Bizi Takip Edin

GÖRÜŞ

Gazze Savaşı’nın ‘en görkemli sürprizi’ Husiler

Yayınlanma

“Biden yönetiminin dış politikasındaki son rezilliğine hoş geldiniz…”

Bu ifadeler ABD’nin National Review’ında ‘Husiler Bizi Küçük Düşürüyor’ başlıklı makalede geçiyor. ‘Husiler’ olarak bilinen Yemen’deki Ensarullah hareketinin benzersiz meydan okumasını tema alan makalede, “Dünyanın tek süper gücü, yeryüzündeki en önemli ticari arterlerden birini, bir grup üçüncü dünya isyancısından koruyamadı” deniyor.

National Review, Ukrayna’dan Orta Doğu’ya uzanan ABD hegemonyasının ‘paralandığı’ şu günlerde kuşkusuz Amerika’daki hissiyatı yansıtıyor. İsrail’deki Netanyahu yönetimi; Filistin İhvan’ı Hamas’ın 7 Ekim’deki saldırısını fırsat bilerek Amerikan koruması altında dünyanın gözü önünde etnik temizliğe girişmişken, Orta Doğu’nun ve ‘Küresel Güney’in hissiyatı çok farklı. Ve işin doğrusu 2.5 ayı bulan Gazze Savaşı’nın en görkemli sürprizi de Yemen’deki Husiler.

Biden yönetimi, Orta Doğu’ya iki uçak gemisi grubunu konuşlandırıp Lübnan’daki Hizbullah, İran ve Irak ile Suriye’deki Şii gruplardan oluşan ‘Direniş Cephesi’ne ‘caydırıcı gücünü’ sergilerken, hesaba katmadığı unsur Husiler oldu. Filistinlilere destek için harekete geçen Husiler, kasım başından itibaren İsrail’e füzeler fırlatmaya başlarken, dünyanın kilit deniz yollarından birisini kapatarak Gazze savaşını bambaşka bir boyuta taşıdılar.

‘AĞIT KAPISI’ VE HUSİLERİN GAZABI

Ensarullah hareketi; ABD’nin Orta Doğu’daki ‘Arap baharı’ projesinin cehenneme çevirdiği Yemen’de en başından beri hesaba katılmayan faktör olmuştu. Hareket, 2015’ten bu yana ABD’nin lojistik desteğiyle, görev süresi çoktan bitmiş ve üstüne istifa da etmiş bir ismi ‘başkanlığa oturtmayı’ hedefleyen Suudi koalisyonuyla savaştaydı. Husiler yedi yıl boyunca bombalanan, kolera gibi salgınların ‘hortlatıldığı’ Yemen’de hakim siyasi güç olarak kalmayı başardılar. Suudi koalisyonuna direnen ‘baldırı çıplaklar’ olarak dünyaya nam saldılar.

Tarihin ironisi! Biden yönetimi 2021’de başa geldiğinde ilk işlerinden birisi Yemen savaşına son verme vaadiyle Husileri ‘terör örgütü’ listesinden çıkarmak olmuştu. Ne ki Biden’ın Ukrayna’da tetiklediği çatışmayla birlikte ABD’nin işleri bölgede de iyi gitmezken, jeopolitik oyunun önemli sonuçlarından birisi Rusya Federasyonu ile birlikte Çin Halk Cumhuriyeti’nin Orta Doğu denklemine girmesi oldu. Pekin yönetimi bu yıl başlarında Suudi Arabistan ile İran’ı barıştırırken, Arap Yarımadası’nın ‘akil ülkesi’ Umman’ın da devreye girmesiyle Yemen cephesi teskin oldu. Suudiler değişen konjonktürde savaş batağından çıkmak için San’a’ya barış heyeti yolladılar. Sonunda sükunet hakim olmuştu. Ta ki Gazze savaşına kadar.

Orta Doğu ülkeleri; 2.5 ayı bulan süreçte bir taraftan savaşın bölgesel olarak yayılmaması, diğer taraftan da Gazze’deki Filistinlilerin Mısır yahut Ürdün’e sürüleceği yeni bir senaryodan kaçınmanın derdine düşmüşken, kasım ortalarında dikkatler Yemen’e çevrildi.

Husiler, Aden Körfezi’ni Kızıldeniz’e bağlayan 26 km genişliğinde dar deniz geçidi olan Bab-ül Mendeb’in efendileri. Arapça ‘Ağıt Kapısı’ anlamına gelen Bab-ül Mendeb, Kızıldeniz ve Süveyş Kanalı üzerinden Hint Okyanusu ve Akdeniz arasında son derece stratejik konumda. Dünya deniz trafiğinin yaklaşık yüzde 15’i buradan akıyor. Ve Husilerin meydan okuması bu rotayı alt üst etmiş durumda.

Ensarullah’ın Gazze’ye yönelik gıda ve ilaç ablukasının yarmak amacıyla ilk eylemi 9 Kasım’da balistik füzelerle Eilat’ı (Umm el Raşraş) hedef alması oldu. Bunu 11 Kasım’dan itibaren fırlatılan roket ve İHA’lar izledi. İlk deniz hamlesi 19 Kasım’da geldi. Bir İsraillinin sahipliğindeki Galaxy Lideri gemisi ele geçirilerek Yemen kıyılarına çekildi. Propaganda ayağı ihmal edilmedi; Husilerin gemi güvertesinde nargile tüttürürken görüntüleri yayınlandı. Ardından gemiye yönelik turistik turların videoları geldi.

ABD telaşla kendini Kızıldeniz’de Husilerle ‘ilan edilmemiş’ bir çatışmanın ‘önleme misyonu’nda buldu. Husiler 3 Aralık’ta bir deniz füzesiyle bu kez Unity Explorer gemisini, bir İHA ile de Number Nine gemisini hedef aldılar. 12 Aralık’ta bir başka deniz füzesi Astrinda isimli petrol yüklü gemiye isabet etti. 14 Aralık’ta bir İHA Maersk Gibraltar konteyner gemisini hedef seçti. 15 Aralık’ta iki deniz füzesi bu kez MSC Alanya ve MSC Palatium konteyner gemilerini hedef aldı. Son olarak 18 Aralık’ta iki deniz uçağı Swan Atlantic petrol gemisi ile MSC Clara konteyner gemisini hedef aldı. ABD Husilere pahalı savunma sistemleriyle kalkan olmaya çalışmaktaydı.

ÜMİT BURNU ‘ÇİLESİ’

Kızıldeniz sularından açılan yeni cephe haliyle deniz taşımacılığı şirketlerinin rotasını altüst etti. Danimarkalı MAERSK, Alman konteyner devi HAPAG-LLOYD, İngilizlerin petrol devi BP, Norveçli petrol ve gaz şirketi EQUINOR, Fransız nakliye grubu CMA CGM, Belçikalı petrol şirketi EURONAV, Japonya’nın Ocean Network Express’i (ONE), Tayvan merkezli EVERGREEN ve Yang Ming Marine ve Çin’in COSCO Shipping ile Hong Kong merkezli Orient Overseas Container Line’ı (OOCL) art arda Kızıldeniz üzerinden sevkiyatları durdurmak zorunda kaldılar. Ancak Batılılar ‘gemi güvenliği risklerinin’ altını çizerken, OOCL ve EVERGREEN gibi Asyalı denizcilik şirketlerinin doğrudan İsrail’e sevkiyatlarını durdurmayı vurgulayan açıklamaları da dikkat çekti. Burada ‘küresel bir bölünme’ var gibi görünüyor.

Nihayetinde çoğu rotalarını Ümit Burnu’na çevirdi ki, bu da 14-18 günlük bir rötar ve maliyet artışı demek. Özellikle Çin merkezli şirketlerin İsrail kargolarını kabul etmeyi durdurma vurgulu açıklamaları dikkat çekti. Kızıldeniz rotası ve Süveyş kanalının kapanması, küresel ticareti felç edecek bir durum yarattı. Mısır’ın Süveyş Kanalı İdaresi, bir ayı aşan sürede 55 geminin rotasının Babu-ül Mendeb yerine Afrika’nın güney ucuna yönlendirdiğini duyurdu. Şimdi bu sayının 121’e çıktığı belirtiliyor.

