GÖRÜŞ
Fransa-Almanya: İmkânsız Dostluk
Yayınlanma
Yazar
Ferhan Bayır
1870 Sedan Savaşıyla başlayan Fransa ile Almanya arasındaki kanlı savaş, iki büyük dünya savaşında da devam etmişti. Her iki ülke 60 yıl önce Elysée Anlaşması’nı imzalayarak, aralarındaki düşmanlığa nihai olarak son vermeyi amaçlamıştı.
Bugün her iki ülkenin basını ve kanaat önderleri, kriz ve savaş koşullarında Avrupa’da istikrarın ve barışın sürdürülebilmesi için, Fransa ile Almanya’nın dostluğunun önemine dikkat çekiyor.
Özellikle birçok Avrupa ülkesinden AB’ye yönelik sert eleştirilerin yükseldiği bu dönemde, Fransa-Almanya dostluğu, ittifakı AB’yi bağımsız emperyal güç olarak ayakta tutmak isteyenler için vazgeçilmezdir.
Ne var ki Almanya ile Fransa arasında eşit olmayan, asimetrik ilişki AB’nin geleceği açısından belirsizliklere yol açmaktadır.
Avrupa’yı iç pazarına dönüştüren Almanya, ekonomik zenginliğiyle Fransa dahil tüm ülkeleri ekonomik ve siyasi olarak baskılayarak kendisine rakip olmasını engellemeye çalışmaktadır.
Gelinen noktada, 2000’li yılların başından itibaren ekonomisi giderek güç kaybeden Fransa, Almanya karşısındaki eşit konumunu kaybetmiştir.
Merkel’in uzun dönemi boyunca ilişkileri denk bir noktaya getirebilecek siyaseti izleyecek iradeyi gösteremeyen Fransa, Almanya karşısında gerilemeye devam etti.
Uluslararası sermayenin Fransız öpücüğüyle iktidara gelen Macron dönemindeyse Fransa, Almanya’ya boyun eğme noktasına gelmiş durumda.
İkinci Dünya Savaşı sonrası ordusuz bırakılan Almanya, Ukrayna savaşını fırsata dönüştürerek askeri bütçesini çarpıcı biçimde artırdı. Artık Almanya’nın, Avrupa üzerinde hakimiyetini sadece ekonomik gücüyle değil askeri gücüyle de tesis edeceği bir gerçek.
Bu gelişmeler sonucu Fransa’nın hem solundan hem sağından Almanya’ya karşı eşit ve onurlu bir siyaset izlemesine yönelik ciddi sesler yükselmektedir. Bu itirazlar genel anlamda, Almanya ile adil ve eşit rekabet edebilen dostluğu talep etmektedir.
Ancak Fransız düşüncesinde iki ülke arasındaki keskin önyargılara nihai olarak son verecek, iki toplumu belli etik ve siyasi ilkeler temelinde birleştirmek isteyen bir gelenek de vardır.
Fransız Direniş hareketinin en önemli temsilcilerinden Camus, 1943 yılında yayımlanan Bir Alman Dosta Mektuplar eseriyle Alman toplumuyla çatışmalara sonsuza kadar son verme özlemini dile getirmişti.
Son dönemlerdeyse başta Alain Badiou olmak üzere Fransız solu, Almanya ile tek bir siyasi yapı altında bütünleşme hayalini dillendirmektedir.
De Gaulle sonrası ‘dostluğun’ bile adım adım gerilediği bugün, iki ülkeyi nihai olarak barıştırıp birleştirmek ne kadar gerçekçidir? Özellikle AB’ye eleştirel mesafede duran Fransız solunun uzun zamandır dile getirdiği, AB’ye alternatif Fransa-Almanya ilişkisinin gerçekliği bu bağlamda tartışılmalıdır.
Fransa solunun Almanya hayali
Fransa solunun yaşayan en önemli temsilcilerinden ‘Maocu’ filozof Alain Badiou’nun, 2016 yılında Jean-Luc Nancy ile Berlin Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde gerçekleştirdikleri konferanstaki, Fransa-Almanya ilişkisine dair düşüncelerini bugünkü tartışmalar içinde değerlendirmek önemlidir.
Badiou, konuşmasında öncelikle AB’ye eleştirilerini yöneltir: “Avrupa’nın öyle ateşli bir taraftarı değilim. Rusya’sız, Türkiye’siz bir Avrupa, eski emperyal büyüklüğüyle savunmacı ve pek yaratıcı olmayan bir ilişki içinde sıkışıp kalmış Avrupa nedir ki özünde?”
Kuşkusuz Badiou, AB’nin hiçbir zaman Rusya ve Türkiye’yi kabul etmeyeceğinin farkındadır ve böyle Avrupa’nın kendisini yenilemekten uzak, insanlık için yeni bir şey söylemekten yoksun olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Badiou’nun Avrupa’yı farklı politik zeminde yeniden canlandırmak için önerisiyse Fransa ile Almanya’yı tek çatı altında birleştirmektir: “Şahsi olarak uzun süredir Fransa ile Almanya’nın birleşmesinin taraftarıyım… Tek bir ülke, tek bir federal devlet, iki egemen dil. Pekala mümkün bu. Fransa tarihi altında ezilmiş, iki büklüm hale gelmiş, nedensiz yere kasıntı olan çok yaşlı bir ülke. Almanya ise fazlasıyla belirsiz bir ülke. Kendisinin ne olduğunu bilmiyor, ezelden beri çaresizlik içinde kendisini arıyor. Fransa ile Almanya’yı birleştirirsek yaşlı Fransa’ya son vermiş ve Almanya’ya gerçek bir gençlik bahsetmiş oluruz. Bu bağlamda felsefe ne olacaktır? İşte bence böylece felsefe hakikaten Fransız-Alman felsefesi olacak ve belki de en ihtişamlı dönemini yaşayacaktır. Bu benim çağdaş mitim.”
Badiou’nun felsefi özleminin siyasi ve toplumsal zeminde gerçekleşmesinin imkânsız olduğu, bu hayalini ütopya değil de mit olarak tanımlamasından anlaşılabilir.
Fransa’nın yaşlı olduğu ve toplumsal değişim için esnekliğini kaybettiği konusunda Badiou’ya katılmamak zor.
Badiou’nun konuşmasındaki en çarpıcı noktaysa, Almanya’nın hala kimliğini arayan belirsiz bir ülke olduğu değerlendirmesidir. Bu konuyu irdelemek gerekir. Çünkü Almanya’yı doğru bir tarihsel bağlamda tanımlamak, hem Fransa- Almanya ilişkilerinin geleceği hem de dünyadaki güç ilişkileri açısından önemlidir.
Junkerler’in gölgesinde Alman aydını
Söz konusu tarihin ağırlığıysa, bu mirasın getirdiği zorunluluklar her ülke için geçerlidir. Aydınlanma, Devrim, cumhuriyetçilik, özgürlük gibi insanlığın tutkularını ateşleyen Fransız geleneğinden yoksun Almanya’nın payına düşen Prusya tarzı, yukarıdan inme, otoriter modernleşme olmuştur.
19. yüzyılın son çeyreğine kalabalık modern bürokratik sınıfın öncülüğünde hızla sanayileşen Almanya, hala aristokrasinin vesayeti altındaydı. Junkerlerin gölgesinde yeşeren zayıf Alman burjuva toplumunun yaratabildiği, ekonomik ve siyasi krizlerle 14 yıl yaşayabilen güçsüz Weimar Cumhuriyeti olmuştu. Çöken cumhuriyet sonrası yaşananlar herkesin malumu…
Şüphesiz modern bir ülkeye kimliğini verenler, toplumun kolektif bilincinin ve eyleminin cisimleştiği, siyasi liderler, düşünürler yani entelektüel sınıftır. Bu anlamda Almanya’nın çaresizce kendini aramasının nedeni, Alman entelektüel sınıfının kendi kimliğini ortaya koyamaması, kendini gerçekleştirememesidir.
Fransız Devrimi’nden önce Fransız aydınlanması monarşiye karşı alternatif yönetim biçimlerini tartışıp, demokratik devlet teorileri ortaya koymaktaydı.
Almanya tarihinin en ihtişamlı iki ismi Goethe ve Schiller ise aynı dönemde, bireyin kendisini yetkinleştirmesine yönelik Bildungsroman kuramlarını edebiyatta islemekteydi. Bildungsroman’in Almanya’da bu denli merkezi konu olması, Alman aydının yetkinleşme eksikliğinin ifadesiydi.
Yetkinleşmekle anlatılmak istenen salt bilgi değildi; bireyin otonomu, özgürce düşündüğü ifade edip bunun gerektirdiği eylemde bulunmasıydı.
Ne var ki Alman aydının iradesi mühürlenmişti; siyasi ve kültürel birlikten yoksun, onlarca prensliklere bölünmüş coğrafyada entelektüelin kendisini var edebileceği kamusal alan yoktu. Toplumsal hareketlerin yokluğunda, büyük Alman dehası küçük salon toplantıları dışında nadiren uzak yerleri aydınlatabiliyordu.
Madam de Staël, devrim sonrası Almanya’ya yaptığı seyahat sonrası kaleme aldığı, 1810 yılında yayımlanan Almanya Üzerine (De L’Allemagne) kitabında birçok çarpıcı gözlemde bulunmaktadır.
Madam de Staël kitabının başlarında, Alman entelektüelinin filizlenme dönemindeki bu açmazı açıkça dile getirmişti: “Siyasi kurumlar tek başına bir ulusun karakterini benimseyebilir. Almanya’da hükûmetin yapısı, Almanların felsefi aydınlanmasıyla neredeyse taban tabana zıttır. İşte bu nedenle, düşünce alanında ne kadar cüretkarlarsa, karakter açısından da o kadar itaatkârdırlar. Askerliğin üstün tutulması, mertebeler arasında fark gözetilmesi, onları toplumsal ilişkilerde de en keskin itaate alıştırmıştır.”
Staël’in yorumu belki en çok Alman felsefesi için geçerlidir. Kant, Fichte, Schellin, Hegel başta olmak üzere Alman felsefesinin en cüretkârları dahi kendi siyasi yönetimlerine karşı açıktan tavır alamadı. Bütün Alman filozofları toplansa, Rousseau kadar cesaret örneği sergileyememiştir.
Badiou’nun Fransa’nın Almanya’ya vereceği ‘gençlik’ dediği şey belki gençliğin cesareti, eylemdeki cüretkârlığıdır.
