DÜNYA BASINI
Fransa’da para seksten daha kirli
Yayınlanma
Yazar
Emre Köse
Çevirmenin notu: Marie Antoinette ve giyotinlerden bu yana zengin düşmanlığının derinleştiği Fransa bugün çok da farklı değil. Seks kasetlerinin havada uçuştuğu kompromat siyasetinin hâkim olduğu dünyanın geri kalanına kıyasla Fransa’da yolsuzluk, toplumda daha ağır bir suç olarak kabul görüyor. Bu ortamda sağ kalmayı başaran milyarder Bernard Arnault birden fazla kez kamuoyunun hedefi olsa da zenginler, bir şekilde paçayı kurtarmayı başarıyor. Fransız gazeteci Anne-Elisabeth Moutet, ülkede son dönemde hem sağ hem de sol kesimde Amerikan karşıtlığı ve zengin düşmanlığının yoğunlaştığına dikkat çekmiş.
Fransa’da para seksten daha kirli
Anne-Elisabeth Moutet
6 Eylül 2023
Amerikan karşıtlığı zenginlere duyulan nefreti körüklüyor
Dünyanın hemen her yerinde, insanların ülkelerinin Japonya, Birleşik Krallık ve Almanya’yı geride bırakarak ABD ve Çin’in dışında her yerden daha fazla milyoner çıkarmasını kutlamalarını beklerdiniz.
Ama Fransa’da öyle değil. Suçlamalar, yoğun ve acımasız, havada uçuştu. “Fransa’nın tarihsel gücü, tüm krizlere dayanıklı sosyal modeli ve dünyanın zengin ülkeleri arasında en dar olan eşitsizlik seviyesiydi. Artık öyle değil! Emmanuel Macron’un dayattığı Fransa’nın Amerikanlaştırılması kalıcıdır,” diye tweet atan Yeşil Milletvekili Sandrine Rousseau, katı solcu kimliğini parlatma fırsatını asla kaçırmıyor. Fransa’nın diğer yeşil partisinin (EELV) lideri Marine Tondelier de “milyarderlerin” ya da “vampirlerin” olmadığı bir Fransa hayal ettiğini haykırmıştı. Fransız Komünist Partisi’nin bir zamanlar en güçlü gazetesi olan l’Humanité’nin, Fransa’da vergi kaçakçılığının kamu bütçesini “80 ila 100 milyar avro” zarara soktuğu bir dönemde bunun “mantıklı” olduğunu söylemesine gerek yok.
Fakat bu tür eleştiriler sağda kayda değer ölçüde kabul görüyor. Ulusal Birlik seçmenlerinin yüzde 35’i bu konuda Sayın Tondelier ile aynı fikirde (ve başka pek bir şey yok). Genel manada Fransızların yüzde 38’i zengin yurttaşların olmadığı bir ülkede yaşamanın kendilerini daha mutlu edeceğini söylüyor. Bu da merkez sağ Le Point gazetesinin muhtemelen fazla iyimser bir manşet atmasına yol açıyor: “Hayır, Fransızlar milyarderlerin olmadığı bir Fransa hayal etmiyor”. Ancak neredeyse yüzde 40’ı öyle.
Geçtiğimiz ocak ayında, CGT sendikasının o dönemki lideri Philippe Martinez, elektrik ve doğalgaz mühendislerinin “elektrik ve gaz hatlarını kesmek” için “milyarderlerin güzel evlerini ziyaret etmelerini” önermişti (Bu boş bir talimat değildi: neredeyse 20 yıl önce aynı sendikanın maskeli iki üyesi Başbakan Jean-Pierre Raffarin’in Fransa’nın batısındaki özel konutuna girmiş ve o zamanlar devlete ait olan ulusal enerji şirketi EDF’nin kısmen kamulaştırılmasını protesto etmek adına tam da bunu yapmıştı). Bu tür Robin Hood tarzı, sahte devrimci jestler Fransa’da o kadar takdir gördü ki, Başbakan’ın devletten maaş alan militan elektrikçileri (elektrik kesicilerini) ne Fransız adalet sistemi ne de işyerlerindeki yaptırımlar eliyle asla disipline edilemedi.
Fransızlar için para, seksten çok daha kirli bir şeydir (Dominique Strauss-Kahn, 2011’de New York’ta bir otel hizmetçisini taciz ederek kendi cumhurbaşkanlığı adaylığını sabote edene kadar, Paris’in bilgeliğine göre kimse bir politikacıya seks ifşalarıyla şantaj yapamazdı, zira tepki büyük olasılıkla bizim tipik Galya omuz silkmesi olurdu). Ancak para tartışmaları kariyerinizi tümüyle bitirir. Meşhur Gaullist Bordeaux Belediye Başkanı, Ulusal Meclis Başkanı Jacques Chaban-Delmas’ın 1967-1970 yılları arasında gelir vergisi ödemediği Fransa’nın Private Eye’ı Le Canard Enchaîné tarafından ortaya çıkarıldığında, hissedarların halihazırda ödenmiş temettü vergilerini gelir vergisi toplamından düşmelerine izin veren vergi yasasını uygulamış olması önemli değildi. Bir zamanlar Fransa’nın bir sonraki cumhurbaşkanı olacağı tahmin edilen Chaban, kalıcı bir utanç içinde sahneden kaybolmuştu.
