Dünya Basını
Foreign Affairs: İran-İsrail açık savaşı kaçınılmaz

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, İran ve İsrail arasında Tahran’ın ilk kez İran topraklarına doğrudan saldırı düzenlemesiyle sonuçlanan gerilimin gelecekte neye evirilebileceğine dair bazı öngörülülerde bulunuyor. İran’ın neden İsrail’e doğrudan yanıt verdiğine yanıt arayan makalede İsrail’in yanıt olarak İran’a düzenlediği küçük çaplı saldırıdan sonra bir süreliğine gerilimin azalabileceğine dikkat çekiliyor. Ancak İki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçeneğin olmadığını belirten makalede “Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır” değerlendirmesi yapılıyor.
***
İran ve İsrail’in Savaşı Gölgelerden Çıkıyor
Tahran’ın Şahinleri Neden Gerilimi Tırmandırmayı Seçti?
Afshon Ostovar
İsrail geçen gece İran’ın İsfahan kenti yakınlarındaki bir askeri hava üssünü vurdu. İranlı yetkililer ayrıca kuzeydeki Tebriz kenti yakınlarında küçük insansız hava araçlarının düşürüldüğünü iddia etti. Bu saldırılar İran topraklarına doğrudan ve aleni bir saldırı teşkil etse de İsrail’in saldırısı şu ana kadar sınırlı görünüyor. İranlı liderler topraklarına yönelik “en küçük bir saldırganlık eylemine” dahi misilleme sözü vermiş olsalar da şimdilik tepkileri sessiz görünüyor. Bombalama haberleri ve bunların küçük çaplı olması, her iki tarafın da sarmal halindeki çatışmadan çıkmaya çalışıyor olabileceğine dair değerlendirmelere yol açtı.
Yine de bu bombala ve cevap ver döngüsündeki son olaylar, Orta Doğu’da devam eden çatışmada yeni ve daha rahatsız edici bir aşamayı temsil ediyor. Geçen hafta İran’ın silahlı kuvvetlerinin en önemli kolu ve iktidar rejiminin temel direği olan Devrim Muhafızları (DMO), İsrail’in savunmasını aşmak ve ülkedeki askeri hedeflere ciddi zarar vermek amacıyla 300’den fazla alçaktan uçan insansız hava aracı, seyir füzesi ve yüksek irtifa balistik füzeden oluşan bir saldırı düzenledi. Saldırı İran’ın artan gücünü ve düşmanlarını vurma konusundaki istekliliğini gözler önüne serdi. Aynı zamanda İran’ın güvenlik kurumları içindeki şahin politikacıların hakimiyetinin de bir kanıtı oldu. Hem Devrim Muhafızları’nın üst kademelerini kontrol eden hem de genç, gelecek vaat eden subaylar arasında hâkim olan bu grup, İran’ın dış politikasında on yıllardır büyük bir etkiye sahipti ve Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlar kanadının komutanı Kasım Süleymani’nin 2020’de ABD tarafından öldürülmesinden bu yana özellikle etkili hale geldi. Batı ile ilişkilerde pragmatizmi reddeden, İslam Devrimi’nin kurucu ideolojik ilkelerine derinden bağlı kalan ve özellikle de İsrail’i bir Yahudi devleti olarak yok etmek ve ABD’nin Orta Doğu’daki nüfuzunu sona erdirmek gibi uzun vadeli hedeflerini ilerletmek için İran’ın askeri gücünü ve vekil ağını kullanmaya yatırım yapan bir grup.
Bu saldırılar İran’ın İsrail topraklarına doğrudan saldırdığı ilk saldırı oldu. Yine de pek çok dış gözlemci İran’ın saldırısında bir derece ihtiyatlılık gördü. Onlara göre bu salvo bir itidal eylemiydi ve zarar vermekten ziyade kararlılık sinyali vermeyi amaçlıyordu. Ne de olsa Tahran günler öncesinden komşularını İsrail’e askeri güçle karşılık vereceği konusunda uyararak niyetini belli etmişti. İran’ın silahlarının yüzde 99’u hedeflerini vuramadığı için -çoğunlukla İsrail ve Batılı ortakları tarafından durduruldular ve İran’ın İsrail’e ateşlediği 110 balistik füzenin önemli bir kısmı (belki de yarısı) düzgün bir şekilde fırlatılmadı ya da yolda başarısız oldu- bazı dış gözlemciler İran’ın saldırısının hiçbir zaman herhangi bir zarar verme niyetinde olmadığı sonucuna vardılar. Bu görüşe göre, İran’ın eylemleri öncelikle İsrail’i mevcut çatışmayı genişletmekten caydırmayı amaçlıyordu. Tahran hem gücünü hem de iradesini sergiliyordu.
Ancak bu düşünce, İran’ın tepkisinin daha önemli bir boyutunu göz ardı ediyor: İran’ın açık bir şekilde ve bu kadar büyük ölçekte tepki vermesi. İranlı karar vericiler İsrail ile çatışmalarını gizli eylemler ya da vekiller gibi mevcut araç ve uygulamalarla ya da daha gizli bir füze saldırısıyla sürdürmeyi seçebilirdi. Sınırlı bir saldırı, İran’ın kararlılığının sinyalini verirken Devrim Muhafızları’nın kabiliyetlerini zorlamaz ve -şimdiye kadar olduğu gibi- sınırlarını ifşa etmezdi. İran ise tam tersini yaparak eşi benzeri görülmemiş bir saldırı başlattı ve İsrail’e ulaşabileceği düşünülen neredeyse her türlü silahı kullandı. Böyle bir eylem hesaplanmış bir itidal gösterisi olamaz. Aksine, operasyon Tahran’daki Devrim Muhafızları’nın şahinlerinin yükselişini ve İsrail’i doğrudan meydan okuma isteklerinin derinliğini gözler önüne serdi.
