Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim saldırısından sonraki bir ay epey debdebeli geçti ve Gazze’de devam eden savaşın hem Filistin hem de İsrail tarafı açısından büyük değişimler getirdiği muhakkak. Nihayetinde Filistin, İkinci İntifada’dakine benzer türden bir viraj aldı ve İsrail, eski statükonun sürdürülemeyeceğinin farkında. İşgal rejimi, şimdi galip gelenin kendi barışını karşıdakine dayatacağı bir alternatiften ötesini göremiyor.


Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Daniel Lindley

Ebb Magazine

9 Kasım 2023

“Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor, ömrümüz boyunca onları bir daha yanarken göremeyeceğiz.” — Sir Edward Grey, Avrupa’nın savaşa girmesinin kaçınılmazlığı üzerine, 1914.

İsrail devleti şu anda uçurumun eşiğinde duruyor. Seymour Hersh’ün “Netanyahu’nun işi bitti” başlıklı makalesinde, “Hamas’ı açlıktan öldürmek ya da Gazze’de 100 bin kadar insanı öldürmek” arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu ikilem oldukça veciz bir şekilde ifade edildi. Hamas’ı yok edememek Siyonist sömürgeci proje açısından yıkıcı bir mağlubiyet olacaktır zira bu, devletin halkını tüm sömürgeci yerleşimcilerin korktuğu türden şiddetli bir yerli ayaklanmasından koruyamayacağının kabulü anlamına gelecektir. Ancak böyle bir hedefe ulaşmak, bir AB diplomatının deyimiyle “büyük bir etnik temizlik” olmadan muhtemelen imkânsız. Likud’lu Knesset üyesi Ariel Kellner, 7 Ekim’de “tek bir hedefleri olduğunu” açıkladı: “Nekbe! 48’deki Nekbe’yi gölgede bırakacak bir Nekbe. Gazze’de Nekbe ve kalmaya cesaret edecek herkes için Nekbe!”

Açık sözlülüğü aydınlatıcı olsa da onun ve benzer tehditlerin gözden kaçırdığı en ciddi dinamik, Orta Doğu’nun 1948’den bu yana epey değişmiş olması. Filistin direnişi hiç bu kadar hazırlıklı olmamıştı, İsrail’in geniş bölge üzerindeki askeri hakimiyeti azaldı ve baş hamisi ABD düşüşe geçti. Bu da İsrail’in ciddi sonuçlar doğurmadan etnik temizlik yapabileceği günlerin geride kaldığı anlamına geliyor. Bu durum bizi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Arşidük Franz Ferdinand suikastının intikamını almak için Sırbistan’ı işgal etmesi gerektiğine inandığı, fakat bunu yapmanın kaçınılmaz olarak Rusya’nın müttefiki ile dayanışma içinde savaş ilan etmesi anlamına geldiği ve bu noktada Avrupa çapında savaşın kaçınılmaz hale geldiği 1914 Temmuz Krizi ile pek çok benzerlik taşıyan tarihi ana getiriyor.

Batı basını, 7 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili haberlerinde İsrailli sivillerin Filistinli savaşçılar tarafından öldürülmesine odaklanırken bazı İsrailli görgü tanıklarının sivillerin Gazze’ye rehine götürülmesini engellemek amacıyla kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü bildirmesi detayları belirsiz hale getirdi. Eğer Hamas liderliği hesaplanmış bir tırmanma stratejisi izlemeye başladıysa, bu durum Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniye’nin 5 yıl önce İsrailli nişancıların 214 Filistinliyi öldürdüğü ve 36 bin 100’den fazlasını yaraladığı Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gandi portresi önünde şiddet içermeyen gösterileri desteklediği dönemden belirgin bir şekilde farklı olacaktır.

Batı basınında pek dikkat çekmeyen, ancak 7 Ekim’in muhtemelen en önemli tarafı, İsrail ordusunun Filistinli militanların doğrudan saldırısı karşısında hakikaten şok edici bir şekilde çökmesiydi. Hamas öncülüğünde çeşitli askeri üslere ve karakollara düzenlenen saldırıda yüzlerce İsrail askerinin öldürüldüğünü biliyoruz; sahiden de birkaç İsrail kenti iki gün boyunca Hamas’ın askeri kontrolü altındaydı ki bu daha bir ay öncesine kadar düşünülemeyecek bir senaryoydu. 1948’den bu yana hiçbir Arap askeri gücü İsrail’in orijinal sınırları içindeki toprakları ele geçirip elinde tutamamıştı; bunu İsrail’in düşmanları arasında askerî açıdan en zayıf güçlerden biri olan Hamas’ın başarmış olması bilhassa utanç verici.