BAB-ÜL MENDEB’DEN NANİK YAPAN RUSYA TANKERLERİ

Ensarullah ‘küresel ticareti’ engelleme niyeti olmadığını savunuyor. Ancak Gazze Şeridi’ndeki direnişe açık destek için ‘Siyonist düşman İsrail’e karşı eylemlerinden vazgeçmeyeceğini belirtiyor. ‘Nakliye şirketleri İsrail limanına uğramama ve doğrudan bir sonraki durağa geçme seçeneğine sahip’ dense de bunun pratikte uygulanabilirliği şüphe yaratırken, son taktik Batı’ya nanik yaparcasına Rusya tankerlerinin geçişine izin verilmesi oldu.

Rivayet o ki, ABD Kızıldeniz’deki savaş gemileriyle Husilerin roket ve İHA’larına önleme yaparken, ‘fevri bir karar vermesinden’ çekinilen Biden başlangıçta krizle ilgili bilgilendirilmedi. Bu arada kasım sonunda İran kıyılarında ‘endam eyleyen’ USS Eisenhower Uçak Gemisi grubu yeniden Aden Körfez yakınlarına çekildi. USS Carney USS Mason ile USS Thomas Hudner destroyerleri bu süreçte 40’a yakın Husi İHA’sı ve roketlerini durdurmakla iştigal etti. Pentagon 2 bin dolarlık İHA’lar için 2 milyon dolarlık füzeleri kullanmak durumunda kaldı.

‘REFAH MUHAFIZI’NIN GÖNÜLLÜLERİ VE GÖNÜLSÜZLERİ…

Sonunda 18 Aralık’ta Pentagon, ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in Orta Doğu turu sırasında ‘Refah Muhafızı Operasyonu’nu  (Operation Prosperity Guardian- OPG) duyurdu. Amerikan yönetimi bölgede deniz haydutluğu, uyuşturucu kaçakçılığı gibi tehditlere karşı geçmişte Bahreyn-Manama merkezli CMF (Combined Maritime Forces-Birleşik Deniz Gücü) temelli 5 görev gücü (CTF-Combined Task Forse-Birleşik Görev Gücü) oluşturmuşken, şimdi jeopolitik hedefli yeni bir operasyon devreye sokuluyor. Ve aslında Kızıldeniz askerileştirilmiş oluyor.

Austin, artan Husi saldırılarının serbet ticaret akışını ve uluslararası hukuku ihlal ettiğini vurguladı. Ve CTF-153 çatısı altında çok uluslu güvenlik girişimi kurduklarını belirtti. Misyonda ABD’nin yanı sıra İngiltere, Bahreyn, Kanada, İtalya, Fransa, Hollanda, Norveç, Şeyseller ve İspanya’nın yer aldığı duyuruldu. Operasyonda 19 ülkenin yer aldığı ama bir kısmının isimlerinin açıklanmasını istemediği belirtiliyor.

Hemen dikkati çeken Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Mısır’ın koalisyona katılmaması oldu. Amerikan yönetiminin Gazze savaşının yarattığı rahatsızlık eşliğinde Arap müttefiklerini iknada zorlandığı iddiaları sızarken, ABD 5. Filosu’na ev sahipliği yapan Bahreyn sayılmazsa hiçbir Arap ülkesi ‘gönüllü’ görüntüsü vermek istemediği anlaşılıyor. Bu arada koalisyona katılmadıkları söylenen Suudi Arabistan, BAE ve Mısır Ocak 2024’ten itibaren ‘Küresel Güney’in öne çıkan yapılanması BRICS’in üyesi olacaklar.

En sıkıntılı Mısır. Süveyş kanalı gelir kapısı. Dolayısıyla Mısır Dışişleri Bakanı Samih Şükri Britanyalı mevkidaşı David Cameron ile ortak basın toplantısında “Kızıldeniz’deki ülkelerin Kızıldeniz’i koruma sorumluluğu vardır” vurgusu yapıp, “Seyrüsefer özgürlüğü için uygun koşulları sağlamak üzere birçok ortağımızla işbirliği yapmaya devam ediyoruz” dedi. Ne ki Refah Muhafızı’na katılımlarını duyurmadı.

Krizi Çin’le koordine ettiği anlaşılan Suudi Arabistan’ın ise Yemen savaşını bitirecek şekilde Husilerle anlaşma arayışı haberleri yansıyor. Yemen savaşı Suudiler ile ortakları BAE’yi çoktan ayrıştırmışken BAE’nin ismi de Refah Muhafızı’nda açıkça geçmiyor.

Son tahlilde dünyaya yansıyan görüntü ‘Refah Muhafızı’nın Batılı doğası. Tabii açıklanan ilk 10 ülkeye Yunanistan dahil olurken, Almanya durumu değerlendiriyor. Asya cephesinden ise Hindistan’ın kendine özgü adımı dikkat çekti. Yeni Delhi, resmi olarak koalisyona katılmadan Aden Körfezi açıklarına iki güdümlü füze destroyerini, INS Kochi ve INS Kalküta’yı gönderdi.

YA BİR UÇAK GEMİSİNDEN DUMANLAR YÜKSELİRSE?

 ABD meseleyi ‘uluslararası’ kıldı fakat nihayetinde her şey yine Amerikalılarda bitiyor. ABD’nin Kızıldeniz’deki USS Carney ve USS Mason destroyerlerine USS Laboon da katılmış durumda. Basra Körfezi’nden çıkıp tekrar bölgeye yollanan USS Eisenhower’a ek olarak Filipinler’deki görev yerinden Orta Doğu’ya sevk edilen USS Carl Vinson uçak gemisi grubu da çabası. ABD Orta Doğu’ya tam üç uçak gemisi grubu yığmış oluyor!

Peki Refah Muhafızı ne yapacak? Deniz eskortluğu bölgenin coğrafi koşullarında başlı başına sıkıntı. Müttefik filolarının füzelerinin Husi rampalarını vurması, keşif uydularının kamplarını aramak için çalışması, yüksek hassasiyetli mühimmatın harcanması gerekiyor. Birkaç milyon dolarlık pahalı füze sistemleriyle Husilerin birkaç bin dolarlık roket ve İHA’larını ne kadar süreyle avlayacakları soru işareti. Ayrıca uzmanlar geniş bir alanda devriye gezecek sınırlı sayıda savaş gemisi ile Yemen karasının yakınlığı ve Husi füzelerine karşı erken uyarı süresinin kısıtlı olması nedeniyle, başarılı bir savunma yapmanın zorluğuna dikkat çekiyor. Peki ya süper güç ABD’nin bir gemisi yahut uçak gemisinden dumanlar yükselirse?

Denklemin İran ayağı ihmale gelecek gibi değil. ABD’yle ‘vekalet savaşının’ uzmanı haline gelmiş İran yönetimi Ensarullah’ın arkasında olduğunu açıkça dile getiriyor. Nitekim Batı medyasında Husilere askeri saldırıdan söz edilirken, teskin edilemezlerse İran’ı da içeren planlamalara atıf yapılıyor. Fakat krizin Bab-ül Mendeb’i aşıp İran’ın Hürmüz Boğazı’nın kapatması riski eksik değil. Bu durumda Biden yönetimi 2024 başkanlık seçimi senesine Orta Doğu’da kontrolden çıkabilecek, en hafifinden petrol fiyatlarını zıplatacak bir çatışmayla girmeyi göze alabilir mi, sorusu doğuyor.

HUSİLER: AFGANİSTAN VE VİETNAM’DAN BETER EDERİZ

Teslim etmek lazım ki ‘baldırı çıplakların’ da gözü kara. Tehditlere boyun eğecek gibi görünmüyorlar. En son Gazze için savaşçı seferberliği başlatıp, Arap ülkelerine kendilerine yol açma çağrısı yaptılar. 2015’ten bu yana -ve öncesinde de- alışkın oldukları savaş hali, menzilleri 300-1200 km ve hatta bunu aşan çok sayıda balistik ve seyir füzesi, uzun menzilli İHA’ları, radar sistemleri ile hazırlıkları da eksik görünmüyor. 2019’da Suudi Arabistan’ın Aramco tesislerini vurarak Patriot’ların karizmasını çizmişlikleri de akıllarda.

Nitekim Refah Muhafızı’nın gözlerini korkutmadığını söylemekte gecikmediler. Husilerin Yemen ordusunun sözcüsü Yasin Sari, “Bizi 9 yıldır yok etmeye çalışıyorlar ve bunu tekrar yapmak isterlerse biz buradayız ve hazırız” diyerek meydan okudu.

