bu çatışma, büyük ölçüde İran tarafından İsrail’e ve bölgeye dayatılan bir seçim savaşıdır. Sadece iki kesin çıkış yolu var: İsrail İran’a boyun eğebilir ve Yahudi devleti projesini sona erdirebilir ya da İran İsrail’e yönelik politikalarını tersine çevirebilir. Filistin meselesinin iki devletli çözüm gibi bir yolla çözülmesi de İran’ın kampanyasını baltalayabilir ve yavaş yavaş rotasını değiştirmesini teşvik edebilir. Bunların hiçbiri yakın zamanda gerçekleşecek gibi görünmüyor, bu da çatışmanın devam edeceğini gösteriyor.

İran, İsrail’i kuşatma stratejisini sürdürmeye ve İsrail nüfus merkezlerini tehdit eden militan vekillerine gelişmiş silahlar göndermeye devam ettiği sürece, İsrail İran’a karşı mücadelesini sürdürmek zorunda kalacak. Bu dinamik ne kadar uzun sürerse, iki ülke arasında açık bir savaş olasılığı da o kadar artacak. Böyle bir savaş İran ve İsrail tarafından tek başına yürütülemez. Her zaman ABD’yi, İran’ın bölgesel vekillerini ve hatta belki de komşu devletleri de içine çekecektir. Bölgenin geniş bir bölümünü kapsayacak ve çok sayıda aktörün dahil olması nedeniyle muhtemelen kısa sürmeyecektir. Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa, bölge halihazırda uçurumun kenarında, düşmeyi bekliyor olabilir.

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Pekin Trump’ın dönüşüne çoktan hazırlandı

Yayınlanma

Lizzi C. Lee, Foreign Policy
13 Kasım 2024

Çin bilinen zorluklara ve bilinmeyen risklere karşı hazırlanıyor.

ABD’nin seçilmiş Başkanı Donald Trump Beyaz Saray’a dönmeye hazırlanırken, küresel gözlemciler tedirginlik ve ihtiyat karışımı bir tutumla gelişmeleri izliyor. Çinli akademisyenler, ekonomistler ve politika uzmanlarıyla yapılan görüşmeler, Pekin’in ikinci bir Trump başkanlığının sonuçlarını incelerken çok daha incelikli bir bakış açısını ortaya koyuyor. Trump’ın 2016 zaferi Pekin’i hazırlıksız yakaladı. Ancak gümrük tarifeleri, teknoloji kısıtlamaları ve ticari gerilimlerle geçen dört yıl, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ve danışmanlarına ABD başkanının oyun kitabını daha iyi anlamalarını sağladı.

Çin için Trump’ın dönüşü, giderek karmaşıklaşan jeopolitik ortamda yeni riskler ve bazı sınırlı ancak anlamlı fırsatlar getirebilir. Trump’ın ilk döneminden alınan dersler bazı fikirler verebilir ancak dünya önemli ölçüde değişti: Çin ekonomisi yumuşadı, COVID-19 salgını kalıcı bir iz bıraktı ve Rusya-Ukrayna çatışması ittifakları yeniden şekillendirdi. Trump’ın kendi fayda-maliyet hesabı bile değişti ve politikaları artık ikinci dönem başkanlığın kendine özgü dinamiklerini yansıtıyor. Bir danışmanının, Xi’nin de bir zamanlar atıfta bulunduğu eski bir atasözünden alıntı yaparak ifade ettiği gibi, “Akıllılar zamana uyum sağlar, zeki olanlar ise koşullara yanıt verir.”

Pekin’in ikinci bir Trump yönetimine karşı izleyeceği yüksek riskli strateji, ulusal güvenliğin ağır topu Donald Rumsfeld’in sözleriyle, farklı miktarlarda hem bilineni hem de bilinmeyeni içeriyor. En üstte en tanıdık olan “bilinen bilinenler” var ve bunların başında da gümrük tarifeleri geliyor.

2016’dan farklı olarak Pekin, Trump’ın dönüşünü, önceki politikaları sayesinde ne bekleyeceğini daha iyi bilerek karşılıyor. Beklenen zorlukların başında Trump’ın yoğunlaştırılmış ‘reshoring’ gündemi ve tüm ithalatlara %10-20 ve Çin’den ithal edilen mallara %60-100 ek gümrük vergisi gibi potansiyel tarifeler geliyor. Bunlar, ülkenin hala yavaş bir toparlanma, emlak istikrarsızlığı ve zayıflayan tüketici talebi ile mücadele ettiği bir dönemde Çin’in ihracata dayalı ekonomisine doğrudan tehdit oluşturacaktır.

