Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Katledilişinin 50. yılında Allende’yi savunmak

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makalenin yazarı, Türkiye’de de kısmen tanınan Arjantin doğumlu Ariel Dorfman. Ailesinin sonradan taşındığı Şili’de, Salvador Allende önderliğindeki Unidad Popular iktidarını desteklemiş ve yaşananlara şahit olmuş Dorfman, bu dokunaklı yazısında 50 yıl sonra Allende’nin mirasına ilişkin bir muhasebe yapıyor. Dorfman’ın, faşist laboratuvardan geçen ülkesine bakıp ‘şiddetsizlik’e meyletmesi, ‘kızıl’ bir dalgadan ziyade ‘pembe’ bir dalgaya işaret eden Şili Devlet başkanı Gabriel Boric için beslediği naif umut okuru şüphe ve şaşkınlık içinde bırakabilir. Bununla birlikte, Şili’de mücadelenin ‘örgütlü halk’tan ‘muhafzakârlara meyleden seçmen kütlesi’ne nasıl dönüştüğünü anlamak için kimi ipuçları barındırıyor bu muhasebe. Dorfman’ın tezleri, faşist darbeye elde silah direnirken katledilen Allende’nin mirasının, Boric’in ‘yeni anayasa’ girişimi ile ne tür bir ilişkisi olabileceğine ilişkin bir tartışmayı başlatırsa, bir hayli faydalı olacaktır. Son olarak, metindeki köşeli parantezler çevirmene aittir.


Allende’yi savunmak

Ariel Dorfman
The New York Review
24 Ağustos 2023

Pinochet’nin darbesinin ellinci yıldönümü yaklaşırken Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığı sorusu daha da önem kazanıyor. 

4 Eylül 1973’te, muazzam bir Şilili kalabalığı –ben de onlardan biriydim– Salvador Allende’nin kuşatılmış hükümetini desteklemek için Santiago sokaklarına döküldü. Üç yıl önce üçlü bir yarışta oyların yüzde 36,6’sını alarak başkanlığı kazanmasından bu yana, ülke içinden ve dışından güçler, dünya tarihinde bir ilk olan, şiddet içermeyen, demokratik yollarla sosyalist bir devlet kurma girişimini yok etmek için komplolar kuruyordu. Korodan yükselen bir haykırış havada yankılandı: “Allende, Allende, el pueblo te defiende,” [“Allende, Allende, halk seni savunuyor”] diyerek başkanın savunulması gerektiğini vurguluyordu. Bin gün süren amansız muhalefetin ardından, düşmanları ‘Marksist kanseri’ Şili toplumundan sonsuza dek silecek bir darbe düzenlemeye yakın görünüyordu.

Allende kendini köşeye sıkışmış hissediyordu. Bunu biliyordum çünkü o sırada henüz otuz bir yaşında olmama rağmen, önceki iki ay boyunca başkanlık sarayı La Moneda’da Allende’nin genelkurmay başkanı Fernando Flores’in kültür ve basın danışmanı olarak çalışmıştım ve raporlarımız birçok amiral ve generalin açıkça ona karşı komplo kurduğunu gösteriyordu. Allende yine de umutlu olmaya devam etti. Pek çok Latin Amerika ülkesinin aksine, Şili ordusu anayasal yönetime saygı konusunda uzun bir geleneğe sahipti ve başkanlıklar arasındaki yumuşak geçişler ordunun siyasi işlere karışmaması ile garanti altına alınmıştı. En azından ordu o ana kadar hükümete sadakatini ifade etmeye devam etmişti. Flores’in bana ordunun başındaki General Augusto Pinochet’nin güzelce bağlanmış bir şekilde cebinde olduğunu sevinçle söylediğini hatırlıyorum: “Este Pinoccho! Lo tengo en este bolsillo, bien amarrado.” [“İşte Pinocho! Onu bu cebime koydum, sıkıca bağladım.”] Allende de durumun böyle olduğuna inanıyordu ama asıl inancını el pueblo’nun (İspanyolcada birkaç anlamı olan bir terim: halk, kitleler, yoksullar, büyük ayaktakımı) seferberliğine bağlamıştı. Ve Şili halkının Allende deneyini desteklemek için pek çok nedeni vardı.

Bir köylü ve bir sanayi işçisinin bakan olarak yer aldığı ilk kabine olan kabinesi, bir dizi reform gerçekleştirmişti; bunların en etkileyicisi, o zamana kadar yağmacı ABD şirketlerinin elinde bulunan devasa bakır madenlerinin millileştirilmesiydi. Ayrıca nitrat ve demir gibi madenlerin yanı sıra çok sayıda banka ve büyük fabrikayı da millileştirmiş ve bunların bir kısmı bu fabrikalarda çalışanlar tarafından yönetilmeye başlanmıştı. İddialı bir tarım reformu, latifundioları –büyük kırsal araziler– çok eski zamanlardan beri buralarda çalışan köylülere devrediyordu; 1973 yılına gelindiğinde Şili’nin ekilebilir arazilerinin neredeyse yüzde 60’ı kamulaştırılmıştı.

Bu girişimlerden bazıları (ve Allende’yi başkanlık için destekleyen sol partilerin ittifakı Unidad Popular’ın görece işlevsiz hükümetinin hataları) iktisadi ve mali aksaklıklara neden olsa da, gelir ve hizmetlerin toplumun en dezavantajlı üyelerine kayda değer bir şekilde yeniden dağıtılması söz konusuydu. Diğer önlemler Allende’nin önceliklerini ortaya koyuyordu: her çocuğa günde yarım litre süt; işçilerin aileleriyle birlikte tatil yapabilmeleri için okyanus kıyısında inşa edilen kulübeler (çoğu daha önce Pasifik’i hiç görmemişti); yerli kimliklerin ve dillerin tanınması; gazete büfelerinde satılan milyonlarca ucuz kitabın basılması; sağlık, uygun fiyatlı toplu konut, eğitim ve çocuk bakımı alanlarında büyük ilerlemeler. Tüm bunlara, özellikle müzik, duvar resmi ve belgesel film alanlarında bir kültür patlaması eşlik etti. Fakat belki de bu maddi avantajlardan daha önemlisi, pek çok dezavantajlı vatandaşın hissettiği saygınlık ve artık uluslarının tarihinin ana karakterleri oldukları duygusuydu.

Allende’nin seçildiği 4 Eylül 1970 gecesi hayatımın en dokunaklı aydınlanmalarından birini yaşadım. İki ay sonra La Moneda’ya girdiğinde el compañero presidente [halkın başkanı] olacağına dair çılgın bir kalabalığa verdiği sözü dinledikten sonra eşim ve arkadaşlarımla Santiago sokaklarında dolaştım ve şehrin merkezinde yürüyen işçilerin ve ailelerinin yüzlerindeki şaşkınlık, gurur ve kararlılığa tanık oldum. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Nisan 1971’de Unidad Popular partileri belediye seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 50’sini –çoğunluğu– aldı ve bu durum New York Times tarafından ‘(Allende’nin) devrimci Sosyalist programını ilerletmek için bir halk yetkisi’ olarak yorumlandı.

Momentum bizimle birlikte gibi görünüyordu ama zorlu engeller devam ediyordu. Allende’nin zaferinden aylar önce, 27 Haziran 1970’te, Başkan Nixon’ın ulusal güvenlik danışmanı Henry Kissinger, Şili’nin sosyalizme giden yolunda Amerikan politikasının ne olacağını belirtti: “Bir ülkenin, halkının sorumsuzluğu yüzünden komünistleşmesine neden seyirci kalmamız gerektiğini anlamıyorum. Meseleler Şilili seçmenlerin kendi kararlarına bırakılamayacak kadar önemli.” Allende kazandıktan sonra –kusursuz demokratik referanslara sahip bir adam olan Allende’yi komünist yardakçısı olarak gösteren Amerikan destekli yanlış bilgilendirme kampanyasına rağmen– bir sonraki adım göreve başlamasını engellemeye çalışmak oldu. CIA tarafından finanse edilen bir terörist grup, hukukun üstünlüğüne bağlı olan ordunun başkomutanı General René Schneider’i öldürdü. Allende buna rağmen 3 Kasım’da yemin ettiğinde, Nixon’ın talimatıyla ‘ekonomiyi inletmek’ için gizli operasyonlar başlatıldı.

Takip eden yıllarda, hem özel hem de kamu fonlarının uluslararası kredi sıkışıklığı Şili’yi boğdu. Dış borcu yeniden müzakere etme çabaları engellendi, millileştirmeye misilleme olarak bakır ihracatı durduruldu, teknolojik uzmanlık reddedildi ve temel ithalatın (makine ve kamyonları onarmak için gereken parçalar dahil) ülkeye ulaşması engellendi. Aralık 1972’de BM Genel Kurulu’nda Allende, ‘dünyanın vicdanı önünde’ ülkesinin kaos yaratmak ve bir darbe kışkırtmak amacıyla dışarıdan görünmez bir ablukaya maruz kaldığını ilan etti.

Böyle bir kaos Şili’de müttefikler olmadan başarılı olamazdı. ABD, sağcı Partido Nacional’i desteklemek ve merkezci Hıristiyan Demokrat Parti’yi Allende’ye karşı çıkmaya ikna etmek için fon aktardı. Sosyalist projeye düşman medyaya, özellikle de Şili’nin ana gazetesi El Mercurio’ya verilen destek de aynı derecede önemliydi. Tüm bu eylemler kamuoyunun yanı sıra Unidad Popular’ın azınlıkta olduğu Kongre’yi de etkiledi.

