Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim saldırısından sonraki bir ay epey debdebeli geçti ve Gazze’de devam eden savaşın hem Filistin hem de İsrail tarafı açısından büyük değişimler getirdiği muhakkak. Nihayetinde Filistin, İkinci İntifada’dakine benzer türden bir viraj aldı ve İsrail, eski statükonun sürdürülemeyeceğinin farkında. İşgal rejimi, şimdi galip gelenin kendi barışını karşıdakine dayatacağı bir alternatiften ötesini göremiyor.


Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Daniel Lindley

Ebb Magazine

9 Kasım 2023

“Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor, ömrümüz boyunca onları bir daha yanarken göremeyeceğiz.” — Sir Edward Grey, Avrupa’nın savaşa girmesinin kaçınılmazlığı üzerine, 1914.

İsrail devleti şu anda uçurumun eşiğinde duruyor. Seymour Hersh’ün “Netanyahu’nun işi bitti” başlıklı makalesinde, “Hamas’ı açlıktan öldürmek ya da Gazze’de 100 bin kadar insanı öldürmek” arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu ikilem oldukça veciz bir şekilde ifade edildi. Hamas’ı yok edememek Siyonist sömürgeci proje açısından yıkıcı bir mağlubiyet olacaktır zira bu, devletin halkını tüm sömürgeci yerleşimcilerin korktuğu türden şiddetli bir yerli ayaklanmasından koruyamayacağının kabulü anlamına gelecektir. Ancak böyle bir hedefe ulaşmak, bir AB diplomatının deyimiyle “büyük bir etnik temizlik” olmadan muhtemelen imkânsız. Likud’lu Knesset üyesi Ariel Kellner, 7 Ekim’de “tek bir hedefleri olduğunu” açıkladı: “Nekbe! 48’deki Nekbe’yi gölgede bırakacak bir Nekbe. Gazze’de Nekbe ve kalmaya cesaret edecek herkes için Nekbe!”

Açık sözlülüğü aydınlatıcı olsa da onun ve benzer tehditlerin gözden kaçırdığı en ciddi dinamik, Orta Doğu’nun 1948’den bu yana epey değişmiş olması. Filistin direnişi hiç bu kadar hazırlıklı olmamıştı, İsrail’in geniş bölge üzerindeki askeri hakimiyeti azaldı ve baş hamisi ABD düşüşe geçti. Bu da İsrail’in ciddi sonuçlar doğurmadan etnik temizlik yapabileceği günlerin geride kaldığı anlamına geliyor. Bu durum bizi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Arşidük Franz Ferdinand suikastının intikamını almak için Sırbistan’ı işgal etmesi gerektiğine inandığı, fakat bunu yapmanın kaçınılmaz olarak Rusya’nın müttefiki ile dayanışma içinde savaş ilan etmesi anlamına geldiği ve bu noktada Avrupa çapında savaşın kaçınılmaz hale geldiği 1914 Temmuz Krizi ile pek çok benzerlik taşıyan tarihi ana getiriyor.

Batı basını, 7 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili haberlerinde İsrailli sivillerin Filistinli savaşçılar tarafından öldürülmesine odaklanırken bazı İsrailli görgü tanıklarının sivillerin Gazze’ye rehine götürülmesini engellemek amacıyla kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü bildirmesi detayları belirsiz hale getirdi. Eğer Hamas liderliği hesaplanmış bir tırmanma stratejisi izlemeye başladıysa, bu durum Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniye’nin 5 yıl önce İsrailli nişancıların 214 Filistinliyi öldürdüğü ve 36 bin 100’den fazlasını yaraladığı Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gandi portresi önünde şiddet içermeyen gösterileri desteklediği dönemden belirgin bir şekilde farklı olacaktır.

Batı basınında pek dikkat çekmeyen, ancak 7 Ekim’in muhtemelen en önemli tarafı, İsrail ordusunun Filistinli militanların doğrudan saldırısı karşısında hakikaten şok edici bir şekilde çökmesiydi. Hamas öncülüğünde çeşitli askeri üslere ve karakollara düzenlenen saldırıda yüzlerce İsrail askerinin öldürüldüğünü biliyoruz; sahiden de birkaç İsrail kenti iki gün boyunca Hamas’ın askeri kontrolü altındaydı ki bu daha bir ay öncesine kadar düşünülemeyecek bir senaryoydu. 1948’den bu yana hiçbir Arap askeri gücü İsrail’in orijinal sınırları içindeki toprakları ele geçirip elinde tutamamıştı; bunu İsrail’in düşmanları arasında askerî açıdan en zayıf güçlerden biri olan Hamas’ın başarmış olması bilhassa utanç verici.

İsrail gibi bir yerleşimci devlet için, düşmanlarının askerî açıdan kendisine meydan okumaya cesaret bile edememesi için baskın bir askeri güç imajı yansıtmak mecburi. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, bu mantığı 2002 yılında şöyle izah etmişti: “Ben [zaferi] çatışmanın başından itibaren tanımladım: Filistinlilerin terör ve şiddetin bizi yenemeyeceğini, bizi pes ettiremeyeceğini oldukça derin bir şekilde içselleştirmesi. Eğer bu derin içselleştirme çatışmanın sonunda mevcut olmazsa, İsrail’e dönük varoluşsal bir tehdit içeren stratejik bir sorunumuz olacaktır. Eğer bu [ders] Filistinlilerin ve Arapların bilincine kazınmazsa, bizden taleplerinin sonu gelmeyecektir. Askeri gücümüze rağmen bölge bizi daha da zayıf olarak algılayacaktır.”