Çinli uzmanlar ikinci bir Trump döneminde, ticaret şahini Robert Lighthizer gibi isimlerin daha korumacı ve çatışmacı bir yaklaşıma işaret ettiği sert bir kabine öngörüyor. Steve Mnuchin gibi isimlerin zaman zaman politikalarını yumuşattığı Trump’ın ilk yönetiminin aksine, birleşik şahin bir ekip muhtemelen ılımlılığa çok az yer bırakacaktır. Yine de Pekin, her zaman başarılı olmasa da, iç tüketimi artırmayı ve ihracata bağımlılığı azaltmayı amaçlayan “çift dolaşım” stratejisine hazırlanıyor, ancak sonuçlar durdu: İç talep gecikmekte ve ihracat seviyeleri sabit kalmakta. Pekin, tedarik zincirlerini çeşitlendirmek ve ekonomisini ticari şoklardan korumak için uğraşırken, Güneydoğu Asya’daki Çin yatırımlarının artmasında bu stratejik eksen belirgin bir şekilde görülüyor.

Pekin, konumunu güçlendirmek için ABD şirketlerine karşı önlemlerini artırdı ve uyarı ateşi açmaktan somut darbeler vurmaya geçti. ABD’nin en büyük drone üreticisi Skydio, Çin’in Tayvan Ulusal İtfaiye Teşkilatı’na yaptığı satışlar nedeniyle yaptırım uygulamasının ardından tedarik zincirinde kritik aksamalarla karşı karşıya kaldı. Calvin Klein ve Tommy Hilfiger’ın ana şirketi PVH Corp. şimdi Sincan pamuğunu boykot ettiği iddiasıyla Çin’in “güvenilmez kuruluşlar listesine” girme riskiyle karşı karşıya ve bu da önemli bir pazardaki büyümeyi tehlikeye atıyor. Intel de Çin Siber Güvenlik Derneği’nin, Intel’in gelirinin yaklaşık dörtte birini oluşturan bir pazardaki hakimiyetini tehdit eden güvenlik kusurları iddialarına ilişkin bir soruşturma başlatması nedeniyle inceleme altında. Bu yaptırımlar ve soruşturmalar, Pekin’in misilleme cephaneliğinin Trump’ın ilk döneminde olduğundan çok daha güçlü olduğunu gösteren daha cesur bir duruşu ortaya koyuyor.

Çinli uzmanlar da ABD ekonomisi için potansiyel bir geri tepme görüyor. Yüzde 60’lık bir gümrük vergisi ABD enflasyonunu yukarı çekerek Federal Rezerv’i daha fazla faiz artırımına zorlayabilir. Çin politika çevrelerinde bazıları bu enflasyon riskini Trump’ın hırsları üzerinde olası bir kontrol olarak görüyor ve artan borçlanma maliyetleri ile varlık oynaklığının Trump’ın agresif gümrük tarifelerine verdiği desteği azaltabileceğini belirtiyor.

Tarifelerin ötesinde Pekin, Güneydoğu Asya ve Latin Amerika’daki alternatif üretim merkezlerinin karşılaştığı kısıtlamaların da farkında. İşgücü kıtlığı, altyapı zorlukları ve kaynak kısıtlamaları gibi bölgesel darboğazlar, bu bölgelerin Çin’den uzaklaşan üretimi tamamen absorbe etmesini engelleyebilir. İronik bir şekilde, Trump’ın gümrük tarifeleri yerleşik tedarik zincirlerini uygun alternatifler olmadan bozarsa, bu sınırlamalar ABD enflasyonunu daha da kötüleştirebilir.

Trump’ın küreselleşme karşıtı duruşu tanıdık, ateşlediği ideolojik değişimler ise stratejistlerin “bilinmeyen bilinenler” olarak adlandırdığı, anlaşılan ancak tam etkisi belirsiz kalan faktörlere giriyor. Pekin için Trump’ın izolasyonist söylemi, Avrupa’da ve Asya’nın İtalya, Macaristan ve Filipinler gibi bölgelerinde yükselen popülizm dalgasıyla yankı buluyor ve Çin’in küresel hedeflerini hem zorlayan hem de karmaşıklaştıran ideolojik alt akımlar yaratıyor.