Libération gibi sol görüşlü gazetelerin yanı sıra AB’den kuşku duyan ve küreselleşme karşıtı haftalık fikir gazetesi Marianne gibi bağımsızlıkçı yayın organları da düzenli olarak “zenginleri” aşağılayan iki dakikalık nefret dolu ön sayfalar yayımlıyor. En sevdikleri pinyata, sayana göre dünyanın en zengin ya da ikinci en zengin adamı olan LVMH lüks holdinginin patronu Bernard Arnault. Arnault’un şirketleri —Louis Vuitton, Dior, Givenchy, Moët & Chandon, Hennessy ve daha pek çoğu— prestijlerinin ciddi bir kısmını özel “Fransa’da üretilmiştir” etiketine borçlu ve bu nedenle Arnault kendi ülkesinde doğrudan ya da dolaylı olarak 160 bin kişiyi istihdam ediyor.
Lüks sektörü Fransız ekonomisine, havacılık ve silah sanayiilerinin toplamından daha fazla para kazandırıyor. Ve “vampir” Arnault ve şirketleri Fransa’da vergi ödüyor. Fakat bunların hiçbiri, yurttaşın gözünde Arnault’un paçayı kurtarmasını sağlamıyor. Arnault’un yeni seçilen sosyalist Cumhurbaşkanı François Hollande’ın bir milyon avronun üzerindeki gelirler için yüzde 75’lik bir üst vergi dilimi vaadine Belçika’ya taşınarak tepki gösterdiği haberi üzerine Libération, 2012’de “S*ktir git, zengin mankafa!” diye yüksek sesle cevap vermişti. Aktör Gérard Depardieu’nün yanı sıra bazı futbolcuların da ülkeden ayrılmasına neden olan bu vergi, Fransız Hazinesine cüzi bir getiri sağladıktan bir buçuk yıl sonra sükunetle kaldırıldı. Belçika pasaportu almış olan Arnault da geri döndü.
Fransızların zenginlere yönelik asırlık nefretinin belirgin bir şekilde ifade edilmesinde bile, Arnault’un aksine futbolcuların hedef alınmaması önemli. Fransızlar zenginlerden nefret ediyor ama onların neye benzediğine dair net bir tahayyüle sahipler; patronlar, toprak ağaların, bankerler… Hem İncil’e (“İki efendiye birden hizmet edemezsin… Ya Tanrı ya Mamon”) hem de Marksist dile ait bir dizi klişe. Kendisini ne kadar seküler görürse görsün, Fransa hem Katolik Kilisesinin hem de Das Kapital’in dünya görüşünü özümsemiştir. Futbolda elde edilen kazanımlar ise burada bir tesadüfün sonucu olarak görülüyor; bazı işçi sınıfı çocuklarına öngörülemeyen kabiliyetleri karşılığında ödenen yarı sihirli para.
François Hollande’ı vergi oranını düşürmeye —ki boşa düşmüştü— ikna eden kişi, 37 yaşındaki neredeyse hiç tanınmayan Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’du. Hollande’ın halefi olduğunda Macron, Fransa’nın kırk yıllık servet vergisini büyük ölçüde iptal ettiği için birkaç gün içinde “ultra zenginlerin cumhurbaşkanı” lakabına layık görülmüştü.
Bu öfkeyle iç içe geçmiş olan Amerikan karşıtlığı, her iki tarafta da ideolojik bir kestirme yol olarak giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor. Bugün, bilhassa Fransız sağının büyük bir kısmı Amerika’yı, sınırsız kapitalizmi yayan ve toplumun ve kültürün dokusunu tahrip eden, özellikle zararlı bir Mamon olarak görüyor. Modern Fransız siyasetinde Charles de Gaulle’ün 1958’de iktidara dönüşü ilişkilerde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Savaş dönemi tecrübelerine ilişkin geleneksel bilgelikleri, de Gaulle ve Winston Churchill’in birbirlerini anlayıp saygı duyarken, Franklin D. Roosevelt’in Fransız liderden nefret ettiğini ve her fırsatta onu saf dışı bırakmaya çalıştığını belirtir. Fakat bunu buraya bağlamak, 19. yüzyıl boyunca sağda, en iyi örneğini Action Française ideoloğu ve lideri Charles Maurras’ın verdiği ve de Gaulle’ün yirmili ve otuzlu yıllardaki yurtseverliğinin bir parçasını oluşturan Katolik esintili Amerikan karşıtlığını gözden kaçırmak olur.