Ancak yüzyıllık Fransız-Alman felsefi yakınlaşmasının sonucu Badiou’nun hayalinin tersi yönünde gerçekleşti. Savaştan önce Berlin’e giden Sartre, Nazi taraftarı Heidegger’in koyu muhafazakar Varlık (Dasein) felsefinin etkisiyle dönüp, Varlık ve Hiç eserini yayımladı. Daha sonraki Marksizm’in kızılı bile Sartre felsefesinde bu koyu karanlığı örtemedi.
1960 sonrası Alman felsefesinin, özellikle Hegel sonrası filozoflar, etkisiyle Fransa’da sahneye Foucault, Derrida gibi Aydınlanma karşıtı düşünürler çıktı.
Engels Almanya’da Köylüler Savaşı eserinde, Almanya ile Fransa’da feodalizmin tasfiyesini modern devletin gelişimini karşılaştırmıştı. Fransızların her dönem tarihsel sorunlara ilerici bir çözüm bulurken, Almanların gerici bir çözüm bulduğunu dile getirmişti.
Bugün Almanya tam da kimliğine uygun şekilde Ukrayna krizi karşısında gerici çözümler sunup, kamuoyunu baskılarken, Alman aydını da itaat geleneğini onur nişanı gibi taşımaya devam etmektedir.
Almanya’nın Ukrayna politikasına ürkek eleştiriler yönelten Alman aydınları, geçmişte olduğu gibi, savaşa karşı kökten, açıktan siyasi tavır gösterememektedir.
Bu koşullarda Fransa ya Junkerlerin Almanya’sı karşısında eşitsiz konumunu kabul edecek, ya da en azından De Gaulle kadar dik duracaktır.
Her iki koşulda da Badiou’nun hayal ettiği imkânsız birliktelik gerçekleşemeyecektir.
Badiou’nun hayali kadar zayıf bir ihtimal daha var: Fransa ile Almanya’nın Amerika’dan uzaklaşarak farklı sosyo-ekonomik politikalarla Asya’ya yönelmesidir ki yakın gelecekte gerçekleşmesi zor bir ütopyadır.
İlginizi Çekebilir
-
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
Merkel: Rusya’nın çıkarları tartışılmalı
-
Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu
-
Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak
-
G7 bildirisinin hedefinde İran var
-
NATO Genel Sekreteri Rutte: Savaş sonrası Rusya ile ilişkiler yeniden kurulmalı
GÖRÜŞ
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
Yayınlanma
3 saat önce15/03/2025
Yazar
Ma Xiaolin
5 Mart’ta Fransa hükümet sözcüsü Sophie Primas, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski ve Birleşik Krallık Başbakanı Keir Starmer ile birlikte ABD’yi ziyaret etmeyi düşündüklerini açıkladı ve bu ziyaretin “kısa süre içinde” gerçekleşmesi gerektiğini belirtti. Eğer bu plan hayata geçerse, bu, Donald Trump’ın yeniden başkan seçilmesinden sonra üç Avrupalı liderin kısa sürede ikinci kez Beyaz Saray’a gitmesi anlamına gelecek. Daha önce, Macron ve Starmer, Trump’ı transatlantik geleneksel ilişkilere önem vermeye ve Rusya-Ukrayna savaşında ABD ile Avrupa’nın aynı çizgide hareket etmesini sağlamaya ikna etmeye çalışmış ancak çok az başarı elde etmişlerdi. Zelenski’nin Beyaz Saray ziyareti ise tam anlamıyla diplomatik bir felakete dönüşmüştü; taraflar arasındaki şiddetli tartışmalar yüzünden toplantı tatsız bir şekilde sona ermiş, hatta Zelenski ve heyeti aç karnına Beyaz Saray’dan ayrılmak zorunda kalmış, ev sahibi tarafından hazırlanan zengin öğle yemeği de boşa gitmişti.
Beyaz Saray’daki üç zirve, Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupa’nın “en karanlık anını” yaşamasının ardından bir diğer diplomatik “Waterloo” oldu. Münih’te Avrupalı liderler, ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance tarafından kamuoyu önünde aşağılanmış ve ABD’nin Rusya ile “üst düzey diplomasi” yürüttüğünü şaşkınlıkla izlemişti. Yine de bazıları hâlâ umut besliyordu. Ancak Macron, Starmer ve Zelenski, Beyaz Saray’da Trump’ın sert tavsiyeleriyle karşılaştıktan sonra, Avrupalı liderler artık tamamen gerçekçi bir bakış açısına yönelmeye başladı. Bu nedenle, tekrar Beyaz Saray’ı ziyaret etmeye çalışmadan önce, hem Fransa hem de Birleşik Krallık, Rusya-Ukrayna savaşına ilişkin önceki tutumlarını değiştirerek ateşkes müzakerelerini desteklemeye başladı. Aynı şekilde Ukrayna da “ABD liderliğinde” savaşın barışa dönüştürülmesi konusunda anlaşmaya istekli olduğunu ve ABD ile “maden karşılığı güvenlik” anlaşması imzalamak istediğini açıkladı.
Avrupalı liderler, “Trump’ın yeni politikaları” nedeniyle ciddi şekilde zedelenen ABD-Avrupa ilişkilerini onarmaya ve “ABD’nin liderliği altındaki barışı” sürdürmeye çalışıyor. Geleneksel değerler, transatlantik siyasi ittifak ve NATO askeri ittifakı aracılığıyla ABD ile Avrupa’nın ortak bir kader, ortak çıkarlar ve ortak ahlaki değerler temelinde hareket etmesini sağlamayı amaçlıyorlar. Ancak Trump’ın ikinci döneminde Avrupalı ortaklarını daha fazla hayal kırıklığına uğratacağı kesin görünüyor. Bir anlamda, Avrupa ülkeleri artık “yüz yılda bir görülen büyük değişimler” çağında bir tarihsel dönemeçten geçtiklerinin farkına varmaya başladı. ABD’ye olan stratejik bağımlılıklarını kademeli olarak azaltmaları, stratejik bağımsızlıklarını güçlendirmeleri, diplomatik özerkliklerini artırmaları ve askeri savunmalarını sağlamlaştırmaları gerektiğini anladılar.
Avrupa’nın stratejik uyanışı, tarihte ve günümüzde reddedilemeyecek güçlü mantıksal dayanaklara sahiptir. Öncelikle, hiçbir güçlü devlet sonsuza kadar süremez, hiçbir mutlak güç merkezi değişmeden kalmaz ve hiçbir sağlam müttefik ebediyen ayakta duramaz. Bu, binlerce yıllık insanlık tarihinin bize öğrettiği bir gerçektir ve Batılı politikacıların sıkça dile getirdiği, son 1500 yılda dünya güç merkezlerinin defalarca değişmesiyle kanıtlanan bir olgudur.
Ayrıca, “Trumpizm” tarafından yönlendirilen ABD, yeni bir izolasyonculuk, merkantilizm (ticaret öncelikli politika) ve Monroe Doktrini’ne doğru geri dönüyor. ABD artık küresel liderlik rolünden yorulmuş, uluslararası sorumluluklar üstlenmekten, büyük mali yükler taşımaktan ve hatta Evanjelik Hristiyanların “Mesihçi kurtuluş” misyonunu yerine getirmekten vazgeçmiş gibi görünüyor. Avrupa, ABD-Avrupa ittifakının bir “yüz yıllık evlilikten sonra” ayrılma noktasına geldiğini kabul etmek zorunda. Daha doğrusu, ABD, kendi kurduğu ve yüz yıldır sürdürdüğü dünya düzenini ve kurallar sistemini bizzat yıkıyor ve Avrupa’nın bu durumu nasıl ele alacağıyla pek ilgilenmiyor.
Avrupa’nın artık ABD’ye olan stratejik bağımlılığı sona erdirmesi gerekiyor. ABD, Avrupa medeniyetinin Kuzey Amerika kıtasındaki bir tür “gayrimeşru çocuğu” olarak doğdu. Ancak, bu “istenmeyen çocuk”, sömürgecilik karşıtı mücadelesiyle Avrupa’nın temel dayanağına dönüşerek, Avrupa’nın giderek artan şekilde bağımlı olduğu bir “kurtarıcı” haline geldi. Birinci Dünya Savaşı’na katılıp zafer kazandıktan sonra ABD, her savaşta daha da güçlendi ve eşi benzeri görülmemiş küresel bir hegemonya kurdu. Aynı zamanda, Avrupa’nın kaderini belirleyen en önemli güç olmaya devam etti: ABD’nin güçlü liderliği ve cömert desteği olmadan Avrupa, Nazi Almanyası’nı hızla yenemezdi; savaş sonrası ekonomik ve sosyal toparlanmasını bu kadar hızlı gerçekleştiremezdi; Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefiklerini çökertemezdi; Batı’nın eğitim, bilim, teknoloji, ekonomi ve yumuşak gücünü koruması mümkün olmazdı.
Yüz yıllık bağımlılık, Avrupa’da ABD’ye karşı bir “baba kompleksi” veya “anne sevgisi” benzeri psikolojik bir bağlanma geliştirdi. Avrupa, ABD’nin sert ve baskıcı “büyük baba” rolünü zaman zaman eleştirse de, bu bağımlılık neredeyse doğasına işlemiş durumda. Ancak artık bu bağımlılıktan kurtulma ve stratejik bağımsızlığa yönelme zamanı geldi.
Stratejik Özerklik: Avrupa’nın Onuru ve Hayali
Stratejik özerklik aslında Avrupa’nın onuru ve hayalidir; aynı zamanda Avrupa’nın birlik çabalarının temel hedeflerinden biridir. Tarih boyunca Avrupa’nın bağımsız hareket edememesinin temel nedeni, iç yapısının aşırı derecede parçalanmış olmasıydı. Feodal beylerin hâkim olduğu bu yapı, Vestfalya Antlaşması’nın getirdiği düzenlemelere rağmen, Avrupa’nın iki dünya savaşına sürüklenmesini engelleyemedi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş rekabetinin içine çekildi. Zayıf bir Avrupa, ancak güçlü ABD’nin sağladığı koruma sayesinde güvenlik ve kalkınmasını sağlayabilirdi.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Sovyetler Birliği ortadan kalktı ve Avrupa’nın birlik hayali daha da gerçekçi bir hâl aldı. Avrupa, beş aşamalı genişleme süreciyle kıtanın büyük bir bölümünü kendi çatısı altına aldı. Aynı zamanda, NATO’nun doğuya genişlemesi sayesinde güvenlik sınırlarını, Rusya’nın geleneksel stratejik derinlik bölgesine kadar ileri taşıdı.
