Dünya Basını
“Çin barış yanlısı, ABD savaş kışkırtıcısı”

Foreign Policy’ye göre Beyaz Saray, Orta Doğu’daki gelişmeler üzerine gelişen bu söylemle mücadele etmeli.
Orta Doğu’da İran-Suudi Arabistan normalleşmesiyle zirveye ulaşan, gerginliğin düşürülmesi ve normalleşme eğiliminin altında yatan motivasyonlar ve bu eğilimin devam edip etmeyeceği tartışılmaya devam ediyor. Foreign Policy’de yayınlanan, Pittsburgh Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Orta Doğu Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı Ross Harrison ile Orta Doğu Enstitüsü İran Programı Direktörü Alex Vatanka imzalı makale bu sorulara yanıt vermeye çalışıyor. Yazarlar Orta Doğu’daki ülkelerin artık yabancıların dümen suyunda gitmek yerine kendi ulusal çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yaptığına dikkat çekiyor ve “Büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça, bölgesel güçlerin önüne daha fazla seçenek çıkıyor ve küresel güçlerin sadık müttefiklerinden ziyade serbest aktörler olarak hareket ediyorlar” diyor.
Makale, Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik başarılarının Washington’u da diplomasiye itebileceğine dikkat çekiyor. Çünkü, “İtibar açısından Beyaz Saray, şimdi Çin’in barış yanlısı, ABD’nin ise sadece Ortadoğu’ya silah satmak isteyen bir savaş kışkırtıcısı olduğu söylemiyle mücadele etmek zorunda.”
Makalenin tamamını dikkatinize sunuyoruz:
***
Orta Doğu İstikrara Doğru İlerliyor Olabilir
Artan büyük güç rekabeti, ulusların kendi çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yapmasına olanak sağlıyor.
Çok sayıda dışişleri bakanı bölgesel kargaşaya son vermek üzere müzakerelerde bulunmak için bir Asya başkentinde bir araya geldi. Toplantıda temsil edilen ülkelerden biri, diğerleri arasındaki düşmanlıkları sona erdirecek bir anlaşmaya aracılık etti.
Bu, İran ve Suudi Arabistan arasındaki ilişkileri normalleştirmek için 2023 Pekin anlaşması olabilir. Ama aynı zamanda 1967’de Tayland Dışişleri Bakanı’nın Endonezya ve Malezya arasındaki düşmanlıkları sona erdirmek için bir anlaşma yapılmasına yardımcı olduğu Bangkok da olabilir. Bu toplantıda dünyanın en başarılı bölgesel örgütlerinden biri olan Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği (ASEAN) konsepti doğdu.
60’lı yılların sonlarına gelindiğinde, Güneydoğu Asya devletlerinin iş birliği yapmadan ekonomik olarak gelişemeyecekleri açıktı. Ayrıca, özellikle yükselen Çin’e karşı kendi güvenliklerini de sağlayamayacaklardı. ASEAN’ın oluşumunda bölge ve dünyadaki dönüştürücü olaylar da aynı derecede önemliydi.
Vietnam’da savaş sürerken ve Çin destekli hareketlerin komünizmi yayacağına dair endişeler artarken, düşük performans gösteren ekonomiler Güneydoğu Asya’daki hükümetleri meşruiyetlerini kaybetmekle tehdit ediyordu. İngiltere bölgeden çekilmenin eşiğindeydi; küresel olarak ise yirmi yıl sonra Soğuk Savaş sona erdi. Bu faktörler ASEAN’ın kurulmasına ve daha sonra üye sayısının artmasına katkıda bulundu.
Son dönemde yaşanan gerilimler, 1960’larda Güneydoğu Asya’da görülen bölgesel farkındalığın Orta Doğu’da da görülmeye başlanabileceğine işaret ediyor. İran ve Suudi Arabistan arasındaki görüşmeler Nisan 2021’de Bağdat’ta başladı, Umman’ın Maskat kentine devam etti ve nihayetinde Pekin’e ulaştı ve burada sürdürülebilirlik vaat eden bir anlaşmayla sonuçlandı. İbrahim Anlaşması ve Türkiye ile Mısır arasında ortaya çıkan yakınlaşma gibi diğer gelişmeler de normalleşme yönünde bir eğilim olduğunu gösteriyor.
Orta Doğu’da diplomasinin geleceği konusunda şüpheci olmak kolay. Bu durum özellikle İran-Suudi normalleşmesi için geçerli, taraflardan birine ya da diğerine orantısız fayda sağladığına dair soru işaretleri normalleşmenin ne kadar süreceğine ilişkin endişeleri artırıyor. Ancak 1960’larda Güneydoğu Asya’da olduğu gibi bugün de Orta Doğu’da ve dünyada şüpheciliğimizi yumuşatacak güçler iş başında.
İçinde bulunduğumuz dönemin temalarından biri, Orta Doğu’daki ülkelerin yabancıların dümen suyunda gitmek yerine kendi ulusal çıkarları doğrultusunda anlaşmalar yapması. Bu bağımsızlık paradoksal bir şekilde bölgedeki büyük güç rekabetine rağmen değil, bu rekabet nedeniyle ortaya çıkıyor. Büyük güçler arasındaki rekabet arttıkça, bölgesel güçlerin önüne daha fazla seçenek çıkıyor ve küresel güçlerin sadık müttefiklerinden ziyade serbest aktörler olarak hareket ediyorlar.
Örneğin İsrail ve Suudi Arabistan, enerji politikalarından Rusya’nın Ukrayna’daki savaşına yönelik yaklaşımlarına kadar çeşitli konularda ABD’den önemli ölçüde bağımsızlık sergiliyor. Rusya-Ukrayna savaşı için Rusya’ya insansız hava aracı tedarik etmedeki rolü bağlamında İran da kendini daha güvende hissediyor.