İsrail gibi bir yerleşimci devlet için, düşmanlarının askerî açıdan kendisine meydan okumaya cesaret bile edememesi için baskın bir askeri güç imajı yansıtmak mecburi. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, bu mantığı 2002 yılında şöyle izah etmişti: “Ben [zaferi] çatışmanın başından itibaren tanımladım: Filistinlilerin terör ve şiddetin bizi yenemeyeceğini, bizi pes ettiremeyeceğini oldukça derin bir şekilde içselleştirmesi. Eğer bu derin içselleştirme çatışmanın sonunda mevcut olmazsa, İsrail’e dönük varoluşsal bir tehdit içeren stratejik bir sorunumuz olacaktır. Eğer bu [ders] Filistinlilerin ve Arapların bilincine kazınmazsa, bizden taleplerinin sonu gelmeyecektir. Askeri gücümüze rağmen bölge bizi daha da zayıf olarak algılayacaktır.”

Hamas savaşçılarının askeri üsleri ele geçirdiği ve yerleşim yerlerinden engellenmeden geçtiği görüntüler İsrail’in caydırıcılık kapasitesine vurulmuş yıkıcı bir darbe, belki de devletin varoluşundaki en büyük darbedir. Onların mantığına göre, buna verilecek tek tatmin edici tepki, genel manada statükoya dönmeden önce sivillere yönelik olağan misillemeler değil, böyle bir saldırının bir daha gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldıracak bir şeydir. İsrail Savunma Bakanı, amaçlarının sadece “tüm Hamas görevlilerine ulaşmak olduğunu, onları yok etmeden görevi sonlandıramayacaklarını” ve bunun “Gazze’deki son harekât olduğunu, zira bundan sonra Hamas’ın olmayacağını” resmen ifade etti. Gazze Şeridi’nde Hamas’a sunulan yaygın destek ve İsrail’in Hamas’ın tüm mensupları öldürüldükten sonra Gazze’yi kimin kontrol edeceğine dair herhangi bir planının olmaması göz önüne alındığında, bu hedefler —eğer Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya sürerek etnik temizlik yapma niyeti olarak yorumlanmıyorsa— pek pratik görünmüyor. Bu durum, Gazze’deki tüm nüfusun Sina’ya sürülmesini açıkça onaylayan 13 Ekim tarihli İsrail İstihbarat Bakanlığı belgesinin yakın zamanda sızdırılmasıyla daha da pekişti.

Bölgesel gericiler ve Direniş Ekseni kırmızı çizgiler belirledi

İsrailli politikacıların asıl maksadın bu olduğunu ağızlarından kaçırmış olmaları, bölgedeki kilit aktörlerin İsrail’in bunu yapma niyetine çoktan ikna olmuş olmalarından ve etnik temizliğin kırmızı çizgi olduğu konusunda ortak bir tepki vermiş olmalarından daha az önemli. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi, “Filistinlileri Sina’ya yerleştirmenin Mısır’ı İsrail’e karşı savaşa sürüklemek anlamına geldiğini” ifade etti. Mısır anayasası, Cumhurbaşkanı’nın parlamento onayı olmadan savaş ilan etmesine izin vermiyor ama Arap İşleri Komitesi Müsteşarı Eymen Muhsab, CNN’e yaptığı açıklamada Mısır parlamentosunun, “Sisi ve Mısır ordusuna savaş açmak da dahil olmak üzere ülkesinin ulusal güvenliğini koruma konusunda gereken tüm tedbirleri alma yetkisi vermeyi kabul ettiğini” doğruladı. Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Sefadi de “Filistinlileri anayurtlarından tehcir etmeye dönük her türlü girişimin savaş ilanı olduğunu” ifade etti. Bu beyanlar, söz konusu liderlerin savaşa en ufak bir heves duydukları şeklinde yorumlanmamalı, aksine durumun ciddiyetinin bir işareti olarak görülmeli; İsrail’in en uysal komşuları bile onun karşı koymadan bir etnik temizlik yapmasına izin veriyormuş gibi görünmeyi düşünmeyecektir. Daha alaycı gözlemciler (doğru bir şekilde) bu açıklamaların Filistin davasına ilkeli bir destekten ziyade içeriden devrilme korkusuyla ilgili olduğundan şüphelenseler de bu durum pratikte çok az fark yaratacaktır.

Fakat İsrail’in baş düşmanları elbette Mısır ve Ürdün devletleri değil. Bilakis İran, Suriye, Hizbullah, Hamas, Yemen Ensarullah’ı ve Halk Seferberlik Kuvvetleri gibi Iraklı milislerden oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak bilinen koalisyon. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emi Abdullahiyan’ın 7 Ekim’den bu yana son derece yoğun olduğu ve neredeyse her gün Lübnan, Suriye, Irak ve Katar’ı ziyaret ederek müttefikleriyle bir araya geldiği görülüyor; bu, kriz dönemleri dışında bir dışişleri bakanı için nadiren görülen yoğun bir program. Direniş Ekseni’nin tüm varlık sebebinin İsrail ve ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmak olduğu düşünüldüğünde Gazze krizi ciddi bir ortak tepki verilmeden geçiştirilebilecek bir mesele değil. Bu tutum ve bu toplantıların ardından yapılan açıklamalar, İran’ın savaşın ilk aşamalarındaki rolünün, müttefikleriyle koordinasyon içinde, kuzey cephesinin açılması tehdidiyle İsrail’i Gazze’de sert adımlar atmaktan caydırmaya dönük planı harekete geçirmek ve nihayetinde İsrail’in birincil destekçisi olarak ABD’yi sorumlu tuttukları için bölgedeki ABD çıkarlarına koordineli bir saldırı düzenlemek olduğunu gösterdi.