Ensarullah lideri Abdul-Malik el Husi de televizyondan uzun ve detaylı bir açıklama yaptı. Refah Muhafızı’nı ABD’nin ‘ticareti koruma kisvesi altında’ İsrail’i korumaya yönelik bir adım olduğunu söylerken, “Nakliye hatları, İsrail düşman varlığıyla bağlantılı ya da işgal altındaki Filistin limanlarına giden gemiler hariç tüm gemiler için güvenlidir” diye tekrarladı. Gazze savaşının ABD sayesinde devam ettiğini söyleyen El Husi, Avrupa ülkelerini de ‘adaletsizlik, zorbalık, kibir ve ulusları yağmalayan güçler’ olarak nitelendirip, “Siyonist lobi Batılı rejimleri etkilediğinde, onları liberal değerleri bile terk etmiş gibi davranmaya zorluyor” dedi. “En büyük tehlike Kızıldeniz’i askerileştirmeyi amaçlayan Amerikan hamlesidir” vurgusu yapan El Husi, ekledi: “Amerika’nın ülkemize yönelik herhangi bir askeri eylemine karşılık verilecek ve Amerikan savaş gemilerini, çıkarlarını ve navigasyonunu füzelerimizin, İHA’larımız ve askeri operasyonlarımızın hedefi haline getireceğiz. Eğer Amerikalılar askeri birliklerini Yemen’e gönderirlerse, bilsinler ki Afganistan’da karşılaştıklarından ve Vietnam’da çektiklerinden daha ağır bir şeyle karşılaşacaklar.”

Doğrusu bu tabloda Biden yönetimi için ateşkesin maliyeti riskli bir çatışmadan çok daha az. Gazze çatışması ABD’nin ‘değerler ve kurallar’ dünyasını zaten temelinden sarsıyor. Ve meydan okumaları her geçen gün artırıyor. Son örneği, Malezya Başbakanı Enver İbrahim’in Malezya limanlarını İsrail taşımacılık şirketleri ve İsrail’e giden herhangi bir gemiye kapatması oldu.

ÇİN’İN GÜVENLİ KARA HATTI

Elbette Husilerin değiştirdiği denklemin, Orta Doğu’da nüfuzları artan iki ülkeye yaradığını belirtmeli: Rusya Federasyonu ile Çin Halk Cumhuriyeti. Nitekim Husiler, Rusya petrolü taşıyan tankerlere Bab-ül Mendeb’den geçit verirken, Cibuti’de limanı bulunan Çin savaş gemilerinin İsrail kargo gemilerinin yardım çağrısını reddettikleri haberi yankı yarattı.

Esasında Husilerin yarattığı güvenlik durumu birçok Çin gemisi ya da varış noktası Çin olan veya Çin’den yola çıkan gemi için de sorun. Ancak onların cazip bir alternatifi var: Tıpkı 2021’de Süveyş kanalındaki deniz kazasının yarattığı tıkanıklıkta olduğu gibi Çin-Avrupa demiryolu hattı. Rivayet o ki Çin’in Cosco şirketinin siparişleri artmakta. Global Times gazetesi keyifle, ‘Çin-Avrupa Demiryolu Ekspresi, Kızıldeniz’deki güvenlik endişelerinin ortasında küresel tedarik zincirlerini istikrara kavuşturuyor’ diye yazdı.

İsrail’in ise Kızıldeniz’deki limanı Eliat sinek avlıyor. Tabii İsrail, Çin’in dış ticaretinde yüzde 1’den azını teşkil ediyor. Oysa İsrail için Çin’le dış ticaretin payı yüzde 20 ile ifade ediliyor. Çinlilerin Tayvan üzerinden kendilerini sıkıştırmaya çalışan Biden yönetiminin donanma yığınağını Orta Doğu’ya çekmesini izlemesi de cabası… Dolayısıyla Gazze savaşında siyasi duruşunu ateşkesten yana net olarak koyan Çin Dışişleri Bakanlığı’na ‘Çin’in her zaman uluslararası su yollarının güvenliğini savunduğu ve sivil gemilere yönelik her türlü saldırı eylemine karşı çıktığı’ ve ‘büyük ülkelerin yapıcı ve sorumlu rol oynamaları gerektiğini’ vurgulayan bir açıklama yapmak kalıyor.

Kıssadan hisse.. BM Güvenlik Konseyi’nde İsrail’e kendini siper eden ABD, 193 ülkenin temsil edildiği BM Genel Kurulu’nda en son 172 lehte oyla ‘Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını’ teyit eden kararıyla karşı karşıya kalmış durumda. Durum ‘aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık’ misali. Buna bir de Biden yönetiminin Netanyahu’ya ocak ayına kadar Gazze’de ‘işini tamamlaması’ için süre verdiği iddialarını ekleyin… Ya Husiler ateşkes ve insani yardım şartlarının karşılandığı bir görüntüde İsrail’den Gazze’yi yeniden inşa etmesi ve Filistinlilerin evlerine dönmesine izin vermesi şartlarını koşarsa?

GÖRÜŞ

Yunanistan’la yeni sayfa hangi şartlarda açılabilir?

Yayınlanma

Yazar

Yunanistan ile yeni bir sayfa, pozitif gündem derken Başbakan Kiryakos Miçotakis bugün Ankara’ya geliyor. Bu, teknik olarak geçtiğimiz aylarda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Atina’ya yaptığı ziyaretin karşılığı; ama pek sıradan bir iade-i ziyarete de benzemiyor. Yunan Başbakanı bir Türk (Milliyet, 12 Mayıs) Cumhurbaşkanı Erdoğan da bir Yunan (Kathimerini, 12 mayıs) gazetesine röportaj verdiler. Her iki liderin üslubunda dikkat ve özen hâkim. Belli ki, ‘yeni bir şeyler’ kotarılmaya çalışılıyor.

Yıllardır Türk-Yunan gerginliğini, krizlerini, zaman zaman ortaya çıka(rıl)an yumuşama dönemlerini epeyce yakından takip eden birisi olarak pişmiş aşa su katmaya hiç niyetim yok; ancak, pişen aşın ne olduğunu, kimin için, nasıl ve kimler tarafından pişirildiğini tam bilemediğim için bir takım endişelerimi paylaşmak ve yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu sorunların nasıl çözüme kavuşturulabileceğine dair düşüncelerimi/değerlendirmelerimi paylaşmak isterim.

Önce bu yumuşama dönemine neden ve nasıl gelindiğini tahlil etmekle işe başlamak gerekir. Hatırlayacağınız gibi, 2020 yılının ikinci yarısında bir dizi krizin (Rusya ile İdlib krizi, Ocak-Şubat 2020 ve Mısır ile Libya krizi 2020 yazı) ardından bu defa da Yunanistan ile tam bir diplomatik-askeri krizin içinde buluvermiştik kendimizi. Uygulamakta yıllarca ısrar ettiğimiz yanlış ve ideolojik içerikli dış politika sonucu bütün bölgeyi aleyhimize döndürmüş, Mısır ve İsrail gibi Türk-Yunan sorunları konusunda her zaman tarafsız kalarak bizden yana bir tavır sergileyen ülkeleri dahi kendimize düşman etmiş ve Atina’yı bile askerî açıdan bize diş geçirebileceği hayallerine yönlendirmiştik. Neden olmasındı?

YUNANİSTAN EGE’DE ASKERİ OLARAK TÜRKİYE İLE ÇATIŞMA SİYASETİNDEN BUGÜNLERE NASIL VE NEDEN GELDİ?

Türkiye Mısır ile Libya konusunda kapışır – ki, 2020 yazında çok ciddi bir senaryoydu – ve silahlı çatışmalarda İsrail de Mısır’a biraz destek verirse, aynı anda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri ile adeta kan davalık görünen Türkiye’ye karşı Yunanistan Ege’de bir oldu-bitti operasyonu neden yapmasındı? Üstelik öyle bir senaryoda Fransa bile Yunanistan’a bir gecede yeterli sayıda Rafale uçağı ‘satabilirdi’. Hatta Ermenistan da Azerbaycan’a karşı Tovuz üzerinden açacağı cepheyi genişletir ve Türkiye’ye gününü göstermek mümkün olabilirdi. Atina 2016 yazında 15 Temmuz darbe girişimi olduğunda böyle bir askerî harekât yapabilecek derecede hazırlıklı olmadığına epeyce hayıflanmıştı. O yıllarda böyle bir yalnızlığın dış politika sanatının ruhuna aykırı olduğundan hareketle ciddi bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalıştığımda nev-zuhur dış siyaset uzmanları (!) tarafından epeyce çemkirilme seanslarına tabi tutulduğumu da burada not etmeliyim.