Dahası, ABD Orta Doğu’dan çekilmese de Basra Körfezi’ndeki müttefikleri onun bir güvenlik garantörü ve ortağı olarak güvenilirliğini sorgulamaya başladı. Bu da onları İran’dan uzaklaştırmak yerine daha da yakınlaştırıyor. Suudi Arabistan için bardağı taşıran son damla, 2019 yılında devlet şirketi Aramco’ya ait Bıkayk ve Hırays adlı iki petrol rafinerisine düzenlenen insansız hava aracı saldırıları oldu. Bu saldırıların Tahran’ın işi olduğuna inanılıyordu ancak ABD Başkanı Donald Trump’ın yönetimi İran’a yönelik sürdürdüğü kuru gürültüye rağmen karşılık vermek için neredeyse hiçbir şey yapmadı. Suudiler için, 1980’de ABD’nin Basra Körfezi’ndeki çıkarlarını korumak için güç kullanma taahhüdü olarak formüle edilen Carter Doktrini’nin süresi dolmuştu. Bu gelişme hiç şüphesiz Suudileri İran ile müzakereye yatkın hale getirdi. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Umman da 2021 yılına kadar İran’la diyaloglarını genişletmek için tüm hızlarıyla çalıştılar.
Washington’da Orta Doğu’nun ABD müdahalesi olmaksızın istikrara kavuşamayacağına dair bir inanç var. Ancak mevcut ortamda istikrarı sağlamaya yönelik birincil itici gücün bölgesel güçlerden gelmesi gerektiği açık. Diyaloga yönelik bu son hamlelerin de gösterdiği gibi, Yemen ve Suriye’deki iç savaşlardan Lübnan ve Irak’taki sorunlara kadar bölgede istikrar ve gerilimin azaltılmasının, ABD’nin müdahalesi olsun ya da olmasın, bölgesel aktörler arasında iş birliğini gerektirdiği görüşü hâkim olmaya başladı.
Çin’in Orta Doğu’daki yeni diplomatik rolü de gerilimi azaltma eğilimlerinin sürdürülmesine yardımcı olabilecek diğer bir faktör. Pekin, ABD’nin Suudi Arabistan ve İsrail aracılığıyla İran’a karşı, denizaşırı dengeleme yaklaşımından kaçınıyor; böyle bir yaklaşımın gerilimi tırmandıracağını düşünüyor. Bunun yerine Çin, bölgesel çatışmalarda daha tarafsız bir yaklaşım benimseyerek gerilimi tırmandırmak yerine yatıştırmayı tercih ediyor.
Bazı İranlı kaynaklar Çin’in bölgesel bir dengeleyici olarak ortaya çıkan kritik rolüne dikkat çekiyor. İran devlet medyası, İran’ın 2019’da Suudi petrol varlıklarına saldırmasının ardından Çin’in Tahran’ı, bu tür eylemlerin Pekin’in çıkarlarına zarar verdiği konusunda uyardığını bildirdi. Çünkü Pekin’in enerji güvenliği politikası Suudi ve Körfez petrolünün kesintisiz ithalatına dayanıyor.
Çin-Suudi ticareti Çin-İran ticaretinden yaklaşık altı kat daha büyük olmasına rağmen Pekin hem İran hem de Suudi Arabistan’ın en büyük ticaret ortağı. Çin’in, petrolün yarısını Basra Körfezi’nden aldığı düşünüldüğünde enerji güvenliği, Tahran’daki İranlılar ile Riyad’daki Suudiler arasında çatışma olasılığını azaltacak politikaları zorlamasını gerektiriyor. İran ve Suudi Arabistan’ın, Avrupa kıtasının İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda gördüğü türden bir ekonomik entegrasyona gitmelerine Çin’in yardımcı olacak güce ve siyasi iradeye sahip olup olmadığını göreceğiz. Bu Çin için büyük bir sınav olacak.
Çin’in Orta Doğu’daki diplomatik atakları belki de sezgisel olarak Washington’u da diplomasiye itebilir. Çin’in hamleleri, İran ile ABD arasında nükleer konuda gayrı resmi bir anlaşmaya varılması için itici güç olmuş olabilir. İtibar açısından Beyaz Saray, şimdi Çin’in barış yanlısı, ABD’nin ise sadece Ortadoğu’ya silah satmak isteyen bir savaş kışkırtıcısı olduğu söylemiyle mücadele etmek zorunda.
Dengede ve kısa vadede, Çin’in dahlinden en kazançlı çıkacak Riyad olacak. Çin, Tahran’a Yemen’deki Husileri Suudi Arabistan’la siyasi bir anlaşmaya varmaya zorlaması ve Suudi altyapısına, ticaretine ve ekonomik planlarına yönelik tehdidi durdurması için baskı yapabilirse Riyad kazanır. İranlılar bunu yapmada da Suudiler yine kazanır çünkü Riyad Pekin’e gerilimi azaltma konusunda ciddi olmayanların İranlılar olduğunu gösterebilir.
Diplomasinin yeniden başlamasının Riyad için başka bir faydası daha var: İran ile ABD ya da İran ile İsrail arasında olası bir askeri çatışma durumunda Suudiler, Suudi Arabistan’ın İran’ın misillemesinin hedefi olma ihtimalini çok daha düşürdüler.
Tahran için kısa vadeli kazanç, Riyad’la yapılan bu anlaşmanın Suudi Arabistan’ı en azından şimdilik İsrail’den uzaklaştırabilecek olması. Daha da önemlisi, bu anlaşma en azından Tahran ve Riyad arasında yeni bir “soğuk barış” dönemine işaret edebilir ve bu dönemde her iki taraf da birbirlerinin içişlerine karışmaktan vazgeçebilir. Suudi Dışişleri Bakanı Faysal bin Ferhan Al Suud’un 17 Haziran’da Tahran’a yaptığı ziyaret sırasında da tekrarlanan bu mesaj, her iki tarafın da bu müdahale etmeme vaadini çok önemli bulduğunu gösteriyor.
Bu değişen hesaplar, sadece bölgesel ve küresel düzeyde değişen gerçekleri değil, aynı zamanda İranlı ve Suudi yönetici elitlerin yerel düzeyde karşılaştıkları baskıları da yansıtıyor.