GÖLGE SAVAŞ
İran’ın yaylım ateşi görünüşte misillemeydi. İsrail’in iki hafta önce Şam’da İran konsolosluğuna ait bir binaya düzenlediği ve aralarında sekiz Devrim Muhafızları subayının da bulunduğu 16 kişinin ölümüne neden olan saldırının ardından gelmişti. Tahran, İsrail saldırısını küstahça bir tırmanma eylemi olarak değerlendirdi ancak gerçekte İsrail daha önce de yüzlerce kez Suriye’deki DMO mevzilerini vurmuştu. İsrail’in 2013’ten beri yürüttüğü bu harekâtın amacı DMO’nun ülkedeki askeri varlığını güçlendirmesini engellemek ve Hizbullah ile Levant’taki diğer İsrail karşıtı militan gruplara silah sevkiyatını sekteye uğratmaktı. Dolayısıyla Suriye uzun zamandır İran ve İsrail arasındaki ilan edilmemiş savaşın ön cephelerinden biriydi. 1979 devriminin ardından İran dış politikasının radikalleşmesiyle başlayan bu çatışma, 2003’te ABD’nin Irak’ı işgali ve yaklaşık on yıl sonra Arap Baharı’nın yol açtığı kargaşa sonrasında İran’ın etkisinin bölgeye yayılmasıyla ivme kazandı.
İran-İsrail çatışması çoğunlukla Orta Doğu’daki daha büyük savaşların gölgesinde kaldı. İran’ın bu mücadeleyi yürütmek için kullandığı başlıca yöntem, Gazze Şeridi ile Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’deki İsrail düşmanı militan gruplara gelişmiş silahlar, özellikle de füzeler ve insansız hava araçları tedarik etmek oldu. İran ayrıca Batı Şeria’daki militanlara otomatik tüfekler ve el bombaları gibi daha hafif silahlar sağlamaya çalıştı. Tahran, İsrail’i sürekli bir çatışmanın içine çekerek ve askeri harekatla kolayca yenemeyeceği düşmanlarla çevreleyerek istikrarsızlaştırmak istiyor. İran Devrim Muhafızları’nın Filistinli militan grup Hamas’a verdiği destek bu büyük stratejinin temel taşlarından biri oldu. Bu destek Hamas’ın askeri yeteneklerini geliştirmesine yardımcı oldu ve ona geniş bir roket ve füze cephaneliği üretmesi ve bu silahları taktik ve stratejik olarak kullanması için teknoloji ve üretim yeteneği sağladı. Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül ayaklanması birçok açıdan Devrim Muhafızları’nın örtülü kampanyasının meyvesiydi. Bunu takip eden savaş, İsrail’in karşı karşıya olduğu neredeyse aşılmaz zorluğun altını çizdi. İsrail’in acımasız saldırıları Hamas’ı yok etmekte başarısız olurken on binlerce Filistinlinin öldürülmesi İsrail’in dünya çapında kınanmasına neden oldu.
İsrail, İran’ın bölgesel oyun planına karşı koymak için rejime hem dışarıda hem de içeride maliyetler yüklemeye çalıştı. Bu kampanyanın odak noktası İsrail’in İran’daki gizli faaliyetleri oldu. Muhtemelen İsrail istihbarat teşkilatı Mossad tarafından yürütülen saldırılar arasında İran’ın en iyi korunan nükleer ve askeri tesislerinin bombalanması ve üst düzey yetkililere, subaylara ve bilim adamlarına yönelik suikastlar yer aldı. Bu operasyonların belki de en cüretkarı, 2020 yılında tatilden Tahran’a dönerken uzaktan kumandalı bir makineli tüfekle öldürülen İran Devrim Muhafızları’nın en üst düzey nükleer yetkilisi Muhsin Fahrizade suikastıydı. İsrail’in böylesine hassas ve yıkıcı operasyonlar düzenleyebilmesi İran’ın iç güvenliğinin kırılganlığını defalarca gözler önüne serdi. Her saldırı bir öncekinden daha aşağılayıcı oldu, özellikle de İran bunları önleyemediği ve İsrail’e aynı şekilde karşılık veremediği için.
İran, yurtdışında önde gelen İsraillilere suikast girişimleri ve İsrail gemilerine saldırı gibi kendi kısasa kısas saldırılarıyla İsrail’i cezalandırmaya çalışsa da İsrail’e doğrudan saldırmaktan kaçındı. Bunun nedeni kısmen İsrail ve ABD ile daha geniş çaplı bir savaşa yol açabileceği endişesiydi. Devrim Muhafızları içindeki pek çok kişi böyle bir savaşı memnuniyetle karşılardı ancak rejim içindeki hâkim görüş uzun zamandır böyle bir çatışmadan sağ çıksa bile kazanamayacağı yönündeydi. Rejim içindeki daha pragmatik unsurlar da İsrail’in İran içindeki saldırılarının önemini küçümsemeye çalıştı. İsrail’in gölge savaşının başarıları İran için utanç verici olsa da İsrail’in operasyonları sınırlıydı, İran’ın stratejik programlarına anlamlı bir şekilde zarar vermedi ve İran’ın bölgesel davranışına temelden meydan okuyamadı. Uzun vadeli oyunu vurgulayan ve İran’ın düşmanlarına karşı zaferinin kaçınılmaz olduğunu düşünen dini lider Ali Hamaney’in temkinliliğinin rehberliğinde, bu göreceli pragmatistler statükonun İsrail’den çok İran’ın lehine olduğunu düşünüyorlardı. 7 Ekim’den önce İran’ın bölgesel kampanyası iyi ilerliyordu: Bölgedeki müttefikleri yükselişteydi, ABD’nin Orta Doğu üzerindeki hakimiyeti zayıflıyordu ve İsrail’in siyasi bölünmeleri ülkeyi sürekli olarak krize doğru itiyordu. İran’ın İsrail’le çatışması gevşek bir şekilde karşılıklı olarak oluşturulan parametreler dahilinde kaldı ve yönetilebilirdi. İran oyunun maliyetine katlanmaya istekli olduğu sürece rakiplerine karşı avantajını elinde tutmaya devam edecekti.