Darbe her zaman bir olasılık olarak görünüyordu. Fakat Allende’nin Şili’deki düşmanları, Mart 1973’te yapılacak parlamento seçimlerinde çoğunluğu kazanarak onu yasal yollardan devirmeyi umuyorlardı ki bu sayede onu görevden alabileceklerdi. Seçimler yaklaşırken ekonomik durum vahim bir hal almıştı. Hızla artan enflasyon, gelişen karaborsa ve ciddi gıda ve temel ihtiyaç maddeleri kıtlığı hükümetin popülaritesini aşındırıyor gibi görünüyordu. Sağcı girişimciler, madenciler ve kamyon şoförlerinin üretim ve dağıtıma ciddi darbeler vuran isyankâr grevleri belirsizliği artırıyordu. Ayrıca Nazi kıyafetleri giyen faşist milisler tarafından kapsamlı sabotaj ve terör eylemleri gerçekleştiriliyordu.

Allende’nin tüm sorunları sağındaki düşmanlarından kaynaklanmıyordu. Daha 1970’teki zaferinden önce bile birçok solcu militan onun radikal bir değişim için burjuva hukuk sistemini kullanabileceğine olan inancına şüpheyle bakıyordu. Onlara göre bu ancak iktidarın tamamının işçi sınıfının ve onun devrimci öncüsünün elinde olmasıyla mümkün olabilirdi ki bu da ordu ile kaçınılmaz bir çatışma anlamına gelirdi. Bu tez Allende’nin Sosyalist Partisi içindeki pek çok kişi tarafından desteklendi ama esas olarak, Latin Amerika’da benim kuşağımdan pek çok grup gibi, Fidel Castro ve Küba örneğinden esinlenerek silahlı mücadeleyi benimseyen Movimiento de Izquierda Revolucionaria (MIR, Devrimci Sol Hareket) tarafından desteklendi.

Allende seçilir seçilmez MIR, hükümete kendi programının sınırlarını aşması için sürekli baskı yaptı. Allende’nin ne kadar ‘reformist’ olursa olsun kendilerini bastırmayacağından emin olan (haklıydılar) MIR, işçileri özel sektörde kalması gereken fabrikaları işgal etmeye teşvik etti ve kırsal kesimdeki köylüleri ve büyük şehirlerdeki evsiz yoksulları kamulaştırılması hedeflenmeyen toprakları ele geçirmeye kışkırttı. CIA tarafından desteklenen medya tarafından büyük ölçüde güçlendirilen bu durum, başkanın kendi yandaşları üzerindeki kontrolünü kaybettiği ve bu nedenle yasal sistem içinde kalma sözünü yerine getiremeyeceği (ya da belki de getirmek istemeyeceği) izlenimini yarattı. Bu durum, Unidad Popular’ın parlamentoda çoğunluğu kazanması için en azından teoride desteği şart olan, çoğunlukla orta sınıflardan (küçük girişimciler ve esnaf, profesyoneller, teknisyenler), ama aynı zamanda anti-Marksist ve aynı zamanda vatansever ve anti-oligarşik olan işçiler ve gecekondu sakinlerinden oluşan vatandaşların güvenini aşındırdı. Aşırı solun hükümet tarafından hoşgörüyle karşılanan eylemlerinin yarattığı güvensizlik, pek çok Şililinin Moskova’ya bağlılık duyan Komünistler ve Che Guevara hayranı sosyalistlerle dolu bir yönetime karşı zaten beslediği güvensizliği besledi.

Yine de tüm bu zorluklara rağmen Allende’nin koalisyonu Mayıs 1973’te Kongre’de yüzde 44,23 oy oranıyla sandalye kazandı; bu oran iki yıl önceki yüzde 50’lik orandan düşüktü ama Allende’nin 1970 başkanlık seçimlerindeki oy oranına göre sekiz puanlık bir artıştı. Veto edebilecek çoğunluğu elde edemeyen muhalefet, Unidad Popular’ı yenmek için 1976 başkanlık seçimlerini beklemek yerine, İspanya ve Latin Amerika’da darbelere verilen adla, silahlı kuvvetlerin geleneksel olarak bir hükümeti devirmeden önce konuşarak amaçlarını belirten sözler söylediği askeri bir pronunciamiento [birebir çevirisi ‘açıklama, duyuru’; bu örnekte ‘muhtıra’] için gerekli koşulları yaratmaya odaklandı.

Ama halk da sesini yükseltebilirdi. Allende’ye 4 Eylül zaferinin üçüncü yıldönümünde verilen halk desteği, seferber olmuş bir halkın silahlı kuvvetlere bir güç ve meydan okuma mesajı göndermesi ve onları korumaya yemin ettikleri demokrasiyi yok etmemeleri konusunda uyarması için son bir fırsat oldu.

Gündüzleri La Moneda’da çalışmama rağmen, o gece başkentin merkezi caddesi Alameda’da yürüyen ve başkanlık sarayının önünden geçip liderimizi bir an olsun görebilmek için saatlerce bekleyen gürültülü bir grup yoldaş ve militana katıldım. Onu eşi Tencha’nın yanında, Plaza de la Constitución’a bakan bir balkondan mendil sallarken görür görmez, sloganlarımızı ve pueblo’nun [halkın] Allende’yi savunacağına dair andımızı güçlendirdik.

Köşeyi dönüp onu geride bıraktıktan sonra bile bu andı kükremeye devam ettik ve daha sonra elli yıl sonra hâlâ nostalji ve duygu seli ile hatırladığım bir şey yaptık. Bloğun etrafından dolaştık ve kendimizi bir sonraki devasa militan grubunun içine gizledik, böylece aynı noktadan tekrar geçebildik, sanki hâlâ orada olduğundan emin olmak istiyorduk; ama aynı zamanda başkanımıza veda ediyormuşuz gibi. Aynı zamanda kendimize, kim olduğumuza ve neyi arzuladığımıza veda ettiğimizi, bir yaşam biçimine ve hayallere veda ettiğimizi, yakında değişecek olan ülkeye veda ettiğimizi bilmiyorduk… ya da bilmiyor muyduk?

Bugüne kadar devam eden hafıza savaşının çoktan başladığına dair bir sezgiye sahip olabiliriz. O anı unutulmayacak şekilde sabitlemeye çalışıyorduk ki, Allende’nin darbe gerçekleşirken yalnız olduğu ve kimsenin onu kurtarmaya gelmediği hikayesi anlatıldığında, o yürüyüşe ve o yıllar boyunca onun savunduğu şeyleri savunan pek çok eyleme işaret edebilelim, düşmanlarının yalanlarını ve zamanın erozyonunu inkar etmek için bu hafızayı kullanabilelim. O öldüğünde de onu savunmak zorunda kalacaktık. Belki de geriye dönüp baktığımızda aslında yaptığımız buydu: onunla ve onsuz bir gelecek tasavvur etmek.

Belki de kaybedeceğimizi zaten biliyorduk.

Bir hafta sonra, 11 Eylül 1973’te, sözde cepteki adamımız Augusto Pinochet’nin başında olduğu ve ordunun, donanmanın, hava kuvvetlerinin ve jandarmanın (ulusal polis) tüm öfkesini temsil eden bir askeri cunta, dağınık boğazlarımızdan rüzgara karşı haykırılan sözlerden çok daha güçlü olduğu ortaya çıkan pronunciamiento’sunu yaptı: Allende tahttan indirilmişti ve cunta ‘sadece koşullar gerektirdiği sürece’ hüküm sürecekti. Başkan istifa etmeyi reddedince, ordu sarayı havadan ve karadan bombaladı. Allende’nin bir avuç koruması, memurları ve yakın arkadaşlarıyla birlikte silahlı direnişe geçtiği saatler süren çatışmanın ardından La Moneda için için yanan bir harabeye dönüştü ve başkan öldü.

Ertesi gün, Allende’nin cesedi Viña del Mar’da deniz kenarındaki bir mezarlıkta isimsiz bir mezara gömüldükten sonra, cunta onun intihar ettiğini açıkladı; bu iddia uzun yıllar boyunca ailesi, takipçileri ve dünya kamuoyu tarafından reddedildi. Allende’nin dul eşi de dahil olmak üzere Şili’deki solun seçkinleri yavaş yavaş Allende’nin kendi canına kıydığını kabul etmeye başladı, yine de hâlâ pek çok şüphe devam ediyor ve yıllar boyunca danıştığım her ideolojik çizgiden Şilililerin çoğu onun öldürüldüğünde ısrar ediyor ki yurtdışındaki çoğu insan da buna inanıyor.

Sebep ne olursa olsun, Allende’nin ölümü gelecek ölümlerin ilkiydi. Ordu, 1845’ten beri ülkenin hükümet merkezi olan ve sömürge döneminde Şili’nin darphanesi olarak hizmet veren (La Moneda adı buradan geliyor) neoklasik güzel binayı yerle bir etmekte tereddüt etmemişti ve Allende’nin destekçilerini cezalandırmak ve onlara zulmetmek konusunda kesinlikle isteksiz değildi. Şanslı kazalar zinciri sayesinde darbeden sağ kurtuldum, fakat benimle birlikte La Moneda’da danışman olarak görev yapanların çoğu hemen idam edilirken, Allende’nin önde gelen bakanları ve en yakın arkadaşları Patagonya’daki dondurucu, rüzgârlı bir adadaki toplama kampına götürüldü.

Kitaplar alenen yakıldı, gecekondu mahalleleri basıldı, öğrenciler ve profesörler okullardan ve üniversitelerden atıldı. Mahkumların işkence gördüğü ve idam edildiği gözaltı merkezleri ülkenin dört bir yanına yayıldı (Santiago’daki Ulusal Stadyum bunlardan birine dönüştürüldü). Basın ve toplanma özgürlüğü kaldırıldı; Kongre, tüm siyasi partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri gibi feshedildi. Yerinde kalan tek kurum, Allende’nin önlemlerine karşı çıkan ve kısa süre içinde Şili’nin yeni efendilerine boyun eğdiğini gösteren yargı oldu: aile üyeleri kayıp yakınlarının nerede olduğunu öğrenmek için mahkemelere başvurduğunda, hiçbir habeas corpus [hakim önüne çıkarma emri] kararı verilmedi. Hatta bazı durumlarda yargıçlar eşlerle alay ederek, kocalarının kaçmasına şaşılmayacak kadar çirkin olduklarını öne sürüyorlardı.