Hizbullah, Lübnan sınırındaki İsrail mevzilerine saldırmaya başladı ve 3 Kasım itibariyle 120 İsrail askerini öldürdüğünü ya da yaraladığını iddia ederken 60 savaşçısını da çatışmalarda kaybetti. İsrail ayrıca artan çatışmalar nedeniyle sınır bölgesindeki 42 köyü ve Kiryat Şimona kasabasını tahliye etti. Hizbullah’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemler, İsrail ordusuna zayiat verdirmeye yönelik ciddi bir girişimden ziyade taciz operasyonları. Yine de İsrail ordusuna sınırın ötesinden bu kadar küstahça saldırması ve İsrail vatandaşlarını tahliyeye zorlaması, İsrail’den ateşle karşılık vermek dışında neredeyse hiçbir karşılık görmemesi daha önce düşünülemezdi. En önemli etki ise İsrail’e Hizbullah’ın sınırda olduğunu ve savaşmaktan korkmadığını hatırlatarak İsraillileri, ordularının büyük bir kısmını Gazze’ye göndermeleri halinde kuzey sınırlarını Hizbullah tarafından açılacak ikinci bir cephe gibi bir “kâbus senaryosuna” tehlikeli bir şekilde açık bırakacakları endişesine sevk etmesi oldu.

İsrail cephesinden uzakta Gazze krizi, ABD ordusunun Direniş Ekseni’ne bağlı grupların bölgedeki saldırılarına maruz kalmasıyla genişliyor. ABD’nin Irak’taki El Esad Hava Üssü ve Suriye’nin güneyindeki El Tanf garnizonu insansız hava araçları tarafından hedef alınırken Donanma destroyeri USS Carney 19 Ekim’de Ensarullah tarafından ateşlenen üç kara saldırısı seyir füzesini ve birkaç insansız hava aracını düşürdü ve ayın ilerleyen günlerinde de saldırılar devam etti. 24 Ekim itibariyle ABD’li yetkililer, üslerine dönük saldırı dalgası esnasında en az 24 ABD askerinin yaralandığını ve bir sözleşmelinin de kalp krizi geçirerek öldüğünü açıkladı. Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırına dönük saldırılarına benzer şekilde, ABD’den herhangi bir misilleme gelmemesi dikkat çekiciydi; ABD Suriye’ye yönelik hava saldırılarını ancak 27 Ekim’de gecikmeli olarak başlattı. Basında görece az yer bulması bile ABD’nin misilleme yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalıştığını gösteriyor. Eğer ABD’nin bölgeye iki uçak gemisi göndermesinin nedeni Hamas’ın müttefiklerini İsrail’in planlarını bozmaktan caydırmaksa, bu işe yaramış gibi görünmüyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın İran’a, Amerikalıların saldırıya uğraması halinde ABD’nin “kararlı bir şekilde karşılık vereceği” yönünde “şimdiye kadarki en sert uyarıyı” yaptığı, fakat saldırıların böyle bir karşılık verilmeden hızla devam ettiği acınası sahneye tanık olduk. Bu yazının kaleme aldığı sırada, Yemen’deki Ensarullah hükümetinin İsrail’e yönelik bir balistik füze saldırısının sorumluluğunu üstlenmesi ve “İsrail saldırganlığı durana kadar” bu tür saldırılara devam edeceği uyarısında bulunması en son tırmanış oldu.

ABD’nin bölgedeki konumunun kırılganlığı

Bunun önemi, ABD’nin İsrail’e Gazze’ye kara harekâtını ertelemesi konusunda baskı yaptığı, zira ABD’nin bölgedeki askeri ve donanma varlığını artırmasıyla birlikte bölge genelinde ordusuna dönük saldırıların kaçınılmaz olarak artmasına hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyduğu bildirildi.

ABD’nin şu anda Orta Doğu’da bölgesel bir savaş için son derece zayıf bir konumda olduğu neredeyse herkes tarafından biliniyor. Rusya-Ukrayna savaşı işleri karmaşık hale getirene kadar ABD dış politikasının ana odağı yükselen Çin’i kontrol altına almak için Hint-Pasifik bölgesinde askeri kabiliyetlerini geliştirmekti. Barack Obama’nın dış politikası “Asya’ya Yöneliş” ve Orta Doğu’da uzun vadeli savaşlara kuşkuyla yaklaşması ile tanımlanır hale geldi. Trump ve Biden yönetimlerinin Güney Çin Denizi ve etrafındaki ABD askeri üslerini genişletmesi ve Çin’i caydırmak amacıyla Britanya ve Avustralya ile yeni bir savunma paktı olan “AUKUS’u” kurmasıyla bu durum devam etti.