Adeta en kötü dış politikaya en güzel örnek yaratmak yarışmasında finale kalmışçasına ısrar edilen hatalı politikaların sürdürülemez olduğunu sonuçta Ankara da anlamak zorunda kaldı. Türkiye-Rusya hattında yaşanan normalleşmenin hızla ‘yakınlaşmaya’ dönüşmesi Türkiye’nin kırk dört günlük savaşta tam destek verdiği Azerbaycan’ın tarihi zaferini getirirken Ankara hızla Suudi Arabistan, BAE, Mısır ve hatta İsrail ile ilişkilerini toparladı. Üstelik bunu bir yıl gibi bir süreye sığdırmayı başardı. Bu serinin aksayan ayağı olarak Suriye kalmış olsa da özellikle 2021 yılının ikinci yarısından itibaren yaklaşan Ukrayna savaşına yönelik geliştirdiği fevkalade dengeli ve dikkatli politikası Yunanistan’ın ham hayallerini bir kez daha kursağında bıraktı.

Doğu Akdeniz’de Mısır ve İsrail ile ilişkilerini onaran, Suudi Arabistan ve BAE ile yeni ve temiz sayfalar açan, üstelik Ukrayna savaşında Atina’nın Moskova ile ilişkileri dip yaparken kendisi Rusya ile münasebetlerini her alanda geliştiren bir Türkiye’ye karşı Ege’de macera Mitsotakis ve Yunanistan için kelimenin tam anlamıyla intihar olurdu. Tovuz’a saldıran Ermenistan’ın başına gelenleri Atina’nın iyi incelemiş olduğuna hiç şüphe olamaz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘bir gece ansızın gelebiliriz’ sözü hiç de yabana atılacak gibi değildi. İşte bu noktada 2023 depremi kurtarıcı oldu. Tıpkı 1999 yılında olduğu gibi bu defa da Yunanistan kurtarma ekipleri gönderdi ve gerek Türk gerekse Yunan medyası bu konuyu köpürterek pozitif gündem ve yeni bir sayfa siyasetinin başlangıcı yapıverdi.

YENİ DÖNEMDE YENİ RİSKLER

Yunanistan konusunun iç kamuoyunda fazlaca ciddi bir gündem oluşturmadığı Türkiye’de Atina ile uzlaşmak, sorunları çözmek gibi laflar ortaya atıldığında karar alıcılar her zaman rahat hareket edebilirler; çünkü bu ülkeyle yaşanan sorunlar bizim iç politikamızda prim yapmak amacıyla pek kullanılmaz. Hatta dış politikayı iç politik gündem yapan bu hükümet zamanında bile bu konu fazlaca kullanılmadı. Fakat Yunanistan tarafında durum böyle değildir. Demokrasinin kötüye kullanılması diye adlandırılabilecek şekilde her parti ve her iktidar Türkiye konusunu adeta vıcık vıcık kullandı ve her sorunu içeriği, Yunan tezleri, kırmızı çizgileriyle kamuoyuna mal etti.

Bu yüzden Yunan hükümetleri açısından al-ver esasında bir müzakere süreci neredeyse imkânsız hale geldi. Bu yüzden Yunan hükümetleri hep bu mazerete sarılırlar. İşin kötü tarafı ise bu müzakerelere çoğu zaman aracılık eden Avrupa ve Amerika da ‘siz büyük devletsiniz, kendinizi Yunanistan ile mukayese etmeyin, daha cömert olabilirsiniz’ diyerek bütün siyasileri/kara alıcıları pohpohladılar. Bu defa buna izin vermemek gerekir. Eğer Yunanistan ile bir pozitif gündem oluşturulacaksa – ki, çok kutuplu dünya gerçeğinin Türkiye lehine ve Yunanistan aleyhine olduğunu Atina gayet iyi biliyor – o zaman Yunanistan ile sorunlarımızın Türkiye-AB gündemi içinde ele alınmasına veya sanki gerçekten varmış farz edilen Türkiye’nin AB üyelik perspektifine dayandırılmasına müsaade etmemek lazımdır. Kısacası sorunlar ikili müzakereler yoluyla ele alınmalı ve bugüne kadar Türkiye-AB müktesebatının kirlettiği/zehirlediği çerçevenin dışına taşınmalıdır.

Dendias’ın Ankara şovunda söylediği gibi, Yunanistan açısından mesele basittir: Türkiye-AB müktesebatına Atina’nın gayretleri ve Türkiye’nin üye olmasını istemeyen bilumum AB üyesi ülkelerin suç ortaklığıyla derç edildiği gibi Ankara Güney Kıbrıs Rum Kesimi’ni Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanımak ve Ege’de Yunan tezleri doğrultusunda tek sorunun en doğudaki Yunan egemenliğindeki adalarla Türkiye ana karası arasındaki kıta sahanlığının nereden geçeceğinin belirlenmesi için konunun Lahey Adalet Divanı veya Hakemlik Mahkemesi’ne gönderilmesini kabul etmek zorundadır. Bunun dışındaki sorunlar, örneğin Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı bir şekilde 12 mil hava sahası iddiası, gayri askeri statüdeki adaları silahlandırması, Ege’de statüsü belirlenmemiş adalar, bitişik adalar ve kayalar konusu vb. bütün meseleler Türkiye’nin Yunanistan’ın haklarını tartışmaya açmak amacıyla uydurduğu şeylerdir ve Yunanistan bu konuların müzakere edilmesini reddeder.

YUMUŞAMA HAVASI YARATILSA İYİ OLMAZ MI?

Olabilir ama ciddi riskleri de beraberinde getirir. Mesela Kıbrıs sorununun iki devlet temelinde çözülmesi gerektiği tezimizden milim taviz vermeden Yunanistan ile Ege’de bir yumuşama yaratabiliyorsak ne ala! Fakat hep yaptığımız gibi Atina’yı ürkütmeyelim, aman gücendirmeyelim diyerek gereksiz nezaket sergileyip kendi içimizde birbirimizi çözüm isteyenler ve istemeyenler diye suçlamaya gideceksek böyle bir yumuşama olmamalı; çünkü, KKTC’nin tanınması yönünde atılacak adımların tavsamasına yol açacağı gibi, KKTC içinde de federasyon yanlılarının ‘biz size söylemiştik, Türkiye iki devlet diye birkaç laf eder sonra da geri adım atar’ tezine haklılık kazandırırız.

Unutmamak lazımdır ki, Yunanistan İmparatorluğun son yüzyılında Osmanlı ile kavgalı olduğu zamanlarda da dost olduğu dönemlerde de hep kazançlı çıkmayı başarmıştır. Bunun sebebi de Avrupa’nın çoğu zaman Yunanistan lehinde tavır sergilemesidir. Bu lanet döneme Atatürk son noktayı koymuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs meselesi ve oradan Ege’ye genişleyen Türk-Yunan sorunlarında Ankara her zaman teyakkuzda olmuş ve Batı’nın Yunanistan lehinde girişimlerde bulunmasına izin vermemiştir. Fakat kabul etmek lazımdır ki, bu politikalar AB konusunun Türkiye’ye büyük bir medya kampanyasıyla yutturulduğu 1990’ların ikinci yarısına kadar sürdürülebilmiş ve ardından gelen yaklaşık yirmi yılda Avrupa Birliği süreci içerisinde Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan politikaları adeta altüst olmuş/edilmiştir. Son zamanlarda gösterilen basiret ve çok kutupluluk sayesinde elde edilen üstünlük ve avantajlar olmayan bir AB perspektifine heba edilmemelidir.