7 Ekim saldırıları ve Gazze’deki savaş, İran’ın elini güçlendirdi. İsrail eşi benzeri görülmemiş ve aşağılayıcı bir yenilgiye uğradı, çok övündüğü savunmasının herkesin tahmin ettiğinden daha zayıf olduğu ortaya çıkmıştı. Ardından Gazze’de giriştiği kanlı kampanya hem bölgede hem de dünya genelinde Filistin davasına olan desteği yeniden canlandırdı. İsrail’e duyulan sempati, özellikle İsrail’in savaşının ve Filistinlilere yönelik muamelesinin kınandığı Batı’da giderek azaldı. İranlı yetkililer, Filistinlilere daha fazla askeri yardım sağlayarak ya da İsrail’le doğrudan karşı karşıya gelerek Gazze’deki savaşın sona ermesine yardımcı olmak için acele etmediler. Aslında savaş İran’ın gündemine uygundu. Hamas’ı tehlikeye atsa da İsrail’in savaşı ülkenin imajına sürekli zarar veriyor, Batılı destekçilerinin ikiyüzlülüğünü ortaya çıkarıyor ve Filistin meselesini popüler bir dava olarak yeniden canlandırıyordu. Dahası, İran’ın müdahale etmesine gerek yoktu çünkü bunun yerine vekillerini kendi adına çoğunlukla sembolik saldırılar düzenlemek üzere görevlendirebilirdi. Bu amaçla Hizbullah düzenli olarak kuzey İsrail’i bombaladı ve Yemen’deki Husiler İsrail’e karşı çok sayıda başarısız füze ve insansız hava aracı saldırısı düzenledi. Her ne kadar Husiler Yemen açıklarında tekrarladıkları saldırılarla küresel deniz taşımacılığını sekteye uğratmayı başarmış olsalar da İsrail’in savaş çabalarına hiçbir zarar vermediler.
İsrail’in Nisan ayında Şam’daki Devrim Muhafızları’na yönelik saldırısı İranlı yetkilileri daha zor bir seçim yapmaya zorladı. Saldırının bir İran konsolosluk binasını vurduğu düşünüldüğünden, İranlı liderler saldırıyı gerilimi artırıcı olarak değerlendirdi. Rejimin vermesi gereken bir karar vardı: ya açık bir misillemeden kaçınacak ve mevcut durumdan faydalanmaya devam edecek ya da İsrail’e güç kullanarak karşılık verecek ve potansiyel bir tuzağa düşecekti. İtidal, İran’ın İsrail’i eleştirenlerin sempatisini kazanmasına, Gazze’deki vahşete dikkat çekmeye devam etmesine ve İsrail hükümetinin daha da bataklığa saplanmasını izlemesine olanak tanıyacaktı. Açıkça ve güç kullanarak misilleme yapmak ise İsrail’i gölge savaşında iki tarafın oluşturduğu zımni parametrelerden bir kez daha sapmaktan caydırarak İran’ın daha elverişli bir statükoyu yeniden tesis etmesine yardımcı olacaktı.
Her iki yol da risk taşıyordu. İtidal, İsrail’i daha da ileri gitmeye teşvik ederek İran’ı daha sonraki bir tarihte zorlayabilir. Misilleme de riskli olabilirdi. Açık bir İran saldırısı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile ABD Başkanı Joe Biden arasındaki uçurumu kapatabilir. İran’ın askeri eylemi aynı zamanda dünyanın dikkatini İsrail’in Gazze’deki tutumundan uzaklaştırabilir, suçu İsrail’den uzaklaştırabilir ve daha geniş çaplı bir çatışmayı tetikleyebilir. İsrail ile İran arasında çıkacak bir savaş ABD’yi de kolaylıkla yanına çekebilir ve böyle bir durumda İran’ın başarı şansı ciddi ölçüde azalır.
DOKUNMAK YASAK
Rejimin açıktan ve muazzam bir güç gösterisiyle misilleme yapma hamlesi, karar alıcıların artık itidal mantığına ikna olmadıklarının sinyalini verdi. Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki şahinler uzun süredir İsrail’e sert bir karşılık verilmesini savunuyorlardı ve sonunda Hamaney’i ciddi bir askeri harekata yeşil ışık yakmaya ikna ettiler. İran’ın kasıtlı olarak zayıf bir saldırı başlattığı düşüncesi incelemeye dayanmıyor. İran İsrail’e karşı etkileyici bir darbe indirmeyi umuyordu. İsrail’in güçlü yanlarının altını çizerken kendi zayıflıklarını ortaya çıkararak hiçbir şey kazanamaz. İran sadece bir mesaj vermek isteseydi, bunu çok daha az mühimmatla ve çok daha az maliyetle yapabilirdi. Süleymani suikastı sonrasında yaşananlar dahil son dönemde tüm askeri saldırı eylemlerinde olduğu gibi İran açık eylemin cüretkârlığını, misillemeyi önlemeye ya da sınırlamaya yönelik diplomasiyle birleştirdi, hem karnım doysun hem pastam dursun istiyor. ABD’nin Ortadoğu’da bir savaşa sürüklenmekten kaçınmak istediğini ve İsrail’in de İran’a karşı tek başına kolay kolay bir savaş yürütemeyeceğini bilen Tahran, her iki rakibine de bir çıkış yolu sağlamaya çalıştı. Niyetlerini belli ederek, saldırılarını nüfus merkezleri yerine sadece belirli askeri hedeflere yönlendirerek ve daha sonra bu saldırıların misilleme eylemlerini sona erdireceğini duyurarak İran, İsrail’in askeri bir karşılık vermesini engellemeyi umdu.