Ancak bu yeni odaklanma Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Temmuz ayında ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı James Hecker, ABD silah stoklarının “tehlikeli bir şekilde azaldığı” uyarısında bulundu. ABD, Rusya ile savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’ya 41,3 milyar dolar askeri yardımda bulundu ve bunun büyük bir kısmı yeni üretim yerine mevcut mühimmat stoklarının transferi şeklinde gerçekleşti. Hatta ocak ayında ABD’nin Ukrayna’ya bir milyondan fazla 155 milimetrelik mermi sağlama taahhüdünde bulunduğu ve bunun kayda değer bir kısmının İsrail ve Güney Kore’deki stoklardan alındığı kamuoyuna duyurulmuştu. Savunma sanayii ve Pentagon, Ukrayna’ya silah göndermek ve ABD raflarını dolu tutmak için çabalarken Pentagon da şu anda “ABD stoklarını taramak ve İsrail’e ikmal yapmak için mühimmat aramakla” görevlendirilmiş durumda. Axios CEO’su ve kurucu ortaklarının ortak köşe yazısı genel tabloyu şöyle özetliyor: “Daha önce özel hayatlarında aynı anda bu kadar çok denizaşırı çatışmadan endişe duyan hiç bu kadar çok sayıda üst düzey hükümet yetkilisiyle konuşmamıştık. ABD’li yetkililer, bu krizlerin bir araya gelmesinin destansı bir kaygı ve tarihsel bir tehlike yarattığını söylüyorlar.”

Amerikan halkının savaş yorgunluğundan ne ölçüde mustarip olduğu göz önüne alındığında —Joe Biden’ın bile Afganistan gibi “sonsuza kadar sürecek savaşların” sona erdirilmesini seçim kampanyasının bir parçası haline getirdiği noktada— bir başka uzun vadeli Orta Doğu macerası herhangi bir ABD Başkanının seçmenlerine sunmak isteyeceği son şey. 11 Eylül sonrası savaşların en azından ABD’nin doğrudan saldırıya uğramış olması gibi bir avantajı vardı. İsrail’in devredilemez etnik temizlik yapma hakkını savunmak adına yapılacak bir savaşın bu kadar destek görmesi pek mümkün değil.

ABD, şu anda bölgesel bir savaşa özellikle hazırlıksız olsa da İran ve müttefikleri için bunun tam tersi söylenebilir. Filistin dışında Orta Doğu şu anda yıllardır olmadığı kadar huzurlu. Bu yılın başlarında İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin Çin’in arabuluculuğunda yeniden tesis edilmesi kritik bir hadiseydi. Bu, özellikle Irak ve Suriye’deki çeşitli vekalet savaşlarının fiilen sona ermesiyle aynı zamana denk geldi. Beşar Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesi, Suriye iç savaşının sona erdiğinin ve Esad’ın konumunun tartışılmaz olduğunun bir işaretiydi. Suudilerin Yemen’e dönük saldırıları da yatışmış olsa da ABD anlamlı bir çözümü engellemeye çalışmayı sürdürdü.

Bunun manası, artık bu iç savaşlarda savaşarak geçimini sağlayamayan çok sayıda milisin var olduğu. Bir yandan bu tecrübeli profesyonel asker fazlası, İran ve müttefiklerine bu insanları ABD ve İsrail’e karşı savaşmak üzere kullanma fırsatı sunuyor. Öte yandan, ABD ve İsrail’e karşı doğrudan direniş düzenlemeye daha az hevesli olan Arap yöneticilerin artık aktif olarak bunu engellemeye çalışma konusunda daha az teşvikleri olduğu anlamına da geliyor, zira bu savaşçıların evlerine dönüp potansiyel sorun çıkaran insanlar olmaktansa savaşacakları bir sınır ötesi savaşa sahip olmaları kendi çıkarlarına daha uygun. Arap rejimleri, Sovyet-Afgan Savaşı’nın sona ermesinin ardından binlerce Arap mücahidin ülkelerine döndüğünü ve onları meşgul edecek başka bir şey kalmayınca da iç savaşların ve kanlı isyanların başladığını hatırlıyordur. Iraklı “meşhur militan” Ebu Azrail’in Lübnan-İsrail sınırında kendi videolarını yayımladığını ve Irak Halk Seferberlik Kuvvetleri milislerinin Lübnan’a girmeye başladığına şahit olduk. Bu hareketler muhtemelen daha çok İsrail’i etnik temizlikten caydırmaya dönük olsa bile, bu birlikler bir kez fiziksel olarak harekete geçirildiğinde ve belli bir “savaş ateşi” yakalandığında, örneğin İran böyle bir şeye kalkışsa bile onları geri tutmak zor olabilir.