Sandrine Rousseau’nun Emmanuel Macron’a dönük suçlamalarından evvel, Nicolas Sarkozy’ye ilk başlarda “L’Américain” deniyordu ki bu bir iltifat değildi. Aynı zamanda “le Président des Riches” olarak da anılıyordu ki bu terim Bourdieu geleneğinden gelen iki sosyolog, merhum Michel Pinçon ve eşi Monique Pinçon-Charlot tarafından ortaya atılmıştı. Pinçon’lar 35 yıl boyunca, sınıf ayrımları konusunda uzmanlaşmış akademisyenlerden, Fransız burjuvazisinin üst kesimlerine yönelik araştırmaları üzerine giderek daha suçlayıcı hale gelen bir dizi kitapla (son sayıma göre 27) zenginlerin önde gelen yerli avcılarına dönüştüler. Aynı konuda birkaç belgeselin ardından, Güney-Orta Fransa’daki Lozère’de küçük bir kasaba olan Mende’de bir savcının kızı olan Monique, babasını kanalize ederek, Fransa’nın parayı ve varlıklı sınıfları reddeden yüzü haline geldi.
Fransa’nın en yaratıcı zengin düşmanı vergilerinden biri olan ve sadece zenginlerin satın alabileceği düşünülen bir enstrümana vergi getiren 1893 tarihli impôt sur les pianos’u onaylamıştı. İstenmeyen sonuç (pek çok vergide olduğu gibi), vergiden kaçınmak için Chopin ve Liszt’in çaldığı bazı tarihi piyanolar da dahil olmak üzere binlerce piyanonun ahlaksızca imha edilmesiydi.
Kıskançlık siyaseti, gösterişli servetin Fransız Devrimi sırasında kelimenin tam anlamıyla küçültülmenin en emin yolu olduğu bir ülke olan Fransa’da her zaman işe yaradı. Tarikatın zenginliğine göz diken Kral Philippe le Bel’in 1307’de Tapınak Şövalyeleri’nin peşine düşmesinden, Protestanların 1572 Aziz Bartholomew Günü (ve haftaları ve ayları) Katliamı’na yol açan ihbarlarına ve Louis XIV’ün genç Maliye Bakanı Nicolas Fouquet’nin Kral adına aşırı görkemli bir parti verdiği için müebbet hapse mahkûm edilmesine kadar, paranın her zaman kötü kazanıldığı fikri Fransa’da yüzyıllardır var oldu ve hiçbir şey bunu sarsamayacak.
İlginizi Çekebilir
-
Avrupa, Ukrayna’ya barış gücü gönderme planından vazgeçebilir
-
Güney Avrupa ülkelerinden Leyen’in borçlanma planına itiraz
-
ABD ve Fransa’dan beklediğini bulamayan Ermenistan, rotayı Rusya’ya çevirdi
-
Almanya’da nükleer silah çağrıları yükseliyor
-
Fransa, Rusya’yı Karadeniz ve Baltık Denizi üzerinde uçaklarını hedef almakla suçladı
-
Çin, Ukrayna’da olası barış gücü misyonuna katılımı değerlendiriyor

İsrail’in en yüksek mahkemesi Netanyahu’yu durdurabilir mi?
Bibi’nin iki üst düzey yetkiliyi görevden alma hamlesinin ardından büyük hesaplaşma kapıda.
David E. Rosenberg / FP
Önümüzdeki haftalarda, İsrail demokrasisinin geleceğiyle ilgili büyük bir mücadele yaşanacak. Demokratik normları ve hukukun üstünlüğünü temsil eden tarafın bu mücadeleyi kazanacağının hiçbir garantisi yok.
Bir tarafta, devletin diğer organları zayıflatma ve sadık isimleri öne çıkarma hedefiyle geçen hafta iki kilit İsrailli yetkiliyi görevden almaya çalışan Başbakan Binyamin Netanyahu var. Diğer tarafta ise Yüksek Mahkeme yer alıyor. Teorik olarak Netanyahu’nun gündeminin bazı bölümlerini engelleme gücüne sahip olan mahkeme, pratikte ise kararlarını tanımamaya kararlı ve yetkilerini aşındırmaya çalışan bir hükümetle karşı karşıya.
Bu anayasal bir çıkmaza dönüşürse, Netanyahu’nun iktidara dönüşünden bu yana İsrail’i sarsan sokak protestoları yeniden alevlenebilir. Ülkeye dair genellikle temkinli açıklamalarda bulunan bazı etkili İsrailliler bile olası bir iç savaş konusunda uyarıyor.
Bu krizi tetikleyen olaylar, hükümetin son günlerde peş peşe aldığı iki karar oldu: İç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ın görevden alınması ve Başsavcı Gali Baharav-Miara’nın görevden alınma sürecinin başlatılması. Netanyahu, Bar’a olan güvenini kaybettiğini ve onu görev için “fazla yumuşak” bulduğunu belirterek kararı savundu. Adalet Bakanı Yariv Levin ise uzun süredir görevden almak istediği Baharav-Miara’yı “uygunsuz davranış” ve hükümetle “önemli ve uzun süredir devam eden görüş ayrılıkları” nedeniyle hedef aldı.
Hem Şin-Bet Direktörü hem de Başsavcı, hükümet tarafından atanan isimler olsa da onları görevden almak basit ve kolay bir prosedür değil.
Normal koşullarda, Şin-Bet Direktörü’nün görevden alınması idari hukuk çerçevesinde ele alınır; kararın gerekçelendirilmesi ve “makul” bulunması gerekir. Başsavcı ise ancak bir danışma komitesi kararıyla görevden alınabilir.