Yeni yüzyıla girildiğinde, Avrupa’nın stratejik ortamı köklü bir iyileşme yaşadı. Sadece Sovyet tehdidinin tarih sahnesinden silinmesiyle yetinmeyip, aynı zamanda ABD’nin gelişiminin duraksadığı, hatta küçülme ve gerileme belirtileri gösterdiği yeni bir döneme tanık oldu. Böylece stratejik özerklik, Avrupa’nın yeni bir ideali ve politikası hâline geldi ve çoğu ülke ve halk tarafından desteklendi. Ancak, ABD’de Demokrat Parti’nin temsil ettiği geleneksel sistem yanlıları, Avrupa’yı Beyaz Saray’ın liderliğinde tutmak için ortak değerler, geleneksel ortaklıklar ve askeri ittifaklar aracılığıyla kıtanın bağımsızlaşmasını engellemeye çalıştı. Bu doğrultuda, titizlikle tasarlanmış bir “Ukrayna tuzağı” oluşturuldu. Avrupa’yı korkutmak için “korkuluk” olarak Rusya kullanıldı; birçok küçük Avrupa ülkesi, ABD hegemonyasının kanatları altında kalmaya ve Washington’un yönlendirmesiyle hareket etmeye zorlandı.
Trump’ın yeni politikaları, Avrupa’ya bağımsız hareket etme, kendi kaderini belirleme ve özgüven kazanma yönünde eşsiz bir tarihî fırsat ve stratejik bir pencere sundu. Ancak Avrupa hâlâ yeterli stratejik güvene sahip değil ya da yeterli stratejik hazırlık yapmış değil. Bunun yerine, hâlâ ABD’ye yaslanmak ve Washington’un sağladığı güvenlik şemsiyesinden faydalanmak istiyor. Ancak bu yaklaşımın sonucu, er ya da geç büyük bir stratejik boşluk hissi yaratacaktır.
Stratejik Özerklik: İçte Bağımsız Yol, Dışta Diplomatik Özgürlük
Stratejik özerklik, iç politikada bağımsız bir yol izlemek, dış politikada ise diplomatik özgürlüğe sahip olmak anlamına gelir. Avrupa, modern uluslararası ilişkiler ve diplomasi teorilerinin doğduğu bir merkez olmasının yanı sıra, aynı zamanda ABD diplomasisinin de entelektüel beşiği ve öncüsü olmuştur. Tarih boyunca dünya siyasetiyle ustaca oynayan bir kıta olarak Avrupa, ABD’nin diplomasi anlayışının temelini oluşturdu.
Ancak diplomasi, ulusal güç—özellikle ekonomik ve askeri kapasite—ile doğrudan bağlantılıdır. Bu temel ilke, tarih boyunca ihtişamlı dönemler yaşayan Avrupa’yı çoğu zaman “topal diplomasi”ye mahkûm etmiştir. Fransa gibi bazı istisnalar dışında, çoğu Avrupa ülkesi ABD’nin belirlediği politik çizgiyi takip etmek zorunda kalmıştır. Beyaz Saray’ın yönlendirmesiyle şekillenen politikalar, transatlantik ilişkilerde ortak bir söylem yaratmaya hizmet etmiştir.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, çok kutupluluğun hızlanması ve derinleşmesi, Avrupa’ya daha geniş bir diplomatik hareket alanı sundu. Avrupa ülkeleri, kendi ulusal çıkarları veya Avrupa Birliği’nin ortak çıkarları doğrultusunda, ABD’den farklı hatta zaman zaman karşıt diplomatik yaklaşımlar geliştirdi. Stratejik özerkliğe dayalı bu diplomatik bağımsızlık, Avrupa’nın birliğe ve güce giden yolunun somut bir göstergesi haline geldi. Ancak bu durum, ABD ve Avrupa arasındaki anlaşmazlıkları, çelişkileri ve sürtüşmeleri daha da derinleştirdi.
Trump’ın ilk başkanlık döneminde (Trump 1.0), ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik farklılıklar, özellikle değerler üzerinden tartışmalara neden oldu. Ancak Joe Biden’ın başkanlığı sırasında bu farklılıklar büyük ölçüde onarıldı. Ancak Trump’ın ikinci dönemiyle (Trump 2.0) birlikte, ABD ve Avrupa arasındaki diplomatik ilişkiler, kavramsal çerçeveden paradigmatik farklılıklara kadar her alanda yeniden ayrışmaya başladı. Ticaret savaşı ve Rusya-Ukrayna savaşı gibi konular, bu ayrışmayı daha da büyüterek neredeyse iki zıt yönlü bir jeopolitik yol ayrımına dönüştürdü. Bu durum, Avrupa’nın diplomatik bağımsızlığını daha da pekiştirecektir.
Avrupa’nın En Büyük Krizi: Güvenlik Krizi
Avrupa’nın karşı karşıya olduğu en büyük kriz, güvenlik krizidir. Yani, Avrupa’nın NATO çerçevesinin dışında bağımsız ve güçlü bir askeri güç oluşturup oluşturamayacağı ve kendi güvenliğini sağlama kapasitesine ulaşıp ulaşamayacağı belirleyici olacaktır. Bu aynı zamanda, Avrupa’nın geleneksel düşmanı Rusya ile tek başına mücadele edip edemeyeceği sorusunu da beraberinde getirir.
Soğuk Savaş sona erdikten sonra Avrupa, ABD’nin merkezi olduğu NATO ittifakını benimsedi. NATO’nun temel amacı, ABD’nin askeri gücünden faydalanarak Sovyet tehdidini dengelemek, Almanya’nın yeniden yükselişini önlemek ve Avrupa’nın bir dünya savaşına yeniden sürüklenmesini engellemekti.
Son yarım yüzyılda ABD, Avrupa’da güçlü bir askeri varlık sürdü, çok sayıda üs kurdu ve NATO’nun savunma harcamalarının yarısından fazlasını karşıladı. ABD’nin savunma harcamaları, GSYİH’sinin %3’ünden fazlasına denk gelen sürekli yüksek seviyelerde kaldı. Avrupa’nın güvenliğini tamamen ABD’ye bağımlı kılan bu güvenlik alışkanlığı, Avrupa’nın kendi savunma yeteneklerini geliştirmesini engelledi ve ABD için ağır bir yük oluşturdu.
Trump’ın Dönüşüyle NATO’nun Rahat Günleri Sona Erdi
Trump’ın yeniden iktidara gelmesiyle birlikte, NATO’nun ABD’nin koruma şemsiyesi altında rahat bir şekilde güvende olduğu günler sona erdi. NATO artık kendi güvenliğini sağlama sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Trump, ilk başkanlık döneminde NATO üyelerini savunma harcamalarını GSYİH’nin %2’sine çıkarmaya zorlamıştı. İkinci döneminde ise bu oranı iki katına çıkararak %5’e yükseltmelerini talep etti ve böylece ABD üzerindeki yükü büyük ölçüde azaltmayı amaçladı.
Avrupa için askeri bağımsızlık ve güçlenme artık ciddi bir gerçeklik haline geldi. Çünkü konvansiyonel ordu gücü, konvansiyonel silah sayısı, stratejik silah üstünlüğü ve savunma sanayisi kapasitesi açısından Avrupa kısa vadede ABD ile kıyaslanamaz durumda. Hatta Rusya’ya karşı koyma konusunda bile yetersiz kalabilir. Trump yönetimi Ukrayna’yı terk etmeyi planlarken ve Avrupa, Ukrayna’yı tek başına savunmaya hatta kendi güvenliğini sağlamaya hazırlanırken, Avrupa Birliği’nin kendi ordusunu hızla kurup kuramayacağı ve İngiltere ile Fransa’nın nükleer şemsiyesinden yararlanıp yararlanamayacağı büyük bir soru işareti haline geldi.
Avrupa’nın “Yeniden Silahlandırılması” Planı
4 Mart’ta, ABD’nin Ukrayna’ya silah ve istihbarat yardımlarını kesmesi ve hatta uydu bağlantılarını kapatma ihtimaline karşı, Avrupa Birliği yaklaşık 800 milyar avroluk bir fon oluşturmayı ve Avrupa’yı “yeniden silahlandırmayı” planladığını duyurdu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un liderliğinde, Almanya Rusya-Ukrayna savaşının etkisiyle 70 yıldır sürdürdüğü barışçıl politikayı terk etti ve savunma bütçesini iki katına çıkararak GSYİH’nin %2’sinin üzerine çıkardı. Yeni hükümet koalisyonu, önümüzdeki hafta Almanya Parlamentosu’na 500 milyar avroluk ek bir fon tahsis edilmesini içeren bir yasa tasarısı sunacak. Bu fon, altyapı harcamaları bahanesiyle oluşturulacak, ancak asıl amacı Almanya’nın savunma bütçesini daha da artırmak olacak.
NATO’nun kurucu üyeleri ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olan İngiltere ve Fransa, Avrupa’nın doğal liderleri olarak ön plana çıkıyor. ABD ile Avrupa arasındaki kopan jeopolitik bağı onarmaya çalışırken, aynı zamanda “ABD’nin çekilmesi” sonrası Avrupa savunmasını şekillendirmeye yönelik girişimlerde bulunuyorlar. Bunlar arasında “nükleer paylaşım” tartışmaları ve Ukrayna’ya destek sağlayacak bir Avrupa “güvence gücü” oluşturma planları da yer alıyor.
Gözlemciler, Avrupa Birliği ve üye ülkelerinin önümüzdeki dönemde olağanüstü yoğun bir çok taraflı ve ikili güvenlik müzakereleri sürecine gireceğini düşünüyor. Avrupa, ABD’nin NATO’daki liderlik yükümlülüklerini terk etmesi veya tamamen NATO’dan çekilmesiyle oluşan büyük ve karmaşık bir “üç boyutlu boşluğu” (tarihsel kayıp, mevcut belirsizlik ve psikolojik panik) doldurmak için aceleyle hazırlık yapıyor.
Trump 2.0: Uzun Süreli Bir Dönüşüm mü?
Teorik olarak, Trump’ın ikinci başkanlık dönemi sekiz yıl sürebilir ve “Trumpizm” bundan da uzun bir süre devam edebilir. Trump’ın yeniden seçilmesinden sonra geçen sadece iki ay içinde aldığı kararlar—uluslararası anlaşmalardan çekilmesi, ittifakları terk etmesi, müttefikleri satması ve diplomatik güveni yok etmesi—sadece başlangıç olarak görülüyor. Dahası, bu sürecin giderek hızlanacağı ve genişleyeceği kesin gibi görünüyor.