Çin’deki bazı milliyetçi sesler Trump’ın “Önce Amerika” yaklaşımını bir fırsat olarak görüyor. Mantık basit: Eğer ABD küresel çerçevelerden çekilir ya da NATO gibi ittifaklardan geri adım atarsa, diğer ülkeler alternatif olarak Çin’e bakabilir. Ancak Pekin’in deneyimli politika uzmanları bu fikre ölçülü bir gerçekçilikle yaklaşıyor. Çin, Batı ittifaklarının parçalanma potansiyelinin farkında olmakla birlikte, Pekin’e doğru toptan bir “pivot ”un olası olmadığının da farkında.

Avrupalı liderler Trump’ın izolasyonizminden dolayı hayal kırıklığına uğramış olabilirler ancak Çin’in artan etkisine karşı temkinli olmaya devam ediyorlar – özellikle de Pekin’in Rusya’nın Ukrayna’daki eylemlerini kınama konusundaki isteksizliği göz önüne alındığında. Rusya ‘ya yönelik bu zımni destek algısı, Avrupa’nın şüpheciliğini derinleştirdi ve Çin’in genişleyen erişiminin Avrupa’nın stratejik çıkarlarıyla uyumlu olup olmadığına dair şüpheleri körükledi.

Pekin’in danışmanları, Trump’ın geri dönüşünü sağlayan aynı popülist güçlerin Avrupa’da da zemin kazanmakta olduğu gerçeğinin de farkında. Ekonomik sıkıntılar korumacılığı teşvik ediyor. Bu hissiyatın somut ekonomik sonuçları var: Çin’in elektrikli araçlarına yönelik gümrük vergileri ve özellikle yüksek değerli sektörlerde diğer ticari korumalar için yapılan çağrılar, Avrupa’nın kendi endüstrilerini koruma arzusunun yoğunlaştığını yansıtıyor.

Pekin için ikinci bir Trump döneminin ideolojik boyutları yeni komplikasyonlar ortaya çıkarıyor. ABD’nin geleneksel küresel rolünden geri çekilmesi yeni açılımlar yaratabilirken, Avrupa’nın Çin’e daha yakın durması pek olası görünmüyor. Çin’in stratejisi, kendisini Trump’ın Amerika’sına doğrudan bir alternatif olarak konumlandırmaktan kaçınmaktır. Bunun yerine Pekin, Trump’ın aksaklıklarının tetiklediği belirsizliklerin ortasında kendisini pragmatik ve istikrarlı bir ortak olarak konumlandırıyor.

Xi yönetimi Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ve Avrupa’nın bazı bölgelerindeki yükselen ekonomilere bu pratik duruşun altını çizerek yatırım teşviklerini, vizesiz girişi ve yeşil ve geleceğin sanayi altyapısına odaklanan yeniden canlandırılmış bir Kuşak ve Yol Girişimi’ni destekledi. Pekin’in amacı, büyüme ve istikrar arayan ülkeler için güvenilir bir ekonomik ortak olarak itibarını güçlendirmek ve bunu yaparken de Trump’ın izolasyonizminin Batı’da ortaya çıkardığı ideolojik çatlaklardan yararlanıyor görünmemek.

Xi, Çin’in özellikle teknoloji alanında kendine güvenme çabalarını hızlandırıyor; bu strateji Çinli danışmanlar arasında popüler olan bir deyimle özetleniyor: “sürekli değişen koşullara sabit bir çekirdekle yanıt vermek”. Kendi kendine yeterlilik dürtüsü yeni değil; “Made in China 2025” bu dürtünün zeminini hazırladı. Ancak Üçüncü Plenum’dan gelen son direktifler ve Xi’nin sık sık tekrarladığı “yeni üretken kalite güçlerini” teşvik etme çağrısı, yapay zeka, robotik ve yarı iletkenler gibi yeni nesil teknolojilerdeki atılımlara odaklanarak bu tutkuyu daha da ileri götürdü. Bu vizyon sadece Batı teknolojisine bağımlılığı azaltmayı değil, aynı zamanda dördüncü sanayi devrimine öncülük etme hedefiyle Çin’in öncü endüstrilerdeki hakimiyetini de ortaya koymayı amaçlıyor. Xi için bu ekonomik bir stratejiden çok daha fazlası; Çin’in iç baskılarına karşı temel bir cevap ve ABD ile rekabetinde nihai koz.