Suudi Arabistan örneğinde, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın gündemi Suudi toplumunda büyük bir dönüşüm gerçekleştirmek. Her şeyden önce Riyad’daki liderlik, ülkenin geleceği için en iyi ulusal stratejinin, Veliaht Prens’in Vizyon 2030 tasarısına bağlılık da dahil ülke içinde ekonomik kalkınmaya odaklanan bir strateji olduğuna inanıyor.
Öte yandan İran’ın radikal Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin gelişi de Tahran ve Riyad’ı birbirine yaklaştırmış olabilir. Hasan Ruhani’nin sözde pragmatik hükümetinin 2021’de görevden ayrılmasının ardından Suudiler, tüm gücün radikal grubun elinde olduğu bir İran rejimiyle karşı karşıya kaldı. Bu arada Tahran’daki bu sertlik yanlısı grup da sonuç alma baskısı altındaydı. Dolayısıyla, Tahran’ın bölgesel gündeminin sertlik yanlısı Devrim Muhafızları’nın elinde olduğu düşünüldüğünde, İran’ın vaatlerini yerine getirme olasılığı özellikle de bölgesel politikalarını düzenleme konusunda arttı.
Bu arada Tahran’da rejim Washington ile girdiği çıkmazdan bir çıkış yolu göremiyordu. Bunun yerine, ABD yaptırımlarını aşmak amacıyla Arap rakiplerine yönelik yeni bir politika arayışına girebilirdi. Tahran’daki politika yapıcılar, yakın komşuların küresel ticaret için bir kanal olarak faydasını fark etti.
Bu sayede BAE, Irak ve Umman son dönemde İran’ın en büyük ticaret ortakları arasında yer aldı. En azından Tahran’daki rejim, Riyad’la yakınlaşmanın İran’ın geniş diasporasındaki muhalif medya faaliyetlerine mali destek de dahil Suudilerin İran karşıtı eylemlerini azaltacağını umuyor; bu, 2022 Eylül’ünde Mahsa Amini’nin rejim gözetiminde ölümü üzerine patlak veren protestolardan bu yana Tahran için aciliyet arz eden bir konu.
Tahran’da iktidarın el değiştirmesi faktörü de var. Ancak şimdilik, 84 yaşındaki dini lider Ali Hamaney’in gündeminin kendi siyasi ihtiyaçlarıyla örtüşmesi Reisi için bir şans.
Bölgesel istikrarın devamı yerel, bölgesel ve küresel güçlerin aynı yönde hareket etmesiyle sağlanabilir. İzlenmesi gereken bir husus da İbrahim Anlaşması ile İran-Suudi yakınlaşmasının birbirini tamamlayıp tamamlamayacağı ya da birbiriyle çatışıp çatışmayacağı. İsrail ve İran arasında resmi bir iş birliği ihtimali düşük olsa da İbrahim Anlaşması’nın Suudi-İran yakınlaşmasına paralel ilerlemesi mümkün. Çin’in daha tarafsız tutumu buna olanak sağlayabilir. Asıl belirleyici olan Suudi Arabistan’ın İbrahim Anlaşmalarına katılıp katılmayacağı olacak ki bu da bir bakıma iki girişim arasında gayrı resmi bir köprü oluşturabilir.
İran ve Suudi Arabistan’ın son dönemde ilişkilerini normalleştirmesinin ardındaki motivasyonları sorgulamak ve iki ülkenin gerilimi azaltma yönündeki siyasi iradesini test etmek sağlıklı olsa da şüphecilik bizi bu sorunlu bölge için daha iyi bir gelecek olasılığına karşı körleştirebilir.
Dünya Basını
ABD ve İsrail, UAEA’yı nasıl ele geçirdi?

Editörün notu: Medea Benjamin ve Nicolas J.S. Davies, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi’nin, ABD ve İsrail ile işbirliği yaparak, ajansın İran’ın aktif bir nükleer silah programı olmadığı yönündeki kendi bulgularına rağmen İran’a karşı bir savaş bahanesi yaratmak için kurumu manipüle ettiğini anımsatıyor. Bu durum, İsrail’in askeri saldırılar için hazırlandığı bir dönemde, eski ve potansiyel olarak uydurma İsrail istihbaratına dayanan tartışmalı bir UAEA kararının zayıf bir çoğunlukla geçirilmesiyle sağlandı. Yazarlar, Grossi’nin eylemlerini, benzer baskılara direnen selefi Muhammed el-Baradey’in dürüstlüğüyle karşılaştırıyor ve Grossi’nin bu tutumunun onu hem mevcut görevi hem de gelecekteki BM Genel Sekreterliği gibi pozisyonlar için uygunsuz kıldığına işaret ediyor.
ABD ve İsrail, UAEA’yı ele geçirip İran’a savaş başlatmak için Rafael Grossi’yi nasıl kullandı?
Medea Benjamin, Nicolas J.S. Davies
Common Dreams
23 Haziran 2025
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Genel Direktörü Rafael Grossi, kendi kurumunun İran’ın nükleer silah programı olmadığı yönündeki sonucuna rağmen, ajansının ABD ve UAEA kurallarını uzun süredir ihlal eden ve nükleer silah sahibi olduğunu beyan etmemiş bir devlet olan İsrail tarafından İran’a karşı savaş bahanesi üretmek için kullanılmasına izin verdi.
12 Haziran’da, Grossi’nin hazırladığı ezici rapora dayanarak, UAEA Yönetim Kurulu’nun zayıf bir çoğunluğu, İran’ın bir UAEA üyesi olarak yükümlülüklerine uymadığı yönünde bir karar aldı. 35 ülkeden oluşan Kurul’da sadece 19 ülke karar lehine oy kullanırken, 3 ülke karşı oy kullandı, 11’i çekimser kaldı ve 2’si oylamaya katılmadı.
Amerika Birleşik Devletleri, 10 Haziran’da sekiz yönetim kurulu üyesi hükümetle temasa geçerek onları ya karar lehine oy kullanmaya ya da oylamaya katılmamaya ikna etti. İsrailli yetkililer, ABD’nin UAEA kararı için yaptığı baskıyı, İsrail’in savaş planlarına yönelik önemli bir ABD desteği sinyali olarak gördüklerini söyledi. Bu durum, İsrail’in savaş için diplomatik bir kılıf olarak UAEA kararına ne kadar değer verdiğini ortaya koyuyordu.