Ancak İsrail son sözü İran’a vermek istemeyebilir. İran’ın saldırısından kısa bir süre sonra İsrail de kendi askeri eylemleriyle karşılık vereceğini açıkladı. Bu ani misillemenin ilk ve belki de tek yaylım ateşi 19 Nisan’da İsfahan yakınlarındaki bir İran askeri üssünü hedef alan şafak öncesi bir operasyonla geldi. Sınırlı sayıda füze ya da insansız hava aracının kullanıldığı bu küçük çaplı saldırı İran’ın hava savunmasını delmeyi başardı ama aynı zamanda gerilimi tırmandırma döngüsüne bir son verme arzusunun da mesajını veriyor gibiydi. Yine de Tahran’ın, İsrail’in İran topraklarını vurması halinde daha büyük bir güçle misilleme yapma tehdidini yerine getirip getirmeyeceğine karar vermesi gerekecek. Ancak saldırının ardından İran devletine bağlı medya mensupları sosyal medyaya çıkarak eylemi önemsiz olarak nitelendirdi ve bazıları da ciddi silahların değil, mikro helikopterlerin kullanıldığını, yani telaşlanacak bir şey olmadığını öne sürdü.
İsrail’in küçük çaplı misillemesi, en azından bir süreliğine, başka bir karşılıklı açık düşmanlık eylemlerini engellemeyi başarabilir. Ancak burada eksik olan şey, iki ülke arasındaki çatışmayı kesin bir şekilde sona erdirecek herhangi bir seçenektir. Çünkü bu çatışma, büyük ölçüde İran tarafından İsrail’e ve bölgeye dayatılan bir seçim savaşıdır. Sadece iki kesin çıkış yolu var: İsrail İran’a boyun eğebilir ve Yahudi devleti projesini sona erdirebilir ya da İran İsrail’e yönelik politikalarını tersine çevirebilir. Filistin meselesinin iki devletli çözüm gibi bir yolla çözülmesi de İran’ın kampanyasını baltalayabilir ve yavaş yavaş rotasını değiştirmesini teşvik edebilir. Bunların hiçbiri yakın zamanda gerçekleşecek gibi görünmüyor, bu da çatışmanın devam edeceğini gösteriyor.
İran, İsrail’i kuşatma stratejisini sürdürmeye ve İsrail nüfus merkezlerini tehdit eden militan vekillerine gelişmiş silahlar göndermeye devam ettiği sürece, İsrail İran’a karşı mücadelesini sürdürmek zorunda kalacak. Bu dinamik ne kadar uzun sürerse, iki ülke arasında açık bir savaş olasılığı da o kadar artacak. Böyle bir savaş İran ve İsrail tarafından tek başına yürütülemez. Her zaman ABD’yi, İran’ın bölgesel vekillerini ve hatta belki de komşu devletleri de içine çekecektir. Bölgenin geniş bir bölümünü kapsayacak ve çok sayıda aktörün dahil olması nedeniyle muhtemelen kısa sürmeyecektir. Gerçekte ister bir hafta ister bir yıl, isterse on yıl sonra olsun, İran ve İsrail arasında bir şekilde açık bir savaş kaçınılmazdır. Aslına bakılırsa, bölge halihazırda uçurumun kenarında, düşmeyi bekliyor olabilir.
Dünya Basını
Şin-Bet Direktörü’nün yeminli beyanı ne anlama geliyor?

Şin-Bet Direktörü Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu yeminli ifadede Başbakan Netanyahu’nun kendisinden yasalar yerine şahsen kendisine itaat etmesini talep ettiğini ve güvenlik kurumunu kişisel çıkarları için kullanmaya çalıştığını açıkladı.
Netanyahu ile ilgili bu iddialar çokça dile getirilmiş olsa da ilk kez hukuki bağlayıcılığı olan bir mahkeme önünde üstelik görevdeki bir isim tarafından belgeleriyle gündeme getiriliyor. Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz hem Bar’ın iddialarını hem de bu iddiaların İsrail açısından ne anlama geldiğini inceliyor:
***
Bu bir tatbikat değil: Ronen Bar’ın yeminli beyanı İsrail kritik bir uyarı niteliğinde
Şin Bet Direktörü, Yüksek Mahkeme’ye sunduğu resmi beyanda, Netanyahu’nun kendisine devlete ve yasalarına değil, şahsen kendisine sadakat göstermesini talep ettiğini açıkladı; yargıçların bu konudaki yanıtı, İsrail demokrasisinin ve güvenliğinin geleceğini şekillendirecek.
Yuval Yoaz / Times of Israel
Şin Bet Direktörü Ronen Bar’ın pazartesi günü İsrail Yüksek Mahkemesi’ne sunduğu yeminli beyan, İsrail halkı için kritik bir uyarı niteliğinde.
Ülkenin başlıca güvenlik kurumlarından birinin başkanı, mahkemeye resmî ve açık biçimde, Başbakan Binyamin Netanyahu’nun kendisinden şahsi sadakat talep ettiğini yani yasalara ya da mahkemelere değil, doğrudan başbakana itaat etmesini istediğini ve Netanyahu’nun Şin Bet’in geniş etki alanına sahip imkân ve yeteneklerini kişisel ve siyasi çıkarları için sistematik biçimde kullanmaya çalıştığını beyan etti.
Tehlike çanları sadece çalmakla kalmıyor adeta sağır ediyor.
Mahkemenin Bar’a beyanını sunması için verdiği sürenin bitmesine dakikalar kala, yargıçların masasının üzerine iki belge ulaştı. Bunlardan yalnızca biri kamuya açık. Bar’ın sekiz sayfadan oluşan kamuya açık yeminli beyanı 4 Nisan’da yargıçlara gönderdiği mektubun içeriğini detaylandırıyor. Gizli yeminli beyanı ise 31 sayfa ve beş ek belge içeriyor.
Mahkemenin kararı gereği, kamuoyu bu detaylı beyana tam erişemeyecek. Ancak belge başbakana ve yakın çevresine de teslim edildiği düşünüldüğünde sızıntı ihtimal dışı değil. Ayrıca yargıçlar, görevden alma konusundaki kararlarında bu belgelerin özetini kullanabilirler. Söz konusu görevden alma kararı, geçen ay Netanyahu’nun yönlendirmesiyle kabine tarafından oybirliğiyle alınmış ve bu da mahkemenin şu anda değerlendirmekte olduğu itirazlara yol açmıştı.