Bu kendine yeterlilik arayışı aynı zamanda küresel güney ile daha güçlü ekonomik bağlar kurmayı da kapsıyor. Xi’nin amacı Batı etkisine alternatif ticaret ağları kurmanın ötesine geçiyor; yaptırımlara dayanıklı bir tedarik zinciri ve finans ağı, yani Çin’in hırslarını bağımsız olarak besleyebilecek Batı baskılarına karşı bağışık yeni bir küresel pazar öngörüyor.

Bir de “bilinen bilinmeyenler” var – tahmin edilemeyecek kadar öngörülemez olan, Trump’la birlikte çok daha ön planda olan bir şey. Trump’ın siyasi üslubunun belirleyici özelliklerinden biri, son derece işlemci bir yaklaşım sergilemesi ve aksi takdirde basit olabilecek politikalara bir öngörülemezlik katmanı eklemesi. Pekin bu pragmatizmi yakından gözlemledi ve Trump’ın ticari içgüdülerinin çoğu zaman ideolojik bağlılıklarından daha ağır bastığını ve zaman zaman müzakere için kapılar açtığını fark etti.

Örneğin ABD Çinli telekom devi ZTE’ye yaptırım uyguladığında Xi bizzat Trump’la görüşerek yaptırımların geri çekilmesini sağladı. Pekin için bu durum, Trump’ın esnekliğinin, kişisel kabul olarak algıladığı yüksek profilli jestlerden etkilenebileceğinin altını çizdi ki Pekin bu dinamiği potansiyel olarak faydalı görüyor.

Pekin ayrıca Trump’ın şov dünyasındaki geçmişini ve imaj ve egoya verdiği önemi de anlıyor. Xi, 2017 yılında Trump ve ailesini geleneksel olarak Çin imparatorlarına ayrılan Yasak Şehir’de eşi benzeri görülmemiş bir resepsiyonla ağırlayarak etkinliğe yabancı liderlere nadiren verilen bir ihtişam kattı. Özenle hazırlanmış bu gösteri Trump’ın yüksek profilli etkinliklerden hoşlanmasını sağlamış ve Xi hakkındaki olumlu izlenimlerini derinleştirmiştir. Bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” Pekin’in Trump’ın hassasiyetlerini anladığını gösterdi ve iki lider arasında işbirliğine dayalı bir yakınlığın temelini attı.

Çinli danışmanlar bunu akılda tutarak ikinci bir Trump döneminde de benzer ticari açılımlar yapmaya hazırlanıyor. Perde arkasında Pekin, Trump’ın yakın çevresine gayrı resmi aracılar olarak hizmet edebilecek etkili Amerikan iş dünyası figürleriyle bağlarını geliştiriyor. Örneğin Tesla operasyonları Çin pazarına derinden bağlı olan Elon Musk, ABD’nin ticari çıkarları ile Çinli politika yapıcılar arasında potansiyel bir köprü olarak ortaya çıkabilir.

Bazı danışmanlar da Trump’ın ailesiyle, özellikle de damadı Jared Kushner ve kızı Ivanka Trump ile daha önce yakın ilişki kurmuş olan eski büyükelçi Cui Tiankai gibi isimleri savunuyor. Cui’nin bağlantıları Pekin’e arka kapı diplomasisi için değerli bir “track 1.5” kanalı sunabilir ve ekstra bir erişim ve etki katmanı ekleyebilir.

Yine de Pekin, Trump’ın bu eğilimlerine çok fazla bel bağlama konusunda temkinli. Tayvan’ın ABD koruması için daha fazla ödeme yapması gerektiğini öne süren son açıklamalar Çin’de karışık tepkilere yol açtı. Bazıları bunu ABD’nin Tayvan’a verdiği desteği azaltmaya yönelik bir açılım olarak görürken, diğerleri Trump’ın her an gözden çıkarabileceği bir pazarlık kozu olarak değerlendiriyor. Pekin için bu karışık sinyaller hassas bir dengeleme hareketi yaratıyor: Trump’ın pragmatizminden yararlanmayı hedeflese de, algılanan herhangi bir tavizin bir anda geri alınabileceğini biliyor. Çin, Trump’ın anlaşma yapma tarzını yönlendirirken, onun öngörülemezliğinin tamamen farkında olarak ihtiyatlı bir iyimserlikle ilerliyor.