İnsanlar Filistin’in Orta Doğu’da ne kadar duygusal bir mesele olduğunu ve Direniş Ekseni açısından Filistin’in merkeziliğini asla unutmamalı. Filistinliler, Arap dünyası üzerinde dayanışma bağları kurmak için 75 yıllık bir mücadele avantajına sahipti; savaşmadan ikinci bir Nekbe yaşamalarına izin vermek Direniş Ekseni’nin meşruiyetine felaket bir darbe olacaktır. Eksen grupları arasında —yani bazı Iraklı gruplar arasında— şu anda nasıl hareket edileceği konusunda ihtilaflar olduğunu iddia eden haberlerin olduğu yerlerde bile en açıklayıcı olan şey, hala “İsrail Gazze’yi karadan işgal etme tehdidini gerçekleştirmedikçe müdahale etmeyeceğiz ve o zaman Hamas’ın değil [Lübnan] Hizbullah’ın emrinde olacağız,” gibi açıklamalar yapmış olmaları.

İsrail’in Gazze’ye yönelik bir kara harekatının savaştan başka bir anlama gelebileceğini kimse söylemiyor.

Savaşın kaçınılmazlığı

Gazze krizinin bölgesel bir savaşa yol açmasını engellemekle meşgul olanlar, İranlıların koalisyonlarını koordine etmekle meşgul olduğu ve kumda bu çizgilerin çizildiği bir ortamda, Batı’nın bölgede ciddi bir diplomasiyi tamamen terk etmiş gibi görünmesinden endişe duymalı. Bu kısmen ABD’nin artık Arap başkentlerinde hoş karşılanmamasından kaynaklanıyor. 15 Ekim’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve aşağılandığı ziyarette Anthony Blinken, Muhammed bin Selman’ın o akşam düzenlenecek bir toplantı için kendisini tüm gece beklettiği, ertesi sabaha kadar da gelmediği, bunun üzerine Blinken’a İsrail’in Gazze’ye saldırmayı durdurması konusunda bir dizi talepte bulunduğu ve oradan ayrıldığı bildirildi. Joe Biden Orta Doğu turu için geldiğinde durum daha da kötüleşti ve İsrail’in El Ehli hastanesini bombalamasının ardından Filistin, Mısır ve Ürdün hükümetlerinin kendisiyle yapacakları görüşmeleri aniden iptal etmeleri nedeniyle İsrail hükümeti dışında kimseyle görüşmedi. ABD Başkanı’nın tek bir Arap liderin bile kendisini ağırlamak istemediği bir Orta Doğu ziyareti oldukça tarihi bir gelişme. Blinken’ın bölgeye yaptığı ikinci diplomatik tur, hükümeti açısından iyimser olma konusunda pek bir neden sunmadı.

Böyle bir durumda ABD’nin sorumlu müttefiklerinin devreye girip arabuluculuk yapmaları beklenirdi ama elbette bu yaşanmıyor. Bunun yerine, Gazze’de binlerce sivili öldüren, onları yiyecek, su, yakıt ve elektrikten mahrum bırakan ve tüm bölgeyi ateşe verme tehdidiyle daha da ölümcül bir kara işgali başlatmayı düşünen İsrail’i ziyaret eden ve onunla dayanışma sözü veren AB liderlerinin mide bulandırıcı sahnelerine de maruz kaldık.

Ülkeler kendilerini ya bölgesel bir savaşı ya da küçük düşürücü bir geri çekilmeyi garantileyecek gibi görünen bir hareket tarzına sıkıştırdıklarında, bundan çıkmanın tek gerçekçi yolu diplomasidir. Batılı ve Orta Doğulu tarafların en üst düzeyde iletişimi tamamen kesmiş gibi görünmesi, gerilimi azaltmanın ana yolu da kapandığından, bu krizin nasıl ilerleyeceği konusunda iyiye işaret değil.

Bu kesinlikle bir tür erteleme ihtimalini ortadan kaldırmıyor. İsrail’in Gazze’de etnik bir temizliğe girişmemesi için pek çok geçerli nedeni var. İsrail tanklarının Gazze’de manevra yapmaya başlamasından bu yana görüldüğü üzere, direniş ordularının alışık olduğu her şeyden daha şiddetli olacak, Savunma Bakanı Yoav Gallant, kara harekâtının aylar sürebileceği konusunda şimdiden uyarıda bulundu ve İsrail savaş makinesi, çatışmalar Gazze ile sınırlı kalsa bile —ki muhtemelen kalmayacak— uzun savaşlar için inşa edilmedi. Olası bir senaryo da İsrail’in zevahiri kurtarmak için topyekûn bir kara harekâtı ilan etmesi ki bu da gerçekte 2014’teki Koruyucu Hat’a benzer bir başka harekât anlamına geliyor; savaşmak için bir Hamas taburu seçiyorlar, bazı tünelleri yok ediyorlar, İsrail’e dönüyorlar ve zafer ilan ediyorlar. Bu muhtemelen Netanyahu’yu siyasi olarak mahvedecektir ve Siyonist projenin salahiyeti için bunu göze alıp almayacağını kestirmek zor.