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

Hindistan’ın ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

Yayınlanma

Takip edenler bilirler, 19 Nisan’da Hindistan 18. genel seçim sürecine başladı ve 900 milyonun üzerindeki Hint seçmen 1 Haziran’a kadar 7 kademede sandık başına gidip, iki dönemdir iktidar koltuğunda oturan Başbakan Narendra Modi’nin Halk Partisi’nin (BJP) başını çektiği Demokratik ittifakının (NDA) veya muhalefetteki Kongre Partisi’nin başını çektiği Hindistan (INDIA) ittifakının lehine oyunu kullanacak. Şimdiye dek, 7 aşamalı olarak yürütülen bu seçim sürecinin tam ortasındayız, hatta ortasını da biraz geçtik. Dolayısıyla Hindistan’da tüm gündem seçim, Hint halkının tüm dikkati seçim… Peki, ulusal seçim atmosferi nasıl ilerliyor?

İlk söylememiz gereken şu, Hint halkının tüm dikkati seçim dedik ama seçmenin bir kısmı bunu katılımcı olarak değil de daha çok izleyici olarak gerçekleştirmeye karar vermiş gibi. Yani şu ana kadar katılım oranı genel itibarıyla beklenenden düşük düzeylerde seyrediyor. Beklenen yüzde 80 civarı idi, şimdilik gerçekleşen yüzde 60 küsurlarda. Bu ilk başta iktidar kanadını kaygılandırdı. Bunun temelinde BJP’nin kampanyasında merkezi bir temanın bulunmaması yatıyor. Bu, Modi’nin, Hindistan’ı küresel merkez sahnesine çıkaran küresel bir lider olarak projeksiyonuyla başladı, ardından 2047’ye kadar bir “viksit Bharat” (gelişmiş Hindistan) sunma vaadi ile beraber Ayodhya’daki Ram Tapınağı için Modi’yi yüceltmeye yöneldi. Ancak seçmen katılımının düşük olması genel seçimlerin ilk üç aşamasına da yansıdığı için bunların hiçbirinin seçmeni heyecanlandıramadığı anlaşılmış olmalı. Ki özellikle BJP seçmeninde bir kayıtsızlık ve alışılmamış bir moralsizliğin belirgin olduğuna ilişkin söylemler duyuluyor.

Aynı zamanda, her şeye karşın düşük katılımın ilk akla gelen nedeni, her iki tarafa oy verecek olan seçmen için de, nasıl olsa Modi üçüncü dönemi de kazacak, düşüncesi olabilir. Yani, oylama rakamlarında bildirilen düşüşe çok fazla anlam yüklememek gerekiyor. Ancak 2019’da Hint kuşağında elde ettiği muhteşem zaferin, BJP’nin ülke çapındaki yaklaşık 200 sandalyenin yüzde 90’ını kazanmasına yol açmış olduğu bölgelerde, iktidardaki doğal düzene ilişkin siyasi hayal kırıklığını gözden kaçırmak zor. Ve ilkini destekleyici bir diğer ilk akla gelen neden ise bazı seçim bölgelerindeki zorlu coğrafya koşulları olabilir. Ve bir üçüncü destekleyici neden olarak da beklenen seçim kampanyaları ile gerçekleşen seçim atmosferinin farklı bir hal alması biraz kafaları karıştırmış ve Hint seçmenine biraz da olsa etki yapıyor olabilir.

Evet, seçim süreci nadiren beklenilen konular üzerinden işliyor, çoğunlukla hem iktidar hem de muhalefet taraflarının kampanyaları beklenmedik yönlerde gelişiyor. Narendra Modi çoğu zaman kampanyalara Hindu-Müslüman unsurunu dahil etmeyi başarmış olsa da (özellikle Gujarat siyaseti yaptığı dönemlerde) aslında 2014 seçimleri büyük ölçüde Hindu-Müslüman meseleleri ve çatışmalarından uzak geçti. Modi konuşmalarında kalkınmadan ve seçildiği takdirde Hindistan’ı nasıl dönüştüreceğinden bahsetti; kadınların güvenliği, kişi başına 1,5 milyon rupi, her yıl 20 milyon iş gibi sözler verdi. 2019’da Pulwama-Balakot aracılığıyla ulusal güvenlik, seçimleri kazanmanın ana propaganda teması haline geldi. Bütün süreç boyunca Müslüman karşıtı söylem gizli bir akım olarak kaldı.

2024 seçimlerinde Ram tapınağı etrafındaki coşkunun propagandanın ana dayanak noktası olması bekleniyordu. Açık olan şu ki RSS-BJP’nin temel modülü, özellikle tarihin çarpıtılması ve geçmişin yüceltilmesi yoluyla Müslümanların ötekileştirilmesine dayanır. Seçimler söz konusu olduğunda RSS cepheleri zaman zaman çeşitli temalara başvurdu. Burada da ilk ana tema, Ram tapınağı kampanyasının gizli mesajı olan Hindu tapınaklarının Müslüman krallar tarafından yıkılmasıydı. Bu kez buradan mobilize olan / olduğu düşünülen (Hindu) seçmen düşüncesinin vermiş olduğu rahatlık ile Modi’nin kalkınma vaadini yerine getirdiği ve Hindistan’ın yakında büyük bir dünya gücü haline geleceği üzerine bir seçim mücadelesi vermesi bekleniyordu. Ancak üçüncü genel seçiminde Başbakan Modi’nin Gujarat’ta kullandığı söylemin bir kısmına geri döndüğü anlaşılıyor. Konuşmalarında tekrar tekrar Müslüman azınlığa gönderme yapılıyor.

Kongre manifestosu üzerine Kongre’nin iktidarı kazanması durumunda Hindistan’ın evli kadınlarının boyunlarındaki mangalsutraları (evli Hindu kadınların taktığı kutsal kolye) sökeceğini ve köylünün sahip olduğu bazı bufalolara el koyacağını defalarca öne sürdü. Dahası, Kongre manifestosundaki röntgen benzetmesi ile kast sayımı vurgusu Modi’nin Müslüman karşıtı anlatısı ile ilişkilendirildi. İkisi arasında bağlantı kurarak, Kongre’nin altın, para gibi değerli eşyaları bulmak için bir x-ray makinesi kullanmak ve bunları daha fazla çocuğu olanlara veya casus olanlara (her iki durumda da Müslümanlar kastediliyor) vermek istediğini ileri sürdü. Modi ayrıca Pakistan’ın Hindistan’da zayıf bir hükümet istediğini belirterek, Pakistan faktörünü de devreye soktu. Modi’nin iddiası, Pakistan’ın Balakot tipi bir tepkiden korktuğu ve Rahul Gandhi’yi Başbakan olarak istediği yönünde.

Hindistan’da birçok seçmenin zorlu sosyo-ekonomik koşulları göz önüne alındığında, tapınak teması tek başına BJP yöneticileri tarafından umdukları oy toplayıcı mekanizma işlevini yap(a)mamış gibi. Öyleyse partinin zaman içinde test edilmiş taktiğine, yani Müslüman karşıtı propagandaya geri dönmesi gerekli görülmüş gibi. Modi, Kongre’nin sosyal adalet önerilerini kasıtlı olarak yanlış sunarak, BJP’nin toplumsal gündemini Kongre manifestosuna bağlıyor gibi. Şu ana kadar Hindistan toplumunun zayıf kesimleri için adalet RSS’nin zayıf noktası oldu. Rahul Gandhi’nin rezervasyon ve pozitif ayrımcılık vurgusunun büyük çekiciliğiyle karşı karşıya kalan BJP, kotalara karşı çıkmadan Kongre’ye karşı çıkmayı deniyor. Bu nedenle Modi, Kongre’nin Müslümanlara rezervasyon hakkı tanımak istediği ve bunu geri sınıflar ve Planlanmış Kastlar/Kabileler (SC’ler/ST’ler) için ayrılan kotaları keserek yapacağı yönünde bir iddia da gündeme getirdi.

Modi, Müslümanların oylarına ihtiyacı olmadığını düşünüyor gibi görünüyor. Görünen o ki iktidar kanadında zafere giden yol, Hindu oylarını harekete geçirmekten ve Hindu mağduriyetine dair geleneksel iddia ve retorikleri canlandırmaktan geçiyor. Burada açıkça varılan sonuç şu olabilir: Başbakan Modi görevdeki geçmişinden ne kadar gurur duysa da bunun kendisine hak ettiğini düşündüğü görevi alması için yeterli olmadığına inanıyor gibi. Dolayısıyla duygusal, kimlik temelli konuları kullanma ve Kongre gündemini çarpıtma ihtiyacı hissediyor olabilir. Hindistan’da pek çok kişi onun muazzam popülaritesi, on yıllık görev süresi ve Kongre’nin sönük genel seçim performansları göz önüne alındığında, onun Kongre’yi küçümseyerek görmezden geleceğini düşünüyordu. Oysa şimdi bunun yerine konuşmalarında Kongre her zaman karşımıza çıkıyor.