Netanyahu’nun da mahkemeye perşembe günü sunması gereken yanıtında bu yeminli beyanın yankılarının yer alması bekleniyor tabi son anda geri adım atmazsa.
Bar’ın beyanının ardından, Netanyahu’nun ofisi hemen bir açıklama yayınlayarak “Ronen Bar, Yüksek Mahkeme’ye sahte bir yeminli beyan sundu, bu yakında detaylı şekilde çürütülecek” dedi. Ancak, bu çürütmenin Netanyahu’nun sunacağı yeminli beyanda yer alacağına dair bir taahhüt verilmedi.
Bar’ın 31 sayfalık gizli belgesini bir kenara bırakırsak, sadece kamuya açık yeminli ifadesi bile okuyucuları şaşkına çevirmeye yetiyor.
Bar’ın Netanyahu hakkında dile getirdiği birçok iddia yıllardır kamuoyunda tartışılmış olsa da bu durum tamamen farklı. Çünkü hukuki bağlayıcılığı var. Suçlamalar artık bizzat Shin Bet şefi tarafından açık ve net bir şekilde dile getiriliyor ve mahkemeye yeminli ifade niteliği taşıyan imzalı bir beyanname ile sunuluyor.
Bar’ın sunduğu her önemli iddia, İsrail’i sarsacak nitelikte birer bomba:
- Netanyahu, olası bir anayasal kriz durumunda Bar’dan, Yüksek Mahkeme’ye değil kendisine itaat etmesini istemiş. Bu tür bir talepte bulunulması bile soruşturulması gereken ciddi bir suç niteliğinde.
- Netanyahu, Bar’a, devam eden ceza davasında mahkemede ifade vermesini engelleyecek bir güvenlik gerekçesi yayınlaması için defalarca baskı yapmış. Bu yönde Netanyahu’nun çevresinden biri tarafından hazırlanan bir taslak Bar’a imzalanması için iletilmiş, ancak Bar imzalamayı reddetmiş.
- Netanyahu, Bar’dan Şin Bet’in gözetleme araçlarını İsrail vatandaşlarına karşı – özellikle de 2023’te hükümetin yargı reformuna karşı düzenlenen protesto hareketinin liderlerine karşı – kullanmasını istedi. Bu talebine gerekçe olarak sözde “yıkıcı faaliyet” iddialarını öne sürdü. Bu, Şin Bet’in siyasi faaliyetlerden uzak durma ilkesini ve ifade özgürlüğünü hiçe saymak anlamına geliyor.
- Netanyahu bu talepleri, toplantıların sonunda, askeri sekreteri ve ses kayıt cihazını kullanan görevlileri odadan çıkardıktan sonra, yani kayda geçmesini önlemek amacıyla sözlü olarak iletmiş.
- Bar, Başbakan Netanyahu ve Kabine Sekreteri Yossi Fuchs’a mektup göndererek, 7 Ekim’de Hamas tarafından gerçekleştirilen saldırı ve katliamla ilgili olayların soruşturulması için devlet düzeyinde bir komisyon kurulmasının ulusal güvenlik açısından taşıdığı önemi detaylı biçimde anlatmış. Bar, bunun yalnızca yönetişim açısından doğru bir adım olacağı için değil, aynı zamanda güvenlik kurumlarının gerekli sonuçları çıkarabilmesi ve doktrin ile kurumlarda köklü reformlar yapılabilmesi için de elzem olduğunu vurgulamış. Ancak Netanyahu, böyle bir soruşturma kurulmasına ısrarla karşı çıkmaya devam ediyor.
Bar’ın yeminli beyanından çıkan genel sonuç, asıl meselenin yalnızca görevden alınmasının profesyonel gerekçelerle mi, yoksa kişisel saiklerle mi yapıldığından ibaret olmadığını gösteriyor. Bu sorunun yanıtı fazlasıyla açık.
Asıl odak noktası artık, İsrail’in şu anda yönetiminin başında, en azından bir güvenlik kurumu lideri tarafından adı konularak ciddi şekilde suçlanan bir kişi tarafından yönetiliyor olması gerçeği.
Bar’ın beyanı iki temel anlam taşıyor:
Bunlardan ilki kanıt niteliğinde: Bar’ın bu iddiaları bir yeminli beyanla sunmuş olması, onlara hukuki ağırlık kazandırıyor. Yüksek Mahkeme, teknik olarak yeminli ifade veren kişilerin çapraz sorgulanmasına izin verebilir. Her ne kadar bu uygulama 1990’lardan bu yana kullanılmasa da mahkeme bu davada buna izin verebilir.
İkinci çıkarım ise Bar’ın tam ve gizli yeminli ifadesine eklediği belgelerle ilgili: Bar’ın gizli beyanına eklediği belgeler, iddialarını destekleyen nesnel kanıtlar sunmak için hazırlandı. Bu belgelerin kamuya açıklanmamış olması, toplantı tutanakları, karar özetleri veya iç yazışmalar gibi güvenirliğine itiraz edilmesi zor belgeler içerdiği ihtimalini artırıyor.
Bu da Netanyahu’nun kendi tezini yalnızca sözlü savunmayla değil, somut belgelerle desteklemek istemesi durumunda ciddi delil sıkıntısı yaşayabileceği anlamına geliyor.
Bar’ın yeminli beyanının kamuoyu, hukuk ve anayasa açısından etkileri derin. 7 Ekim saldırısının öngörülememesi nedeniyle görevden ayrılacağını açıklayan Bar, bu hukuki mücadeleyi şahsi çıkar için değil, devlet adına veriyor.
Bar meselesinin çözüm şekli sadece bir sonraki Şin Bet direktörünün bağımsızlığını etkilemeyecek. Bar’ın yeminli ifadesinin içindeki belgeler göz önüne alındığında çok büyük ölçüde, İsrail Devleti’nin güvenlik ve demokratik geleceğini şekillendirecek.