Trump’ın alışılagelmiş pragmatist tarzının ötesinde Pekin, planlarını altüst edebilecek joker kartlara karşı tetikte. Bilinmeyen bilinmeyenlerin doğası gereği neyi kaçırdığınızı bilmeniz imkansızdır, ancak ABD-Çin ilişkilerini sarsabilecek bazı ciddi ancak öngörülemez değişiklikler var. Örneğin ABD-Rusya ilişkilerindeki ani bir değişim Pekin için önemli sonuçlar doğurabilir. Trump ve Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasındaki daha yakın bir ittifak, Çin’in Moskova ile ilişkilerini zorlayabilir ve Pekin’i küresel güç yapısı içinde potansiyel olarak izole edebilir. Aynı şekilde Trump’ın Hint-Pasifik bölgesindeki beklenmedik manevraları Çin’in Japonya, Güney Kore ve Hindistan gibi bölgesel güçlerle dikkatle yürüttüğü ilişkilerini sarsabilir.

Çin’in hırsları üzerindeki kritik bir kısıtlama, Washington’un teknoloji ihracatı üzerindeki sıkılaştırıcı kontrolünde yatıyor ve bu da Pekin’in stratejik hesaplarına daha fazla bilinmeyen katan bir taktik. ABD’nin genel niyeti açık olsa da (Çin’in ileri teknolojilere erişimini sınırlamak) Washington’un ne kadar ileri gideceği belirsizliğini koruyor. Son ihracat kontrolleri yarı iletkenler ve yapay zeka gibi önemli alanları hedef alarak Çin’in teknolojik ilerlemesini çok önemli bir zamanda engelleme tehdidinde bulunuyor.

Çinli analistler bu hamleleri sadece rekabetçi engeller olarak değil, Çin’in stratejik alanlarda, özellikle de hem ekonomik büyüme hem de askeri güç için kritik önem taşıyan yapay zeka ve kuantum bilişim alanlarındaki yükselişini durdurmaya yönelik hesaplanmış bir strateji olarak yorumluyor. Pekin yeni kısıtlama katmanlarını izlerken, ABD’nin eylemlerinin ölçeği ve etkisi değişkenliğini koruyor ve Çin’in teknoloji yörüngesine istikrarsızlaştırıcı bir belirsizlik enjekte ediyor. Bu belirsizliklere hazırlıklı olmak için, Xi’nin daha geniş vizyonu, Trump 2.0 ya da diğer güçler tarafından tetiklenen öngörülemeyen küresel değişimlere karşı dayanabilecek kadar dirençli bir ekonomi inşa etmektir; bunu yaparken ekonomik çalkantıları ya da daha da kötüsü Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) kontrolünü istikrarsızlaştırmayı riske atmamayı hedeflemektedir.

Trump’ın dönüşü aciliyet yaratabilir, ancak Pekin Trump’ı kaotik bir dünya düzeninin nedeni olmaktan çok belirtisi olarak görüyor ve bu da Xi’nin Çin’in kendine güvenini güçlendirmeye yönelik uzun süredir devam eden inancını pekiştiriyor. Xi’ye göre teknoloji, tedarik zincirleri ve eğitim alanlarında dayanıklılığı artırmak Çin’i dış şoklardan korumak ve ÇKP’nin iktidarı için gerekli olan istikrarı sağlamlaştırmak anlamına geliyor.

Gerçekte Xi’nin “Trump tarzı” aksaklıkları yönetme zemini Trump’ın ilk döneminden çok önce başladı. Çin’in yaklaşımı her zaman dış baskılara karşı kırılganlıkları en aza indirmeye dayanmıştır ve bu Xi’nin dünya görüşüyle derinlemesine bağlantılı bir yöndür. Yine de bu dayanıklılık arayışı ince bir çizgide yürüyor. Savunmanın güçlendirilmesi Çin’in izolasyonunu derinleştirebilir; bu da paradoksal olarak yeni zayıflıklar yaratabilecek bir kalkan. Yerli tedarik zincirleri ve teknoloji bağımsızlığındaki kazanımlar gerçek bir ilerlemeye işaret ediyor, ancak Xi’nin vizyonunun büyük bir kısmı hala hedefe yönelik. Pekin, giderek daha fazla çalkantıyla tanımlanan bir dünyada Çin’in gücünün hızlı büyümesinden ziyade türbülanslara dayanma kapasitesiyle ölçüleceğinin farkında olarak bu savunmaları güvence altına almak için yarışıyor.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Alman Demokratik Cumhuriyeti: Kadın özgürleşmesinde ileriye doğru büyük bir adım