Ancak şu anda koşullar normal değil. Yasal düzenlemeler, hükümetin hem hukuki hem de ahlaki kurallara bağlı kalacağı varsayımıyla hazırlanmıştı. Netanyahu’nun geçmişteki hükümetleri de dahil önceki hükümetler de bu yetkililerle anlaşmazlıklar yaşanmıştı, fakat hiçbir zaman görevden alma yoluna gidilmemişti.
Ancak Netanyahu, tıpkı ABD Başkanı Donald Trump gibi, gücüne sınır koyan bu mekanizmalardan rahatsızlık duyuyor ve siyasi rakiplerini hedef almaktan geri durmuyor. Ve yine Trump gibi Netanyahu da liderlerinin iktidar hırsını kendi toplumlarını yeniden şekillendirmek için kullanan ideologların yardım ve desteğini alıyor.
Baharav-Miara, Yüksek Mahkeme’yi ve yargı organının diğer kurumlarını zayıflatacak “yargı reformu” projesi dahil hükümetin anayasaya aykırı olduğunu düşündüğü eylemlerini ısrarla reddettiği için bir engel olarak görülüyor.
Bar ise normalde hükümetin hedefi olmayacak bir güvenlik bürokratıydı. Ancak Şin-Bet’in görevleri arasında İsrail demokrasisini korumak ve ulusal güvenliğe yönelik tehditleri araştırmak da bulunuyor. Bu görevler onu hükümetle karşı karşıya getirdi.
İsrail’de “devlete sızma” tartışması: “Dün vatan haini ilan ettiniz yarın idam edersiniz”
Netanyahu hükümetinin demokratik normlara karşı açtığı savaş, Baharav-Miara ve Bar’ı görevden alma girişiminden çok önce başlamıştı. İlk adım, 2022 sonunda hükümetin kurulmasının hemen ardından Levin’in yargıyı siyasetin kontrolüne almayı hedefleyen kapsamlı “yargı reformu” planını açıklamasıyla atıldı. Bu reform girişimi, geniş çaplı sokak protestoları, Yüksek Mahkeme’nin iptal kararları ve 2023 Ekim’inde yaşanan Hamas saldırısıyla birlikte rafa kalktı.
Ancak hükümetin yargı reformunu yeniden gündeme getirmeyi beklediği açıktı. Levin uzun süredir yargıyı “yozlaşmış ve solcu” olmakla suçluyor. Hükümetin aşırı sağcı ve dindar ortakları ise Yüksek Mahkeme’yi, İsrail’i daha dindar ve muhafazakâr bir topluma dönüştürme çabalarının önündeki en büyük engel olarak görüyor.
Netanyahu bu görüşleri paylaşmasa da yargı reformu sayesinde hakkında devam eden yolsuzluk davalarından sıyrılma ihtimali vardı. Protestolar, davalar ve savaşın baskısıyla, zamanla o da aşırı sağın bürokratları düşman olarak gören önermesini yavaş yavaş kabul etmeye başladı. Netanyahu eskiden “derin devletin” kendisini yıkmaya çalıştığına dair iddiaları sosyal medyadaki destekçilerine bırakırdı şimdi artık bu ifadeleri bizzat kendisi de kullanıyor.
Netanyahu, Trump’ın izinde: Yargıya ‘derin devlet’ suçlaması
Yargı reformunu yeniden başlatmak için uygun zaman geçen sonbaharda geldi. Hamas, Hizbullah ve İran’a karşı savaşlarda İsrail üstün görünse de savaş atmosferi sokak protestolarını bastırmak için yeterince yoğun bir ortam sağladı. Ayrıca Trump’ın yeniden iktidara gelişiyle birlikte, Beyaz Saray artık demokratik olmayan adımlara ses çıkarmayacaktı.
Ancak bu kez hükümet, yeni protestolara yol açma olasılığı daha düşük olan kademeli bir yaklaşımı tercih etti. Bu ay başında, Meclis yargıçları disiplin altına alan kurulun kontrolünü koalisyon milletvekillerine devreden bir yasayı onayladı. Yargıç atamalarını siyasallaştıracak bir başka yasa tasarısı da şu an Meclis’te. Son adımlar ise Şin-Bet Direktörü ve Başsavcının görevden alınması oldu.
Bu siyasi mücadele, Yüksek Mahkeme’de görülecek görevden alma davalarının arka planını oluşturacak. Ancak davaların içeriği, teknik olarak “çıkar çatışması” olup olmadığı sorusu etrafında şekillenecek.
Bar yönetimindeki Şin-Bet, Netanyahu’nun ofisinden sızdırıldığı iddia edilen gizli belgeler ile Katar’dan Netanyahu’ya yakın kişilere yapılan ödemeleri araştırıyordu. Ayrıca polis teşkilatına aşırı sağcı örgütlerin sızmasını da araştırdığı ortaya çıktı. Muhalifler, Netanyahu’nun Bar’ı görevden almasının yasal açıdan gerekçelendirilebilir görünse de asıl amacının bu soruşturmaları durduracak bir ismi atamak olduğunu savunuyor. Bu nedenle yargı müdahale etmeli.