Dünya Basını
Chatham House: Dolar küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelebilir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız değerlendirme yazısı, Kasım 2024’te, Donald Trump henüz resmen işbaşına gelmeden kaleme alınmış olsa da özellikle dolar ve küresel mali sistemdeki belirleyici rolü ve Trump’a özgü ekonomik yönelimler düşünüldüğünde, yazının temel argümanı, süregiden yapısal bir eğilime ışık tutuyor. Yazının merkezindeki temel iddia, Trump’ın politikalarının, ABD dolarını yalnızca ulusal çıkarlar doğrultusunda araçsallaştırmakla kalmayıp, onu küresel mali istikrarsızlığın yapısal bir kaynağına dönüştürdüğü. Doların aşırı değerlenmesi, “küresel Güney”de borç kırılganlıklarını derinleştirirken, Trump dönemiyle somutlaşan korumacı hamleler ve mali gevşeme stratejileri, ortak müdahale ve dengeleme mekanizmalarını geçersiz kılıyor. Bu bağlamda metin, sadece Trump’a özgü bir ekonomik-popülist yönelimi değil, aynı zamanda günümüz kapitalizminin merkezî finans mimarisine içkin çelişkilerin sürekliliğini de açığa vuruyor.
Donald Trump’ın politikaları, ABD dolarını küresel istikrarsızlığın bir kaynağı hâline getirme riski taşıyor
David Lubin
Chatham House
5 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal
Seçilmiş Başkan Donald Trump’ın bir dolar sorunu var. Son aylarda, ABD ihracatının rekabet gücünü desteklemek ve ticaret açığını azaltmaya yardımcı olmak amacıyla “daha zayıf bir döviz kuru” yönünde belirgin bir eğilim sergiledi. Ne var ki, piyasanın ABD seçimlerinden bu yana sezdiği üzere, Trump’ın politikalarının çok daha muhtemel sonucu, doların güçlenmesi olacağa benziyor. Burada risk şu ki, halihazırda değerli olan ABD dolarının aşırı değerlenmiş olduğu daha belirgin hale gelebilir ve bu durum küresel finansal istikrarsızlık riskini artırabilir.
Dolar, son birkaç on yılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Örneğin, BIS verilerine göre, 2002’den 2011’e kadar dolar, enflasyona göre ayarlandı ve ticaret ağırlıklı bazda yaklaşık yüzde 30 zayıfladı. Ancak 2011’den bu yana geçen yıllarda dolar güçlendi ve şu anda da 1985’ten bu yana görülmemiş ölçüde yüksek bir değer seviyesine ulaştı.
Bu inişli çıkışlı seyri belirleyen temel etken, genel hatlarıyla, küresel ekonomik canlılık dengesidir: ABD ekonomisi dünyanın geri kalanına kıyasla ivme kazandığında, dolar güçlenme eğilimi gösterir; bunun tersi de geçerlidir, yani ekonomi küçüldüğünde dolar da zayıflar.
Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) katılmasının ardından, ekonomik dinamizm dengesi ABD aleyhine, Çin ve diğer gelişmekte olan ekonomiler lehine kesin biçimde kaydı. Bu, emtia patlamasının yaşandığı on yıldı: En uzun ve en büyük barış dönemi olan yaklaşık 200 yılda emtia fiyat artışı yaşanmış ve Çin ekonomisindeki sürekli yükseliş, gelişmekte olan dünyada GSYİH artışını desteklemiştir. Sonuç, doların zayıflaması olacaktı.
Fakat 2011 sonrasında, Avro bölgesi krizi ve bunun artçı etkileriyle birlikte Çin ekonomisindeki durgunluk gibi bir dizi etken, ekonomik dinamizm dengesini yeniden ABD lehine çevirdi. Böylece dolar yeniden güç kazandı.
Ve Avrupa ile Çin ekonomileri halen oldukça kırılgan olduklarından, ekonomik dinamizm dengesinin ABD doları lehine işlemeye devam etmesi muhtemel duruyor.
Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların daha da güçleneceğine işaret eden iki önemli etken daha var.
Birincisi, Donald Trump’ın önerdiği ithalat tarifelerinin döviz kuru üzerindeki etkileri. ABD bir ticaret ortağına gümrük vergisi uyguladığında, döviz piyasası genellikle söz konusu ticaret ortağının para birimini satar; bu da, tarifenin yol açtığı dolar cinsinden fiyat artışını telafi etmek üzere o para biriminin değer kaybetmesine neden olur. Bu manzara, Trump’ın 2018 Ocak’ında, Çin’e yönelik ticaret kısıtlamalarını uygulamaya başlamasından sonra, Çin Yuanı’nın yaklaşık yüzde 10 değer kaybetmesini açıklamaya yardımcı olacaktır.
Buradan şu sonuç çıkarılabilir: ABD’nin ticaret ortaklarına yönelik daha geniş ölçekli tarifeler uygulaması, doları genel anlamda daha da güçlendirecektir.
Daha güçlü bir dolar aynı zamanda Trump’ın muhtemelen uygulamaya koyacağı makroekonomik çerçevenin de bir sonucu olacak. Trump, 2017’de yürürlüğe giren ve 2025’te süresi dolacak olan vergi indirimlerini uzatmak isteyeceğinden, ABD maliye politikasının daha uzun süreli bir gevşeme sürecine girmesi olasıdır. ABD ekonomisini canlandırmanın enflasyonist baskı yaratacağı göz önüne alındığında, piyasa faiz oranlarının beklenenden daha yüksek seviyelere çıkması da ihtimaller dahilinde. Gevşek maliye politikası ile sıkı para politikasının bir arada uygulanması, genellikle para biriminin güçlenmesiyle sonuçlanır.