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Batı medyası ve onların anti-komünist temayüllü ideologlarının “despotik”, “merkeziyetçi”, “bürokratik” olarak sıfatlandırdığı “geleneksel sosyalist” devletler, Alman Demokratik Cumhuriyeti, Bulgaristan Halk Cumhuriyeti, Polonya Halk Cumhuriyeti, Macaristan Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti, Çekoslovakya Sosyalist Cumhuriyeti ve Romanya Sosyalist Cumhuriyeti…

Hemen tamamında kadının ev köleliğinden kurtulması ve ev işleri gibi kadını bunaltan, köleleştiren işlerin endüstrinin bir parçası haline getirilmesi, yani evin ekonomik bir birim olmaktan çıkarılması, toplumun yeniden üretimi sorununu ve doğan çocuğun devlet tarafından bakımının sağlanarak kadın üzerindeki yükün hafifletilmesi ve giderek tamamen bir yük, biyolojik olarak gerileten bir yük, olmaktan çıkarılması için muazzam çabalar harcandı. Belki bu çabalar yetersiz kaldı, çok sonraları yavaşladı hatta bir kısmı geri alındı ama bu çabalar harcandı. Bu haklar aynı zamanda, en ileri burjuva demokratik ülkelerde bile, bazı ileri liberal çevreler tarafından sözü edilen ama asla gerçekleştirilmeyen haklardı. Öyle ki kadınlar, ilkel komünal toplumdan bu yana en geniş haklarını ilk olarak bu rejimler altında elde ettiler ve bu hakları fiili olarak da onlarca yıl uyguladılar.

Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, bu “reel sosyalizm” deneyimlerinin kadınlara yönelik politikalarındaki tılsımın sadece rakamsal olarak daha çok istihdamda olmalarında değil, kadını boyunduruğu altına alan bağların kökünden çözülmesinde olduğunu “içeriden”, Alman Demokratik Cumhuriyeti deneyimi üzerinden anlatıyor. Yazarın temel tezi ise, özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna bağlı olarak üretim koşullarında gerçekleşen radikal değişimlerin, kadınların toplumsal konumunu dönüştürmekteki gücünü kanıtlayan onlarca yıllık bir deneyimin, bugünkü feminist tartışmalara katkı sunabilecek yeni bir perspektif getirebileceği.


Demokratik Almanya deneyiminin ışığında: Kadın özgürlüğünden öğrenebileceklerimiz ve koruyabileceklerimiz

Florentine M. Sandoval
Internationale Forschungsstelle DDR
2 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin (DDR) sona ermesi Doğu Alman kadınlarını bir çağ kadar geriye götürdü. 1989 sonrası gelişen kadın hareketi hâlâ sosyalizmde neyin övgüye değer neyin kınanabilir olduğunu tartışadursun, bu tartışma aslında çoktan gereksiz hale gelmişti: Zira DDR’nin yasaları artık geçerli değildi; aile ve sosyal politika da dahil olmak üzere hiçbir alanda sosyalist sistemle devamlılık yoktu ve olmayacaktı. Aile hukuku alanı yeniden burjuva yasallığı ile düzenleniyordu. Almanya’nın imparatorluk döneminden kalma ceza kanunu maddeleri tekrardan yürürlüğe giriyor, kürtaj ve muayene hizmetlerine erişim yeniden tanımlanıyordu. Doğu Alman ekonomisinin eşi benzeri görülmemiş şekilde özelleştirilmesi ve sanayisizleştirilmesi karşısında kadınlar ya yeni Batı Alman üstlerinin hor görmesi ile ya da işsizlikle sınanacaklardı. Ve genellikle erkeklere olan ekonomik bağımlılıklarına [yeniden] geri dönmek zorunda kaldılar. Kaybedilen asıl şey, kadınların özgürleştirilmesi sorumluluğunu üstlenmiş bir devlet ve toplumdu.