Bir başka potansiyel faktör de topyekûn bir kara saldırısı başlatma konusundaki tüm bu tereddüt ve gecikme boyunca Gazze’nin hala ağır bir şekilde bombalanması ve kuşatma altında tutulması. Çok geçmeden çok sayıda Filistinli susuzluktan ve hastalıktan ölmeye başlayacaktır. Şu anki gidişatlarını “Leningrad yaklaşımı” olarak nitelendiren ismini vermek istemeyen İsrailli yetkili, kuşatmanın süresiz olarak devam etmesinin doğuracağı sonuçların kesinlikle farkında. Bu nedenle, Direniş Ekseni üzerindeki daha doğrudan müdahale baskısı çok güçlü hale gelmeden önce topyekûn bir kara işgaline bile gerek kalmayabilir. Fakat bu olursa ve İsrail etnik temizliğe başlarsa, Orta Doğu’nun lambaları uzun süre yanmayabilir.

DÜNYA BASINI

Şam’a giden yollar

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini sunduğumuz makale, Tariq Ali’nin Suriye Arap Cumhuriyeti’nin çöküşünün hemen ardından New Left Review için kaleme aldığı sıcak değerlendirmeleri içeriyor. Ali, Ortadoğu’daki son gelişmelerin İsrail ve ABD için jeostratejik bir zafer, Arap dünyası için ise ağır bir yenilgi olduğu tespitini yapıyor. Yine, bölgedeki rejim değişikliklerinin nihai hedefinin İran’ı zayıflatmak ve silahsızlandırmak olduğunun altını çizerken, Esad’ın gidişini de bu resmin içine yerleştiriyor ve yaşananları bölgenin ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarına uygun biçimde yeniden dizayn edilmesi olarak okuyor. Ali’nin Suriye’nin “çöküş sürecinin uzamasını” Baas Partisi’nin ilerici sosyal reform ve politikalarına bağlayan tespiti ise makalenin belki de en dikkate değer noktası.


Şam’a giden yollar

Tariq Ali
New Left Review
9 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Birkaç yozlaşmış yandaş dışında sanırım kimse tiranın gidişine gözyaşı dökmeyecektir. Fakat bugün Suriye’de tanık olduğumuz şeyin Arap dünyası için muazzam bir yenilgi ve adeta ikinci bir 1967 olduğuna da kuşku yok. Ben bu satırları yazarken İsrail’in kara kuvvetleri bu harap ülkeye girmiş durumda. Henüz nihai bir uzlaşıdan uzak olunsa da bazı şeyler net: Esad Moskova’da bir mülteci durumunda. Onun Baasçı aygıtı,  Doğu NATO lideri (İdlib’deki zulümleri pek çok olan) Recep Tayyip Erdoğan ile bir anlaşma yaparak ülkeyi tepside sundu. İsyancılar Esad’ın Başbakanı Muhammed Gazi el-Celali’nin şimdilik devleti yönetmeye devam etmesi konusunda anlaştı.¹ Ülke jeopolitik olarak Rusya’dan ve “Direniş Ekseni”nden geriye kalanlardan uzaklaşmak üzere olsa bile tüm bunlar Esad’sız bir Esadizm mi olacak sorusunu sorduruyor.

Tıpkı ABD’nin petrole kilitlendiği Irak ve Libya’da olduğu gibi Suriye de artık bir Amerikan-Türk ortak sömürgesi haline geliyor. ABD’nin küresel emperyal politikası, ekonomik ve siyasi hegemonya kurmak için bir seferde yutulamayacak ülkeleri parçalamak ve her türden anlamlı egemenliği ortadan kaldırmaya dayanıyor. Bu, belki sabık Yugoslavya’da “kazara” başlamış olabilir fakat aradan geçen zamanda bir model halini aldı. Buna paralel, AB uydusu olan devletler de daha küçük ulusları (Gürcistan ve Romanya gibi) kontrol altında tutmak için benzer yöntemler kullanıyor. Demokrasi ve insan hakları lafzının ise bütün bunlarla hemen hiç ilgisi yok. Bu, küresel bir kumar aslında.

2003 yılında Bağdat, ABD’nin eline geçtikten sonra, Washington’daki zaferden sarhoşa dönmüş olan İsrail Büyükelçisi George W. Bush’a şimdi durma zamanı olmadığını, Şam ve Tahran’a geçilmesini tavsiye etmişti. Ne var ki ABD zaferinin beklenmedik fakat öngörülebilir şöyle bir yan etkisi oldu: Irak, İran’ın bölgedeki konumunu muazzam ölçüde güçlendiren bir Şii devletine dönüştü. Irak’ta ve ardından Libya’da yaşanan fiyasko, Şam’ın ABD’den gereken “ilgiyi” alması için on yıldan fazla bekleyeceği anlamına geliyordu. Tabii bu arada İran ve Rusya’nın Esad’a verdiği destek, Suriye’de “rutin” bir rejim değişikliği için riskli bir yatırım gerektirdiğini de işaret ediyordu.

