Suudi Arabistan İsrail ile normalleşme için kamuoyu önünde Filistin’in bağımsız devlet olarak kabulünü ön şart koşmaya devam ediyor. Kapalı kapılar ardında ise pazarlık ABD ile yürüyor. Washington’un önüne nükleerden, sorgusuz sualsiz silah satışına ve güvenlik garantisine kadar bir dizi talep listesi sunuyor. ABD’den taviz koparmadan İsrail’le yapılacak bir anlaşma hele ki Riyad’ın bölgedeki en önemli “sorunu” Tahran ile ilişkilerini normalleştirmeye başladığı düşünüldüğünde Suudiler için riskli görünüyor.
Foreign Policy, Riyad’ın neden ABD’den güvenlik garantisi istediğini ve ABD’nin de neden bu garantiyi vermekte çekindiğini ele alan bir analiz yayındı. Dikkatinize sunuyoruz:
İsrail ile Barış İran ile Savaş Demek
Suudi Arabistan’ın olası yeni diplomatik anlaşmasının tehlikeli bir diğer yüzü de var.
Bilal Y. Saab ve Nickoo Azimpoor
Washington ve Orta Doğu’daki politika yapıcılar, Suudi Arabistan’ın kısmen ABD ile resmi bir savunma anlaşması karşılığında İsrail ile ilişkilerini normalleştirme olasılığını konuşmakla meşgul. Çok daha az dikkat çekse de en azından Riyad için kritik bir soru var: Böyle bir hamle Suudi Arabistan’ın İran ile yakın zamanda yaptığı diplomatik anlaşmayı tehlikeye atar mı?
Bunu düşünmek için güçlü nedenler var. İran’ın İsrail ile sadece düşmanca ilişkileri yok. İki ülke on yıllardır gölge savaşın içinde ve bu savaş son yedi yılda daha da tırmanmış durumda. Daha geçen yıl, İsrail ordusunun 2017’den bu yana Suriye’de ve Orta Doğu’nun diğer bölgelerinde İran ve devlet dışı müttefiklerine ait hedeflere karşı 400’den fazla hava saldırısı gerçekleştirdiği bildirildi. O zamandan bu yana bu tür saldırıların sayısının arttığı tahmin edilebilir.
Suudi Arabistan İsrail’i kucaklarsa, İran muhtemelen Suudilere karşı hemen hemen her şekilde saldıracak. Krallığın Müslüman dünyasının lideri olarak meşruiyetine daha agresif bir şekilde meydan okuyacak ve büyük olasılıkla güvenliğini tehdit edecek- ya Eylül 2019’da Suudi petrol tesislerini insansız hava araçları ve füzelerle vurduğunda yaptığı gibi doğrudan ya da Yemen’deki Husiler de dahil bölgesel vekiller aracılığıyla dolaylı olarak.
Tahran için Riyad’ın Washington’la dost olması başka bir şey -İranlıların alıştığı bir şey- İran’ın bölgedeki planlarına ve nüfuzuna karşı askeri güç kullanmaktan çekinmeyen İsrail’le ortak olmak bambaşka bir şey. İran ayrıca nükleer programına karşı ABD’den çok İsrail’in önleyici bir saldırıda bulunmasından endişe ediyor. Dolayısıyla Suudi Arabistan İsrail’le işbirliği yaparsa İran, Suudi yönetiminin böyle bir niyeti olmasa bile Riyad’ın İsrail ordusuna İran’a karşı hızlı bir saldırı başlatması için altyapı sağlayacağını varsayacaktır.
Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn Eylül 2020’de İsrail’le ilişkileri normalleştirmeyi kabul ettiklerinde, her ikisi de İsrail’le askeri işbirliğine dair her türlü konuşmayı barış ve istikrar gibi muğlak kavramlarla sınırlandırmak konusunda son derece dikkatliydi. Bunun nedeni Abu Dabi ve Manama’nın İsrail ile askeri ilişkilerini geliştirmek istememeleri değildi. Sadece İsrail’le artan güvenlik işbirliğinin, Abu Dabi’nin gerilimi düşürmek ve İran yanlısı Husilerin Emirlik sivil hedeflerine yönelik saldırılarını önlemek için diplomasi yürüttüğü İran’ı kışkırtabileceğini anladılar.
Suudi Arabistan ya da Körfez Arap ülkelerinden herhangi biri İsrail’e fazla yaklaşır ve örneğin ona önemli istihbarat ve askeri erişim sağlarsa, İran büyük olasılıkla onlara saldıracaktır. Abu Dabi, Manama ve potansiyel olarak Riyad bu durumdan suçlu çıkacaktır ki Tahran Eylül 2019’da Suudi petrol altyapısına saldırdığında Suudilerin başına gelen de tam olarak buydu; Suudilerin yaptığı bir şey yüzünden değil, Trump yönetiminin İran rejimine karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasına verdikleri destek yüzünden.
Ancak Suudi Arabistan; BAE ve Bahreyn’in yolunu izlese ve normalleşmenin ardından İsrail ile güvenlik işbirliğini kısıtlasa bile bu onu İran’ın şiddetli siyasi ve dini kınamalarından kurtarmayacaktır.