Sosyalist Doğu Almanya’da yaşanan devrimci altüst oluşlar öylesine muazzamdı ki, ortadan kalkışından otuz yılı aşkın süre sonra dahi hissedilmeye ve ölçülmeye devam ediyor. Bu, 2023 itibariyle Doğu’da kadın istihdamının daha yüksek olması, kreşlerin Batı’ya kıyasla yaygınlığı ve Batı’da yüzde 19 olan kadın-erkek ücret farkının Doğu’da yüzde 12 olması gibi göstergelerde kendini sürekli yeniden hatırlatmakta. DDR’nin 40 yıllık varlığı boyunca birçok çelişki ortadan kaldırılamamış olsa da (ev işleri ve [eşit] ücret başta olmak üzere), bu çelişkilerin kapitalist koşullar altında daha da yoğunlaştığı bugünden geriye bakıldığında yine de pek çok şey kaybedilmiş gibi görünüyor.

Fakat DDR, geçmişten bugüne düşürdüğü gölgeyle Batı Alman toplumunu ifşa etmeye devam ediyor ve bugünkü feminist tartışmalarda genellikle eksik olan bir perspektifi açıyor. Çünkü DDR deneyimini Batı’daki ve günümüzdeki feminist hareketten farklı kılan şey, toplumsal üretim ilişkilerinin ve kadınların özgürleşmesi için toplumsal ve kitlesel seferberliğin rolüdür.

DDR’deki kadın politikasının en temel hedefi, mümkün olan en geniş kadın kitlesini üretim sürecine dahil etmekti ve bu da ancak DDR’de bunun toplumsal temeli sağlandığı için mümkündü. Bu strateji, 19. yüzyıl boyunca devrimci işçi hareketi içinde olgunlaşan, kadınların demokratik, sosyal ve ekonomik haklar mücadelesinin bir bütün olarak işçi sınıfının kurtuluşuyla yakından ilişkili olduğu anlayışına dayanıyor. Proleter kadın hareketinin öncülerinden Clara Zetkin gibi isimler, kadınların ezilmişliğinin ve yüzyıllar içinde gelişen ataerkil ilişkiler ile ahlaki değerlerin, özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla sıkı bir bağ içinde olduğunu ve kapitalist üretimle iç içe geçtiğini; dolayısıyla da yalnızca üretim koşullarında radikal bir değişimle kadınların kurtuluşu için gerekli koşulların yaratılacağını savunmuşlardı.

Her ne kadar kapitalist ekonomilerde kadınlar için kaçınılmaz olarak sömürü koşulları yaratsa da, kadınların iş gücüne dahil olması, DDR gibi üretim ilişkilerinin sosyalist tarzda örgütlendiği bir devlette tarihsel olarak ilerici bir tekamül yaratmıştır. Zira özel mülkiyetin ortadan kaldırılması ve buna eşlik eden emeğin doğasındaki değişim, kadınların toplumsal konumunu kökünden değiştirmişti.

Elbette bu, kadınların kendi çabaları olmadan başarılamazdı. Kadınların istihdama kazandırılmak için seferber edildiği pek çok girişimden birine örnek olarak “ev kadınları birlikleri” verilebilir. 1950’li yıllarda, çalışmayan kadınlardan oluşan bu kolektifler, iş gücüne acil ihtiyaç duyulan projelerde çalışmış kadınları daha sonra kalıcı bir işe girmeleri için teşvik ediyordu. Kocalar ile ev içinde yaşanan çatışmaların bu noktada tayin edici bir rolü olduğunun altı kalınca çizilmeli. Kadınların hane içindeki izolasyonuna ilişkin siyasal tartışmalar yeniden canlandı, bu da kadınların üretim sürecine katılımını arttırdı ve dolayısıyla da ekonomik bağımsızlıklarına giden yolu açmış oldu. Diğer bir deyişle, maddi teşvikler ve bilinçlendirme birlikte çalışmış ve etkili olmuştu.