Bu durum, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya güvenlik sistemi, uluslararası yönetim düzeni ve uluslararası ilişkiler sisteminin tamamen çökmesi anlamına geliyor. Sanki bir gecede, ABD Avrupa’nın sarsılmaz müttefikinden, her zaman güvenilir “büyük ağabeyi” olmaktan çıkıp tanıdık bir yabancıya, ticaret savaşlarını başlatan bir düşmana, değerler açısından bir rakibe ve hatta stratejik bir tehdide dönüşmüş durumda.
Öte yandan, Avrupa ise “yalnız bir gezegen” gibi hareket etmek zorunda kalıyor. Hatta, bildiğimiz “Batı dünyası” artık ABD ve Avrupa olarak ikiye bölünmüş gibi görünüyor. Avrupa, transatlantik ilişkilerde böylesine köklü ve tarihsel bir değişimi asla beklemiyordu. Avrupa Konseyi Başkanı Ursula von der Leyen, bu dönüşümü “tarihsel bir dönüm noktası” olarak nitelendirdi.
ABD-Avrupa İlişkilerinde Kaçınılmaz Ayrışma
ABD-Avrupa veya daha geniş anlamda transatlantik ilişkiler şu anda sistematik bir şekilde yeniden şekillendiriliyor, değiştiriliyor ve yeniden inşa ediliyor. Avrupa Birliği’nin önde gelen liderleri, ilişkileri normale döndürmek için büyük çaba harcıyor. Ancak, ABD ve Avrupa arasındaki ideolojik ve ekonomik çıkar farklılıkları artık öylesine derinleşti ki, bu ayrışmanın giderek büyümesi ve tarafların sonunda tamamen farklı yollara gitmesi kaçınılmaz hale geliyor.
Tarihte olduğu gibi, uzun süren birlikler sonunda bölünmeye, uzun süren bölünmeler ise yeniden birleşmeye yol açar. Bu tarihsel döngü her zaman olduğu gibi tekrar ediyor.
Prof. Ma, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi (Hangzhou) Akdeniz Çalışmaları Enstitüsü (ISMR ) Dekanıdır. Uluslararası politika, özellikle de İslam ve Orta Doğu siyaseti üzerine yoğunlaşmaktadır. Uzun yıllar Kuveyt, Filistin ve Irak’ta kıdemli Xinhua muhabiri olarak çalışmıştır.
GÖRÜŞ
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 5
Yayınlanma
5 gün önce10/03/2025
Yazar
Duygu Çağla Bayram
Hindistan’da “çeşitliliğin birliğini” anlamlandırmaya dair notlar
Hindistan için “çeşitliliğin birliği” diye basmakalıp bir deyiş var. Ancak bu ne kadar anlaşılır? Ya da Hindistan ulusundan söz ederken basitçe “Hint” olarak ifade ederiz. Ancak bu ne ölçüde anlaşılır?
İkinci sorudan başlamam gerekiyor; yaşadığımız çağdaki dünya politikası sisteminin “ulus-devlet” düzeni üzerine kurgulanmış bir versiyonunu deneyimlediğimiz için her devletin bir ulustan oluştuğu üzerine genelleme bir varsayım dikkate alarak tanımlama yapmak durumundayız. Dolayısıyla bu, Hindistan söz konusu olduğunda “Hint” olarak karşılığını buluyor. (Bunun “Hintli” olarak yanlış kullanımına denk gelmek açıkçası irite edici…) Ancak ulus tanımını dikkate aldığımızda bu üstünkörü açıklama bir anda bulanıklaşıyor Kİ bir ulusta ortak tarih, dil ve kültürel karakter gibi birleştirici elementler yer alır; hatta bazıları daha da ileri gider ve bir soyağacı bekler. Ve böyle bir a priori veya verili düşünmeye koşullandığımız için işler bir anda karmaşıklaşır ve Hindistan ulusuna Hint demek bir anda kulağa yanlış bir çağrışım gibi gelir. Burada durumu kurtaran parametre “ulus” kavramı yerine veya bundan daha çok, yani ulus konseptini dışlamayarak ancak “toplum” nosyonunu odak alarak düşünmektir. Yani, Hindistan toplumu alışılmışın sınırlarını aşan, olağanüstü düzeyde çeşitli, katmanlı, karmaşık ve girift halk ve toplulukların oluşturduğu bir ulustur ve biz böylece bunu Hint ulusu diye ifade ederiz, diyerek durum bir ölçüde kurtarılabilir.
İşte burada -özellikle Hindistan’a atfedilen- “çeşitliliğin birliği” fenomeni devreye giriyor.
Evet, Hindistan, çeşitliliğin birliğidir; diğer deyiş ile Hindistan toplumu ya da diğer deyiş ile Hint ulusu, çeşitliliğin birliğidir VE öyle de olmalıdır, öyle de kalmalıdır.
Ancak burada devasa “çeşitliliği ayrıntılamak” niyetinde değilim, o zaman yukarıdaki gibi yüzeysel genelleme yolu ile bir kalıp çizerek durumu kurtarmak çok zor ki başlı başına böyle bir kalıp inşa etmek zaten çok sağlıklı olmaz. Aksine biz burada bu kalıbı “çeşitliliğin birliği” üzerine yani paradoksal olarak “birliğin” nasıl “ayrımlardan” gelişebildiği üzerine inşa etme yoluna gideceğiz; kulağa ironik geldi, değil mi?
Toplumsal düzlemde ilk söylenmesi gereken sosyal katman veya katmanlı yapı.
Bu, -tarih boyunca göç sirkülasyonunun etkisini de göz ardı etmeden- esas olarak “kast sistemi”nden gelir.
Burada öncelikle bir noktaya açıklık getirmek şart:
“Kast” aslında ve basitçe terminoloji olarak İngilizceden Hindistan toplumuna uyarlanagelmiş bir sözcük ve aslında sağlıksız bir anlaşılmaya neden olur. Başka anlatım ile “kast”, Hindistan bağlamında tarihsel olarak sosyal açıdan önemli iki farklı fikri kapsayan, belirsiz bir İngilizce terim: Bu iki farklı fikir “varna” ve “jati”dir. Hindistan toplumundaki kast fenomeninin, eski Avrupa geleneğindeki “kast” ve/veya “sınıf” olgusundan aslında çok farklı dinamikleri var VE ÜSTELİK Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Ancak yanlış bir kabul de olsa kast sistemi olarak kanıksanmış ve içselleştirilmiş olduğu için böyle de ifade etmeye devam edeceğiz ama en azından anlaşılabilir kılmak adına temel bir ayrımlama yapmalıyız. Hindistan için “kast sistemi” olarak dediğimiz şey çoğunlukla (veya yalnızca) “varna” katmanlaşması yani “varna sistemi” olarak anlaşılır ve böylelikle –çoğu Hint olmayanların düşündüğü şekli ile– Hindistan toplumu en azından dört rütbeye ayrılır:
“Hiyerarşik” sıra ile;
Brahminler (rahipler, entelektüeller)
Kshatriyalar (savaşçılar ve hükümdarlar)
Vaishyalar (tüccarlar, sanatkarlar, bazı çiftçiler)
Shudralar (emekçiler/işçiler)
Ve bunların altında “kasta dahil edilmeyen” veya “kast dışı” kalan Dokunulmazlar veya Dalitler var.
Buraya bir parantez açmak istiyorum, sonra konuya geri döneriz:
(Önceden esasen ismini Güneydoğu Hindistan’daki bir kabileden alan Parya ifadesi kast dışı kalmışlar veya dokunulmazlar için yaygın olarak kullanılıyordu. Parya esasen Tamilce davul(cu) anlamına gelir. Ancak sonrasında toplumda bu ifadenin çok aşağılayıcı olduğuna dair bir anlayış birliği gelişmiş ve yerine zamanla Dalit ifadesi geçmiş. Gerçi Dalit sözcüğü de bazılarınca aşağılayıcı bir ifade olarak kabul edilir. Aslında Hindistan toplumunda kast dışı kalanları niteleyen Harijan vs. gibi daha birçok ifade var. Oysa Harijan Tanrı’nın çocukları anlamına geliyor. Aslında Harijan Gandhi’ye Dalit ise Ambedkar’a atfedilir. Neyse, bu arada, Hint toplumunda birisi onları aşağılamak istediğinde kimse aslında Dalit olduklarını söylemiyor. Bunun yerine daha çok onlara Bhangi, Chamar gibi kast isimleri ile seslenirler veya onlara Achhoot yani dokunulmaz veya Planlanmış Kast/Kabile veya “ayrılmış kategori” derler. Neyse, Dalit ifadesi ise Sanskrit dal kökünden gelir ve ezilmiş, bastırılmış anlamına gelir. 19. yüzyıl sosyal reformcusu Jyotiba Phule tarafından Marathi yazılarında kullanılmış. Ancak sözcük yalnızca bir kast ismi değil, özellikle eski dokunulmaz kastlar olmak üzere bir grup kastı belirten siyasi bir kimliktir. Dalit terimi, “Ambedkarite” -Ambedkar’ın kastsız, sınıfsız ve ırksız toplum yaratma felsefesi, devrimci bir toplumsal değişim yaratmayı amaçlayan hareket Ambedkarizm’in takipçileri- inancına sahip giderek daha fazla Marathi edebiyat yazarının denemelerinde, şiirlerinde, dramalarında, otobiyografilerinde, romanlarında ve kısa öykülerinde kullanmaya başlaması ile 1960’larda geçerlik kazanırken 1972’de Dalit Panterleri’nin -kast ayrımcılığı ile mücadele etmeyi amaçlayan bir sosyal örgüttü, 1980’lerin sonunda dağıldı- kurulması ile daha fazla meşruiyet kazandı. Ve Dalit Panterleri, Dalit sözcüğüne çok daha geniş bir tanım getirdi. Manifestolarına göre, Dalitler Planlanmış Kastların ve Kabilelerin üyeleri, Neo-Budistler, çalışan insanlar, topraksız ve fakir köylüler, kadınlar ve politik, ekonomik olarak ve din adına sömürülen herkes idi. Bu gibi açılardan Dalit sözcüğü olumsuz çağrışımlara sahip ve toplumu damgalıyor olarak algılanır. Tüm bunların yerine yalnızca Planlamış Kast/Kabile gibi yasal isimlendirmenin kullanılması gerektiği görüşü de var ancak anayasal terim olan Planlanmış Kastların da Dalit sözcüğünün politik gücünden yoksun olduğu için iyi bir yedek olmadığı düşüncesi de var; örneğin, Planlanmış Kast statüsünün Dalit Müslümanlar ve Dalit Hristiyanlar için mevcut olmaması bir dayanaktır. Neyse, dil statik bir varlık değil. Her dönemin kendine özgü terminolojileri var. Sakat sözcüğü bir zamanlar kabul edilebilirdi ancak engelli sözcüğü yaygınlaştıkça kullanılmaz hale geldi ve şimdi dahi bu sözcüğün modası geçiyor ve yerini farklı yetenekli ifadesi alıyor. Yani Hint toplumunun da gelecekte bir noktada Dalit sözcüğünü de kullanmayı bırakması mümkün.)