Kaybetme, rejimin ikonik baskı biçimi haline geldi. Yetkililerin sorun çıkaranları hesap vermek zorunda kalmadan ortadan kaldırmasına olanak tanıyan bu yöntem, aileleri ve dostları sevdikleri kişinin ölü mü yoksa hayatta mı olduğunu asla bilememenin ve sonsuza kadar işkence görmenin cehenneminde bırakıyordu. Mezar yeri ya da yas yoktu, sadece bu tür bir cezalandırmanın en ufak bir muhalif işaret sergileyen herkese uygulanabileceğine dair içten içe duyulan korku vardı.

Kayıplar, keder ve terörü yaymanın bir yolu olmanın yanı sıra, muhafazakâr sivillerin danışmanlığındaki diktatörlüğün Şili’nin kendisine uygulamak istediklerini de gözler önüne serdi: geçmişini yok etmek, refah devletinin tüm kalıntılarını, nesillerin uğruna mücadele ettiği bir dizi sivil hakkı ve kendi başının çaresine bakan ortak bir ülke kavramını sistematik olarak yıkmak. Onun yerine Şili, Milton Friedman’ın neoliberalizmi için bir laboratuvar haline geldi. Yeni rejim, tutsak bir ülkeye ‘şok terapisinin’ acısını uyguladı. Radikal bir şekilde adil bir sosyal düzeni barışçıl bir şekilde arzulayabilecek bir ülkenin parlak bir örneği olmak yerine, dünya çapında taklit edilen aşırı serbest piyasa ekonomisinin bir modeline dönüştürüldük.

Yeni yöneticilere ya da onların Şili’yi yabancı şirketlerin ve yerel tekellerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde ‘yeniden inşa etmelerine’ karşı her türlü meydan okuma azami şiddetle karşılandı. Bu vahşetin ardında, milyonlarca Allendista’nın kolayca caydırılamayacağı, direnecekleri, başkanımızın kalplerimizdeki ütopyada hâlâ hayatta olduğu ve gölgelerden çıkacağımız korkusu –belki de kesinliği– yatıyordu.

Allende’ye ihanet edenler ve onu devirenler, o gün son sadık radyo da susturulmadan hemen önce La Moneda’dan söylediği son sözlerle bizim gibi akıllarından çıkmamış olabilirler: “El metal tranquilo de mi voz ya no llegará a ustedes” (Sesimin dingin metalini artık duymayacaksınız). Bu konuşmada Allende orduyu yerer ve gelecekte ahlaki de olsa bir tür ceza alacaklarına dair söz verir. Takipçilerine hem kendilerini küçük düşürmemelerini hem de şehirde ve kırsalda devriye gezen askerlerle karşı karşıya gelmekten kaçınmalarını söyler ki bu binlerce insanın hayatını kurtaran bir tavsiyedir. Fakat en çok yankı uyandıran, dünyanın dört bir yanındaki meydanlara, sokaklara ve oyun alanlarına dikilen yüzlerce anıtı süsleyen sözleri, bir gün grandes alamedaların, ağaçlarla kaplı büyük caddelerin yarının özgür insanlarının yürümesi için açılacağına dair kehanetidir.

Bize umut vermekte, son vedasında bu kehanette bulunmakta haklıydı. Fakat o öldükten sonra, geride bıraktığı yas tutanlara, nasıl hayatta kalacaklarını, direneceklerini ve diktatörlüğü yenecek ve belki de grandes alamedas hakkındaki o parlak sözleri gerçekleştirecek bir ittifak kuracaklarını bulmak kaldı.

4 Eylül 1990’da Allende nihayet düşmanlarının kendisinden esirgediği muzaffer cenaze törenine kavuştu. Öldüğü günden itibaren onu karalamak için yoğun bir çaba harcanmasına rağmen (yozlaşmış, korkak bir ayyaş, genç kızlarla seks partileri düzenleyen bir cinsel sapkın, silahlı kuvvetler subaylarına ve ailelerine suikast düzenlemek ve ülkeyi ikinci bir Küba’ya dönüştürmek için gizli planları olan bir hain olduğu söyleniyordu), efsanevi itibarı yıllar geçtikçe arttı ve bu halka açık saygı duruşuyla doruğa ulaştı. Bu tören, Mart 1990’da demokrasiye geri dönüldüğünde isteksiz ve zor durumdaki Pinochet’den görevi devralan Hıristiyan Demokrat başkan Patricio Aylwin’in hükümeti tarafından düzenlenmişti. Cenaze töreninin tarihi, Allende’nin 1970 seçimlerindeki zaferinin yirminci yıldönümüne denk gelecek şekilde özenle seçilmişti.

Ölü başkanın tabutunu, onuruna ayin düzenlenen katedralden çıkarken görebilmek umuduyla Plaza de Armas’ta toplanan devasa, kaynayan, gürültülü kalabalığın arasından geçerken, bir an için zamanın durduğu yanılsamasına kapıldım. Allende, Allende, el pueblo te defiende sloganları beni on yedi yıl önce La Moneda’nın önünde yapılan o yürüyüşe götürmüştü ve işte yine o hırpalanmış, yaralanmış ve zulme uğramış halk; işte diktatörlüğün saldırılarına karşı muazzam fedakarlıklar, cesaret ve kurnazlıkla direnen ve ölü liderlerini unutmayı reddederek bugünü mümkün kılan bu erkekler, kadınlar ve onların nesilleri.

Bu illüzyon uzun süremezdi. Çok şey değişmişti. Kalabalıklar sıkı bir şekilde kontrol ediliyor, hem katedraldeki hem de cenazenin özel olarak tasarlanmış bir anıt mezara konulduğu mezarlıktaki resmi törenlerden uzak tutuluyordu. Katedralde, Allende’nin ailesi ve en seçkin çalışma arkadaşlarının yanında, en azılı rakiplerinden bazıları, özellikle de 1973’te Senato başkanı olarak Allende’nin hükümet ve Kongre’nin karşı karşıya kaldığı anayasal krize bir çözüm bulma teklifini reddederek darbeyi kolaylaştıran Aylwin yan yana duruyordu. O gün mezarlıkta yaptığı konuşmada Aylwin, Allende’nin devlet adamı niteliklerini ve demokrasiye hizmetini vurgularken eski başkanla arasındaki farklılıkları gizlemedi. Fakat bizi ayıran geçmiş üzerinde durmamalıyız, dedi. Bu olay bir reencuentro, anlaşmazlıkları diktatörlüğe yol açmış Şilililer arasında bir yeniden birleşme ve uzlaşmaydı.

Bu reencuentro hiç de kolay olmamıştı. Hatalarımız üzerine acı verici bir şekilde düşünmemizi gerektirdi: cenneti vaat etmiştik ama cehennemde bulduk kendimizi. Neyin yanlış gittiğine dair iki ana analiz vardı. MIR, radikal değişimin seçim sandığı yoluyla gerçekleştirilebileceği önermesinin suçlu olduğunu ve bu nedenle önümüzdeki tek yolun, çıkarlarına hizmet etmediği anda demokrasiyi bir kenara atan acımasız ve iki yüzlü düşmanlara karşı şiddet kullanmaktan çekinmeden, topyekün iktidar için silahlı mücadele olduğunu savundu.

Bu intihara meyilli tez, Allende’nin takipçilerinin çoğu arasında nihayetinde hakim olan şey değildi. Köklü değişiklikler azınlık konumundan dayatılamazdı; çok sınıflı büyük bir ittifak gerekliydi. Diktatörlüğe karşı direniş, Şilililerin kökleri yüzyıllık şiddet içermeyen sivil mücadeleye dayanan demokratik geleneklere ve kurumlara duydukları kalıcı saygıya, orta sınıfların ve Allende’nin devriminin hızıyla yabancılaşan bazı işçilerin paylaştığı bir ideale başvurmaya dayanmalıydı. Bunların çoğu, sık sık ilerici politikaları benimseyen (1970’teki programları Unidad Popular’ınkinden çok az farklıydı) fakat devrimci hükümetin ülkeyi mahvettiğini düşünen reformist Hıristiyan Demokratlar tarafından temsil ediliyordu. Eski başkan Eduardo Frei liderliğindeki bu parti, ordunun yakında seçimleri düzenleyeceğine ve kendilerinin de kolayca kazanacağına güvenerek darbenin önünü açmıştı. Partinin bazı sol kanat üyeleri cuntayı şiddetle kınamış ve kısa süre sonra diğerlerinin çoğu, kendilerini zulme maruz bırakan gerici politikalarını aktif olarak reddetmişti.

Sosyalistler ve Hıristiyan Demokratların uzun yıllar süren sert çatışmaların üstesinden gelerek yavaş yavaş bir araya gelmeleri olağanüstü bir başarı sağladı: Pinochet, 1988’de sivil yönetime geri dönüldüğünde başkan olarak kalıp kalmaması konusunda yapılan halk oylamasında hezimete uğradı ve ardından Aylwin başkanlığı kazandığında tekrar aşağılandı. Elbette yeni koalisyonun başarabileceklerinin sınırları vardı. Bunun nedeni kısmen diktatörün hileli 1980 anayasasının neoliberal politikalarda önemli değişiklikleri engellemesi ve Senato, Anayasa Konseyi, bürokrasi ve silahlı kuvvetlerdeki çok sayıda otoriter yerleşkenin ortadan kaldırılmasını engellemesinin yanı sıra merkez solun siyasi elitlerinin ihtiyatlı davranmasıydı. Allende deneyinin tekrarlanmasını önermek ya da insan hakları ihlallerinde bulunanları yargılamaya kalkışmanın bile, halen Pinochet’nin başında bulunduğu uyanık orduyla müzakere edilen istikrarsız geçişi tehlikeye atacağını ve diktatörlük altında servetlerini ve güçlerini artırarak ekonominin anahtarlarını ellerinde tutan girişimcileri üzeceğini düşünüyorlardı.