Müslüman dünyasındaki konumu, rolü ve otoritesi nedeniyle Suudi Arabistan için riskler BAE, Bahreyn ya da İsrail ile ilişkilerini normalleştiren diğer Müslüman Arap ülkelerinden çok daha yüksek. Halen Suudi Kralı olan Selman bin Abdülaziz el-Suud aynı zamanda “İki Kutsal Caminin Hizmetkârı” unvanını da taşıyor. Kendisi sadece Mekke ve Medine’deki İslam’ın en kutsal iki mekanını korumak ve muhafaza etmekten değil aynı zamanda Kudüs’ün kaderinin İsrailliler ve Filistinliler arasında adil bir şekilde müzakere edilmesini sağlamaktan da sorumlu. Müslümanların en kutsal üçüncü mekânı olan Mescid-i Aksa’ya ev sahipliği yapan Kudüs, İsrail-Filistin barış anlaşmasının tarihi bir köşe taşı ve Suudi toplumu ve dünya çapındaki Müslümanlar için derin dini önemi var.
Suudi Arabistan’ın Filistinlileri terk ettiği ve Kudüs’ten vazgeçtiği algısı oluşursa İran, Suud Hanedanı’na karşı yoğun bir siyasi baskı kampanyası başlatacaktır. Ve bu İranlı liderlerin, Suudi yönetiminin meşruiyetine ve otoritesine ilk meydan okuyuşu olmayacaktır. İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney uzun yıllardır Müslüman dünyasına, İsrail’in sızdığı “lanetli ağaç” olduğu için Suudi kraliyet ailesini İki Kutsal Caminin Hizmetkârı olarak reddetme çağrısında bulunuyor.
Dolayısıyla Suudi yetkililer, bir Filistin devleti kurulmadan ya da en azından kurulması için etkili bir süreç başlatılmadan İsrail ile normalleşmenin gerçekleşmeyeceği konusunda ısrarcı olduklarında, samimiyetsiz davranmıyor ya da bu konuda lafta kalmıyorlar. Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan ocak ayında yaptığı açıklamada “Gerçek normalleşme ve gerçek istikrar ancak Filistinlilere umut vererek, Filistinlilere itibar kazandırarak gelecektir” dedi. Suudiler, BAE ve Bahreyn gibi İsrail ile sadece İsrail’in Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimlerini ve Ürdün Vadisi’ni ilhakını askıya alan ya da donduran bir normalleşme anlaşmasını göze alamaz. Suudilerin daha anlamlı bir şeye ihtiyacı var çünkü itibarları, meşruiyetleri, otoriteleri ve hatta güvenlikleri tehlikede.
Washington’un taleplerini yerine getirmesi halinde Suudi yönetiminin ve özellikle de Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Filistin meselesinde kesin olmayan -ama BAE ve Bahreyn’e vaat edilenden daha fazla- bir tavize ikna olması hâlâ mümkün. Aslına bakılırsa, Suudilerin istediği her şeyden çok, ABD ile yapılacak bir ittifak anlaşmasının havuçları, krallık için fazlasıyla karşı konulamaz olabilir. Suudi liderler İran’ın her zaman yaptığını yapacağını, yani Suudi Arabistan’a meydan okuyacağını ve tehdit edeceğini düşünüyor olabilirler, ancak kendilerini koruyacak bir ABD savunma kalkanı ile Suudiler şanslarını deneyebilirler.
Suudi Arabistan’ın Washington’dan resmi bir savunma anlaşması alma konusunda bu kadar ısrarcı olmasının nedeni de bu. Riyad böylesine tarihi ve oyunun kurallarını değiştirecek bir hamlenin İran’dan siyasi tepki ve muhtemelen güvenlik tehditleri alacağını biliyor. Hem İran hem de İsrail’le normalleşmenin mümkün olmayacağının ya biri ya diğeri olacağının farkında.
Ancak bu, aynı zamanda ABD’nin Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme için sunduğu ağır bedeli kabul etmekte neden bu kadar tereddüt ettiğini de açıklıyor. Yukarıda tarif edilen sonuç gerçekleşir ve İran İsrail’i tanıdığı için Suudi Arabistan’a saldırırsa, ABD Suudi Arabistan için İran’a karşı savaşa girecek bir konumda olacak mı? Peki ya İran Suudi Arabistan’a karşı doğrudan askeri eylemden kaçınır ve krallığa saldırmak için bölgesel vekillerini kullanırsa, Washington o zaman nasıl karşılık verir?
Bu soruların kolay cevapları yok ama Riyad Washington’dan bunları bekleyecektir. Suudi Arabistan ve ABD arasında bir ittifak anlaşmasının zorlukları ve sonuçları ağır; şüphesiz ki Riyad ve Washington’daki liderlerin İran’ın olası bir Suudi-İsrail normalleşme anlaşmasına vereceği tepkiyi göz önünde bulundurmaları tavsiye edilir. Tahran’ın tutumu olası bir anlaşmayı caydırmamalı ya da ortadan kaldırmamalı, ancak Riyad ve Washington bunu bilinçli bir şekilde planlamalı.