Varna durumunda tabakalaşmanın hem sosyoekonomik hem de ritüel boyutu var: Örneğin, “üst kast” üyeleri, “alt kast” üyeleri tarafından hazırlanmış yiyecekleri kabul edemez veya alt kast üyelerinin kendilerine dokunmalarını dahi kabul edemez çünkü bu “ritüel kirliliğe” neden olur. Öte yandan, en eski Hindu kutsal metinleri Vedalar’da anlatıldığı şekli ile varna sistemi mutlaka “kalıtsal” değildi ve bazı yönlerden Batı’da daha belirgin olan sınıf sistemine benziyordu.
ANCAK kastın yalnızca varna olarak düşünülmesi, onun daha belirgin olan jati yönünü gizler.
Dolayısıyla, Hindistan’ın kast sistemi “jati” katmanlaşması hesaba katılmadan düşünülemez.
Günlük yaşamda çoğu Hint’in “kast” dediği zaman anladığı ve kastettiği şey “jati” konseptidir.
Kastın sosyolojik tanımına benzer:
Ekonomik olarak kendi grubu dışındaki insanlar ile (özelleşmiş ekonomik roller yoluyla) etkileşimde bulunan ancak sosyal olarak endogami / içevlilik ile (kendi dışındaki insanlar ile evlilik yapmayarak) kendini izole eden grup.
Jatinin Hindistan’da yasal olarak bir dayanağı yok artık ama Hintler için tarihsel olarak en önemli sosyal gerçeklik; bu en azından 1,500 yıllık geçmişi ile böyledir.
Binlerce jati grubu veya “kast” var: 4 bin küsürden 40 bine varıncaya kadar!..
Varna sisteminde her birine belirli bir rütbe atanır, geçmişte tüm jati grupları ritüel statülerini yükselterek varna rütbelerini değiştirmişti. Ancak güçlü ve karmaşık endogami kuralları, aynı varna düzeyinde olsalar dahi çoğu jatiden insanların birbirleri ile karışmasını engeller… Her şeyden çok, belirli bir jati ile ilişkili içevlilik ve yeme (vejetaryenlik genellikle brahminler ve vaishyalar, et kshatriyalar ve shudralar, pirinç, sakatat ve sığır etinin olmaması dalitler ile ilişkilendirilir), giyim ve diğer yaşam tarzı gelenekleri, sosyal düzey için en önemli unsurlardı; varna değil (bazı İngiliz nüfus sayımları, tüm jatileri varna sıralamasında düzenlemeyi ve sabitlemeyi denemişti).
AYRICA, Kast ve Hinduizm hayati olarak bağlantılı değil: Her ikisi de birbiri olmadan işleyebilir ve hayatta kalabilir. Kast birçok yönden Güney Asya’nın sosyal düzeni için temel: Müslüman, Hristiyan ve Budist kastlar da var ve ayrıca Pakistan ve Sri Lanka’da da bu fenomen mevcut. Ancak hem varna hem de jati, Manusmriti gibi antik Hindu metinlerinde ayrıntılı olarak ele alınmış Kİ yani Hindistan’da Hinduizm ve kastın çok uzun süredir birlikte evrimleştiği dikkate alınırsa, ikisi arasında bazı düzeylerde iç içe geçme durumunun olması şaşırtıcı değil.
Ancak geleneklerden dolayı hala sıklıkla zemin düzeyinde işliyor olsa dahi kalıtsal kastın artık neredeyse hiçbir yasal ve ideolojik desteği yok. Hindistan’ın modernite ve Batı aydınlanması ile teması, kasttan arındırılmış ancak antik manevi değerleri içeren modern, yeni bir Hinduizm’in ortaya çıkmasını kaçınılmaz kıldı.
Kast sistemi her halükarda son derece karmaşık ve Hindistan’ın her yerinde farklı şekilde işler. Örneğin, kshatriyalar (ve rajputlar) ve vaishyalar Güney Hindistan’da nadir, çünkü bu grupların erkek soyundan gelenlerin çoğu kuzey ve batı Hindistan’da kalmış ve Güney Hindistan’daki küçük brahmin nüfusu, yaklaşık 1.500 yıl önce gerçekleşen bir dizi göçün sonucu ki çünkü o bölgedeki gelişmekte olan devletler, ritüel ve idari amaçlar için brahminlere ihtiyaç duyuyordu. Bu nedenle, teknik olarak, Güney Hindistan’daki çoğu elit, yani yüksek rütbeli yönetici kastların çoğu shudradır, ancak tüm pratik amaçlar açısından, güneyde geleneksel varnalar fikrini anlamsız hale getirecek şekilde kshatriya olarak işlev görür.
Buradan -Güney Hindistan’dan kapıyı açmışken- konuyu kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama noktasına çekmeden önce,
İleri gelen Hint antropolog ve sosyolog Irawati Karve (1905-1970) tarafından, sistemin neden bu şekilde geliştiğine dair bir hipoteze yer vermek istiyorum: Çünkü bu teori, Hindistan’a yayılırken yeni grupları bünyesine katarak ve asimile ederek genişleyen Aryan toplumunun kanıtları ile iyi uyum sağlıyor. Ki antik çağlarda yeni seçkinlerin dahil olması ve ayrıca diğer gruplardan eş alınması gibi konularda orta çağa göre daha fazla açıklık olmuş olmalı ki genetik kanıtlar, modern Hintlerin atalarını oluşturan kastlar ve gruplar arasındaki karışımın 4 bin ile 2 bin yıl önce gerçekleştiğini gösteriyor. Ve Manusmriti gibi metinler muhtemelen 2 bin ile 1.500 yıl önce yazıldı ve uygulandı; muhtemelen siyasi baskıdan çok, toplumsal baskı yolu ile Ki Sonuçta, eğer bu zamana kadar üst kast grupları bu yapıyı benimsemiş ise bu, tüm grupların taklit etmek isteyeceği, sosyal açıdan arzu edilen bir norm haline gelmiş olmalıdır. Gupta Dönemi’nde, “ortodoksluğu” ile bilinen bir dönem, MS 400 civarında, jati sisteminin Hint toplumunun tüm kesimlerine yayıldığı ve bu dönemde karışmanın durduğu varsayılabilir.
Neyse hipotez şu:
“Binlerce yıl önce Hintler, bugün dünyanın diğer yerlerindeki kabile grupları gibi, birbirleri ile karışmayan, iç-eşli kabile grupları halinde yaşıyorlardı. Siyasi seçkinler daha sonra kendilerini toplumsal sistemin tepesine yerleştirdiler (rahipler, krallar ve tüccarlar olarak), kabile gruplarının Shudralar ve Dalitler olarak toplumun en altında kalan emekçi gruplar biçiminde topluma dahil edildiği katmanlı bir sistem yarattılar. Kabile organizasyonu böylece erken jatileri oluşturmak için sosyal tabakalaşma sistemi ile birleştirildi ve sonunda jati yapısı toplumun üst katmanlarına kadar yayıldı, böylece bugün hem yüksek kastlardan hem de alt kastlardan birçok jati var. Bu antik kabile grupları, kast sistemi ve endogami kuralları sayesinde farklılıklarını korumuşlardır.”
Kalıtsal, genetik faktörden dolayı kast kavramı, sosyolojik sınıf ve ırk fikirleri arasında bir yerde yer alır. Sınıf, bir toplumun sosyal ve ekonomik duruma göre bölünmesini ifade ederken ırk, benzer fiziksel özellikleri ve kökenleri paylaşan insan gruplarını ifade eder. Bir anlamda, farklı dilleri veya dinleri olmayan kastlar, aynı “ırk”a ait alt kültürler veya etnik kökenler olarak işlev görüyordu.
(Burada ırk konusuna girmeyeceğim, çok uzun ve karışık bir konu, ancak yapılan pek çok tarihi, genetik ve dilbilimsel çalışmalar bir şeyi ortaya koymuş ki Hindistan’daki her grup, farklı oranlarda da olsa aynı atadan gelen halkın soyundan geliyor).
Ancak burada konuyu kapatmadan önce bir de Ambedkar’ın sözlerine yer vermek istiyorum, “Annihilation of Caste” (Kastın Yok Edilmesi) kitabında şöyle yazıyor:
“Kast sistemi, Hindistan’ın farklı ırkları kan ve kültürde birleştikten çok sonra ortaya çıktı. Kast ayrımlarının aslında ırk ayrımları olduğunu iddia etmek ve farklı kastları sanki çok farklı ırklarmış gibi ele almak gerçekleri büyük ölçüde çarpıtmaktır. Punjablı Brahmin ile Madraslı Brahmin arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Bengalli dokunulmazlar ile Madraslı dokunulmazlar arasında ne tür bir ırksal yakınlık vardır? Punjablı Brahmin ile Punjablı Chamar [kalıtsal mesleği deri işçiliği, kuzey Hindistan’da yaygın bir kast, dokunulmazlar olarak isimlendirilenler arasında] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Madraslı Brahmin ile Madraslı Pariah[/Parya] arasında ne tür bir ırksal fark vardır? Punjablı Brahmin, ırksal olarak Punjablı Chamar ile aynı soydandır ve Madraslı Brahmin, Madraslı Pariah ile aynı ırktandır.”
Yakın zamana kadar, kast kısıtlamalarına uyma konusundaki titizlik, Hindistan’ın toplum hiyerarşisinin tepesinde oldukça farklı ve dar görüşlü bir rol geliştirmek için muhtemelen varna sisteminin tepesindeki statülerini jati fikri ile birleştiren brahminler ile daha çok ilişkilendiriliyordu; bu sentezlere entelektüel şeklini ve rasyonelleşmesini verenler de muhtemelen brahminlerdi. Modern Hindistan’da kastların giyim ve yemek yeme farklılıklarının çoğu hızla siliniyor; geriye yalnızca farklı evliliklerden kaçınma kalıyor ancak kentsel alanlarda bu da değişebilir ama kuşkusuz zaman ile… Ve aksi şekilde kalıtım durumu kırsal alanlarda daha uzun ve katı gidebilir…
Evet, şimdi gelelim kültürel ve tarihi coğrafyaya dair ayrımlama konusuna:
Hindistan’ın kültürel ve tarih coğrafyası genellikle Kuzey Hindistan, Güney Hindistan, Batı Hindistan veya Kuzeydoğu Hindistan gibi coğrafi kategoriler üzerinden yorumlanır. Hintler, tarihsel olarak altkıtalarının bölgelerdeki kültürel ve tarihi bölünmeleri daha iyi yansıtan iki büyük bölgeyi kapsadığını düşünmüşler: Aryavarta ve Deccan. Bunlar Hindistan’da kuzey-güney ayrımı olduğu yönündeki yaygın anlayışı bir şekilde yansıtsa da, Aryavarta ve Deccan tam olarak Kuzey ve Güney Hindistan fikirlerine uymuyor. Bu iki bölge farklı topografyalar ve jeolojiler ile ve sonuç olarak farklı sosyal kalıplar ve tarımsal kalıplar ile tanımlanıyor.