Aynı durum başsavcı Baharav-Miara için de geçerli. Kendisi, Netanyahu’nun yolsuzluk, rüşvet ve güveni kötüye kullanma suçlamalarıyla yargılandığı davanın başsavcısı. Şu sıralar Netanyahu haftada iki kez Tel Aviv’deki mahkemede ifade veriyor. En azından teoride, sadık bir kişinin bu pozisyonda olması İsrail liderinin mahkumiyetten kaçmasını kolaylaştırabilir.
Yüksek Mahkeme, şimdiden Bar’ın görevden alınmasını durduran geçici bir tedbir kararı aldı ve konuyla ilgili temyiz başvurularını 8 Nisan’da dinleyecek. Mahkeme dört farklı karar verebilir: Temyiz başvurularını tamamen reddedebilir, hükümete kararını yasal çerçeveye uygun şekilde yeniden düzenlemesini emredebilir, Bar’ın birkaç ay içinde istifa etmesini öngören bir uzlaşma önerebilir ya da görevden alma kararını tamamen iptal edebilir. Sonuncusu olursa, büyük bir çatışma başlayacak demektir.
Yüksek Mahkeme Baharav-Miara’nın görevden alınmasına müdahale etmese bile süreç normalde aylar sürecek. Önce hükümetin oluşturduğu bir komitenin karar vermesi gerekiyor. Ancak hükümet, bu süreci hızlandırmak istiyor. Levin, Baharav-Miara’ya istifa etmesi yönünde baskı yapıyor ve son iki yıldır ona yönelik yıpratma kampanyasını sürdürüyor.
Yüksek Mahkeme harekete geçecek mi? Mahkeme Başkanı Isaac Amit kararlı bir isim ve Bar davasına bakan üç kişilik heyet hükümet aleyhine karar verme ihtimali yüksek olan daha liberal yargıçlardan oluşuyor. Öte yandan, Netanyahu, Levin ve hükümet üyeleri uzun süredir mahkemeyi itibarsızlaştırmaya çalışıyor. Onlara göre mahkeme tarafsız olmadığı gibi hükümeti yargılama hakkına da sahip değil. Levin, Amit’in ocak ayında mahkeme başkanı olarak atanmasına karşı çıktı ve o zamandan beri onu boykot ediyor.
Normal şartlarda, Yüksek Mahkeme’nin kararı, ne kadar tatsız olsa da hükümet için bağlayıcı. Ancak bu kez hükümet kararları tanımama sinyalleri veriyor. Geçici tedbir kararının ardından bazı bakanlar, nihai kararın da tanınmayabileceğini açıkladı. Mahkemeyi ya geri adım atmaya zorlayacaklar ya da müdahil olmaktan caydıracaklar.
Bu durumda, hükümet ile yargı arasındaki güç dengesi İsrail halkı tarafından belirlenecek. Eğer anketler doğruysa, halk “derin devlet” argümanına inanmıyor. Yüksek Mahkeme’ye hükümetten daha fazla güveniyor. Geçen hafta sonu ülke genelinde 100 binden fazla kişi Bar’ın görevden alınmasına karşı protesto gösterileri düzenledi.
Ancak bu protestoların etkili olması için çok daha büyük ve uzun süreli olması gerekiyor. Bu da garanti değil. Gazze’deki savaşın yeniden alevlenmesi, aşırı sağcı Itamar Ben-Gvir’in hükümete dönüşü ve protestolara karşı sert polis müdahaleleri, 2023’teki gibi kitlesel protestoların tekrarını zorlaştırabilir. Aylar süren savaşlar ve krizlerin ardından, halk artık yorgun olabilir. Netanyahu’nun umudu da tam olarak bu.
DÜNYA BASINI
Batı medyası ve siyasetinden temkinli İmamoğlu değerlendirmeleri
Yayınlanma
3 gün önce24/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Batı medyası ve siyasetinden ardı ardına değerlendirmeler geliyor.
Medyadaki değerlendirmeler, büyük oranda “jeopolitik dönüşümlerin” Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a açtığı fırsat pencereleri ile ilgili.
Örneğin Politico’da ‘Erdoğan demokratik muhalefeti bastırmak için jeopolitik bir fırsat yakaladı’ başlıklı haberde, “Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan yıllarını demokrasiyi aşındırmak, muhalefeti bastırmak ve ülkenin ordu ve kamu hizmetlerini tasfiye etmekle geçirdi. Şimdi de Türkiye Cumhuriyeti’nin laik kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün mirasını gömmek için bu jeopolitik anı seçmiş gibi görünüyor,” deniyor.
Analizde, Donald Trump’ın özel temsilcisi Steve Witkoff’un Tucker Carlson’a verdiği mülakatta söylediklerine referans veriliyor. Witkoff, geçen hafta Carlson’a verdiği beyanda, iki lider arasında kısa süre önce gerçekleşen telefon görüşmesini “harika” ve “dönüm noktası niteliğinde” olarak nitelendirmişti.