UAEA yönetim kurulu toplantısı, Başkan Trump’ın İran’a yeni bir nükleer anlaşma müzakere etmesi için verdiği 60 günlük ültimatomun son gününe denk getirildi. UAEA kurulu oy kullanırken bile İsrail, İran’a yapılacak uzun uçuş için savaş uçaklarına silah, yakıt ve ilave yakıt tankları yüklüyor ve pilotlarına hedefleri hakkında brifing veriyordu. İlk İsrail hava saldırıları o gece saat 03.00’te İran’ı vurdu.
İran, 20 Haziran’da Genel Direktör Grossi’yi, hem kamuoyuna yaptığı açıklamalarda İsrail’in İran’a yönelik tehditlerinin ve güç kullanımının yasa dışı olduğuna değinmeyerek hem de sadece İran’ın sözde ihlallerine odaklanarak kurumunun tarafsızlığını zedelediği gerekçesiyle BM Genel Sekreteri ve BM Güvenlik Konseyi’ne resmi şikâyette bulundu.
Bu karara yol açan UAEA soruşturmasının kaynağı, İsrail’in 2018’de ajanlarının İran’da daha önce açıklanmamış ve 2003’ten önce uranyum zenginleştirme faaliyeti yürüttüğü üç tesisi tespit ettiğini iddia ettiği bir istihbarat raporuydu. Grossi 2019’da bir soruşturma başlattı ve UAEA sonunda bu tesislere erişim sağlayarak zenginleştirilmiş uranyum izleri tespit etti.
Eylemlerinin vahim sonuçlarına rağmen Grossi, İranlı yetkililerin öne sürdüğü gibi, İsrail’in Mossad istihbarat teşkilatının veya Halkın Mücahitleri Örgütü (HMÖ) gibi İranlı işbirlikçilerinin bu zenginleştirilmiş uranyumu o tesislere kendilerinin yerleştirmediğinden UAEA’nın nasıl emin olabildiğini kamuoyuna hiçbir zaman açıklamadı.
Bu savaşı tetikleyen UAEA kararı yalnızca İran’ın 2003 öncesi zenginleştirme faaliyetleriyle ilgili olsa da, ABD’li ve İsrailli siyasetçiler hızla İran’ın nükleer silah yapmanın eşiğinde olduğuna dair asılsız iddialara yöneldi. ABD istihbarat teşkilatları daha önce, İsrail ve ABD’nin İran’ın mevcut sivil nükleer tesislerini bombalamaya ve tahrip etmeye başlamasından önce bile, böylesine karmaşık bir sürecin üç yıla kadar süreceğini bildirmişti.
UAEA’nın İran’daki bildirilmemiş nükleer faaliyetlere ilişkin önceki soruşturmaları, Aralık 2015’te UAEA Genel Direktörü Yukiya Amano’nun İran’ın Nükleer Programına İlişkin Geçmişteki ve Günümüzdeki Çözümlenmemiş Konular Hakkında Nihai Değerlendirme başlıklı raporunu yayımlamasıyla resmen tamamlanmıştı.
UAEA, İran’ın geçmişteki bazı faaliyetlerinin nükleer silahlarla ilgili olabileceğini, ancak bunların “fizibilite ve bilimsel çalışmaların, belirli ilgili teknik yetkinliklerin ve kabiliyetlerin edinilmesinin ötesine geçmediğini” değerlendirdi. UAEA, “İran’ın nükleer programının olası askeri boyutlarıyla bağlantılı olarak nükleer materyalin başka amaçla kullanıldığına dair hiçbir güvenilir belirti bulamamıştır,” sonucuna vardı.
Yukiya Amano’nun 2019’da görev süresi dolmadan hayatını kaybetmesi üzerine Arjantinli diplomat Rafael Grossi, UAEA Genel Direktörlüğü’ne atandı. Grossi, Amano döneminde Genel Direktör Yardımcısı ve ondan önce de Genel Direktör Muhammed el-Baradey döneminde Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştı.
İsraillilerin, İran’ın nükleer faaliyetleri hakkında sahte deliller uydurma konusunda uzun bir geçmişi var. Tıpkı 2004’te HMÖ tarafından CIA’e verilen ve Mossad tarafından yaratıldığına inanılan kötü şöhretli “dizüstü bilgisayar belgeleri” gibi. 2009’da Senato Dış İlişkiler Komisyonu için İran’ın nükleer programı hakkında bir rapor yazan Douglas Frantz, Mossad’ın 2003’te “İran içinden ve başka yerlerden gelen belgeleri” kullanarak İran’ın nükleer programı hakkında gizli brifingler vermek üzere özel bir birim kurduğunu ortaya çıkardı.
Yine de Grossi, İsrail’in son iddialarını takip etmek için onlarla işbirliği yaptı. İsrail’de birkaç yıl süren toplantılar, İran’da ise müzakereler ve denetimlerin ardından UAEA Yönetim Kurulu’na raporunu yazdı ve kurul toplantısını İsrail’in savaşı için planlanan başlangıç tarihine denk gelecek şekilde planladı.
İsrail, son savaş hazırlıklarını, kararı hazırlayan ve lehte oy kullanan Batılı ülkelerin uydularının ve istihbarat teşkilatlarının gözü önünde yaptı. 13 ülkenin çekimser kalması veya oy kullanmaması şaşırtıcı değil, ancak daha fazla tarafsız ülkenin bu sinsi karara karşı oy kullanacak bilgeliği ve cesareti bulamaması trajik.
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın (UAEA) resmi amacı, “nükleer teknolojilerin güvenli, emniyetli ve barışçıl kullanımını teşvik etmek.” 1965’ten bu yana 180 üye ülkenin tamamı, nükleer programlarının “herhangi bir askeri amacı ilerletecek şekilde kullanılmamasını” sağlamak için UAEA’nın güvenlik denetimlerine tabi.