Doların yükselmeye devam etmesi için oldukça fazla alanı var, çünkü henüz açık biçimde aşırı değerlenmiş sayılmaz. ABD’nin bir ülkenin dış ticaret açığının en geniş ölçütü ve finansal kırılganlığın kaba ama verimli bir göstergesi sayılan cari açığı, geçtiğimiz yıl GSYİH’nin biraz üzerinde, yüzde 3 seviyesindeydi.
Bu oran, 2008 küresel finansal krizinden hemen önce, 2006’da ulaşılan düzeyin yaklaşık yarısı; bu da, aşırı değerlenmiş bir dolardan kaynaklanabilecek risklerin Trump’ın ikinci başkanlık döneminin ilerleyen safhalarına sarkabileceği anlamına geliyor.
Güçlenen bir dolar, dünya ekonomisinin geri kalanı için de pek iyi haber değil. Güçlü bir dolar, küresel ticaret büyümesini baskılayarak, gelişmekte olan ülkelerin uluslararası sermaye piyasalarına erişimini kısıtlayarak ve para birimleri değer kaybeden ülkelerin enflasyonu kontrol altında tutmasını zorlaştırarak olumsuz etki yaratır.
Doların sürdürülemez biçimde pahalı hale geldiği durumda ise, başka bir sorun ortaya çıkacaktır: Finansal istikrarı ciddi biçimde sarsmadan aşırı değerli bir para birimiyle nasıl başa çıkılacağı.
Bu sorun en son 1985 yılı başlarında, doların herkesçe dehşet derecede pahalı görüldüğünde yaşanmıştı. O zamanlar ABD, güvenlik şemsiyesine bağımlı olan ticaret ortaklarını -Birleşik Krallık, Almanya, Fransa ve Japonya- devreye sokarak, döviz piyasasında bir dizi koordineli müdahalenin doların kontrollü biçimde değer kaybetmesini sağladığı “Plaza Anlaşması”nı müzakere edebilmişti.
Bugün benzer bir anlaşmanın müzakere edilmesi neredeyse hayal dahi edilemez, bilhassa da Çinli politika yapıcılar “Plaza” sonrasında 1980’lerin sonunda Yen’in değer kazanmasının Japonya için bir ekonomik felakete yol açtığına inandıkları için. Pekin, muhtemel ki bu oyuna dahil olmayacaktır.
Doların kontrollü bir şekilde değer kaybetmesi için çok az alan olması nedeniyle daha kaotik alternatiflerin gündeme gelmesi olası görünüyor.
Bunlardan biri, piyasanın bir noktada pahalı dolar cinsinden varlıklara artık ilgi duymamaya karar vermemesi olabilir, ki bu da döviz piyasasında düzensiz bir ayarlamaya neden olacaktır.
Bir diğer muhtemel senaryo ise Trump’ın bizzat doları zayıflatmaya çalışmasıdır. Ancak bunu gerçekleştirmek için başvurabileceği hemen her yöntem -yabancıların ABD varlıklarını satın almasına sermaye kontrolleri getirmek ya da ABD Merkez Bankası’nın bağımsızlığına müdahale etmek gibi- ABD’nin finansal itibarını ciddi biçimde zedeleyecek bu da bir kez daha kaotik sonuçlara yol açacaktır.
Nihayetinde Trump, doların küresel istikrarsızlık kaynağı haline gelmesini pek umursamayabilir. Nitekim seçilmiş Başkan Yardımcısı JD Vance geçtiğimiz yıl, doların küresel rezerv para birimi olma rolünün, Amerikalıların “çoğu gereksiz ithal ürünlere yönelik aşırı tüketimini” sübvanse ettiğini savunmuştu.
Bu türden bir bakış açısı, çöküş halindeki dolarda belli “faydalar” görebilir. Ancak dünyanın geri kalanı açısından, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde doların kaderi kaybet-kaybet senaryosuna dönüşebilir: Ne güçlü bir dolar ne de onu zayıflatan karmaşık bir ayarlama süreci, küresel ekonomiye fazla bir fayda sağlayacaktır.
Dünya Basını
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?

Gideon Rachman, Financial Times baş dış ilişkiler köşe yazarı
14 Nisan 2015
Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
Beyaz Saray, Çin ile giriştiği gümrük vergisi savaşında güç dengesini yanlış hesapladı.
Şüpheye düştüğünüzde büyük harf kullanın. “HİÇ KİMSE ‘kurtulmuş’ değil,” dedi Donald Trump pazar günü — ABD’nin akıllı telefonlar ve tüketici elektroniği ürünlerini gümrük vergilerinden muaf tutacağını açıklamasına getirdiği kafa karışıklığının ardından.
Bu muafiyet, geçen hafta Çin’den gelen tüm ürünlere yüzde 145 “karşılıklı” vergi uygulanacağını duyuran politikanın bir değişikliğiydi — ki o da birkaç gün önce açıklanan oranlara dramatik bir artıştı. Takip edebiliyor musunuz?
Yalnızca yüzeysel bir gözlemci bile tüm bu ani gümrük vergisi değişimlerinin Beyaz Saray’daki bir kaosun göstergesi olduğunu düşünebilir. Trump destekçileri ise aynı fikirde değil. Finansçı Bill Ackman, önceki sert geri dönüşü “mükemmel bir icraat… anlaşma sanatı dersi…” olarak övdü.
Başkanın en sadık destekçileri hâlâ onun usta bir stratejist olduğunu savunuyor. Aksi yönde düşünenler ise “Trump Saplantı Sendromu” (TDS) ile suçlanmayı göze alıyor.
Ne yazık ki ben hâlâ bu sendromdan muzdaribim. (Aşısı yasaklandı.)
Ateşli zihnime göre, Trump Çin’le oynadığı bu gümrük vergisi pokerinde elinin sandığından çok daha zayıf olduğunu yeni fark ediyor. Bunu ne kadar geç kabullenirse — hem kendisi hem ABD o kadar çok kaybeder.