Deccan, genellikle yarımada Hindistan’ın beş Dravid dili konuşan devleti olarak tanımlanan Güney Hindistan’dan farklı; çünkü Goa, Maharashtra, Odisha, Chhattisgarh’ın büyük bir kısmı ve Gujarat, Madhya Pradesh ve Jharkhand’ın bazı kısımlarını içerir. Başka anlatımla Deccan’ın kabaca ters üçgen masa benzeri arazisi, yarımada Hindistan’ın tüm üst bölgesini kaplar. Sınırları batıda Batı Ghatlar, doğuda Doğu Ghatlar, kuzeyde Satpura ve Vindhya Sıradağları ile ve kuzeydoğu sınırı ise Mahanadi ve Godavari Nehirleri arasındaki su havzası tarafından belirlenir. Plato, Hint-Ganga havzasının güney kesiminde yer alır ve Maharashtra, Karnataka, Andhra Pradesh, Telangana, Tamil Nadu ve Kerala olmak üzere sekiz Hindistan devletini kısmen veya tamamen kaplayan —Madhya Pradesh ve Chhattisgarh’ın Gonds ve Bhils ormanlarından Maharashtra, Telangana, Karnataka ve Andhra Pradesh’in kurak kayalık alanlarına, Kerala ve Tamil Nadu’nun yeşil tepelerine kadar Hindistan kara kütlesinin yaklaşık yüzde 43’ünü oluşturan 4.22.000 km2’lik bir alanı kaplar.
Geleneksel olarak, orta Hindistan’daki Vindhya Dağları veya Narmada Nehri, Aryavrata ve Deccan arasında kuzey ve güney Hindistan arasındaki sınırı oluşturmuş. Gerçekten de bugün belirgin olan Aryavarta ve Deccan’ın tarihi Hint bölgeleri arasında önemli farklılıklar var. Aryavarta’ya hakim olan Hint-Ganga Ovası, hem büyük ve oldukça yoğun bir nüfusu hem de topografik engellerin olmaması nedeni ile hem hızla genişleyen hem de düşen imparatorlukları desteklemiş. Adından da anlaşılacağı gibi, Aryavarta esas olarak Hint-Aryan dillerini konuşan kişiler tarafından iskan edilmişti ve Hinduizm ve Hint kültüründe “standart” olarak kabul edilen şeylerin çoğunun anavatanıdır: Sanskrit, ineğe saygı, kutsal bir görev olarak vejetaryenliğe vurgu, iyi tanımlanmış kast bölünmeleri, tanrı Rama’ya tapınma, diğer özellikler arasında. Bu, MÖ 500 ile MS 500 arasında ortaya çıkan ve ünlü Maurya ve Gupta imparatorluklarını kapsayan klasik Hint kültürüdür.
Kültürel ve politik olarak, Deccan yalnızca Aryavarta’nın güneye doğru bir uzantısı değil; Tibet ve Güneydoğu Asya toplumları gibi, klasik Hint uygarlığının yeni bir ortama uyarlanmasıdır. Sözcüğün kendisi, güney; Aryavarta’nın güneyi anlamına gelen Sanskrit “dakshina” sözcüğünden türemiş Prakrit “dakkhin” sözcüğünden İngilizceleştirilmiş. Bu onu Aryavarta’dan daha az Hint yapmaz, ancak kesinlikle onu farklı kılar. Satavahanalar, Vatakatalar, Rashtrakutalar, Chalukyalar, Cholalar, Pallavalar, Tondaiman, Vijayanagara ve Marathalar gibi imparatorlukların egemen olduğu Deccan; yine de tarihi açıdan Ganga merkezli Mauryalar, Guptalar, Delhi Sultanlığı ve Babürlülerin ününe ulaşamamış birçok önemli devlete ev sahipliği yapmıştı.
Deccan’ın büyük bir kısmı kurak ve engebeli, Orta Hindistan’dan güney ucuna doğru yükselen üçgen bir plato ve uzun kıyı şeritleri boyunca Batı ve Doğu Ghatlar olmak üzere iki dağ sırası ile çevrili olduğu için Aryavarta’ya kıyasla onu daha yakından bağlayan kıyılardan, Pers ve Orta Asya’dan, Greko-Romen ve Güneydoğu Asya ticaretinden daha fazla etkilenmiştir. Aryavrata, tarımın yayılması ve Batı ve Orta Asya’dan gelen göçler ile büyük demografik değişimlere uğrarken Deccan, kuzeyden yalnızca az miktarda tüccar ve Brahmin’i özümsedi ve nüfus yoğunluğu Ganga Vadisi’nden önemli ölçüde düşük kaldı. Deccan’ın kuzey uçlarındaki Maharashtra ve Odisha Sanskritleştirilmiş ve kuzey Hindistan’da bulunan Hint-Aryan dillerini konuşurken platonun geri kalanı dilsel olarak Dravid olarak kalmaya devam ediyor. Bunlara, Rajasthan’daki Thar Çölü dışında Hindistan’ın en kurak bölgelerinden bazıları, örneğin kuzeydoğu Karnataka dahil. Bu arada bölgenin diğer kısımları, özellikle Batı ve Doğu Ghatlar ile kıyılar arasında – Kerala, Goa ve Maharashtra’nın Konkan bölgesi ve kıyı Andhra Pradesh, yemyeşil.
Bu faktörlerin hepsi Deccan’ın özelliklerini açıklıyor: Daha uzun süreli siyasi oluşumlara ev sahipliği yaptı ve nadiren birleşti. Her ikisi de Deccan’dan olan Tamil ve Kannada, herhangi bir Hint dilinin en eski sürekli edebi tarihlerine sahip ve bu, sık sık siyasi değişimlere uğrayan kuzey Hindistan’da imkansız olan kültürel sürekliliği ima eder. Sonuç olarak, Deccan Aryavarta’dan daha az tarımsal ve daha çok ticaret odaklı olmuş. Kuzeyde bulunan herhangi bir imparatorluk tarafından nadiren fethedilmiş ve çok daha az yönetim altında tutulmuş, bu da bugün dahi siyasi ve sosyal kalıplarının Hindistan’ın geri kalanından farklı olmasının nedenini açıklar:
Örneğin; 2014 ve özellikle 2019 ve 2024 genel seçimlerinde Hindistan’ın geri kalanını kasıp kavuran Bharatiya Janata Partisi (BJP) dalgası güneyde çok daha sönüktü.
Deccan, paradoksal olarak Aryavarta’dan hem daha modern hem de daha geleneksel; bazı yönlerden Japonya ve Tayland gibi farklı kültürleri aracılığı ile moderniteyi aracılık eden toplumlara benzer. Aryavarta’da gelenek ve modernite arasındaki ikilik daha keskin, çünkü oradaki toplumun doğası daha fazla şoka ve değişime eğilimli ki bu nedenle genellikle ya eski ya da yeni var.
(Yazı dizisinin sonu)
GÖRÜŞ
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi
Yayınlanma
6 gün önce09/03/2025
Yazar
Ma Xiaolin
Prof. Ma Xiaolin, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü Başkanı
Prof. Zhang Lupeng, Zhejiang Uluslararası Çalışmalar Üniversitesi Slav Araştırmaları Merkezi Başkanı
27 Şubat’ta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Federal Güvenlik Servisi (FSB) yıllık toplantısında yaptığı konuşmada, Rusya ve ABD’nin işbirliğini yeniden tesis etmeye hazır olduğunu belirtti. Putin, herkesin Rusya-ABD diyaloğunu olumlu karşılamadığını ve bazı kesimlerin bu süreci sabote etmeye çalıştığını vurguladı. Aynı gün, Rusya ve ABD heyetleri Türkiye’nin İstanbul kentinde altı saatten fazla süren kapalı kapılar ardında ilk ikili görüşmelerini gerçekleştirdi. Görüşmelerin ana gündemi, büyükelçiliklerin işleyişi ve vize konularıydı.
Bu gelişme, 12 Şubat’ta Rusya ve ABD liderlerinin gerçekleştirdiği telefon görüşmesi ve 18 Şubat’ta Suudi Arabistan’ın Riyad kentinde üst düzey diplomatlar arasında düzenlenen önemli bir görüşmenin ardından geldi. Bu gelişmeler, Trump 2.0 döneminin başlamasıyla birlikte iki büyük rakip olan Rusya ve ABD’nin Ukrayna krizinin karanlık sayfasını kapatmaya ve ikili ilişkileri hızla normalleştirmeye çalıştığını gösteriyor. Hatta Bloomberg’e göre, iki ülke, Arktik bölgesinde ekonomik işbirliği yapmayı ve Arktik kaynaklarının ortaklaşa çıkarılması ile yeni ticaret yollarının geliştirilmesini tartışıyor.
ABD-Rusya ilişkilerinin keskin bir şekilde yeniden şekillendiği bu hassas dönemde, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping de 24 Şubat’ta, yani Rusya-Ukrayna savaşının üçüncü yıl dönümünde, Putin ile telefon görüşmesi gerçekleştirdi. İki gün sonra, Xinhua Haber Ajansı bir yorum yayınlayarak “Çin ve Rusya liderlerinin görüşmesi dünyaya net bir mesaj gönderdi” dedi ve üç önemli noktayı vurguladı: “Çin-Rusya ilişkileri olgun, istikrarlı ve dayanıklıdır”, “Çeşitli alanlarda işbirliği istikrarlı bir şekilde ilerlemektedir” ve “Önemli konular hakkında zamanında iletişim kurulmaktadır.”