Aslında La Moneda’da ölen iki Allende vardı. Biri demokrasi için hayatını vermiş olan adamdı. Diğeri ise Şili gibi bir ülkeyi (ve o zamanlar üçüncü dünya olarak adlandırılan diğer pek çok ülkeyi) kuşatan hastalıklara, yoksulluktan, eşitsizlikten ve sömürüden kurtulmanın kapitalist sistemi kökten dönüştürmekten başka bir yolu olmadığına inanan devrimci ve anti-emperyalistti. Cenazesi, tüm yıkıcı, düzensiz özelliklerinden arındırılmış ve rahatça ulusal panteona dahil edilmiş devrimcinin aleyhine demokrat Allende’nin ilahlaştırılmasına işaret ediyordu. Bu cenazeyi uzaktan izlemenin kısa süreli mutluluğunu yaşayan ve anılarının önemli olduğu yanılsamasını yaşayan yüzbinlere gelince, artık dağılmaları ve yönetimi uzmanlara bırakmaları gerekiyordu. Sokaklar yürüyüş yapmak ve imkansız taleplerde bulunmak için değildi.

Sonraki otuz yıl boyunca bu uzlaşma –denetimli, ölçülü bir demokrasiye evet, riskli bir devrim macerasına hayır– siyasi istikrarın sağlanmasına ve çoğunluğun hayatını iyileştiren ama dünyadaki en eşitsiz gelir dağılımı sistemlerinden birini yerinde tutan iktisadi ve toplumsal reformların yapılmasına yardımcı oldu. Bu yıllar boyunca Pinochet’nin itibarı giderek daha da dibe vurdu ve 1998 yılında Londra’da işkenceci olarak tutuklandığında, dünya kamuoyunu heyecanlandıran ve eski devlet başkanları insanlığa karşı suç işlediğinde, insanlığın onları ulusal sınırların ötesinde yargılama hakkı ve görevi olduğuna dair emsal teşkil eden bir davayla en aşağı noktaya ulaştı. Pinochet’nin imajı, 2005 yılında kendisinin ve ailesinin Riggs Bank’taki gizli hesaplarda yasadışı olarak 17 milyon dolardan fazla para biriktirdiğinin ortaya çıkmasıyla daha da azaldı.

Bu arada Allende her zamankinden daha efsanevi, her zamankinden daha kahraman, her zamankinden daha onurlu ve her zamankinden daha uzaktı.

Sonra, Ekim 2019’da bir isyan Şili’yi sarstı. Polis tarafından vahşice bastırılan öğrenci protestoları geniş çaplı bir halk ayaklanmasına dönüştü. Her şey sorgulanıyordu: eğitim, sağlık ve barınma sistemlerinin yetersizliği; diktatörlük döneminde özelleştirilerek şirketleri zenginleştiren ve yaşlıları yoksullaştıran emekli maaşları; kadınların ve yerli toplulukların marjinalleştirilmesi; gey ve lezbiyenlere yönelik zulüm; açgözlülük ve tüketim toplumu ve yaygın bireycilik.

Ve bir de baktık ki, yeni bir düzenin vizyoner peygamberi Allende’ye yeni bir hayat üflenmiş. Milyonların katıldığı barışçıl yürüyüşlerde binlerce pankartta onun fotoğrafı yer aldı, kışkırtıcı sözleri sayısız duvarı süsledi ve adı barikatları kuran ve polise parke taşları ve Molotof kokteylleriyle karşı koyan maskeli militanlar tarafından anıldı.

Bu hayal kırıklığına uğramış ve aniden yeniden uyanan halkın hoşnutsuzluğunu yönlendirmek için, seçmenlere Pinochet’nin anayasasını değiştirmek isteyip istemediklerini soran bir plebisit düzenlendi. Ekim 2020’de yüzde 78 gibi ezici bir oy oranıyla kabul edilen bu önlemi Mayıs 2021’de yeni bir anayasa yazacak delegelerin seçilmesi izledi ve ezici bir çoğunluk ülkenin kendisini nasıl hayal ettiğini büyük ölçüde değiştirmekten yana oldu.

Şili’nin adalet ve eşitlik hayallerinin bu şekilde yenilenmesi yetmezmiş gibi, Aralık 2021’de karizmatik, dövmeli, otuz beş yaşında eski bir öğrenci lideri olan Gabriel Boric, Pinochet’nin aşırı sağcı bir hayranı olan rakibi José Antonio Kast’ı neredeyse yüzde 56 oyla yenerek başkan seçildi. Boric’in “Şili neoliberalizmin beşiğiyse, aynı zamanda mezarı da olacak,” sözü gerçekleşmek üzere gibi görünüyordu.

Artık Allende sadece sokaklarda ve Anayasa Konvansiyonunda değil, aynı zamanda bir kez daha La Moneda’ya giriyordu. Göreve başladığı gün, yeni başkan protokolü bozdu: doğrudan başkanlık sarayına yürümek yerine, Allende’nin Boric’in doğumundan on üç yıl önce halkına veda ettiği balkonun yanına dikilmiş olan heykelinin önünde bir dakika düşüncelere dalmak için meydandan geçti. Boric’in o akşamki konuşmasının sonunda vurguladığı gibi, meşale yeni bir nesle devrediliyordu:

Salvador Allende’nin neredeyse elli yıl önce öngördüğü gibi, yurttaşlar olarak bizler yine, daha iyi bir toplum inşa etmek üzere özgür insanların, özgür erkek ve kadınların geçeceği grandes alamedas’ı açıyoruz.

Bu farklı Şili vizyonu, o aylarda yazılan ve doğaya, kadınlara ve yerli topluluklara haklar tanıyan ve halkın refahından piyasayı değil devleti sorumlu kılan anayasada somutlaştı. Bu yeni anayasanın onaylanması için yapılacak referandum tarihinin 4 Eylül 2022 olmasını hayırlı bir gelişme olarak gördüm. Allende’nin zaferinden elli iki yıl sonra ve gömülmesinden otuz iki yıl sonra, hem bir demokrat hem de bir devrimci olarak öngördüğü ülkenin gerçeğe dönüşmesini kutlamanın daha iyi bir yolu olabilir miydi? Allende’ye değil ama diktatörlüğün etkisine veda etmek için daha iyi bir an olabilir miydi? Öyle olmadı. Allende’nin saygı duyacağı ve Boric’in hayallerini somutlaştıran anayasa seçmenlerin neredeyse yüzde 62’si tarafından reddedildi.

Daha kötüsü de olacaktı. Bu yılın 7 Mayıs’ında seçmenler, yeni bir anayasa yazmayı tekrar deneyecek elli delegeyi seçti. Sağcı partiler otuz dört sandalye ile ezici bir çoğunluk elde ederken, bunların yirmi üçü Boric tarafından kesin bir yenilgiye uğratılan ve Pinochet’nin anayasasını korumayı tercih ettiğini birçok kez beyan eden Kast liderliğindeki Partido Republicano’ya aitti.

Seçmenlerin hayallerindeki bu çarpıcı değişimin neye işaret ettiğini tahmin etmek için henüz çok erken. Kast’ın ülkenin bir sonraki başkanı, güney yarımkürede bir Trump taklitçisi, bir Bolsonaro daha olmasını bekleyebileceğimiz anlamına mı geliyor? Daha önce oy kullanmayan milyonlarca Şililinin artık muhafazakâr görüşlerini ifade etmesiyle Şili siyasetinde ve önceliklerinde derin bir yeniden düzenlemeye mi işaret ediyor? Yoksa bu seçim sonuçları, Boric’in birbirini izleyen bir dizi krizi (suç, göç, enflasyon ve devlet, büyük toprak sahipleri ve yerli topluluklar arasındaki şiddetli çatışmalar) yönetememesine karşı bir protesto mu? Programını yeniden formüle etmenin ve inisiyatifi yeniden ele geçirmenin bir yolunu bulabilecek mi?

Asıl soru Şili’nin gerçek kimliğinin nerede yattığıdır ve darbenin ellinci yıldönümü yaklaşırken bu soru yeniden tartışılacaktır. Pinochet’nin neoliberal politikaları –ve yarattığı terör– toplumun iliklerine kadar işledi mi ki gelecekteki radikal değişim projeleri başarısız olmaya mahkum olsun? Yoksa Allende’nin grandes alamedas’ı bunca yıl sonra hâlâ cazibesini koruyor mu? Diktatörlüğün dehşeti bir kez daha vurgulanacak ve Şililileri Pinochet yıllarının suçlarını şiddetle kınamayan herkesi reddetmeleri gerektiğine ikna edecek mi? Yoksa yorgun bir vatandaş kitlesi bir daha asla bu kadar kutuplaşmayacak bir ülke ararken Allende devriminin hataları mı ön plana çıkacak?