Bloomberg: Erdoğan, NATO’nun Türkiye’ye olan ihtiyacı nedeniyle tutuklamaya ses çıkmayacağına güveniyor
Bloomberg’de yer alan ‘Erdoğan dünyanın Türkiye’deki kargaşayı görmezden geleceğine güveniyor’ başlıklı değerlendirmede ise, İmamoğlu’nun hapse atılmasının ardından Erdoğan’ın, “NATO müttefiklerinin Türkiye’ye, demokrasi kavgasından daha fazla ihtiyaç duyduklarına güvendiğini” öne sürüyor.
Analizde, “Türkiye Cumhurbaşkanı ve NATO’nun en büyük ikinci ordusunun komutanı, dünyanın kendisine, ülkenin demokrasisi için verilen mücadeleye katılma ihtiyacından daha fazla ihtiyaç duyduğuna güveniyor. ABD ve Avrupa güvenlik sorunlarıyla meşgulken, Erdoğan kendisini Ukrayna’dan Orta Doğu ve Afrika’daki çatışma bölgelerine kadar kilit bir güç simsarı olarak konumlandırdı,” deniyor.
Bloomberg, Avrupa başkentlerinden gelen birkaç itiraz dışında, İmamoğlu’nun tutuklamasının ardından uluslararası tepkinin yokluğunun dikkat çekici olduğuna işaret ediyor.
Yazıda, “Erdoğan muhtemelen Türkiye’nin artan stratejik öneminin demokratik eksikliklerinden daha ağır bastığını hesapladı. Yatırımcılar Türk varlıklarını terk ederken ve yabancı parayı ülkeye geri getirme yolunda son dönemde kaydedilen ilerlemeyi geri alma riskini taşırken bile, bu şimdiye kadar siyasi olarak karşılığını veren bir bahis,” ifadeleri kullanıldı.
Ekonomi yayını, özellikle Ukrayna’daki savaşın Avrupa’yı, Türkiye’ye giderek daha fazla bağımlı hale getirdiğini ileri sürüyor.
Economist: Geriye otokrasiye yakın bir yönetim kaldı
Ünlü ekonomi dergisi Economist ise İmamoğlu’nun tutuklanmasını ‘Cumhurbaşkanı Erdoğan rakibini hapse attı ve Türkiye’nin demokrasisini tehlikeye attı’ başlığıyla verdi.
“Türkiye geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor,” iddiasında bulunan dergi, her şeye rağmen Türkiye’deki seçimlerin ‘çoğunlukla serbest’ kaldığını, ama İmamoğlu’nun tutuklanması ile birlikte “geriye çıplak otokrasiye yakın bir yönetim kaldığını” öne sürdü.
Tutuklamaların Türkiye’nin on yılı aşkın bir süredir gördüğü en büyük protestolara yol açtığına işaret eden Economist, protestolardaki gözaltıları ve polis şiddetini de sayfalarına taşıdı.
Euractiv: Erdoğan jeopolitik değişimi değerlendirerek zamanını iyi seçti
Euractiv’de yer alan değerlendirmede de, “İç siyasi çalkantılara rağmen, Ankara’nın AB ile daha yakın ilişkiler kurması ve bloğun savunma fonlarına erişim kazanması için daha iyi bir zamanlama olamazdı,” deniyor.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘zamanını iyi seçtiğini’ savunan Euractiv, ‘içeride demokratik muhalefeti bastırmak ve dışarıda jeopolitik puan toplamak için jeopolitik değişimi değerlendirdiğini’ yazıyor.
Bir süredir AB-Türkiye ilişkilerinin gergin seyrettiğini hatırlatan Euractiv, ABD’nin Kıta’dan çekilme işaretleri vermesi ve Rusya ile ilişkileri düzeltmek istemesi birlikte büyük bir silahlanma hamlesi başlatan Avrupa’da Türkiye’ye bakışın değişmeye başladığına işaret ediyor.
Bazı AB diplomatlarına göre ABD Başkanı Donald Trump’ın dönüşü ve jeopolitik değişimler Kıta’da Ankara ile daha yakın ilişkilere bakış açısını değiştirdi.
‘Brüksel’de Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu söyleniyor’
Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’nin, Avrupa’daki güvenlik zirvelerine giderek daha fazla katılmaya başladığını ve üst düzey yetkililerin de bu konuya ilgi duyduklarını açıkça ifade ettiğini vurgulayan Euractiv, “Brüksel’deki iktidar koridorlarında tekrarlanan bir söylem, Türkiye’nin benzer düşünen bir ortak ve müttefik olduğu ve uzun vadeli güvenlik çıkarlarının birkaç kişinin kısa vadeli çıkarlarının önüne geçmesi gerektiği yönünde,” diye yazıyor.
Ankara’nın, Avrupa’nın savunma planları için kendisine ihtiyaç olduğunu çok iyi anladığını savunan yayın, NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin de Erdoğan ile daha yakın işbirliği için AB nezdinde lobi yaptığını aktarıyor.