UAEA’nın çalışmaları, halihazırda nükleer silahlara sahip ülkelerle uğraşırken bariz bir şekilde tehlikeye giriyor. Kuzey Kore 1994’te UAEA’dan, 2009’da ise tüm güvenlik denetimlerinden çekildi. Amerika Birleşik Devletleri, Rusya, Birleşik Krallık, Fransa ve Çin’in UAEA ile olan güvenlik denetimi anlaşmaları, yalnızca “seçilmiş” askeri olmayan tesisler için yapılan “gönüllü tekliflere” dayanıyor. Hindistan’ın askeri ve sivil nükleer programlarını ayrı tutmasını gerektiren 2009 tarihli bir güvenlik denetimi anlaşması bulunurken, Pakistan’ın ise yalnızca sivil nükleer projeler için 10 ayrı güvenlik denetimi anlaşması var; bunlardan sonuncusu, Çin yapımı iki elektrik santralini kapsamak üzere 2017’de yapıldı.
Ancak İsrail’in, ABD ile 1955’te imzaladığı sivil nükleer işbirliği anlaşması için yalnızca 1975 tarihli sınırlı bir güvenlik denetimi anlaşması bulunuyor. 1977’de yapılan bir ek, kapsadığı ABD ile işbirliği anlaşması dört gün sonra sona ermesine rağmen, UAEA güvenlik denetimi anlaşmasını süresiz olarak uzattı. Dolayısıyla, ABD ve UAEA’nın yarım asırdır göz yumduğu bu uyum parodisi sayesinde İsrail, tıpkı Kuzey Kore gibi UAEA güvenlik denetimlerinden etkili bir şekilde kaçtı.
İsrail, 1950’lerde Fransa, İngiltere ve Arjantin dahil Batılı ülkelerden aldığı önemli yardımlarla nükleer silah üzerinde çalışmaya başladı ve ilk silahlarını 1966 veya 1967’de üretti. İran’ın 2015’te Kapsamlı Ortak Eylem Planı (KOEP) nükleer anlaşmasını imzaladığı sırada, eski Dışişleri Bakanı Colin Powell sızdırılan bir e-postada, “İsrail’in hepsi Tahran’a hedeflenmiş 200 nükleer silahı olduğu için” bir nükleer silahın İran için işe yaramaz olacağını yazmıştı. Powell, eski İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “Nükleer silahla ne yapardık ki? Cilalar mıydık?” diye sorduğunu aktarmıştı.
2003’te Powell, BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’a savaş açmak için bir gerekçe sunmaya çalışıp başarısız olurken, Başkan Bush, İran, Irak ve Kuzey Kore’yi “kitle imha silahları” peşinde oldukları iddiasına dayanarak “şer ekseni” olarak karaladı. Mısırlı UAEA Direktörü Muhammed el-Baradey, Güvenlik Konseyi’ne defalarca UAEA’nın Irak’ın nükleer silah geliştirdiğine dair hiçbir kanıt bulamadığını temin etti.
CIA, tıpkı İsrail’in 1960’larda Arjantin’den gizlice ithal ettiği gibi, Irak’ın Nijer’den sarı kek uranyum ithal ettiğini gösteren bir belge ortaya çıkardığında, UAEA’nın belgenin sahte olduğunu anlaması sadece birkaç saat sürdü ve el-Baradey bunu derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirdi.
Bush, Nijer’den gelen sarı kek yalanını ve Irak hakkındaki diğer bariz yalanları tekrarlamaya devam etti ve ABD, onun yalanlarına dayanarak Irak’ı işgal edip yok etti. Bu, tarihi boyutlarda bir savaş suçuydu. Dünyanın çoğu, el-Baradey ve UAEA’nın başından beri haklı olduğunu biliyordu ve 2005’te, Bush’un yalanlarını ortaya çıkardıkları, güç odaklarına karşı gerçeği söyledikleri ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesini güçlendirdikleri için Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldüler.
2007’de, 16 ABD istihbarat teşkilatının tamamı tarafından hazırlanan bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi (NIE), UAEA’nın, Irak gibi İran’ın da nükleer silah programı olmadığı yönündeki bulgusunu teyit etti. Bush’un anılarında yazdığı üzere, “… NIE’den sonra, istihbarat camiasının aktif bir nükleer silah programı olmadığını söylediği bir ülkenin nükleer tesislerini yok etmek için orduyu kullanmayı nasıl açıklayabilirdim ki?” Bush bile aynı yalanları geri dönüştürerek İran’ı da Irak gibi yok etmekten sıyrılabileceğine inanamıyordu ve Trump şimdi bunu yaparak ateşle oynuyor.
El-Baradey, kendi anı kitabı Aldatma Çağı: Hain Zamanlarda Nükleer Diplomasi‘de, eğer İran nükleer silahlar üzerine bir ön araştırma yaptıysa, bunun muhtemelen 1980’lerdeki İran-Irak Savaşı sırasında, ABD ve müttefiklerinin Irak’a 100 bin kadar İranlıyı öldüren kimyasal silahlar üretmesine yardım ettikten sonra başladığını yazdı.
ABD’nin Soğuk Savaş sonrası dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlar (neocon’lar), Nobel ödüllü el-Baradey’i dünya çapındaki rejim değişikliği emellerine bir engel olarak gördüler ve 2009’da görev süresi dolduğunda daha uysal yeni bir UAEA Genel Direktörü bulmak için gizli bir kampanya yürüttüler.
Japon diplomat Yukiya Amano yeni Genel Direktör olarak atandıktan sonra, Wikileaks tarafından yayımlanan ABD diplomatik yazışmaları, onun ABD’li diplomatlar tarafından kapsamlı bir şekilde incelendiğinin ayrıntılarını ortaya çıkardı. Diplomatlar Washington’a, Amano’nun “üst düzey personel atamalarından İran’ın iddia edilen nükleer silah programının ele alınışına kadar her kilit stratejik kararda kesin olarak ABD’nin tarafında olduğunu” bildirmişlerdi.
Rafael Grossi, 2019’da UAEA Genel Direktörü olduktan sonra, sadece UAEA’nın ABD ve Batı çıkarlarına boyun eğmesini ve İsrail’in nükleer silahlarını görmezden gelme pratiğini sürdürmekle kalmadı, aynı zamanda UAEA’nın İsrail’in İran’a karşı savaş yürüyüşünde kritik bir rol oynamasını sağladı.