Şili’nin yaraları derin, fakat Şilililer travma ve çatışmalarımızla nasıl başa çıkmaya karar verirlerse versinler, Allende’nin mirası ülkesinin sınırlarının ötesinde bir etkiye sahip olabilir. Bu eşsiz devlet adamının yarım yüzyıl önce ortaya koyduğu ve başaramadığı şiddetsizlik yoluyla radikal değişim ihtiyacı, yeniden çağımızın en önemli meselesi haline geldi. Pinochet’nin yeni türevleri pek çok ülkeyi rahatsız ederken, Allende’nin yaşamı boyunca hayallerimizin meyve vermesi için daha fazla demokrasiye ve asla daha azına değil, her zaman, her zaman daha fazla demokrasiye ihtiyacımız olduğu yönündeki ısrarı her zamankinden daha önemlidir. Gezegeni saran ikilemlere –savaş, eşitsizlik, kitlesel göç, iklim değişikliği ve nükleer yok oluş gibi ikiz tehditlere– geleceğin balkonlarında yürüyen korkusuz ve coşkulu kadın ve erkeklerin büyük çoğunluğunun aktif katılımı olmadan bir çözüm bulunamayacağı konusunda bize sesleniyor.

Ölümünden elli yıl sonra Salvador Allende hâlâ bizimle konuşuyor.

DÜNYA BASINI

“İsrailli yetkililer hakkında yakalama kararı almaması UCM’nin sonunu getirebilir”

Yayınlanma

Uluslararası Ceza Mahkemesi Başsavcısı Kerim Han’ın İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında yakalama kararı talep etmesinin üzerinden 5 ay geçmesine rağmen karar henüz çıkmadı. E. BM yetkilisi Moncef Khane, bugüne kadar sadece Afrikalıları yargılayan ve sadece Batı’nın hedef aldığı bir ülkenin “beyaz” lideri hakkında yakalama kararı çıkaran UCM’nin meşruiyetinin zaten sarsılmış olduğuna dikkat çekiyor. İsrailli yetkililer hakkında adım atmaması durumunda mahkemenin sonunun gelebileceğine dikkat çekiyor.

***

UCM’nin güvenirliği pamuk ipliğine bağlı

Eğer mahkeme İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Yoav Gallant hakkında tutuklama kararı çıkarmazsa, halihazırda zaten sarsılmış olan meşruiyetini de kaybedecek.

Moncef Khane

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü’nün 2002’de yürürlüğe girmesiyle birlikte savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar ve soykırımın cezasız kaldığı döneminin kapanacağına dair bir umut doğmuştu.

Yirmi iki yıl sonra, Gazze’deki kitlesel zulümden sorumlu olanlara karşı hızla harekete geçme çağrılarını görmezden geldiği için mahkemenin uluslararası meşruiyeti tehlikede. Mayıs ayında UCM Savcısı Kerim Han mahkemeden İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant ile birlikte üç Hamas lideri hakkında tutuklama emri çıkarılmasını talep etti. İsrail’in soykırıma varan şiddeti nedeniyle Gazze’de artan ölü sayısına ve yıkıma rağmen UCM henüz bir karar vermedi.

Savaş suçlarını yargılayacak daimî bir uluslararası mahkeme fikri, ilk olarak I. Dünya Savaşı’nın ardından galip devletlerin hukuk çevrelerinde ortaya çıktı, ancak hayata geçirilemedi. Tahminen 75-80 milyon insanın ölümüne neden olan 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çeşitli “adalet” kavramları ortaya atıldı.

SSCB, ABD ve İngiltere devlet başkanlarının savaş stratejisini görüşmek üzere bir araya geldikleri 1943 Tahran Konferansı’nda Sovyetler Birliği lideri Joseph Stalin, Alman komuta kademesinden en az 50.000 kişinin ortadan kaldırılması gerektiğini öne sürdü. ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt’in şaka yollu 49.000 kişinin idam edilmesi gerektiği yanıtını verdiği bildirildi. İngiltere Başbakanı Winston Churchill ise savaş suçlularının bireysel sorumlulukları nedeniyle yargılanması gerektiğini savundu.

Sonunda müttefikler, sırasıyla 24 Alman ve 28 Japon askeri ve sivil liderini suçlayan Nürnberg ve Tokyo askeri mahkemelerini kurdu. Ancak müttefik güçlerin hiçbir lideri ya da askeri komutanı savaş suçları nedeniyle yargılanmadığı için bu, özünde galiplerin adaletiydi. Sonuçta bu mahkemeler, tartışmalı bir şekilde, saldırı savaşları yürüten ve soykırım yapanların yargılanmasına yönelik sembolik bir girişimdi.

Takip eden on yıllar boyunca, savaş suçlularının adalet önüne çıkarılması için böyle bir uluslararası çaba gösterilmedi. Dolayısıyla, örneğin, sömürgeci ve emperyal güçlere karşı ayaklanan halkların katilleri hiçbir zaman yargılanmadı.

Uluslararası adalet kavramı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991-1995 ve 1998-1999 yılları arasında eski Yugoslavya’da işlenen suçlar ve 1994 Ruanda soykırımı için iki ad hoc mahkeme kurmasıyla 1990’larda yeniden canlandı. Bu mahkemeler amaçlarına hizmet etse de Batılı güçlerin hâkim olduğu Güvenlik Konseyi tarafından kurulmaları nedeniyle etkinliklerini, maliyetleri ve bağımsızlıkları sorgulandı.

Burada da “galiplerin adaleti” kavramı özellikle Yugoslavya mahkemesinin kararları üzerinden yeniden gündeme geldi. Zira mahkeme özellikle 1999’da NATO’nun Federal Yugoslavya Cumhuriyeti’ne karşı düzenlediği yasadışı gibi görünen bombalama kampanyasını yargılamak bir yana soruşturmadı bile.

Ruanda mahkemesi ise Batılı güçlerin soykırımdaki olası suç ortaklığını ve/veya 1948 Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi uyarınca soykırımı önleme veya durdurmadaki başarısızlıklarını soruşturmadı.

Bu bağlamda, 1998’de imzalanan ve 2002’de yürürlüğe giren Roma Statüsü, savaş suçu, insanlığa karşı suç ve soykırım işleyenlerin, çatışmada hangi tarafta olduklarına bakılmaksızın yeni mahkeme tarafından yargılanacağı umudunu doğurdu.

2018 yılında, niteliği, ağırlığı ve ölçeği itibariyle Birleşmiş Milletler Şartı’nın ihlalini teşkil eden bir saldırı eyleminin planlanması, hazırlanması, başlatılması veya icrası olarak tanımlanan saldırı suçu da mahkemenin yargı yetkisine eklendi.

Ancak UCM’ye yönelik büyük umutların boşa çıkması uzun sürmedi. Roma Statüsü’nü imzalayan bazı ülkeler artık Taraf Devlet olmak istemediklerini resmen beyan ederek yükümlülükten kurtuldular. Bunlar arasında İsrail, ABD ve Rusya Federasyonu da vardı. Çin ve Hindistan gibi diğer büyük güçler ise tüzüğü imzalamadılar bile.

UCM’nin ilk 20 yılında yargılamaya çalıştığı 46 şüphelinin tamamının, aralarında devlet başkanlarının da bulunduğu Afrikalılardan oluşması da UCM’nin güvenirliğine yardımcı olmadı.

Bu statüko ilk kez Haziran 2022’de, mahkemenin 2008’deki Rusya-Gürcistan savaşı sırasında savaş suçu işlemekle itham edilen ayrılıkçı Güney Osetya bölgesinden üç Rus yanlısı yetkiliyi suçlamasıyla kırıldı. Bir yıl sonra, Mart 2023’te mahkeme, Başsavcı Han’ın talebinden sadece 29 gün sonra Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin için tutuklama kararı çıkararak sansasyonel bir hamle yaptı.

Karar esasında oldukça şaşırtıcı. Şubat 2022’den bu yana Ukrayna’da devam eden savaşın ölümcüllüğüne ve sivil hedeflere yönelik saldırıların rapor edilmesine rağmen, yakalama emri Putin’in “nüfusun (çocukların) yasadışı sınır dışı edilmesi ve nüfusun (çocukların) Ukrayna’nın işgal altındaki bölgelerinden Rusya Federasyonu’na yasadışı transferi” konusundaki “bireysel cezai sorumluluğu” iddiasıyla çıkarıldı.

BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinden birinin görevdeki başkanına karşı çıkarılan yakalama emri kendi başına UCM’nin bağımsızlığının ve delillerin götürdüğü yere gitme kararlılığını gösterebilirdi. Ancak Batı ile Rusya arasındaki açık psikolojik savaş göz önüne alındığında, mahkemenin kararını genellikle Batılı destekçilerinin etkisinin bir başka kanıtı olarak görüldü.

Mahkeme, İsrail’in Filistinlilere karşı işlediği savaş suçları ve insanlığa karşı suçlarla ilgili ezici deliller doğrultusunda harekete geçseydi, bu algı hafifletilebilirdi. 2018’de Filistin Devleti, UCM’ye, “mahkemenin yetki alanına giren geçmişte, halen ve gelecekte işlenen tüm suçların soruşturulması” için başvuruda bulundu. Mahkemenin, Mart 2023’te Filistin Devleti’nde “duruma ilişkin soruşturma” başlatabileceğine karar vermesi beş yıl sürdü.

Kasım 2023’te, Güney Afrika ve beş ülke UCM’ye bir başvuruda daha bulundu ve ardından Başsavcı Han, 2023’te başlatılan soruşturmanın “7 Ekim 2023’te meydana gelen saldırılardan bu yana tırmanan düşmanlık ve şiddeti de kapsadığını” doğruladı. Han, Gazze’de işlenen savaş suçları konusunda Netanyahu ve Gallant’ın kişisel sorumluluğuna dair oldukça fazla delil olmasına rağmen, mahkemeden tutuklama kararı talep etmesi yedi ay sürdü. Aynı talebi, ikisi daha sonra İsrail tarafından öldürülen üç Hamas lideri için de yaptı.