Esad’ın devrilmesi farklı türde bir boşluk yarattı. Bu boşluğu NATO’nun Türkiye’si ile ABD’nin “eski El Kaide”, şimdinin Heyet Tahrir eş-Şam’ı (lideri Ebu Muhammed el-Colani’nin Irak’taki bir ABD hapishanesinde geçirdiği sürenin ardından özgürlük savaşçısı olarak yeniden markalaştırıldı, ki ABD’nin önceki pratikleri düşünüldüğünde son derece tipiktir) ve İsrail aracılığıyla doldurması muhtemel. Hizbullah’ı devre dışı bırakan ve Beyrut’u bir başka büyük bombardımanla harabeye çeviren İsrail’in tüm bu yaşananlarda katkısı ihmal edilemeyecek denli büyük. Bu peş peşe gelen zaferlerin ardından İran’ın kendi haline bırakılacağını düşünmek akla ziyan. Hem ABD’nin hem de İsrail’in nihai hedefi İran’da rejim değişikliği olsa da ülkeyi zayıflatmak ve silahsızlandırmak öncelikli hedef olacağa benziyor. Bölgeyi yeniden şekillendirmeye yönelik bu geniş ölçekli plan, Washington ve onun Avrupa’daki müttefiklerinin Filistin’de devam eden İsrail soykırımına verdikleri süreğen desteği açıklamayı da kolaylaştırıyor. Yaklaşık bir yıldır devam eden katliam düşünüldüğünde, devlet eylemlerinin evrensel olarak saygı duyulan bir yasa olması gerektiğini detaylandıran Kantçı ilke, kötü bir şakadan başka bir anlama gelmiyor.

Peki Esad’ın yerine kim geçecek? Ülkeyi terk etmesinden önce ortaya çıkan bazı haberler gösteriyor ki, eğer 180 derecelik bir dönüş yapsaydı –yani İran ve Rusya ile ilişkilerini kesip daha önce kendisi ve babasının yaptığı gibi ABD ve İsrail ile iyi ilişkiler kursaydı– o zaman Amerikalılar onu iktidarda tutmaya eğilimli olabilirdi. Tabii artık çok geç fakat artık onu terk etmiş olan devlet aygıtı karşılarında kim olursa olsun iş birliği yapmaya hazır olduğunu ilan etti. Peki Erdoğan da aynısını yapar mı? Çocukluklarından beri İdlib’de beslediği kendi adamlarını iktidara getirmeyi ve Ankara’nın kontrolü altında tutmayı isteyecektir kuşkusuz. Eğer Türkiye kafasındaki kukla rejimini dayatmayı başarırsa, bu Libya’da yaşananların bir başka versiyonu olacaktır. Fakat Erdoğan’ın her şeyi kendi dilediği gibi yapması da pek olası değil elbette. Evet, Erdoğan demagoji konusunda usta ama eylem konusunda zayıf ve ABD ile İsrail, Esad’a karşı cihatçıları kullanmış olsalar dahi, “temizlenmiş” bir El Kaide hükümetini kişisel nedenlerle veto edebilirler. Yine de her halükârda Esad’ın yerine geçecek rejimin Muhaberat’ı (gizli polis teşkilatı) kaldırması, işkenceyi yasadışı ilan etmesi ya da hesap verebilir şeffaf bir yönetim sunması pek olası görünmüyor.

Altı Gün Savaşı’ndan önce Arap milliyetçiliğinin ve birliğinin temel bileşenlerinden biri Suriye’yi yöneten ve Irak’ta da güçlü bir sosyal tabanı olan Baas Partisi’ydi; diğer bir ayak ise ondan daha da etkili olan Mısır’daki Nasır hükümetiydi. [Hafız] Esad öncesi dönemde Suriye Baasçılığı nispeten aydınlanmacı ve radikaldi. Başbakan Yusuf Zuayyin ile 1967’de Şam’da görüştüğümde, ilerlemenin tek yolunun Suriye’yi “Ortadoğu’nun Küba’sı” yaparak muhafazakâr milliyetçiliği geride bırakmak olduğunu söylemişti mesela. Ancak İsrail’in o yılki saldırısı Mısır ve Suriye ordularının hızla imha edilmesine yol açarak Nasırcı Arap milliyetçiliğinin sonunu hazırladı. Zuayyin devrildi ve Hafız Esad zımni ABD desteğiyle iktidara geldi – tıpkı CIA’in Irak Komünist Partisi’nin üst düzey kadrolarının listesini verdiği Irak’taki Saddam Hüseyin gibi. Her iki ülkede de Baasçı radikaller tasfiye edilirken partinin kurucusu Mişel Eflak partinin gittiği yönü fark edince biraz da tiksintiyle istifa etmişti.