ABD-Rusya ilişkilerinin hızla iyileşmesi, ABD-Avrupa ilişkilerinin gerilmesi ve Rusya-Ukrayna savaşının 2025’te hızla sona erebileceği ihtimali karşısında bazı kritik sorular ortaya çıkıyor: ABD-Rusya ilişkileri gerçekten önemli ölçüde iyileşecek mi? Çin-Rusya ilişkileri bundan etkilenecek mi? Çin, ABD ve Avrupa ile olan ilişkilerini nasıl yönetecek? Çin, bu süreçte nasıl kazançlı çıkıp zarar görmekten kaçınabilir? Çin, tüm bu sorularla karşı karşıya ve büyük bir diplomatik seçim yapmak zorunda.
ABD’nin “U Dönüşü” ve Rusya’nın Stratejik Rahatlaması
Rusya-Ukrayna savaşı üç yıldır devam ediyor. Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgenin bir kısmını ele geçirdi, Putin’in liderliğini güçlendirdi, Rus ordusunun savaş tecrübesini artırdı ve Kuzey Kore ile stratejik iş birliğini derinleştirdi. Ancak, aynı zamanda büyük bedeller ödedi:
– Uluslararası imajı zarar gördü,
– Diplomaside gerilimler arttı,
– Bölgesel etkisi azaldı,
– NATO’nun genişlemesiyle Rusya, C şeklinde bir kuşatma altına girdi,
– Karadeniz ve Baltık Denizi’ndeki deniz yolları tehdit altına girdi,
– Dış askeri üsleri risk altında kaldı,
– Savaş harcamaları arttı,
– Yaptırımlar nedeniyle ticaret engellendi, enerji ihracatı azaldı, yabancı yatırımlar düştü,
– Toplumsal açıdan, büyük kayıplar yaşandı, iç gerilimler arttı ve nüfus azaldı.
Bu zorluklar, Rusya’yı daha önce hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir duruma soktu. Ancak, Trump’ın Rusya yanlısı politikaları, Moskova’ya stratejik bir çıkış kapısı sundu ve özellikle ABD’den gelen baskıyı önemli ölçüde azalttı.
Birincisi, Rusya’nın “özel askeri operasyonu” stratejik hedeflerine büyük ölçüde ulaşacak. Trump yönetimi, Rusya’nın öne sürdüğü bazı koşulları kabul etmiş görünüyor:
– Ukrayna NATO’ya katılmayacak,
– NATO’nun doğuya genişlemesi duracak,
– Zelensky hükümeti görevden ayrılacak,
– Neo-Nazi unsurların etkisi azaltılacak,
– Rusya, Ukrayna’nın doğusundaki dört bölgenin bir kısmını kontrol edecek,
– Donbas bölgesindeki toprak, doğal kaynaklar ve nüfus Rusya’nın kontrolüne geçecek.
Ayrıca, barış görüşmeleri sayesinde savaşın daha da tırmanması önlenerek Rusya’nın dış askeri tehditleri azaltılacak ve ülkenin stratejik güvenliği sağlanacak.
Rusya, üç yıl süren bu savaşla eski Sovyet coğrafyasındaki etkisini pekiştirmiş, Ukrayna’nın Batı’ya yaklaşmasını engellemiş, ulusal çıkarlarını koruma konusundaki kararlılığını dünyaya göstermiş, uluslararası arenadaki söz hakkını artırmış ve Karadeniz’deki konumunu güçlendirmiştir.
Bunun yanında, Suriye’deki yeni hükümet, Rusya’ya dostane bir tutum sergileyerek Rusya’nın Tartus ve Hmeymim’deki askeri üslerini Doğu Akdeniz’deki stratejik noktalar olarak kullanmasına izin vermiştir.
Mevcut eğilimlere bakıldığında, gelecekte yapılacak barış görüşmeleri, Rusya’nın Ukrayna’daki jeopolitik çıkarlarını, özellikle doğu bölgesindeki kontrolünü garanti altına alabilir. Böylece, Rusya’nın Avrupa’daki jeopolitik etkisi güçlenebilir ve Batı ile olan müzakerelerinde elini güçlendirebilir.
İkinci olarak, Rusya’nın daha önce içinde bulunduğu zor durum tamamen tersine dönebilir.
ABD-Rusya ilişkilerindeki iyileşme ve Rusya-Ukrayna savaşının barış görüşmeleriyle çözülmesi, Rusya’ya Batılı ülkelerle ilişkilerini yeniden inşa etme, uluslararası izolasyonu azaltma, yaptırımları hafifletme, dış baskıyı azaltma, küresel imajını iyileştirme ve diplomatik alanını genişletme fırsatı sunacaktır Bu durum, Rusya’nın ulusal çıkarlarını daha iyi korumasına ve uluslararası arenadaki etkisini artırmasına yardımcı olabilir.
Uzun Süreli Savaşın Rusya Ekonomisine Ağır Etkisi
Eğer Rusya, ABD ile işbirliği yaparak Rusya-Ukrayna barış görüşmelerine ulaşabilirse, yaptırımların kademeli olarak kaldırılması veya hafifletilmesi mümkün olabilir. Bu durum, Rusya’nın diğer ülkelerle normal ekonomik ve ticari ilişkilerini yeniden tesis etmesine, enerji fiyatlarını istikrara kavuşturmasına ve böylece ekonomik baskıyı hafifletmesine yardımcı olacaktır. Bu süreç, ülkenin iç ekonomik kalkınması için elverişli koşullar yaratacaktır.
Trump yönetimi, gelecekte Rusya ile ekonomi, enerji, uzay gibi alanlarda işbirliği yapacağını ve hatta Rusya’nın G7’ye yeniden katılımını destekleyeceğini iddia etti. Bu politikalar, Rusya ekonomisinin toparlanması ve büyümesi için olumlu gelişmeler sunacaktır. Son dönemde Rus rublesinin sürekli güçlenmesi, piyasanın genel olarak Rusya ekonomisine güven duyduğunu göstermektedir.
Savaş durumu sona erdiğinde, Rusya askeri alandaki kaynaklarının ve enerjisinin daha büyük bir kısmını iç ekonomik inşaya, toplumsal gelişime ve halkın refahının iyileştirilmesine yönlendirebilir. Bu da ülke ve toplumun genel kalkınmasını teşvik edecek, yaşam standartlarını yükseltecek, iç istikrarı ve toplumsal dayanışmayı güçlendirecek ve ülkenin genel gücünü yeniden inşa etmesine yardımcı olacaktır.
Çin-Rusya İlişkileri Etkilenebilir, Çin Zamanında ve Dikkatli Bir Şekilde Ayarlama Yapmalı
ABD-Rusya ilişkilerindeki iyileşme, Rusya-Ukrayna krizini ve küresel dengeleri derinden etkileyecektir. Trump yönetimi, ABD-Rusya ilişkilerini güçlendirerek ve Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini teşvik ederek, ABD’nin küresel stratejik düzenini yeniden şekillendirebilir. Bu süreçte, diğer önemli bölgelere ve alanlara daha fazla kaynak ve dikkat yönlendirilebilir, bu da Çin’e karşı baskının ve engellemelerin artmasına neden olabilir.
Birincisi, Rusya’nın Çin’e olan stratejik bağımlılığı azalabilir ve Çin’in beklentilerini buna göre ayarlaması gerekebilir.
Rusya ve ABD arasında artan üst düzey temaslar, ikili ilişkilerin normalleşme yönünde ilerlediğini göstermektedir. Rusya’nın, Ukrayna’nın geleceği ve Orta Doğu yönetimi gibi çeşitli ortak çıkar alanlarında ABD ile işbirliğini yeniden başlatması bekleniyor. Ayrıca, ekonomi, enerji ve uzay gibi alanlarda ABD ile ortak çalışmalar yürütmesi olasılığı da bulunuyor.
Trump yönetiminin Rusya üzerindeki kısıtlamaları gevşetmesiyle, Batı dünyasının Rusya’ya uyguladığı yaptırım baskısı kademeli olarak azalacaktır. Bu da Rusya’nın uluslararası arenada daha geniş bir stratejik hareket alanına sahip olmasına olanak tanıyacaktır.
Bu süreç, Rusya’nın Çin’e olan bağımlılığını kademeli olarak azaltacak ve stratejik özerkliğini artıracaktır. Daha önce Rusya’nın “Doğu’ya ve Güney’e Açılım” stratejisinde görülen ivme yavaşlayabilir. Bu durumda, Çin’in Rusya ile yaptığı işbirliklerindeki inisiyatifi azalabilir. Ayrıca, Rusya’nın toparlanmasıyla birlikte, ikili ilişkilerde Moskova’nın daha fazla stratejik bağımsızlığa ve pazarlık gücüne sahip olması beklenmektedir.
İkincisi, ABD-Rusya ilişkilerinin iyileşmesi sorunsuz olmayacak ve Çin’in aşırı kaygılanmasına gerek yok.
Şu anda ABD ve Rusya arasında yaşanan üst düzey temaslar, yalnızca ilişkilerde bir yumuşama eğilimi olduğunu göstermektedir. Ancak, bu temasların tamamen normalleşmeye dönüşmesi için uzun bir süreç gerekecektir. ABD-Rusya ilişkileri hâlâ “buzları kırma” aşamasındadır ve tam anlamıyla normalleşmeleri için kat edilmesi gereken uzun bir yol vardır. Benzer şekilde, Rusya-Ukrayna barış görüşmelerinin başarıya ulaşması için de birçok çalışma yapılması gerekmektedir. Bu yüzden, ABD ve Rusya arasında bir “balayı dönemi” başladığını ya da Rusya-Ukrayna savaşının çok yakında sona ereceğini öngörmek için henüz erken.
Çin, ABD ve Rusya arasındaki etkileşimleri yakından takip etmeli, Rusya, Ukrayna, Avrupa Birliği ve ABD ile sürekli temas halinde olmalıdır. Ayrıca, BRICS gibi çok taraflı mekanizmalar aracılığıyla Küresel Güney ülkeleriyle koordinasyon sağlamalı ve Ukrayna meselesinde yapıcı bir rol oynayarak kendi çıkarlarını korumaya devam etmelidir.
Üçüncüsü, Trump’ın Rusya politikasındaki büyük değişiklikler dirençle karşılaşabilir.
- ABD iç politikasındaki muhalefet: Trump’ın politikaları ABD içinde oldukça tartışmalıdır. Demokrat Parti, genellikle Ukrayna’ya desteğin devam etmesini savunmaktadır. Trump’ın Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini desteklemesi, ABD’deki partizan bölünmeyi artırabilir ve hükümetin karar alma sürecini ve uygulama kapasitesini zayıflatabilir.
- ABD askeri-endüstriyel kompleksinin etkisi: Barış görüşmeleri, askeri sanayi talebinin anında azalmasına yol açabilir. Bu durum, askeri-sanayi sektöründeki büyük şirketlerin Trump’ın politikalarına açık veya gizli şekilde karşı çıkmasına neden olabilir.