ABD’nin ve İsrail’in yurtdışında suikastlar konusunda uzmanlaşmış kötü şöhretli istihbarat teşkilatı Mossad’ın desteğini arkasına alan Netanyahu’nun tutuklanmasını talep etmenin zaman ve cesaret gerektirdiği söylenebilir. Mayıs ayında İngiliz The Guardian gazetesi, Han’ın selefi Fatou Bensouda’nın “bir dizi gizli toplantıda” Mossad’ın o dönemki başkanı ve “Netanyahu’nun en yakın müttefiki” Yossi Cohen tarafından tehdit edildiğini ortaya çıkardı.

Cohen, Bensouda’yı “savaş suçları soruşturmasından vazgeçmeye” zorladı ve iddiaya göre ona şöyle dedi: “Bize yardım edersen biz de sana göz kulak oluruz. Kendinin ya da ailenin güvenliğini tehlikeye atacak işlere bulaşmak istemezsin.”

Bensouda, mevcut soykırım savaşından önce işlenen savaş suçları iddialarını soruşturduğu için tehdit edilmiş ve şantaja uğramışsa, Han’ın karşılaştığı veya korktuğu gerçek ya da farazi baskı ve tehditleri ancak tahmin edebiliriz.

Görevini yerine getirdiğine göre, yakalama kararının çıkarılıp çıkarılmayacağına karar vermek ön yargılama dairesinin üç yargıcına düşüyor. Bensouda ile aynı tehditlerle karşı karşıya olup olmadıkları bilinmiyor, ancak Netanyahu ve Gallant için tutuklama kararının daha fazla gecikmeden çıkarılmaması halinde UCM’nin güvenirliğinin de tehlikeye gireceğinin farkında olmalılar. Savaş suçları, insanlığa karşı suçlar, soykırım ve saldırı suçu işlediklerine dair açık ve olağanüstü miktardaki kanıtlar, sorumluluklarından kaçmaları durumunda UCM’nin sonunu getirebilecek kadar güçlü.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şöhret akademisyenler

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Neoliberal sermaye birikim rejiminin yükseköğretime ilk yansıması, eğitim harcamalarına yeni “paydaşların” dahil edilmesiyle olmuştu. O güne dek devletin üstlendiği mali külfetin öğrencilere yüklenmesi ile somutlaşan bu pratik, neoliberal devletin, eğitimi piyasa toplumunun sürekli bir unsuru haline gelecek şekilde dönüştürme hedefinin en açık yüzüydü. Yüzyıllar boyunca aklın olgunlaşması ve derinlemesine sorgulama ile karakterize olan ve bu yönüyle insanı ve toplumu yeniden yaratabilme potansiyelini barındıran (bilimsel) eğitim, kapitalist rekabetin yoğunlaştığı ve teknolojik yeniliklerin baş döndürücü bir hızla ilerlediği 1980’lerden itibaren ticarileştirme saldırısıyla karşı karşıya kaldı. Bir aydınlanma kurumu olarak tarih boyunca din, devlet ve piyasa karşısında göreli bir özerkliğe sahip olup bilimsel bilgi üretimini tüm insanlığın yararına sunması beklenen üniversiteler, “minimal devlet”çilerin gözünde artık kâr kaynağı, ihraç getirisi ve rekabet alanı idi.

Küresel kapitalizmle bütünleşmeyi “dünyayla bütünleşme” olarak satan piyasa ideolojisinin tam yörüngesinde, birkaç on yıl içinde, var oluş amacından ve bir sosyal kurum olma niteliğinden bütünüyle koparak neredeyse sadece network girişimleri, uydu kampüsler, şirketlere/markalara özel erişim ve uluslararası fonlara katılım gibi eğitim dışı büyük sermaye projeleri ile anılır oldular. Artık karşımızda “sosyal” mülahazalarla mesafelenmiş, piyasanın arzularını kışkırtan, bire bir şirket gibi çalışan piyasa odaklı işletmeler vardır.

Oxford Üniversitesi’nde Hint Tarihi alanında çalışan Profesör Faisal Devji tarafından kaleme alınan ve aşağıda çevirisini verdiğimiz bu makale, akademik yıldızların lüks, şatafat ve ayrıcalıklar iklimi ile şekillenen finansman modelinin nasıl ayrılmaz bir parçası haline geldiğini anlatırken akademik şöhreti de Hollywood şöhretiyle karşılaştırmalı olarak tartışıyor.

Son olarak, her ne kadar 2020 yılında yazılmış olsa da, eğitime dönük piyasacı saldırılar devam ettiği müddetçe bu makalenin tartıştığı meselelerin güncelliğini ve geçerliliğini korumaya devam edeceğini de belirtmemiz gerek.


Şöhret akademisyenler

Faisal Devji
Hurst
29 Mayıs 2020
Çev. Leman Meral Ünal

Neoliberal 1990’larda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir model haline geldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhret akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar.

Neoliberalizmin kurumsallaştığı 1990’lı yıllarda Hollywood, elit Amerikan üniversiteleri için bir modeldi. Gizli saklı anlaşmalarla meslektaşlarından çok daha fazla ücret alan şöhretli akademisyenler, etkinlik mekanları, uydu kampüsler ve yurtdışı programları gibi büyük sermaye projelerini içeren bir finansman tertibinin parçasıydılar. Üniversitenin piyasalaşması, yüksek öğretim öğrencilerden alınan astronomik eğitim harçlarıyla ayan beyan ortaya serilirken, üniversiteler de sadece bir eğitim programı sunmanın ötesine geçerek, şatafat, çevre edinme [networking] ve markalara özel erişim vaat ederek öğrencileri cezbediyordu. Bu tanıdık sürecin ironisi ise, Beşeri ve Sosyal Bilimler [Humanities and Social Science] alanında çalışan ve neoliberalizmi, hatta kapitalizmin kendisini eleştiren akademik şöhretlerin, bizzat kendi isimlerini bu finansman tertibine ödünç vermeleriydi.

Şayet şöhret kültüründe radikalizmin metalaştırılması, üniversitenin ekonomik modelini süslemeye yaradıysa bile, bunun kurumsal sonuçları başka tür bir maskaralığı beraberinde getirdi. 1990’ların ilk yıllarında, Chicago Üniversitesi’ndeki profesörlerimden biri Hollywood’un akademide nasıl işlediğini irdelemeye girişmişti: Amerikalı akademisyenler eşitlik tasavvuruna demokratik bir ideal olarak inanmalarından dolayı, üniversite hayatını tanımlayan ve kurumsal liyakat testleriyle meşrulaştırılan entelektüel sıralamalara şüpheyle yaklaşıyorlardı. Tarafsız olduğu varsayılan “liyakat” fikrinde saklı olan sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyet eşitsizliklerini sorgulayarak, hiyerarşiyi anlamanın yeni bir yolunu mümkün kılmış oluyorlardı.

Tıpkı sinema yıldızları gibi akademik yıldızlar da bir tüketici kitlesine, yani aslında piyasaya bağlılar. İşte şöhreti demokratik kılan biraz da budur, çünkü şans ve dış görünüş bunda öylesine büyük bir rol oynar ki hemen herkes bu türden bir yıldızlık mertebesine ulaşma hayali kurar. Klişe bir tabirle, herkesin başına gelebilir, tıpkı piyango tutturmak gibi. Yine piyangoda olduğu gibi, şöhret olma vaadi, bunu arzulayanların kendi yoksunluklarına katlanmalarını, mesleğin yoksunluğunu ise kalıcı olarak kabul etmelerini gerektirir. Hollywood, Amerika’da hiyerarşinin kabul edilebilir olduğu belki de tek biçimdir; zira izleyici kitlesinin puta tapar gibi taptığı idollerden bir anda vazgeçebilmesi, bu hiyerarşiyi bir “armağan” haline getirir. Aynı şey politikacılar ve seçmenleri [arasındaki ilişki] için de geçerlidir. Zaten bunun dışında kalan her şeye de elitizm denir.

Ancak politikacılardan farklı olarak ve Hollywood yıldızlarına benzer şekilde, akademik şöhretin herkese hitap etmesi gerekmez. Beşeri ve Sosyal Bilimler’de şöhret, genellikle kendine has bir tavır veya görünüm, esrarlı bir kelime dağarcığı ve zorlayıcı fikirlerle karakterize edilen ayırt edici bir kişiliğin üretimi ve pazarlanmasıyla karakterize olur. Bunlar genellikle yurtdışından, özellikle de bahsi geçen on yılda [1990’lar] Fransa’dan ithal ediliyordu ve iyi talihle bağlantılı fetişler ve diğer esrarengiz maksatları içeriyordu. Ya da belki de, İngilizler karşısındaki tarihsel yenilgilerini unuttururcasına, Fransızların entelektüel şecerelerini sunmak suretiyle nihayetinde Amerika’yı fethettikleri bir tür hanedan evliliği versiyonlarını temsil ediyorlardı.

Ne var ki tıpkı Hollywood’da olduğu gibi, Avrupalılar sadece Amerika’da yıldız oldular. Bu parıltının bir kısmını kendi memleketlerine taşımış olsalar bile, kamu üniversitelerinin egemen olduğu ve nispeten şeffaf maaş skalaları ve tek tip ders yüklerine sahip yerlerde paralel bir şöhret sistemi kurulamamış oldu. Şöhretliler, en azından Beşerî ve Sosyal Bilimler’de, özel isimleri reddeden düşünce okullarına yöneldiler; ki bunların en önemlileri post-yapısalcılık, post-modernizm ve post-kolonyalizmdi. Bu isimler, şöhretlilerin entelektüel projesinin tamamlayan şeyin inşa etmekten çok eleştirmek olduğuna işaret ediyor ve onları kaçınılmaz olarak anti-temelci yaklaşıma zamklıyorlardı.