Grossi, kamuoyunda İran’ın nükleer silah programı olmadığını ve Batı’nın İran hakkındaki endişelerini çözmenin tek yolunun diplomasi olduğunu kabul ederken bile, UAEA’nın İran’ın geçmiş faaliyetlerine ilişkin soruşturmasını yeniden açarak İsrail’in savaş sahnesini hazırlamasına yardım etti. Ardından, tam da İsrail savaş uçaklarına İran’ı bombalamak için silahların yüklendiği gün, UAEA Yönetim Kurulu’nun İsrail ve ABD’ye istedikleri savaş bahanesini verecek bir kararı geçirmesini sağladı.
UAEA Direktörü olarak son yılında Muhammed el-Baradey, Grossi’nin 2019’dan beri karşılaştığına benzer bir ikilemle yüzleşmişti. 2008’de, ABD ve İsrail istihbarat teşkilatları, UAEA’ya İran’ın dört farklı türde nükleer silah araştırması yürüttüğünü gösteren belgelerin kopyalarını vermişti.
2003’te Bush’un Nijer’den gelen sarı pasta belgesi açıkça sahteyken, UAEA İsrail belgelerinin gerçek olup olmadığını tespit edemedi. Bu yüzden el-Baradey, önemli siyasi baskılara rağmen bu belgeler üzerinde işlem yapmayı veya bunları kamuoyuna açıklamayı reddetti. Zira Aldatma Çağı‘nda yazdığı gibi, ABD ve İsrail’in “İran’ın yakın bir tehdit oluşturduğu izlenimini yaratmak, belki de güç kullanımına zemin hazırlamak istediklerini” biliyordu. El-Baradey 2009’da emekli oldu ve bu iddialar, 2015’te Yukiya Amano tarafından çözülmek üzere geride bıraktığı “çözümlenmemiş konular” arasındaydı.
Eğer Rafael Grossi, Muhammed el-Baradey’in 2009’da gösterdiği aynı ihtiyat, tarafsızlık ve bilgeliği göstermiş olsaydı, bugün ABD ve İsrail’in İran’la savaşta olmaması kuvvetle muhtemeldi.
Muhammed el-Baradey, 17 Haziran 2025’te attığı bir tweette şöyle yazdı: “Müzakerelere değil de güce güvenmek, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması’nı (NPT) ve nükleer silahların yayılmasını önleme rejimini (kusurlu da olsa) yok etmenin kesin bir yoludur ve pek çok ülkeye ‘nihai güvenliklerinin’ nükleer silah geliştirmek olduğu yönünde net bir mesaj gönderir!!!”
Grossi’nin UAEA Genel Direktörü olarak ABD-İsrail savaş planlarındaki rolüne rağmen, ya da belki de bu rolü yüzünden, 2026’da Antonio Guterres’in yerine BM Genel Sekreteri olacak Batı destekli bir aday olarak lanse edildi. Bu, dünya için bir felaket olurdu. Neyse ki, dünyayı Rafael Grossi’nin ABD ve İsrail’in içine sürüklemesine yardım ettiği krizden çıkaracak çok daha nitelikli adaylar var.
Rafael Grossi, nükleer silahların yayılmasının önlenmesini daha fazla baltalamadan ve dünyayı nükleer savaşa daha da yaklaştırmadan önce UAEA Direktörlüğü’nden istifa etmeli. Ayrıca BM Genel Sekreterliği adaylığından da adını çekmeli.
Dünya Basını
Sınıfsız modern para teorisi muhasebedir

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini bulacağınız, Steven D. Grumbine tarafından kaleme alınan metin, teknik terimlerin ve nötralize edilmiş kavramların egemenliğindeki iktisat yazınında, paranın sınıfsal doğasını ve politik işlevini görünür kılarak iktisadı “yeniden” siyasileştirme çağrısı yapıyor. Grumbine bu kısa makalesiyle, Modern Para Teorisi’nin devletin sınıfsal karakterinden soyutlanarak araçsallaştırılmasına karşı, parasal egemenliğin ancak ve ancak sınıf mücadeleleri içinden devrimci bir imkâna dönüşebileceğini anımsatarak, teknik iktisat jargonu ardına gizlenmiş sınıf savaşımını teşhir ediyor. Kemer sıkma politikalarının, işsizliğin ve enflasyon korkularının nesnel değil, ideolojik ve sınıfsal tercihlerle inşa edildiğini göstermesi bakımından, akademik nötralitenin ötesine geçen ve hâkim iktisat anlayışlarına doğrudan meydan okuyan bir nitelik taşıyor.
Sınıf Mücadelesinden Yoksun Modern Para Teorisi, Muhasebeden İbarettir
Steven D. Grumbine
Real Progressives
11 Haziran 2025
Çev. Leman Meral Ünal
Solun iktisat eğitimi uzun süredir iki ölümcül eksiklikten mustarip: Anaakım iktisadın kemer sıkma mitleri ile ortodoks Marksizmin meta-para fetişizmi. Pavlina Tcherneva’nın The Case for a Job Guarantee [İş Garantisi Savunusu] (2020) adlı çalışmasında gösterdiği üzere, hâkim sınıflar işsizliği, işçi gücünü ve ücretleri baskılamak amacıyla bir disiplin aracı olarak kasıtlı biçimde sürdürür, ki bu da, “kıtlığın” iktisadi bir zorunluluktan ziyade siyasal bir inşa olduğunun somut kanıtıdır. Öte yandan, Marx’ın siyasal iktisat eleştirisi (Kapital, Cilt 1, 1867) temel metin olmayı sürdürdüğü için, birçok sosyalist onun emek-değer kuramını yanlış biçimde uygulayarak parayı meta değişimiyle özdeşleştirmekte ve devlet tarafından yaratılan itibari paranın modern gerçekliğini göz ardı etmektedir. Bu kuramsal kargaşa, devrimci potansiyeli felce uğratmıştır.