İstihdamın kendisi kapsamlı bir çocuk bakım altyapısının geliştirilmesini ve eş zamanlı olarak ev işlerinin azaltılmasını ve daha iyi bölüşülmesini gerektiriyordu Bunlar birbirini etkileyen ve birbirine bağlı süreçlerdi. Sosyalist işyeri aynı zamanda kadınlar için toplumsal görevlerin iç içe geçtiği bir merkezdi – kültürel etkinlikler, eğitimler ve çocuk bakımı ve sağlık hizmetleri bu merkezler aracılığıyla organize edilmekteydi. Buralarda kadın işçiler kendi başlarına etkili olabiliyor, haklarını talep edebiliyor ve savunabiliyorlardı. Sendikaların kadın komisyonları, bir işyerinin tüm kadın işgücünün kişisel ve mesleki gelişimi için kolektif bir araç olan Frauenförderpläne’nin (“kadınların terfi planları”) hazırlanmasını ve uygulamanın izlenmesini sağlıyordu. Üretken emek en önemli itici güç haline gelirken, yeniden üretim emeği kadınların özgürleşmesinin önündeki en büyük engel olmaya devam edecekti.

Kırk yıl oldukça kısa bir süredir. 1990 yılına kadar çözülmeden kalan sorunlar ve çelişkiler değerlendirilirken bu gerçek muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Teknik yeniliklere, ev içi sorumlulukların kısmen de olsa toplumsallaştırılmasına ve medyanın erkeklere yönelik çağrılarına rağmen, yeniden üretim işi büyük ölçüde kadınlara bırakıldı. Nitelik farkının kapatılamaması ve/veya kadınların aynı niteliklere sahip olmalarına rağmen yönetim pozisyonlarına ulaşamamaları nedeniyle kadın-erkek ücret farklılıkları devam etti; DDR’nin Gençlik Araştırmaları Merkez Enstitüsü (ZIJ) tarafından yürütülen çalışmaların da gösterdiği gibi, genç nesillerde daha az yaygın olsa bile, aile içindeki geleneksel roller hâlâ varlığını sürdürüyordu.

DDR’de kız çocukları, farklı bir kadın imajıyla büyüdüler ve doğalında hayata dair yüksek beklentiler geliştirdiler; ancak DDR’li son yılların zorlu gerçekliği düşünüldüğünde bu beklentiler her zaman karşılanamadı. DDR’de sosyalizm ve kadın özgürlüğü arasındaki bağlantı kesin bir şekilde kurulmuş ve kanıtlanmış olsa da sosyalist devletin erken yıllarındaki devrimci enerjinin üzerine dahasını inşa etmek mümkün olamadı.

Aslında, toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayabilme yolunda eşit işe eşit ücret, eşit eğitim olanakları, eşit ortak karar alma hakkı gibi önemli ilkeler henüz Sovyet İşgal Bölgesi’ndeyken (1945-1949) ortaya konmuştu, çünkü komünistler ve sosyalistler için bunlar, [kadınlar mevzubahis olduğunda] müzakere edilemez, temel haklardı. Ancak DDR’deki deneyimler, bu hakları güvence altına alan temel yapıları inşa etmenin karmaşık ve uzun bir görev olduğunu ve basitçe “yukarıdan” empoze edilemeyeceğini de kanıtlar nitelikte. Doğu Almanya’daki kitlesel inisiyatifler ve demokratik yapılar olmasaydı, gerekli zihniyet değişimini sağlamak ve çeşitli toplumsal grupları kadınların kurtuluşu lehine kazanmak mümkün olamazdı. Birlik meclisleri, kadın komisyonları ve teşvik planları gibi somut araçlar, bu toplumsal zorluğu aşmak için vardı. Bu araçlardan yararlanıp yararlanmamak bireylere bağlı olsa da kullanımı istisna değil kuraldı.

Yoksulluğun arttığı, güvencesizleşmenin olağanlaştığı ve kadın haklarının dünya çapında geriletildiği bir dönemde, bireyselleştirme ilkesinin tam tersini, yani DDR’de olduğu türden kadınların kitlesel ve toplumsal seferberliğini düşünmek önemlidir. DDR’deki 40 yıllık kadın politikası ve teşvikinde nelerin kaybedildiği ve geriye nelerin kaldığı, çözülemeyenler ve mümkün olanlar, günümüzün kadın eşitliği tartışmalarına ve mücadelesine verimli bir şekilde taşınabilir, tabii eğer izin verilirse. Kadınların kurtuluşunu bireysel ilişkilerin bir vaadi olarak görmek yerine tarihsel ve toplumsal bir görev olarak belleyen DDR’nin hem ulaşılan hem de ulaşılamayan politik hedefleri, parçalanmış olan kadın hareketine bir yön sağlayabilir. Bu, her şeyden önce DDR mirasının da bir parçası.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English