Yarattığı tüm hoşnutsuzluklar bir yana, akademik şöhret, entelektüel sıralamanın ve ayrıcalığın görünüşte daha demokratik ve kesinlikle daha eğlenceli bir biçimini temsil ediyordu. Zira bu ün, eleştirmenler kadar taliplerinin zihninde de elitistlik ve kurumsal liyakat kriterlerinden ziyade şans, talih ve başka birtakım kaidelerle ilişkiliydi. İster Hollywood’da ister Harvard’da olsun, öyle ya da böyle yıldız, “keşfedilmesi” ve statüsüne karar verecek olan seyirciye sunulması gereken astrolojik bir figürdü. Diğer bir deyişle, yıldız olmayı mümkün kılan asıl şey alanında uzman, münhasır ve kurumsallaşmış meslektaşlarının yargısı değil, sinemaseverlerin, öğrencilerin ve genç meslektaşlarının genelleştirilmiş hayranlığı idi.

Ancak bu şöhret kültürü hem şöhret sisteminin kendisini hem de imparatorluk mertebesine yükselttiği akademisyenleri harcayacaktı. Bugün de aynı derecede zeki, üretken ve popüler akademisyenler var, fakat ufukta yeni akademik yıldızlar görünmüyor. 1990’ların eskileri ise ya yazmayı bıraktı ya da artık okunmuyorlar. Belki hâlâ önemli mevkilerdeler, genç meslektaşlarını himaye edebiliyorlar veyahut geniş bir hayran kitleleri var, ancak Paskalya Adası’ndaki başları hatırlatırcasına¹, sadece kaybolmuş bir geçmişin anıtları gibiler. Değişen Amerikan üniversiteleri mi, yoksa şöhretlilerin düşüşü, Hollywood’un ve yıldızları merkeze alan filmlerinin Y kuşağı öğrencileri arasındaki popülaritesinin azalmasıyla mı ilişkili?

Üniversiteler bu yıldızları, ne kadar kusur barındırırsa barındırsın [hâlâ] bir tür “eşitler cemaati” olarak işleyen profesörler topluluğunun üzerine çıkararak, gücü fakültelerden alıp yöneticilere kaydırmayı başardı. Şöhret olmanın cazibesi akademisyenlerin sadece meslektaşlarıyla aralarının açılmasına neden olmadı, aynı zamanda ünün getirdiği avantajlar ve ayrıcalıklarla sadakatlerini satın alan üniversite yönetimleriyle ortak bir zemin kurmalarını da sağladı. Artık bu şöhretlilerin takipçi kitlesi akademiyi eklesiyastik model gibi işleten senato ya da kardinaller koleji değil, ücret ödeyen öğrenciler ve onların anne babaları ile bu akademik ünlülerin genç meslektaşları ve tabii onların potansiyel halefleriydi.

Ne var ki akademisyenlerden müteşekkil bu konklav bir kez yok edildiğinde ya da en azından üniversitedeki karar ve güç merkezinden uzaklaştırıldığında, artık akademideki kalite kriterlerini de belirleyemez hale geldi. Bu da kriterlerin artık müşterilerden oluşan entelektüel pazar tarafından belirleneceği anlamına geliyordu. Akademik yıldızlar pazarı, geçerken belirtmek gerekir ki, çoğu zaman profesörler kurulunun koyduğu kurallara nazaran çok daha talepkâr olurdu, ancak tanımı gereği sınırlı bir pazardan söz ediyoruz. Akademik şöhretler, meslektaşlarının yargılarının altını oyarak akademisyenliğin daha da fazla piyasalaşmasına kapı aralarken bu durum eş anlı olarak onların da uzmanlaşmış becerilerini gözden çıkarılabilir kılıyordu. Dolayısıyla, namlı akademik çalışmaları şekillendiren “post” ön ekli entelektüel akımlar, yerini kolektif bir projeden ziyade bir okur piyasası tarafından değer biçilen bireylere bıraktı.

Bu dönüşümü, yeni entelektüel pazardaki akademik disiplinlerin gidişatında gözlemlemek mümkün. Edebiyat ya da dil bilimi gibi alanlar, 1990’larda akademik şöhretin zirvesindeyken, yeni şöhretler üretmenin yanı sıra Avrupa’dan yeni fikirlerin gelmesine de aracılık ediyorlardı. Bunun bir nedeni, kısmen felsefe gibi daha geleneksel disiplinlerin bu tür düşünürleri ağırlamakta isteksiz olmasıydı; tam da bu noktada karşılaştırmalı edebiyat bölümlerinin diğer alanlardaki bizler için nasıl “trend belirleyici” olduğunu anımsıyorum. Dünün yıldızlarının bu ilk yuvaları, araştırmaların kalitesindeki düşüşten ziyade pazarlarının büyüklüğü nedeniyle de böylesi bir rol üstlenmeyi bıraktılar.

Yalnızca üç akademik alan, bilim, tarih ve iktisat, üniversite kapısının dışında da kayda değer bir izleyici kitlesine sahip; sosyoloji ve teoloji de bunlara eklenebilir belki. Popüler bilim, popüler tarih ve popüler iktisat aslında kendi başlarına birer alan olarak varlar ve her biri dünyanın dört bir yanındaki havaalanlarında çok sayıda kitap satıyorlar. Uzun süre boyunca, bu vasata hitap eden pazarların akademik dünyada önemsiz olduğu, sadece yazarlarına biraz da olsa para kazandırmak için var olan utanç verici uğraşlar olduğu düşünülüyordu. Bugün ise bu kesimler başlıca okuyucu kitlemiz haline geldiler ve bunu yaparken de bilim dışındaki disiplinlerden tarih ve iktisadı çağımızın akademik trend belirleyicileri arasına soktular.

Akademisyenlerin yanı sıra genel kamuoyunun ilgisini çekecek bir kitap yazmak pekâlâ mümkün ve pek tabii akademisyenlerin her zaman genel kamuoyuyla ilişki kurma yükümlülüğü var. Ancak bu genel kamuoyu, entelektüel güvenilirliği “etki” ve üretim hızı gibi ölçütlerle değerlendiren üniversitelerin birincil kitlesi haline geldiğinde, akademisyenliğe dair çok önemli bir yön kaybedilmiş demektir. Uzmanlaşmış bir kitle için yazmaya giderek daha az ilgi duyan akademisyenler, yaptıkları işin git gide küçülerek zayıflamasına katkıda bulunmakta ve sonuç olarak yeni bilgi üretme olasılıkları giderek azalmaktadır – ya da sadece dijitalleşme ve kelime işlemcilerinin sağladığı imkânlarla yeni bilgi yığınları üretebilirler.

Akademik yıldızlar, en azından, meslekten olmayanlara hitap etmek zorunda kalmasalardı bu sayede entelektüel riskler almaya daha istekli olurlardı. Oysa genel okuyucu kitlesi için yazmanın sorunu, ajanslar tarafından satılan ve ticari yayınların editörleri tarafından düzeltilen kitapların -muhtemel ki- daha güvenilir olmasıdır. Ya da daha çok ilgi ve satış uğruna “kışkırtıcı” olabilirler. Velhasıl her iki durumda da birbirine benzeme eğilimindedirler; iki ya da üç kelimelik başlıkları, ardından “nasıl” ile başlayan ve tarih için geçmiş, ekonomi için ise gelecek zaman kipiyle kullanılan daha uzun bir cümle… Bu durum bilhassa hükümet politikalarını etkilemeyi amaçlayan kitaplar için geçerli; politikacılardan ve devlet bürokratlarından farklı ve onlara meydan okuyan bir retorik kullanmak yerine, büyük ölçüde onların dilini ve üslubunu tuttururlar.

Bu türden “değerli” çalışmalar, benim alanım da dahil olmak üzere birçok disiplinde artık bir ideal haline geldi. Bu çalışmalarda yanlış bir şey yok, fakat heyecan verici ya da çığır açıcı olma eğiliminde de değiller. Belki daha da önemlisi, akademik uzmanlaşmayı daraltarak onu daha yüksek düzey bir gazetecilik türü haline dönüştürüyor. Neoliberalizmin zafer yürüyüşüyle aynı döneme denk gelen şöhret akademisyenliğin altın çağı, Soğuk Savaş’ın son günlerinde başladı ve Terörizmle Savaş’ın erken dönem salvolarıyla sona erdi. Tüm bunlarla birlikte ise, profesörlüğün özerkliğinin yok olması, akademik yıldızların kayışına ve akademisyenliğin bir “evet adamlığı” olarak yükselişine yol açtı.


¹ Moai. Şili’nin yaklaşık 3700 km batısındaki Paskalya Adası’nda bulunan ve çoğunluğu sadece kafadan oluşan som taştan devasa heykeller. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

FT: İsrail birlikleri Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyecek

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız haber, İsrail’in Hizbullah bahanesiyle sınırlı olduğunu iddia ettiği Lübnan işgalinin daha da derinleşebileceğinin sinyallerine yer veriliyor. Haber, çoğu İsrailli uzman ve Batılı yetkililerin görüşleriyle destekleniyor.

***

İsrail’in Lübnan’da artan saldırıları uzun süreli savaş korkularını körüklüyor

Tahliye emirlerinin boyutu ve değişen söylemler, komşu ülkeye daha derin bir müdahaleye işaret ediyor.

James Shotter, Neri Zilber, Andrew England 

İsrail’in 98. tümenine bağlı askerler yaklaşık yirmi yıl sonra Lübnan’a ilk kez girdiklerinde İsrailli yetkililer operasyonu “sınırlı, yerel ve hedefe yönelik” olarak nitelendirmişti.

Ancak geçen hafta içinde İsrail’in Hizbullah’a yönelik kara saldırısının boyutu hızla büyüdü. 98. tümen, üç diğer tümenle desteklendi ve binlerce İsrailli asker, batıdaki Rosh Hanikra’dan doğudaki Misgav Am’a kadar çeşitli noktalardan Lübnan’a ilerledi.