Ne var ki bu yeni Baasçı diktatörlükler, temel bir sosyal güvenlik ağı sağladıkları sürece nüfusun belirli kesimleri tarafından hep desteklendi. Saddam yönetimindeki Irak da baba ve oğul Esad yönetimindeki Suriye de acımasız fakat sosyal diktatörlüklerdi. Baba Esad köylülüğün orta tabakasından geliyordu ve kendi sınıfını memnun etmek için vergi yükünü azaltan ve tefeciliği ortadan kaldıran bir dizi ilerici reform gerçekleştirdi. 1970 yılında Suriye köylerinin büyük çoğunluğunda sadece doğal ışık vardı; yani köylüler güneşle yatıyor, güneşle kalkıyorlardı. Birkaç on yıl sonra ise, Fırat Barajı inşa edilerek bu köylerin yüzde 95’inin elektriğe kavuşması sağlanmış oldu. Enerji, devlet tarafından sübvanse ediliyordu.

Yalnızca baskı değil, asıl bu politikalar rejimin istikrarını garanti ediyordu. Halkın çoğunluğu kentlerde yaşayanlara işkence yapılmasına ve hapsedilmelerine göz yumdu. Esad ve zümresi, insanın iktisadi bir varlıktan azıcık daha fazlası olduğuna ve bu tür ihtiyaçlar karşılanabilirse, o zaman sadece küçük bir azınlığın isyan edeceğine inanıyordu (“en fazla bir ya da iki yüz kişi”, diyordu Esad, “Mezze hapishanesi başlangıçta bu tipler için tasarlanmıştı”). Oğul Esad’a karşı 2011’deki nihai ayaklanma, neoliberalizme yönelmesi ve köylülüğü dışlamasıyla tetiklendi. Acı bir iç savaşa dönüştüğünde ise, uzlaşmacı bir çözüm ve güç paylaşımı anlaşması bir seçenek olabilirdi belki fakat şu anda Erdoğan ile müzakere eden aparatçiklerin böylesi bir anlaşmaya karşı çıktıkları biliniyor.

Şam’a yaptığım ziyaretlerden birinde Filistinli entelektüel Faysal Derrac, yurtdışındaki konferanslara katılmak için ülkeden ayrılmasına izin veren Muhaberat ajanının her zaman tek bir şart koştuğunu söylemişti: “Gelirken Baudrillard ve Virilio’yu getir”. Suud doğumlu, Baas Partisi’nin önde gelen entelektüellerinden büyük Arap romancı Abdurrahman Münif’in dediği gibi, eğitimli işkencecilere sahip olmak her zaman iyidir. Münif’in 1975 tarihli romanı Şark’ul Mutavassıt (Akdeniz’in Doğusu), Mısırlı edebiyat eleştirmeni Sabri Hafız’ın “tüm çeşitleriyle nihai siyasi hapishaneyi yazmayı amaçlayan, olağanüstü iddialı bir kitap” diye tanımladığı, siyasi işkence ve hapsedilmenin yıkıcı bir anlatımı. 1990’lı yıllarda Münif ile konuştuğumda, yüzünde hüzünlü bir ifadeyle, Arap edebiyatı ve şiirine hâkim olan temaların bunlar olduğunu söylemişti. Arap ulusunun durumuna dair trajik bir yorum… Bugün ise bu durumun değişeceğine dair çok az işaret var. İsyancılar Esad’ın bazı mahkumlarını serbest bırakmış olsalar bile, yakında onların yerini kendi koydukları mahkumlar alacak.

ABD ve AB’nin büyük bir bölümü geçtiğimiz yılı Gazze’deki soykırımı başarılı şekilde sürdürmek ve bunu savunmaya çalışmakla geçirdi. Bölgede ABD’nin tüm müttefik devletleri sağlam kalırken, müttefik olmayan üç ülkenin –Irak, Libya ve Suriye– deyim yerindeyse başı kesildi. Sonuncusunun düşmesi, bir dizi anti-Siyonist grubu birbirine bağlayan çok önemli bir ikmal hattını ortadan kaldırdı. Jeostratejik açıdan bu Washington ve İsrail için açık bir zaferdir. Bu kabul edilmeli ama umutsuzluğun da bir faydası yok. Etkili bir direniş hattının kendini nasıl yeniden oluşturacağı, ABD ve Trump’ın çevresindeki bazı üyelerle doğrudan ama gizli saklı görüşmeler yapan, eş zamanlı olarak ise nükleer programını hızlandıran İran ile onu kuşatmış olan İsrail arasında yaklaşan olası çatışmaya da bağlı. Bu durumun ciddi tehlikelerle dolu olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı?


¹ Yazı yazıldıktan sonra el-Celali, başbakanlığı HTŞ bağlantılı Muhammed el-Beşir’e devretti. (editörün notu)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English