Yazıda şunlar söyleniyor:
“Türkiye’nin stratejik coğrafi konumu, Karadeniz’den Akdeniz’e ulaşımı sağlayan önemli bir nakliye ve ticaret yolu olan ve savaşın ilk günlerinde Rus savaş gemilerine kapatmakta tereddüt etmediği İstanbul Boğazı’nın kontrolünde kilit rol oynuyor. Gelecekte Avrupa savaş gemilerinin Karadeniz’e erişimine ihtiyaç duyulması halinde, anahtar Ankara’nın elinde olacak. Yerli Kırım Tatarlarının Osmanlı İmparatorluğu ile bir dizi tarihi bağı olan Kırım Yarımadası’nda kalıcı bir Rus varlığı Ankara’nın çıkarına olmayabilir.”
Euractiv’e konuşan AB yetkililerine göre Türk askeri teçhizatı, blok dışından temin edilebilecek en ucuz seçenekler arasında yer alıyor ve Ukrayna ve Azerbaycan da dahil olmak üzere savaş bölgelerinde sahada test edildi.
‘AB, Türk askerine Ukrayna’da güveniyor’
Yine habere göre, Gelecekte Ukrayna’da yapılacak bir barış anlaşmasında Avrupalı barış gücü askerlerinin ateşkesi sağlaması halinde Türkiye’nin askeri gücü de işe yarayabilir.
AB savunma fonlarına erişim konusunda, giderek artan sayıda AB diplomatı, Avrupa’nın ‘gerçekleri görmesi’ ve ABD’ye bağımlılığının yerini alacak ortak tabanını genişletmesinin sadece bir zaman meselesi olduğuna inanıyor.
Bir AB diplomatı, AB’nin “bir noktada, hızlı bir şekilde yeniden silahlanma konusunda ciddiysek bu ülkelere ve endüstrilerine ihtiyacımız olduğu konusunda pragmatik bir durum değerlendirmesine varması gerektiğini” söyledi. Euractiv’e göre bu görüşler Brüksel’de giderek daha fazla yankı buluyor.
Bir AB yetkilisi, Fransa’nın savunma konusundaki ‘Avrupalı Satın Al’ rağmen, savunma konusunda Türkiye gibi tüm bu ülkelere yaklaştıklarını söyledi.
Avrupa’nın yeni silahlanma fonuna AB dışından katılım için, üçüncü ülkelerin AB ile savunma anlaşması imzalaması gerekiyor. Öte yandan böyle bir savunma anlaşması için ‘nitelikli çoğunluk’ yeterli olduğundan, Kıbrıs ve Yunanistan’ın itirazlarına rağmen Brüksel ile Ankara arasında böyle bir anlaşmanın imzalanmasının önünde engel yok.
Bu hafta başında masaya yatırılan ve üye devletler tarafından şartları daha da sıkılaştırmak ya da gevşetmek üzere değiştirilebilecek olan taslak metne göre, ikinci anlaşma doğrudan üçüncü ülke ile Avrupa Komisyonu arasında imzalanacak.
Bazı AB diplomatlarına göre, Türkiye’de dengeler değişirse, Polonya’nın AB dönem başkanlığı daha hızlı bir anlaşma için oybirliği arayışından vazgeçebilir.
Yine Euractiv’e göre, Türkiye’nin Rusya’ya karşı Batı’yla aynı safta yer almak arasında ince bir ipte yürümesi ikinci derecede önemli bir mesele gibi görünüyor.
Scholz’un İmamoğlu tepkisine rağmen Berlin, Ankara ile yakın savunma işbirliği istiyor
Dolayısıyla, özellikle Almanya’dan gelen bazı tepkilere rağmen, İmamoğlu’nun tutuklanmasına yönelik Kıta’dan gelecek tepkilerin genellikle “görmezden gelmek” olacağına vurgu yapılıyor.
Dahası, Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un sert eleştirilerine rağmen, Alman yetkililer Berlin’in daha yakın bir savunma işbirliğinin önünde durmayacağını vurgulamakta gecikmedi. Fransız Elysee yetkilileri ise kamuoyu önünde yorum yapmaktan kaçındı.
Üst düzey AB yetkilileri Türk yetkilileri demokratik standartlara uymaya çağırırken, “temel haklara saygı ve hukukun üstünlüğünün AB’ye katılım süreci için elzem” olduğunu belirttiler fakat AB liderlerinin çoğunluğu sessiz kaldı.
Bazı AB diplomatları, stratejik gereklilikler lehine konuyu görmezden gelebileceğine inanıyor. Fakat diğer alanlarda AB-Türkiye ilişkilerinin yakınlaşması konusunda yaşanan siyasi tıkanıklık farklı görünüyor.
Görüşmeler hakkında bilgi sahibi olan kişiler, Ankara’nın yıllardır iki temel talebi olan AB-Türkiye Gümrük Birliği’nin modernizasyonu ve vize serbestisinin, ‘reform eksikliği’ nedeniyle ilerleme ihtimalinin çok düşük olduğunu söylüyor.