Kapitalist devletin parasal egemenliği, Stephanie Kelton tarafından Deficit Myth [Bütçe Açığı Efsanesi] (2020) eserinde etraflıca açıklandığı gibi, kemer sıkma politikalarının sınıf savaşımından başka bir şey olmadığını ortaya koyar. Nitekim para basma yetkisine sahip hükümetler, mali değil, fiziksel kaynak kısıtlarıyla karşı karşıyadır (Mitchell, Wray & Watts, Makroekonomi, 2019). Wynne Godley’nin sektörel denge yaklaşımının (Seven Unsustainable Processes, 1999) matematiksel olarak kanıtladığı üzere, politikacılar trilyon dolarlık askeri bütçeleri onaylarken “evrensel sağlık hizmetini karşılayamayız” dediklerinde, muhasebe hatası yapmıyor, sınıf önceliklerini dayatıyorlar. “Ulusal borç” denilen şey ise, gerçekte egemen sınıfa aktarılan reel kaynakların finansal yansımasından ibaret.
Ne var ki, seçim illüzyonlarını doğru şekilde reddeden Marksistler arasında dahi tehlikeli iktisadi yanılgılar varlığını sürdürüyor. Soldaki enflasyon fobisi, sıklıkla Godley’nin temel öngörüsünü, yani fiyat istikrarının soyut para arzından değil, reel üretim ile talep arasındaki dengeden kaynaklandığı gerçeğini, göz ardı eder. Şili oligarşisi Allende’yi devirmek için kasıtlı olarak kıtlık yarattığında, Marx’ın veciz sözünü (“Modern devletin yürütme organı, tüm burjuvazinin ortak işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir”, Komünist Manifesto, 1848) teyit etmiş oldu. Randy Wray’ın Modern Money Theory [Modern Para Teorisi] (2015, 2024) eseri, itibari paranın değerini herhangi bir metaya bağlı olmaktan değil, devletin vergi toplama ve dayatma otoritesinden aldığını ortaya koyar, yine de bazı sosyalistler hâlâ altın standardını veya emek bonolarını savunmakta, mevcut parasal sistemi ele geçirmek yerine ütopyacılığa sığınmaktalar.
Tcherneva ile Mitchell & Muysken (Full Employment Abandoned, [Tam İstihdamın Terk Edilişi] 2008) tarafından geliştirilen İş Garantisi (JG) önerileri, kapitalizm altındaki reformun diyalektik doğasını açığa çıkarır: Mevcut sistem içinde uygulandığında, JG, basitçe ücret disiplinini dayatmanın bir aracına dönüşebilir [çünkü] ancak işçilerin denetimi altında, işsizler ordusu tamamen ortadan kaldırılabilir. Bu çelişki, MMT’nin tüm içgörülerinin belirleyici özelliğidir – yani bu içgörüler, yalnız ve yalnız sermayenin yapısal gücünü kıracak denli güçlü hareketlerin elinde devrimci bir niteliğe kavuşabilirler. Gramsci’nin kültürel hegemonya kuramı (Hapishane Defterleri, 1935), burjuvazinin kapitalist ilişkileri doğal ve kaçınılmaz göstermek yoluyla denetimi nasıl kurduğunu ve sürdürdüğünü açıklar.
Tarihin dersi açıktır. Wray’in belgelediği gibi, 1930’ların işyeri grevleri, politika belgeleriyle değil, Ulusal Çalışma İlişkileri Yasası imzalanana kadar fabrikaların fiziksel işgali yoluyla kazanılmıştır. Mitchell’in savaş sonrası tam istihdam üzerine yaptığı çalışmalar, tam istihdamın yalnızca militan ve mücadeleci sendikaların grev kapasitesini koruduğu sürece var olabileceğini kanıtlamıştır. Gramsci’nin kültürel hegemonya anlayışını ve Godley’nin sektörel denge analizini içselleştirmiş günümüzün finansallaşmış oligarşisi, artık çok daha rafine baskı biçimlerine başvuruyor: Algoritmik ücret gaspı, finans piyasasına endekslenmiş konut hakkı ve her yere sirayet eden borç köleliği. Kelton haklı, tüm toplumsal ihtiyaçlara yetecek para mevcut; Tcherneva ispatladı, işler derhal yaratılabilir; ve Marx haklıydı, sermaye ayrıcalığını asla gönüllü olarak terk etmeyecek.
Dolayısıyla görevimiz “MMT politikalarını uygulamak” değil, ürettiğimiz artık değeri denetleyebilecek işçi sınıfı gücünü inşa etmektir. Mitchell’in JG modelleri, ancak kendiliğinden grevlerle birleştiği bir durumda devrimci nitelik kazanır. Wray’ın parasal analizi yalnızca kredinin spekülasyondan toplumsal ihtiyaçlara yönlendirilmesi söz konusu olduğunda önem arz eder. Gramsci’nin öğrettiği gibi, hem anlık mücadelelerin “siperlerinde” (kira grevleri, borçların reddi) hem de ideolojinin “katedralinde” (paranın sınıfsal bir silah olarak teşhiri) eş zamanlı savaşmalıyız. Kelton’un bütçe açığı gerçekleri ile Marx’ın artık-değer kuramı tek bir talepte kesişiyor: Mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmek. Seçimlerle falan değil- 1917, 1936 ve 1968’de olduğu gibi sermayeyi tir tir titreten örgütlü bir güçle.
Para, işçilere karşı oynanan hileli bir oyunda burjuvazinin skor tablosudur. Tcherneva’nın JG planları, Godley’nin sektörel denge analizleri ve Wray’ın vergi temelli para teorisi, başka bir dünyanın teknik olarak mümkün olduğunu gösteriyor. Fakat Marx’ın dediği gibi, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa asıl mesele onu değiştirmektir.” Değiştireceğiz: Grev hatlarımız onların polislerini sayıca aştığında, direnişlerimiz onların rezervlerini tükettiğinde ve dayanışmamız yeni bir kültürel hegemonya haline geldiğinde. Fabrikalar âtıl halde, işçiler hazır bekliyor; bizi engelleyen tek şey sermayenin şiddet tehdidi. O şiddeti tarihin çöplüğüne yollayalım.