Öte yandan, Modi’ye karşı çıktığı on yıl boyunca her şeyi denemiş olan Rahul Gandhi’nin, kendi tarzındaki siyasetin işe yaramayacağına karar verdiği anlaşılıyor. Onun eski aile geleneğine, Indira Gandhi tarzı retoriğe dönmesinin çok daha iyi olacağı kanaati hakim olmuş gibi. Rahul Gandhi dine odaklanmıyor ancak Hindistan’da başka bir kimliğe dayalı keskin sadakate hitap ediyor: kast. Bunu eski tarz kıskançlık siyaseti ve zenginliğin yeniden dağıtılması vaadiyle birleştiriyor. Dolayısıyla Kongre kampanyası da beklenmedik bir hal almış gibi. Son genel seçimde Rahul Gandhi, doğrudan Başbakan Modi’ye karşı çıkmayı gözeten bir siyaset izledi ve seçmenler ona inanmadığı ve Modi’nin dürüstlüğüne inandığı için BJP’nin ezici bir üstünlük elde ettiğini gördü. Ancak bu kez Rahul Gandhi annesinin ve büyükannesinin yaklaşımlarına geri dönmüş gibi.

Annesi Sonia Gandhi 2004 ve 2009’da yoksullara seslenmiş ve onlara Kongre’nin refah tedbirleriyle onların çıkarlarını gözeteceğini söylemişti. 1971’de büyükannesi Indira Gandhi sanayi işçi sınıfına ve köylüye, zenginlerin onları fakir tutması nedeniyle fakir olduklarını söylemişti. Eğer seçilirse zenginleri kısıtlayacağına, onların haksız yere elde ettikleri servetlerini alıp fakirlere dağıtacağına söz vermişti. Rahul Gandhi’nin mesajı bu kez annesinin 2004’te yetiştirdiği seçmen kitlesine hitap ediyor ancak seçmenlere vaat ettiği şey çok farklı. Sonia Gandhi zenginleri tehdit etmeden fakirlere yardım edeceğine söz vermişti, ancak Rahul Gandhi zamanda daha da geriye giderek, büyükannesi Indira Gandhi’nin retoriğini benimsemiş gibi.

Konuşmalarının çoğu doğrudan kast piramidinin en altındakilere hitap ediyor. Üst kastların Hindistan’da iş dünyasından hükümete, adaletten medyaya kadar her şeye nasıl hakim olduğuna defalarca dikkat çekiyor. Kasıtlı bir çarpıtma ile BJP’nin Anayasayı değiştirebilmek ve rezervasyonları kısıtlayabilmek için Parlamentoda 400 sandalye istediğini öne sürüyor. Bu, BJP’nin Kongre’nin Hindu mandalarını Müslümanlara vermek istediği yönündeki iddiaları kadar kasıtlı bir çarpıtma gibi görünüyor. Bu, Rahul Gandhi’nin ılımlı söylemlerden agresif söylemlere doğru bir kayma yaşadığına dair bir tanıklık.

Şu an itibarıyla BJP’nin açık ara önde olduğu ve üst üste iki dönem görev yaptıktan sonra son 10 yılda müthiş bir IT hücresi ile beraber aşırı olumlu ana akım medyanın desteği aracılığıyla yürütülen propagandaya karşın hükümet sicilini göz ardı ederek RSS ötekileştirme siyasetini ana kampanya malzemesi olarak seçen Narendra Modi’nin bir sonraki hükümeti kuracağı neredeyse kesin görünüyor. Peki Hindistan nüfusunun yaklaşık yüzde 15’ini kasıtlı olarak yabancılaştırmaya kalkıştıktan sonra, görevde kaldığı on yıl boyunca sergilediği otoriteyle ülkeyi yönetebilecek mi?

Ve olur da muhalefet hükümeti kurarsa, o zaman Rahul Gandhi’nin seçim kampanyası aslında bir kast fırsatçılığı ise? Indira Gandhi’nin zenginleri baskılama politikasının Hindistan ekonomisine verdiği ciddi zarar? Bunlar ancak seçimler bittikten sonra Hindistan’ın karşı karşıya olabileceği potansiyel sorgulamalardan ilk akla gelenler ya da en çarpıcı olanlar… Bekleyip göreceğiz…

Okumaya Devam Et

GÖRÜŞ

9 Mayıs

Yayınlanma

Yazar

Anlatı

Biz hepimiz, Sovyet dünyasının dışındaki herkes İkinci Dünya Savaşına dair birbiçim savaş anlatısıyla büyüdük: en çok da sert, bazen hayvani, ama çoğunlukla budala Alman askerleri ve gözünü budaktan esirgemeyen Amerikalı veya Britanyalı subaylarla onlara yardım eden direnişçiler kazılıdır hafızalarımıza. Sonra, biraz daha büyüyünce toplama kamplarıyla tanışmaya başladık; bu defa vahşi nazi askerlerinin karşısında batı Avrupalı uygar Yahudiler, Fransızlar, Britanyalı ve Amerikalı savaş esirleri, biraz da nadiren, dillerini bilmediğimiz (çünkü bütün kahramanlar ya dublajla bizim dilimizde konuşur ya da karelerin altındaki bantlarda bizim dilimizde yazarlar) hepsi de ürkek gözlerle bakan başkaları (“Ruslar”) çıktı karşımıza; bu ikinciler karınca gibi çok olduğunda bile başrole yükselemediler. 

Bu filmlerin klişesi üç ayaklıydı: 1) bizimkiler — yani kahramanlar, bizimle aynı dili konuşanlar, yani filmleri ekrana yahut perdeye düşmesine izin verilenler; 2) onlar — yani kötüler, film boyunca “ha” ve “hu” hecelerinin ağır bastığı, anlaşılmaz, sert bir dilde konuşanlar; 3) diğerleri — dilsizler, yaşamaları kimsenin umrunda olmayıp ölümleri de bizimkilerle ilişkilendirildiği ölçüde anlam taşıyanlar, gereksiz değilse bile anlamsız bir karınca sürüsü.

Henüz internetin olmadığı eski güzel zamanlarda hasbelkader gelen tek tük filmleri izlemeye koşmadıysa yahut daha sonra bilgisayar ekranında Hollywood’dan fırsat bulup da tıklamadıysa, bu barbar karıncalar pek az insanın ilgisini çekmiş olmalı. Bu yüzden hakim anlatı gücünü korumaya devam ediyor ve savaşın tarihi her zamanki gibi galibin gözünden yazılıyor. 

Galip, düşmana diz çöktüren değildir; galip, kendini galip olarak sunma gücüne ve bunun ideolojik vasıtalarına sahip olandır. Kanını dökerek kazanan bu ideolojik vasıtalara sahip değilse her zafer kolaylıkla Pirus zaferine dönüşebilir. Böylece, sahte bir anlatı düzerseniz eğer (ve ideolojinin gücü orada yatar) onu gerçeğin yerine koyabilirsiniz.

Oysa hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar tartışma götürmez hakikat şudur ki, zafer ancak Sovyet halkları sayesinde mümkün olmuştur.

1994 yapımı bir film var; adı: Fatherland. Klişe bir hikaye, alternatif tarih — her şey farklı bitmiş, faşist ordular Leningrad’ı, Moskova’yı, Stalingrad’ı ele geçirmiş, Normandiya çıkartması başarısız olmuş, Londra hükümeti Kanada’ya kaçmış, ABD ve Almanya arasında atom bombası sayesinde bir stratejik denge oluşmuş; Hitler şeker bir ihtiyar, bir Alman vatanseveri; ama ansızın soykırımın kanıtları saçılır ortalığa ve Hitler’in doğumgünü için Berlin’e gelen Kennedy son dakikada görüşmeden vazgeçer. Eh, ne de olsa “hür dünya”, demokrasi, hümanizm. Gene de, bu alabildiğine ırkçı, batıcı alternatif tarihte bile reddedilemeyen tek şeydir, Sovyet halklarının inat, azim ve kararlılığı: Urallara kadar çekilmiş olan Kızıl Ordu Stalin’in önderliğinde inatla direnmeye devam etmektedir — ama belki de tıpkı Hitler’in vazettiği gibi doğulu barbarlar olduklarındandır bu.