Trump ve ticaret savaşçıları, Çin’in gümrük vergisi çatışmasında otomatik olarak dezavantajlı olduğunu varsayıyor. ABD Hazine Bakanı Scott Bessent, Çin’in “elinde sadece iki ikili var… Biz onlara sattığımızın beşte birini onlardan alıyoruz, bu da onlar için kaybedilen bir el” diye savundu.
Ancak Trump ve Bessent’in bu mantığının zayıf noktalarını Adam Posen’in Foreign Affairs’deki son makalesi net biçimde açıklıyor. Posen’in işaret ettiği gibi, Çin’in ABD’ye çok daha fazla ihracat yapıyor olması aslında bir zayıflık değil, bir koz.
ABD Çin’den ürünleri hayır işi olsun diye almıyor. Amerikalılar Çin’in ürettiği şeyleri istiyor. Eğer bu ürünler çok daha pahalı hale gelirse — ya da raflardan tamamen kaybolursa — zarar görecek olan Amerikalılar olur.
Akıllı telefonlar konusundaki ikilemin önemi, Trump’ın sonunda sessizce kabul etmek zorunda kaldığı bir gerçeğe işaret ediyor: Gümrük vergilerini ihracatçılar değil, ithalatçılar öder.
Amerika’da satılan akıllı telefonların yarısından fazlası iPhone ve bu iPhone’ların yüzde 80’i Çin’de üretiliyor. Eğer fiyatları iki katına çıkarsa, Amerikalılar yüksek sesle şikâyet eder. “Özgürlük günü”, kimsenin akıllı telefonlarından kurtulacağı gün olmamalıydı.
Telefonlar ve bilgisayar ekipmanları, geri adım atılması muhtemel en belirgin kalemler. Ancak tek örnekler bunlar değil. Trump, yazın çok sıcak geçmemesini ummak zorunda; çünkü dünyadaki klima üretiminin yaklaşık %80’i Çin kaynaklı. ABD’nin ithal ettiği elektrikli fanların dörtte üçü de Çin’de üretiliyor. Beyaz Saray Noel’e kadar bu ticaret savaşının bitmesini isteyecektir; zira ithal ettiği oyuncak bebeklerin ve bisikletlerin %75’i de Çin’den geliyor.
Peki tüm bu şeyler ABD’de üretilebilir mi? Belki evet. Ama bunun için yeni fabrikaların kurulması gerekir ve nihai ürünler çok daha pahalı olur.
Trump kötü manşetlerden nefret eder ve bu manşetlerin ortadan kaybolmasını ister. Bu yüzden kıtlık ve enflasyonun acısını çekmek yerine, tarifelerden muaf ürünler listesine daha fazla madde eklemesi olası.
Bu koşullarda, Çin bekleyebilir. Ama eğer Pekin işin çirkinleşmesini isterse, kullanabileceği gerçekten güçlü kozlara sahip.
Amerikalıların bağımlı olduğu antibiyotiklerin neredeyse %50’sinde kullanılan bileşenler Çin’de üretiliyor. ABD Hava Kuvvetleri’nin bel kemiği olan F-35 savaş uçakları, Çin’den tedarik edilen nadir toprak elementlerine ihtiyaç duyuyor. Çin ayrıca ABD hazine tahvillerinin en büyük ikinci yabancı sahibidir — bu da piyasa baskı altındayken önemli hale gelebilir.
ABD yönetimi, Amerikalıların eksikliğini hissetmeyeceği bir ithalat kategorisi bulsa bile — Çin’e ciddi zarar verebilmesi pek mümkün görünmüyor.
Amerikan pazarı, Çin’in ihracatının yalnızca %14’ünü temsil ediyor. Pekin’deki Avrupa Ticaret Odası’nın eski başkanı Joerg Wuttke, Amerikan tarifelerinin “rahatsız edici olduğunu ama Çin ekonomisi için tehdit oluşturmadığını… Ekonomi 14-15 trilyon dolarlık ve ABD’ye yapılan ihracat sadece 550 milyar dolar” diyerek durumu özetliyor.
Beyaz Saray ısrarla, Başkan Xi Jinping’in telefonu kaldırıp aramasını istiyor. Ama Trump geri çekilirken, Çin liderinin konuşması için hiçbir teşvik yok — hele ki merhamet dilemesi için.
Çin Komünist Partisi tarafından sıkı kontrol edilen otoriter bir sistem, büyük ihtimalle siyasi ve ekonomik acılara ABD’den daha iyi dayanabilir. ABD’deki ekonomik çalkantılar ise hızla siyasi baskıya dönüşür.
Xi de elbette kendi büyük hatalarını yapabilir. Çin’in Covid-19 salgınını ele alışı bunun bir kanıtı. Ancak Çin, ABD ile bir ticaret hesaplaşmasına uzun süredir hazırlanıyor — ve seçeneklerini baştan sona düşünmüş durumda. Buna karşılık, Beyaz Saray ise her şeyi anlık kararlarla yürütüyor.
Trump, kaybedeceği bir el dağıtmış durumda. Er ya da geç, elini bırakmak zorunda kalacak.
-
Söyleşi2 hafta önce
Çin uluslararası sistemi nasıl değerlendiriyor? Şanghay, Hangzhou ve Pekin’den akademisyenlerle özel söyleşi
-
Görüş2 hafta önce
Avrupa’da savaşa hazırlık tam gaz: Fransız askeri haritacılar Romanya’da ne arıyor?
-
Görüş2 hafta önce
İran-ABD müzakereleri: Maskat görüşmesi ne anlama geliyor?
-
Ortadoğu1 hafta önce
“Suriye ve İsrail normalleşmeye hazırlanıyor” iddiası
-
Dünya Basını2 hafta önce
Trump’ın anti-sosyal devleti
-
Dünya Basını2 hafta önce
FT: Xi’nin eli neden Trump’tan daha güçlü?
-
Dünya Basını2 hafta önce
Beyaz Saray’da “İran” çekişmesi
-
Dünya Basını2 hafta önce
Rusya’nın Berlin Büyükelçisi: ‘Ukrayna’da yabancı askerlerin konuşlandırılması kabul edilemez’