Aynı zamanda İsrailli liderler de kendilerini neyin beklediği konusunda söylemlerini sertleştirdiler. Başbakan Binyamin Netanyahu salı günü Lübnanlıları Hizbullah’a karşı ayaklanmaya çağırdı ve bunun alternatifinin “Gazze’de gördüğümüz gibi yıkım ve acıya yol açacak uzun bir savaş” olduğu uyarısında bulundu.

İsrail’in siyasi liderliğinden gelen değişen söylemler ve ordunun tahliye emirlerinin boyutu -Financial Times’ın hesaplamalarına göre, Lübnan’da sınır köylerinden 60 km kuzeydeki kıyı bölgelerine kadar 110’dan fazla alanı kapsıyor- bölgedeki ve batılı başkentlerdeki yetkililer, saldırının yakında sona ereceğine dair umutlarını yitirmiş durumda.

Batılı bir yetkili “İki hafta önce İsrailliler birkaç haftalık sınırlı bir kara harekâtından söz ediyorlardı ama bu iki hafta her geçen gün uzuyor gibi görünüyor. İsrail’in [5 Kasım’daki] ABD seçimlerinden önce duracağına dair umut yok gibi.”

İsrail ordusunun Lübnan’ın güneyindeki işgali ve yıkımı belgelendi

İsrailli askeri yetkililer şimdilik kara harekatının tam niteliği ve ölçeği konusunda ketum davranıyor ve ayrıntıların çoğunu savaşın sisi ve askeri sansürün gölgesinde gizleniyor. Ancak operasyonların hedefe yönelik olduğunda ısrar ediyorlar ve İsrail güçleri, Akdeniz kıyısından İsrail birliklerinin işgali başlattığı Metula çevresindeki tepelik araziye kadar yılan gibi kıvrılan ve iki ülkeyi ayıran BM tarafından belirlenmiş “Mavi Hat”tın nispeten yakınında kalmaya devam ediyor.

İsrail’in ilerleyişini gösteren yüksek çözünürlüklü uydu görüntüleri 100 km’lik sınırın tamamı için mevcut değil. Ancak Marun er-Ras bölgesinden alınan görüntülerde İsrail tankları ve diğer araçların Lübnan içinde kısa bir mesafede ilerlediğini gösteriyor. Yaklaşık 27 araçlık bir grup sınırın 250 metre içinde, başka bir daha küçük grup ise sınırın bir km kadar içine girmiş durumda. Diğer görüntüler, İsrail güçlerinin Avivim ve Yiron köyleri yakınında sınırı ihlal ettikleri noktaları gösteriyor.

İsrailli yetkililere göre bu saldırının amacı, Hizbullah’ın sınır ötesi saldırı tehdidini ortadan kaldırmak ve İsrail topluluklarına yönelik tanksavar füzeleri gibi silahların doğrudan ateş hattını temizlemek, böylece çatışmalar nedeniyle yerinden edilen İsraillilerin evlerine dönmesini sağlamak.

Birçok Lübnanlı, ABD’nin İsrail’in Hizbullah’a karşı artan saldırılarına yeşil ışık yaktığından endişe ediyor. ABD Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Matthew Miller bu hafta Washington’ın “Hizbullah’ın kapasitesini azaltma çabalarında İsrail’i desteklediğini” belirtti. Ancak Miller, “nihayetinde bu çatışmaya diplomatik bir çözüm bulmak istediklerini” de ekledi.

WSJ: ABD, İsrail’in Lübnan işgalini fırsata çevirmeye çalışıyor

Hizbullah geçen yıl Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısından sonraki günlerde İsrail’e ateş açmaya başlamış, 50’den fazla kişinin ölümüne yol açmış ve 60 bin İsrailliyi kuzeydeki evlerini terk etmek zorunda bırakmıştı. O tarihten bu yana geçen bir yıl içinde İsrail’in Lübnan’a düzenlediği saldırılarda iki bin 100’den fazla kişi öldü ve çoğu son birkaç hafta içinde olmak üzere bir milyon 200 binden fazla kişi yerinden oldu. Bombardıman aynı zamanda büyük bir yıkıma yol açarak sınıra yakın köy ve kasabaları yerle bir etti.

Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü’nden Ehud Yaari, İsrail’in saldırısını, Mavi Hat’tın kuzey tarafında, kara birlikleri ile iki km derinliğindeki bir şeritte hava saldırılarından daha kolay tespit edilen hedeflere yöneltilen bir “öğütücü” olarak nitelendirdi.

İsrailli yetkililer çatışmaların ilk haftasında 500 Hizbullah savaşçısının ve dokuz İsrail askerinin öldürüldüğünü iddia ediyor.

Yaari şöyle dedi: “Hizbullah’ın sınır bölgesinde kurduğu sistemleri yerle bir ediyorlar. Güçler tek bir şeye odaklanmış durumda: Hizbullah’ın bu bölgedeki tüneller, sığınaklar, silah ve mühimmat depoları gibi şaşırtıcı büyüklükteki askeri altyapısını yok etmek.”

“Bu sistemlerin bazıları köylerin içinde, ancak diğerleri bu sistemleri gizlemek için kullanılan sık çalılık ve çalılıklarla dolu kırsal alanlarda bulunuyor” diye ekledi.

Sınır boyunca yürütülen operasyonlara İsrail ordusunun İran’ın Hizbullah güçlerine ikmal yapma girişimlerini engelleme çabaları da eşlik ediyor. İsrail geçen ay saldırılarını genişlettiğinden beri jetleri Lübnan ile Suriye arasındaki sınır kapılarını ve Suriye’nin güneyindeki diğer hedefleri defalarca bombaladı. Ayrıca örgütün güçlü olduğu Bekaa Vadisi’ndeki Hizbullah hedeflerini de vurdular.

İsrail’e BM askerini vurmak bile serbest

Cuma günü İsrail jetleri Suriye ile Lübnan arasında 3,5 km uzunluğunda bir tüneli imha etti. İsrailli yetkililer tünelin Hizbullah’ın silah sevkiyatı yapmakla görevli 4400 numaralı birimi tarafından kullanıldığını söyledi. Geçen hafta başında İsrail Beyrut’ta düzenlediği bir hava saldırısında birimin komutanı Muhammed Cafer Kasır’ı öldürmüştü.

Eski bir İsrail Savunma Kuvvetleri istihbarat yetkilisi olan ve şu anda Meir Amit İstihbarat ve Terörizm Bilgi Merkezi’nin başında bulunan Shlomo Mofaz, “Suriye’den Lübnan’a ve Irak’tan Suriye’ye giden tedarik zincirini kesiyoruz” dedi.

İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgal ederek ülkenin güneyinde 18 yıl süren bir işgale dönüşmesi de dahil daha sonra genişleyen operasyonlar başlatma geçmişi ve kuvvetlerinin sınırlı kayıplar verdiği göz önüne alındığında, batılı yetkililer İsrail birliklerinin eninde sonunda Lübnan’ın derinliklerine doğru ilerleyeceğini düşünüyor.

Salı günü sosyal medyada yayınlanan görüntülerde İsrail askerlerinin Marun er-Ras’ta ülke bayrağını göndere çektiği görülüyordu.

İsrailli yetkililer, 2006’daki son savaşın sonunda kabul edilen ancak iki tarafın da uygulamadığı 1701 sayılı BM kararında öngörüldüğü üzere, nihai hedeflerinden birinin Hizbullah’ı Mavi Hat’tın 30 km kuzeyine kadar uzanan Litani nehrinin gerisine itmek olduğunda defalarca ısrar ettiler.

Ancak bunun nasıl yapılacağı konusunda muğlak kaldılar.

Batılı bir yetkili şunları söyledi: “Bence İsrailliler Hizbullah’a mümkün olduğunca çok zarar vermek ve sınır ile Litani nehri arasında mümkün olduğunca çok alanı temizlemek istiyor. Ancak bundan sonrası net değil.”

“Şimdi durmalarını ve zaten büyük ölçüde üzerinde anlaşılmış olan siyasi bir planı kabul etmelerini istiyoruz. Ancak öyle görünüyor ki askeri başarıları onları devam etmeye teşvik ediyor.”

Hizbullah: Bizim için tek çözüm direnmek

Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı ve Washington’daki Amerika Ulusal Güvenlik Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Yaakov Amidror kara harekâtının nasıl gelişeceğinin siyasi ve askeri bir mesele olduğunu söyledi.

Ancak operasyonun askeri “mantığının” Hizbullah’ın Litani’nin güneyindeki varlığını kuşatmak ve yok etmek, ardından da geri dönmesini engellemek olduğunu söyledi.

Amidror şunları söyledi: “Başka cephelerde başka sorunlarımız varken, mevcut koşullarda bunu yapabilir miyiz? Daha uzun bir savaşa İsrail’in tepkisi ne olur? İsrail’in en azından güneyde Hizbullah’ı ezme planına devam ettiği açıkken dünyanın tepkisi ne olur? [Ama] askerî açıdan bakıldığında kara kuvvetleriyle yapılacak bir işgali haklı çıkarabilecek tek mantık bu.”

Mofaz, İsrail’in saldırısının hala Hizbullah’ı yok etmekten ziyade zayıflatmayı ve ardından ABD ve Fransa gibi uluslararası oyuncuların desteğiyle Hizbullah’ın Güney Lübnan’a dönmesini engelleyecek bir siyasi anlaşmaya ulaşmayı amaçladığına inandığını söyledi.

Ancak İsrail’in önceki operasyonlarının bunun değişebileceğini gösterdiğini de sözlerine ekledi: “Şimdilik bu sınırlı bir operasyon. Ancak Lübnan’da nerede ve ne zaman başlayacağınızı bilirsiniz. Ama ne zaman ve nerede bitireceğinizi asla bilemezsiniz.”

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English