- Avrupa müttefiklerinin hoşnutsuzluğu: Trump’ın Rusya-Ukrayna barış görüşmelerini destekleme çabaları, Avrupa müttefikleri arasında rahatsızlık yaratmıştır. Avrupa ülkeleri, ABD’nin bu adımının NATO’nun bütünlüğünü zayıflatabileceğinden ve Rusya karşısında Avrupa’yı daha savunmasız bırakabileceğinden endişe etmektedir. Bu durum, ABD-Avrupa ilişkilerinde çatlaklara yol açabilir ve geleneksel transatlantik ittifakına zarar verebilir.
Bu nedenle, Rusya-Ukrayna krizinin geleceği yalnızca ABD ve Rusya’nın kararlarına bağlı olmayacak, aynı zamanda Avrupa Birliği, Ukrayna ve diğer tarafların tepkilerine de bağlı olacaktır.
Trump yönetimi, ABD’de Demokrat Parti’nin geleneksel kesimleri ve askeri-endüstriyel sermayenin baskılarıyla karşı karşıyadır. Ayrıca, Trump’ın öngörülemez liderlik tarzı göz önüne alındığında, ABD-Rusya ilişkilerinin tamamen sorunsuz bir şekilde normalleşmesi garanti edilemez. Bu süreçte ne tür engellerin ortaya çıkacağı, bu engellerin ne kadar büyük olacağı ve süreçte geri dönüşler yaşanıp yaşanmayacağı hâlâ dikkatle izlenmesi gereken konulardır.
Rusya ve ABD ile Karmaşık İlişkileri Yönetmek: İnisiyatif Çin’de
1. Putin, Trump Değildir; Putin Yönetimindeki Rusya-Çin İlişkileri Büyük Dalgalanmalar Yaşamayacaktır
Önümüzdeki dört yıl boyunca Çin, yeni dönemde Çin-Rusya kapsamlı stratejik işbirliği ortaklığını güçlendirmeye ve Ukrayna meselesinde Rusya ile iletişimi ve koordinasyonu artırmaya odaklanmalıdır.
ABD-Rusya ilişkilerinin önemli ölçüde yumuşaması, Rusya’nın diplomatik konumunu iyileştirebilir. Ancak Putin yönetimindeki Rusya, Trump’ın dört yıllık görev süresi içinde ABD’ye olan güvenini Çin gibi uzun vadeli stratejik ortaklarının üzerine çıkacak şekilde artırma olasılığı düşük olan bir ülkedir.
Trump’ın iş dünyası kökeninden farklı olarak, Putin daha istikrarlı ve ileri görüşlü bir liderdir ve Rusya’nın uzun vadeli çıkarlarına yönelik dengeli ve kalıcı planlar yapacaktır.
Dünya genelinde ülkeler, Trump yönetiminin gücü ve etkisi konusunda bekleyip görme yaklaşımı benimsemektedir. Ülkeler, Trump ve ekibinin ABD’yi istikrarlı bir şekilde yönetip yönetemeyeceğini, Demokrat Parti’nin yerleşik düzenini ne ölçüde baskılayabileceğini, küresel rakiplerini zayıflatıp zayıflatamayacağını ve “Amerika’yı Yeniden Büyük Yapma” hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini gözlemlemektedir. Nihai amaç, dört yıl sonra MAGA (Make America Great Again) hareketinin Trump’ın politikalarını sürdürmesini ve Trump ailesinin çıkarlarını korumasını sağlamaktır.
2. Çin, Trump Yönetiminin Dikkatini Dağıtmasına İzin Vermemeli ve Stratejik Kararlılığını Korumalıdır.
Çin, stratejik netlik, istikrar ve yönünü en üst düzeyde korumalı, rakiplerinin belirlediği stratejik yıpratma taktiklerine düşmekten kaçınmalıdır.
Son yıllarda, Çin-ABD stratejik düşünce kuruluşları arasında yaygın bir görüş hâkim: Önümüzdeki on yıl içinde Çin ile ABD arasındaki güç dengesi değişebilir. Eğer Çin, on yıl içinde ABD’yi belirgin bir şekilde geride bırakırsa, ABD’nin Çin’e yönelik baskı politikalarını terk etme ve işbirliği yolunu seçme ihtimali doğabilir.
Bu senaryo, elbette en iyimser olanıdır. Ancak, bu mantığa göre Çin’in önümüzdeki on yılda hızla gelişmesi ve ABD’yi çeşitli alanlarda geçmesi gerekecektir. Bunun en büyük riski, Çin’in kalkınma potansiyelinin aşırı tüketilmesi ve ülkenin tükenme noktasına gelmesidir.
Soğuk Savaş döneminde ABD, askeri rekabeti kullanarak Sovyetler Birliği’ni çökertti. Reagan yönetiminin “Yıldız Savaşları Programı”, Sovyetler’i sürdürülemez bir askeri yarışa sürükleyerek ekonomik ve stratejik kaynaklarını tüketti.
Bugün, Çin ile ABD arasındaki rekabet, uzun vadeli bir “stratejik enerji biriktirme” ve “kapasite oluşturma” savaşıdır.
– Çin’in kurumsal avantajları, ekonomik ve toplumsal potansiyeli ile kültürel dayanıklılığı, uzun vadeli bir mücadeleyi sürdürmesine olanak tanımaktadır.
– Çin’in ABD ile doğrudan rekabete girmesine veya kendini gereksiz yere yıpratmasına gerek yoktur.
– Bunun yerine, Çin ulusal potansiyelini korumaya, ABD, Rusya ve Avrupa ile ilişkilerini dengede tutmaya ve Tayvan meselesinde stratejik sabır göstermeye odaklanmalıdır.
– Yumuşak ve akıllı güç stratejileriyle rakiplerini ustaca manevralarla alt etmeli, sürdürülebilir ve uzun vadeli kalkınmaya öncelik vermelidir.
– Nihai hedef, Çin’in büyük ulusal canlanmasını gerçekleştirmek, hem sert hem de yumuşak gücünü dengeli bir şekilde geliştirmek ve küresel stratejik konumunu güçlendirmektir.
3. Çin, Avrupa ile İlişkilerini Güçlendirmeli, Özellikle Orta ve Doğu Avrupa Ülkeleriyle İş Birliğini Yeniden Canlandırmalıdır.
Trump yönetiminin Rusya yanlısı politikaları, Avrupa’da tedirginlik yaratmıştır.
– Avrupa ülkeleri, Ukrayna krizinde büyük ekonomik kayıplar verdikten sonra ABD’den gelebilecek güvenlik tehditlerine karşı savunmasız kalmaktan endişe etmektedir.
– Çin, Avrupa’nın stratejik özerkliğini artırmasına yardımcı olmak için somut adımlar atmalı, ekonomik, teknolojik ve ticari işbirliğini güçlendirmelidir.
– Özellikle Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, ABD-Rusya ilişkilerinin yumuşaması ve Rusya’nın avantaj kazanması karşısında güvenlik endişeleri taşımaktadır.
– Bu durum, Çin için “16+1” Çin-Orta ve Doğu Avrupa İş Birliği Mekanizmasını yeniden canlandırma fırsatı sunmaktadır.
Önümüzdeki 3-4 yıl içinde, Çin uluslararası kurallar çerçevesinde Avrupa ile karşılıklı fayda sağlayan ilişkiler kurmalı, ticaret hacmini artırmalı, gümrük vergilerini düşürmeli, yapay zeka ve yenilenebilir enerji gibi alanlarda işbirliğini genişletmeli ve insanlar arası kültürel etkileşimi güçlendirmelidir.
4. Çin, Stratejik Caydırıcılığını, Özellikle Nükleer Caydırıcılığını Güçlendirmelidir.
Çin, stratejik caydırıcılık kapasitesini, özellikle nükleer caydırıcılık gücünü ve ulusal güvenliğini daha da geliştirmelidir.
– Stratejik nükleer gücün modernize edilmesi ve güvenliğinin mutlak şekilde sağlanması, ulusal güvenlik ve toprak bütünlüğünün korunması açısından kritik bir unsurdur.
– ABD’de hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat politikacılar, Rusya’nın güçlü stratejik nükleer kapasitesinden çekinmektedir.
– Bu nedenle, ABD her zaman Rusya’ya karşı dikkatli davranmaktadır.
– Ukrayna ise stratejik nükleer gücünü kaybettikten sonra, ulusal güvenliği ve toprak bütünlüğü ciddi şekilde ihlal edilmiştir.
Çin’in uzun vadeli ulusal güvenliğini sağlamak için güçlü bir stratejik caydırıcılığa sahip olması ve ulusal savunmasını güçlendirmesi gerekmektedir.
Sonuç
- Putin’in Rusya’sı, kısa vadeli kazançlar uğruna Çin gibi uzun vadeli stratejik ortaklarını terk etmeyecektir.
- Çin, stratejik sabrını koruyarak ABD ile gereksiz yıpratıcı bir rekabete girmemelidir.
- ABD-Rusya yakınlaşmasından doğan fırsatları değerlendirerek, Avrupa ile ilişkilerini güçlendirmelidir.
- Stratejik caydırıcılığını, özellikle nükleer caydırıcılığını artırarak ulusal güvenliğini sağlamlaştırmalıdır.
Bu stratejileri takip ederek Çin, değişen küresel jeopolitik ortamda uzun vadeli istikrarını ve gücünü koruyabilir.

Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor

Lukaşenko: Ukrayna, Putin ile gizli görüşmelere başladı

Merkel: Rusya’nın çıkarları tartışılmalı

Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu

Almanya’da Siemens yöneticileri Kırım’a türbin sevkiyatı nedeniyle yargılanacak
Çok Okunanlar
-
AVRUPA3 gün önce
Volkswagen’e ‘sosisli’ müjdesi: Şirketin en popüler ürünü oldu
-
AMERİKA2 hafta önce
Palantir CEO’su Karp’tan Silikon Vadisi’ne: Silah başına!
-
DÜNYA BASINI5 gün önce
Suriye’nin sahil bölgesinde katliam nasıl başladı?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Gazze’de tatil hayali mi, kriz tarifi mi?
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Trump’ın Silikon Vadisi’ndeki adamı Thiel’in antidemokratik distopyası
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Hint toplumunda Hindu-Müslüman ayrışması – 4
-
DÜNYA BASINI2 hafta önce
Doğu Almanya’da neofaşizmin yükselişine Batı Almanya’nın katkısı
-
GÖRÜŞ6 gün önce
ABD-Rusya ilişkilerindeki büyük tersine dönüş ve Çin’in diplomatik seçimi