İşbirlikçilik

Hollywood tarihi, pop tarih, emperyalist tarih bize işbirlikçiliği, Avrupa’nın tamamının nazi çizmeleri altında inlemek şöyle dursun nazi işbirlikçiliğiyle malül olduğunu, ve bütün bu faşist güçlerin bir olup Sovyetler Birliği üzerine saldıran faşist haçlılara katıldığını anlatmaz yahut çok az anlatır. 

Faşist orduların milli bileşimiyle ilgili somut bir veri yok; ama bu bileşimi az çok eksiksiz yansıtan başka bir şey var: savaş esirlerinin milliyetleri.

28 Ocak 1949 tarihli bir rapor, Sovyetler Birliği İçişleri Halk Komiserliği’nin savaş esirleriyle ilgili dairesi tarafından hazırlanmış. Mümkün olduğunca anlaşılır kılmaya çalışarak özetlemeye değer. Bu tarih itibariyle kamplarda bulunan sayıca en kalabalık savaş esirleri Almanlar (2 milyondan fazla); onları Macarlar, Rumenler, Avusturyalılar, Çekoslovaklar, Polonyalılar ve Fransızlar takip ediyor. Uyruğu bulunduğu ülkenin 1939 nüfusuna oranla en kalabalık esirler Macarlar; arkasından Almanlar, Avusturyalılar, Rumenler, Çekoslovaklar, Moldovalılar, Estonyalılar, Lüksemburglular geliyor.

pastedGraphic.png 

pastedGraphic_1.png

Bu insan potansiyeline bir de sanayi potansiyelini eklemeli. 1941 ortası itibariyle faşist Almanya , üstelik Avusturya ile birlikte, işgal ettiği alanlarla ve müttefikleriyle topraklarını 5,9 katına, nüfusunu 3,7 katına, elektrik enerjisini 2,1 katına, kömür üretimini 1,9 katına, demir cevheri üretimini 7,7 katına, bakır cevheri üretimini 3,2 katına, boksit üretimini 22,8 katına, petrol üretimini 20 katına, dökme demir üretimini 2,3 katına, çelik üretimini 2,2 katına, alüminyum üretimini 1,7 katına, hububat üretimini 4 katına, büyükbaş hayvan üretimini 3,7 katına, domuz üretimini 2,4 katına, yün üretimini 7,1 katına çıkarmıştı. Ve bütün bunlar esas itibariyle müttefiki ülkelerdeki tarım ve sanayi altyapısıyla kazanılmıştı — yani işbirlikçileri sayesinde. Başka deyişle, bütün Avrupa faşist Almanya’nın savaş makinesine çalışıyordu ve hiç de gönülsüz çalışmıyordu. Bir avuç komünist, antifaşist, direnişçi bir kenara konulacak olursa Avrupa açısından emsalsiz bir işbirlikçiliktir bu. 

Bölüşüm

1939 temmuzunda, Göring’in ekonomi müsteşarı Helmuth Wohltat bir balina avcılığı konferansına katılmak için Londra’ya geldi. Konferans gerçekte Wohltat ile Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson ve başbakan Chamberlain’in gölge dışişleri bakanı diye anılan Horace Wilson arasındaki görüşmeler için perdeydi. Faşist Almanya’nın Londra büyükelçisi Herbert von Dirksen’in Berlin’e gönderdiği rapora göre Wilson, “Chamberlain’in de onayladığını açıkça belli ettiği” bir ortak eylem programı sundu. Program şunları içeriyordu:

1) Siyasi planda. İki ülke arasında Çin ve Rusya’ya (Sovyetler Birliği’ne) karşı Japon ve Alman saldırganlığının “saldırganlık ilkesi dışında tutulacağı” bir saldırmazlık paktı ve keza ikisi arasında “geniş alanların sınırının belirlenmesini içerecek” bir müdahalesizlik paktı. 

2) İktisadi planda. Afrika’daki eski Alman sömürgelerinin geri verilmesi; Almanya için hammadde temini, sınai pazarlar, borçlar meselesinin kapatılması ve “karşılıklı mali yardım”. Bu sonuncusunda “doğu ve güneydoğu Avrupa’nın tadilatı” öngörülüyordu. 

Wilson bununla yetinmedi: 

“… açıkça, bir saldırmazlık paktı imzalanmasının İngiltere’ye Polonya’ya yönelik yükümlülüklerinden kurtulma imkanı vereceğini söyledi.” 

Wohltat Almanya’ya döndükten sonra görüşmeleri bir de kendi kaleminden rapor etti. Burada elçinin raporundan farklı olarak Wilson’un şöyle dediğini de belirtir: “Fransa ve İtalya’yı daha sonra katmak gerek.” Britanya tarafının doğu ve güneydoğu Avrupa’ya Alman yayılmasına bir itirazı yoktu, ancak: “İngiltere sadece Avrupa işlerine dahlinin korunmasını istiyor.” Sömürgelere gelince, Britanya hükümeti Afrika’da “müşterek hakimiyet” önermişti. Ve sadece Afrika da değil: “Sir Horace Wilson vedalaşırken, Avrupa’nın bu iki büyük sanayi devletinin ortak bir dış ticaret siyaseti sürdürmesini mümkün gördüğünü söyledi.” Ama dünya ikisinden ibaret değildi, ABD de vardı ve Hudson bu paylaşım planına ABD’yi de dahil ediyordu: “Rusya’yı, Çin’i ve Avrupa devletlerinin muhtelif sömürgelerini sermaye genişlemesi için neredeyse sınırsız açılımlar sunabilecek ve bizim, Almanların ve ABD’nin ağır sanayisi için pazar olarak işlev görebilecek yerler olarak telakki ediyor.” 

Gerçekten de, Sovyet dış istihbaratının 24 Temmuz tarihli ve ABD  kaynaklı bir raporu, eski ABD Başkanı Herbert Hoover’dan, onun döneminin (ve sonrasının da) etkili diplomatlarından Francis White’a ve Foreign Office Denizaşırı Ticaret Departmanı Başkanı Robert Hudson’a kadar uzanan bir Nazi yanlısı mali destek ağını ortaya seriyor ve bunları Wall Street simsarlarıyla ilişkilendiriyordu. … Hoover, Wall Street simsarları ve belki Cumhuriyetçi Parti’nin de Hitler’in yükselişindeki mali rolünü gösteren son derece önemli bir belgedir bu.” 

Demek ki Britanya hükümetinin faşist Almanya’ya ABD’yle birlikte emperyalist ortaklık teklifi şunları kapsıyordu: dünyanın Britanya, Almanya ve ABD arasında paylaşılması; bu kapsamda doğu Avrupa’da ve Sovyetler Birliği’nde Alman yayılmasının kabulü; Britanya’nın en yakın müttefiki Fransa’ya sömürgelerinden yoksun bırakmaya yönelik ayaküstü ihanet ve Polonya’nın da alenen satılması.

Olayların bundan sonraki gelişimi bu planı uygulamaya imkan bırakmadı; ama sadece 1939 temmuzunda değil, martta Çekoslovakya’da, önceki yılın eylülünde Münih’te, daha önce Anschluss’ta, daha önce Vestfalya’da… ve hatta sadece bütün bu dönüm noktalarında değil faşistlerin iktidara yükselişinin ardından her aşamada plan, tamı tamına buydu. 

Tek amaç,  dünyayı faşist Almanya, ABD ve Britanya arasında paylaşmak, Sovyetler Birliği’ni faşist Almanya’nın önüne atmaktı.