DÜNYA BASINI
İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında yankı buldu
Yayınlanma
4 gün önce23/03/2025
Yazar
Harici.com.tr
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması Batı basınında geniş yankı buldu. Pek çok Batılı yayın kuruluşu, tutuklamanın Türkiye’deki ‘demokrasi ilkeleri üzerindeki endişeleri artırdığını’ ve siyasi motivasyon taşıdığını ileri sürdü. Batı basını, Türkiye genelinde İmamoğlu’na destek gösterilerini ve uluslararası kuruluşların tepkisini de haberleştirdi.
Batı basını, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasına geniş yer ayırarak, Türkiye’nin “demokratik ilkelerine dair endişeleri ve tutuklamanın potansiyel siyasi nedenlerini” ele aldı
The Times (Birleşik Krallık): Gazetenin bir köşe yazısında, İmamoğlu’nun tutuklanması ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1999’daki hapis cezası alması arasında paralellikler kuruldu. Yazıda, Erdoğan’ın önde gelen siyasi rakibi İmamoğlu’na karşı mevcut eylemlerinin, Erdoğan’ın daha önceki demokratik vaatlerinden uzaklaşmayı yansıttığı öne sürüldü.
The Guardian (Birleşik Krallık): The Guardian, İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından Türkiye genelinde yayılan geniş çaplı protestoları haberleştirdi. Gösterilerin “demokrasi, hukuk devleti ve eşit haklar için daha geniş bir harekete dönüştüğünü” yazdı. Makale, Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD gibi kuruluşlardan gelen cılız tepkilerle uluslararası yanıtın sınırlı kaldığına da dikkat çekti.
Associated Press (ABD): Associated Press, İmamoğlu’nun yolsuzluk suçlamalarıyla tutuklanmasına yol açan hukuki süreci ele aldı. Tutuklamanın yaklaşan seçimler öncesinde gerçekleştiği zamanlamasına ve Türkiye’nin siyasi ortamı üzerindeki potansiyel etkisine dikkat çekti. Haber, muhalefet figürlerinden ve uluslararası kuruluşlardan gelen tutuklamanın siyasi çıkarımlarını eleştiren yorumlara da yer verdi.
Euronews (Avrupa): Euronews, İstanbul ve diğer şehirlerdeki kitlesel protestoları detaylı bir şekilde aktardı. Protestocuların gösteri yasaklarına ve yol kapatmalara karşı gelmesini vurguladı. Haber, “protestocular arasında tutuklamanın Erdoğan’ın ana rakibini saf dışı bırakmak için siyasi amaçlı olduğu” algısının yaygın olduğunu belirtti.
El País (İspanya): El País, İmamoğlu’nun geçici tutukluluğuna yol açan yargı sürecini haberleştirdi. Muhalefetin tutuklamayı 2028 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde bir rakibi ortadan kaldırma amaçlı siyasi bir girişim olarak gördüğünü kaydetti.
Die Welt (Almanya): Die Welt, mahkemenin İmamoğlu’nu tutuklama kararını ve ardından başlayan kitlesel protestoları haberleştirdi. İmamoğlu’nun asılsız ve iftira niteliğinde olduğunu ifade ederek reddettiği teröre destek iddialarına da değindi.
Diğer yandan Avrupa Komisyonu: Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, İmamoğlu’nun tutuklanmasından derin endişe duyduğunu ifade etti.
Von der Leyen, Ankara’ya özellikle seçilmiş yetkililerin hakları olmak üzere “demokratik değerleri koruma yükümlülüğünü” hatırlattı.
İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) ise kararı “adaletin trajedisi” ve demokratik sürece yönelik bir saldırı olarak kınadı.
Kuruluş, tutuklamanın “İstanbul seçmenlerinin seçtikleri temsilciden mahrum bırakılarak haklarının ihlal edildiğini” savundu.

Kuzey Kore lideri Kim, yapay zeka donanımlı yeni intihar dronlarının testlerini denetledi

Amerikalı ekonomist Stephen Roach: ABD kendi temellerine saldırıyor

Birleşik Krallık hükümetinden büyük kemer sıkma paketi

Gözaltına alınan Gagavuzya lideri Gutsul, Putin ve Erdoğan’dan yardım istedi

Panama, ABD yaptırımları nedeniyle 128 geminin kaydını siliyor
Çok Okunanlar
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Sosyalizmin yeni dünya-sistemindeki yeri – 1
-
RUSYA2 hafta önce
Ukrayna ordusu, Kursk oblastından çekilmeye başladı
-
DİPLOMASİ2 hafta önce
Bloomberg: Erdoğan, Ukrayna’ya barış gücü göndermeyi planlıyor
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Suriye federasyona mı gidiyor?
-
GÖRÜŞ2 hafta önce
Avrupa’nın ABD ile ilişkileri stratejik bağımlılıktan stratejik özerkliğe dönüşüyor
-
ORTADOĞU2 hafta önce
Suriye’deki Alevi katliamlarına dair tanıklıklar
-
DİPLOMASİ1 hafta önce
İngiltere, Ukrayna’ya binlerce asker göndermeye hazırlanıyor
-
AVRUPA2 hafta önce
Alman partilerinin ‘savaş’ anlaşması borsayı uçurdu