Dünya Basını
Foreign Policy: Çin İran’ı Destekliyor, İsrail’i Kınıyor

Çin İran’ı destekliyor, İsrail’i kınıyor. Pekin’in tepkisi eskisinden daha güçlü ve daha doğrudan.
James Palmer, Foreign Policy dergisinin yardımcı editörü
17 Haziran 2025
Çin, devam eden İran-İsrail çatışmasında tavrını ortaya koydu. Cumartesi günü, Dışişleri Bakanı Wang Yi, İsrailli mevkidaşına yaptığı telefon görüşmesinde, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarının “kabul edilemez” ve “uluslararası hukuka aykırı” olduğunu söyledi.
Wang, İranlı mevkidaşına “İran’ın ulusal egemenliğini korumak, meşru hak ve çıkarlarını savunmak ve halkının güvenliğini sağlamak” için destek teklif etti. Çin Devlet Başkanı Xi Jinping salı günü yaptığı açıklamada bu yorumları yineledi. Çin’in tepkisi, geçen sonbaharda İran ile İsrail arasında yaşanan çatışmaya verdiği tepkiden daha sert ve doğrudan.
Çin, İran’ın da üyesi olduğu Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) aracılığıyla İsrail’in son saldırılarını kınayan bir bildiri yayınlamak da dahil olmak üzere diplomatik kaynaklarını seferber etti. Bu, İsrail ile güçlü silah ticareti bağları olan ve bildirinin hazırlanmasında danışılmayan ŞİÖ üyesi Hindistan’ın tepkisini çekti.
İran, son yıllarda Çin’e yakınlaştı. İki ülke, askeri tatbikatlarda düzenli olarak işbirliği yapıyor ve 2021’de ekonomik, askeri ve güvenlik işbirliği anlaşması imzaladı. İran’ın petrol ihracatının yüzde 90’ından fazlası Çin’e gidiyor. İran, yaptırımları tetiklememek için Batı bankalarını ve nakliye hizmetlerini atlatmak için bir dizi dolanma yöntemi kullanıyor ve yuan cinsinden işlemler yapıyor.
İsrail, İran’ın petrol endüstrisini bozmayı başarırsa, bu Çin için acı verici olabilir. Ancak İran, Çin’in altıncı en büyük tedarikçisi olduğu için Çin bu darbeyi absorbe edebilecektir.
Çin, güçlü açıklamasına rağmen İran’a retorik destekten öteye geçmesi olası değildir. Çin, Orta Doğu meselelerine daha fazla karışmak istememekte, bunun yerine ABD’nin dikkatinin dağılmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Washington’daki şahinler, Çin-İran ilişkilerini olduğundan daha güçlü göstermeye çalışmaktadır; ancak İran, Çin’in temel çıkarları açısından nihayetinde marjinal bir ülkedir.
Çin müdahale ederse, muhtemelen İran’a, Tahran’ın geçmişte tehdit ettiği gibi Hürmüz Boğazı’nı gemilere kapatmaması için baskı yapmak olacaktır. Çin’in ana petrol tedarikçisi Rusya olsa da, Çin’in petrol ithalatının yaklaşık yarısı Körfez ülkelerinden gelmektedir. Boğazın kapatılması ve bunun sonucunda enerji fiyatlarında yaşanacak artış, zaten zor durumda olan Çin ekonomisi için acı verici olacaktır.
Çin, 2023’te İran-Suudi Arabistan uzlaşmasında oynadığı arabuluculuk rolünü temel alarak barış elçisi olarak hareket etme umudunu taşıyor olabilir. Ancak İsrail’in Çin’i tarafsız bir arabulucu olarak kabul etmesi zor görünüyor. Çin-İsrail ilişkileri, hem Çin’in Filistin yanlısı tutumu hem de Çin internetinde antisemitizm patlamaları nedeniyle İsrail-Hamas savaşı sırasında bozuldu. Anlaşma için Çin’e başvurmak, huysuz bir ABD başkanını kendinden uzaklaştırma riskini de beraberinde getirecektir.
Çin için İran-İsrail çatışmasının bir avantajı, savunma teknolojisi için yeni pazarlar olabilir. Pakistan, Hindistan ile son çatışmasında beklentileri aştı. Bu başarı, büyük ölçüde Çin sistemlerinin kullanılmasına bağlanıyor: J-10C savaş uçağı, bu çatışmada ilk kez savaşta test edildi ve hava savunma sistemi de çoğunlukla Çin yapımı.
Şu ana kadar İsrail, İran’ın eski hava savunma sistemleri ve hava kuvvetleri üzerinde hakimiyet kurdu ve bu durumu düzeltmek, Tahran’ın biraz nefes alması halinde gündeminin üst sıralarında yer alacak. Orta Doğulu alıcılar önceden J-10’lara şüpheyle yaklaşıyordu, ancak İran mevcut çatışma öncesinde ilgi gösteriyor gibi görünüyordu.
Çin bir zamanlar İran’ın önemli silah ortağıydı, ancak iki ülke 2005’ten bu yana yeni bir anlaşma imzalamadı. Bu durum şimdi değişebilir.
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Görüş1 hafta önce
Çin, İsrail’i Kınamaktan Daha Fazlasını Yapabilir mi?
-
Asya2 hafta önce
Huawei kurucusu: Çiplerimiz ABD’nin bir nesil gerisinde
-
Ortadoğu6 gün önce
İsrail’de hangi ‘halk’ yaşıyor?
-
Diplomasi1 hafta önce
Çinli akademisyen İsrail-İran savaşını Harici’ye değerlendirdi: İran, Çin için stratejik öneme sahip
-
Avrupa6 gün önce
Merz: İsrail hepimizin kirli işlerini yapıyor
-
Amerika2 hafta önce
ABD’de göçmen isyanı büyüyor: Deniz piyadeleri Los Angeles’ta
-
Görüş1 hafta önce
İsrail’in ‘Bildiği Şeytan” ile İşi Bitti mi?
-
Dünya Basını2 hafta önce
İran’la savaş kapıda mı?