Oysa bugün komünizm ve faşizmi eşitleme siyaseti tam gaz ve üstelik en çok Avrupa’nın sözümona solcuları, yani gerçekte soldan başka her şey olan bugünün sosyal-demokratları, yeşilleri ve liberalleri tarafından yapılıyor bu; “soğuk savaşın” “tiranlığa” karşı demokrasi mücadelesinin devamı sayılması bu tarih yazımının alametifarikasıydı zaten, ama 2022’den bu yana bütün sınırlar aşıldı. Artık faşistler kahraman, faşizme karşı savaşanlar düşman ilan ediliyor. Geçen yılın sonu itibariyle sadece Polonya’da toplam 561 Sovyet savaş anıtından (buna mezarlar da dahil) 468’i tamamen yok edilmişti; her biri demokrasi incisi Baltık ülkelerinde bu vandallığın hesabı da tutulmuyor; Belarus dışında bütün doğu Avrupa ülkelerinde Sovyet anıtlarındaki orak çekiçler, yıldızlar, kızıl bayraklar sökülüyor.

Bütün bunlar, tarihin gördüğü en büyük vandallık saldırısıdır. 

Sağduyu

Geçen yıl Kazakistan’da milli mesele üzerine yazarken şöyle demiştim: “Burada milli meselede en çok dikkat çeken birinci faktör, Kazakistan’daki Rus etnisitesi açısından Sovyet tarihinin Rus milli kimliğiyle artık tamamen örtüşmesidir. Başka deyişle, ideolojik-siyasi değil ama tarihi-duygusal bir bütünlük var.” Aslında aynı şeyi, şu veya bu ölçüde, bütün Rusya halkı için de söylemek mümkündür: kurtuluş teolojisine yakınsayan bir ortodoksluk veya düpedüz imparatorluk geçmişini savunurken Sovyet sosyalizminin de propagandasını yapan akımlar ancak burada bulunabilir. Bu çokrenklilik Sovyet geçmişinin yarattığı kaçınılmaz bir ideolojik bütünlüğün sonucudur; eklektik niteliği bunların sosyal adaletçi niteliğine zarar vermez. 

Bütünlüğü sağlayan temel halka faşizme karşı zaferdir. 

Ukrayna meselesine Rusya halkının yaklaşımı batıda büyük Rus şovenizmiyle, Kremlin propagandasıyla, Putin’in barbarca saldırganlığıyla, Kiev’de Avrupa’yı savunan demokrasi kalesine karşı Moskova’daki totalitarizmle, vb. “açıklanıyor”. Bunların hepsi de yanlıştır, hepsi de gerçek hayatta hiçbir karşılığı olmayan sanal bir takım ideolojik varsayımlara dayanır. 

Buna karşılık Rusya halkı İkinci Dünya Savaşı ve günümüzdeki olaylar arasında tartışma götürmez bir neden-sonuç ilişkisi görüyor: tıpkı İkinci Dünya Savaşı’nda faşizme karşı savaşta olduğu gibi, Kiev’de ABD ve müttefiklerinin eliyle kurulmuş liberal-faşist ittifakına karşı silahlı mücadele. 

Ve bu, iktidar propagandasının değil sağduyunun sonucudur. 

Yıllar önce, siyaset ve tarih çalışmalarıma başlamadan önce, bütün bunlara bir “ideoloji” temeli atmak gerektiğini düşünmüş ve aşağı yukarı küçük bir broşür ölçeğinde yazmıştım çıkarımlarımı; orada şöyle demiştim: 

“(1) Halk insanının… kafa yapısının öğeleri, “kanılar, inançlar, ayırt etme ölçütleri ve davranış kurallarıdır.”

(2) Bütün bunlara karşı ağzı laf yapan bir entelektüel inandırıcı kanıtlar ileri sürdü diye, halk, onları (yani onlara olan inancını) değiştirmez.

(3) Bu inanç, her şeyden önce, üyesi bulunduğu toplumsal gruba yöneliktir; halk, kendi grubu içinde muhakkak kendisinden daha akıllı insanlar bulunduğuna ve bunların, bütün bu normları kendisinden daha iyi ifade edeceğine inanır.

(4) İnanır, çünkü bir defa inanmış bulunmaktadır.”

Bunlar resmi ideolojinin potansiyel gücünü gösterir ama o güç aslında sağduyuya dayanır.

Ve sağduyu, maddi dünyanın sezgisel, doğru kavranışıdır; resmi propaganda sağduyuyu destekliyorsa, ancak o zaman karşılık bulur.

“Rusya…”da, iktidara sunulan desteğin altında Sovyet ilişkiler sisteminin (devlet-toplum ilişkileri, etnik gruplar arasındaki ilişkiler, aile ilişkileri, insan ilişkileri, asker-sivil ilişkileri; yani sadece sosyalist üretim ilişkileri değil (ve bu artık tali bir taleptir) esas olarak bir “değerler sistemi”) restorasyonu arzusunun yattığını yazmış ve bunun “toplumun demokratik tohumlarını yansıttığını” vurgulamıştım. İktidarın uygulamaları bu arzuyla örtüştüğü ölçüde demokratik ve ilerici bir nitelik taşır. 

Bütün bu ilişki biçimleri bir şeylerin muhafazasını hedeflediği ölçüde muhafazakardır; ama bu hiç de siyasi muhafazakarlık anlamına gelmez. Bu ilişki biçimleri tarihten kopup geliyor ve doğruluğu sağduyuya dönüşmüş olarak yaşamaya devam ediyor.

“Gel ve Gör”

Gel ve Gör, faşist Almanya ve müttefiklerinin Sovyetler Birliği’ne karşı açtığı savaşın şiddetini en çıplak gösteren filmlerden biridir. Son sekansında filmin kahramanı olan çocuk, yüzü benzersiz bir dehşet içinde, omzuna ilk defa yüklendiği tüfekle, gözlerini yerdeki çamura bulanmış Hitler portresine diker. Sonra kaldırır tüfeği, çeker kızağı, doğrultur Hitler’in yüzüne ve basar tetiğe. Zaman geriye akar: siyah beyaz karelerde Hitler ölüme gönderdiği çocukların yüzünü okşar — ve basar gene tetiğe — ateş ve demir, alevler içinde yıkılan binalar, gemiler enkazını toplar, birleşir; bir toplama kampında çizgili üniformaları içinde ölüme yürür rahibe kılıklı birkaç kadının eşliğinde kadınlar ve çocuklar (bütün bu geriye akışa tezat olan tek sahne), bir uçak filosu geriye uçar, gerisin geri yürüyerek mevzilerine döner askerler, bir tanktan yükselen dumanlar küçülür, yanan köylerin alevi, ölülerinin başında ağlayan kadınlar, çiçeklerle karşılanan Hitler, sağ eliyle faşist sembolü yapan sevimli bir çocuk, neşe içinde kadınlar, mutlulukla gülümser Hitler. Asıl tetiğe — uçaklardan dökülen bombalar haznelerine yükselir; yanmış ve kurşuna dizilmiş cesetler, çöken bir binanın ön cephesi düştüğü yerden kalkar; nazi birlikleri gerisin geri yürür; Çekoslovakya, Münih’te imzayı atan kalem siler imzasını. Asıl tetiğe — Anschulss, Kristalnacht, namlular karşısında elleri havada siviller, paraşütçüler atladıkları uçağa geri dönerler, nazi subayının ihtiyar bir kadına şaklayan kırbacı. Bir daha, bir daha: çılgın kalabalıklar, yanan kitaplar havalanıp geri döner atan ellere, yahudilerin dükkanlarına Davut yıldızını çizen el şimdi siler. Asıl, asıl — ve asıldıkça zaman geriye akmaya devam eder: Münih darbesi, Hamburg ayaklanması, sonra caz kulüplerinde çılgın eğlenceler, harb-i umuminin solgun kareleri, o da nesi: Alman ordusunda bir onbaşı. Asıl tetiğe — mezuniyet, ilkokul, ve sonra… sonra anasının kucağında bir bebek. Delirmiş gözler önce anneye bakar, sonra bebeğe kayar — besili, yanaklarının allığı siyah beyaz karede bile belli, tombul bir oğlan. Gözlerinin altı gözyaşlarının tuzuyla örtülmüş, alnı ölüm döşeğinde bir ihtiyar kadar kırışık delikanlı bakar öylece, bakar, kıpkızıl yanar bir köy ve delikanlı bakmaya devam eder ve ancak o zaman kırpar gözlerini. Şimdi delilik değil şefkattir, bir damla yaşın yuvarlandığı gözlerinde. Bir daha da basamaz tetiğe.

Bebeği Hitler de olsa öldüremeyenlerin zaferidir büyük zafer.

Şan olsun!

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English