Hamas savaşçılarının askeri üsleri ele geçirdiği ve yerleşim yerlerinden engellenmeden geçtiği görüntüler İsrail’in caydırıcılık kapasitesine vurulmuş yıkıcı bir darbe, belki de devletin varoluşundaki en büyük darbedir. Onların mantığına göre, buna verilecek tek tatmin edici tepki, genel manada statükoya dönmeden önce sivillere yönelik olağan misillemeler değil, böyle bir saldırının bir daha gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldıracak bir şeydir. İsrail Savunma Bakanı, amaçlarının sadece “tüm Hamas görevlilerine ulaşmak olduğunu, onları yok etmeden görevi sonlandıramayacaklarını” ve bunun “Gazze’deki son harekât olduğunu, zira bundan sonra Hamas’ın olmayacağını” resmen ifade etti. Gazze Şeridi’nde Hamas’a sunulan yaygın destek ve İsrail’in Hamas’ın tüm mensupları öldürüldükten sonra Gazze’yi kimin kontrol edeceğine dair herhangi bir planının olmaması göz önüne alındığında, bu hedefler —eğer Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya sürerek etnik temizlik yapma niyeti olarak yorumlanmıyorsa— pek pratik görünmüyor. Bu durum, Gazze’deki tüm nüfusun Sina’ya sürülmesini açıkça onaylayan 13 Ekim tarihli İsrail İstihbarat Bakanlığı belgesinin yakın zamanda sızdırılmasıyla daha da pekişti.

Bölgesel gericiler ve Direniş Ekseni kırmızı çizgiler belirledi

İsrailli politikacıların asıl maksadın bu olduğunu ağızlarından kaçırmış olmaları, bölgedeki kilit aktörlerin İsrail’in bunu yapma niyetine çoktan ikna olmuş olmalarından ve etnik temizliğin kırmızı çizgi olduğu konusunda ortak bir tepki vermiş olmalarından daha az önemli. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi, “Filistinlileri Sina’ya yerleştirmenin Mısır’ı İsrail’e karşı savaşa sürüklemek anlamına geldiğini” ifade etti. Mısır anayasası, Cumhurbaşkanı’nın parlamento onayı olmadan savaş ilan etmesine izin vermiyor ama Arap İşleri Komitesi Müsteşarı Eymen Muhsab, CNN’e yaptığı açıklamada Mısır parlamentosunun, “Sisi ve Mısır ordusuna savaş açmak da dahil olmak üzere ülkesinin ulusal güvenliğini koruma konusunda gereken tüm tedbirleri alma yetkisi vermeyi kabul ettiğini” doğruladı. Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Sefadi de “Filistinlileri anayurtlarından tehcir etmeye dönük her türlü girişimin savaş ilanı olduğunu” ifade etti. Bu beyanlar, söz konusu liderlerin savaşa en ufak bir heves duydukları şeklinde yorumlanmamalı, aksine durumun ciddiyetinin bir işareti olarak görülmeli; İsrail’in en uysal komşuları bile onun karşı koymadan bir etnik temizlik yapmasına izin veriyormuş gibi görünmeyi düşünmeyecektir. Daha alaycı gözlemciler (doğru bir şekilde) bu açıklamaların Filistin davasına ilkeli bir destekten ziyade içeriden devrilme korkusuyla ilgili olduğundan şüphelenseler de bu durum pratikte çok az fark yaratacaktır.

Fakat İsrail’in baş düşmanları elbette Mısır ve Ürdün devletleri değil. Bilakis İran, Suriye, Hizbullah, Hamas, Yemen Ensarullah’ı ve Halk Seferberlik Kuvvetleri gibi Iraklı milislerden oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak bilinen koalisyon. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emi Abdullahiyan’ın 7 Ekim’den bu yana son derece yoğun olduğu ve neredeyse her gün Lübnan, Suriye, Irak ve Katar’ı ziyaret ederek müttefikleriyle bir araya geldiği görülüyor; bu, kriz dönemleri dışında bir dışişleri bakanı için nadiren görülen yoğun bir program. Direniş Ekseni’nin tüm varlık sebebinin İsrail ve ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmak olduğu düşünüldüğünde Gazze krizi ciddi bir ortak tepki verilmeden geçiştirilebilecek bir mesele değil. Bu tutum ve bu toplantıların ardından yapılan açıklamalar, İran’ın savaşın ilk aşamalarındaki rolünün, müttefikleriyle koordinasyon içinde, kuzey cephesinin açılması tehdidiyle İsrail’i Gazze’de sert adımlar atmaktan caydırmaya dönük planı harekete geçirmek ve nihayetinde İsrail’in birincil destekçisi olarak ABD’yi sorumlu tuttukları için bölgedeki ABD çıkarlarına koordineli bir saldırı düzenlemek olduğunu gösterdi.

Hizbullah, Lübnan sınırındaki İsrail mevzilerine saldırmaya başladı ve 3 Kasım itibariyle 120 İsrail askerini öldürdüğünü ya da yaraladığını iddia ederken 60 savaşçısını da çatışmalarda kaybetti. İsrail ayrıca artan çatışmalar nedeniyle sınır bölgesindeki 42 köyü ve Kiryat Şimona kasabasını tahliye etti. Hizbullah’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemler, İsrail ordusuna zayiat verdirmeye yönelik ciddi bir girişimden ziyade taciz operasyonları. Yine de İsrail ordusuna sınırın ötesinden bu kadar küstahça saldırması ve İsrail vatandaşlarını tahliyeye zorlaması, İsrail’den ateşle karşılık vermek dışında neredeyse hiçbir karşılık görmemesi daha önce düşünülemezdi. En önemli etki ise İsrail’e Hizbullah’ın sınırda olduğunu ve savaşmaktan korkmadığını hatırlatarak İsraillileri, ordularının büyük bir kısmını Gazze’ye göndermeleri halinde kuzey sınırlarını Hizbullah tarafından açılacak ikinci bir cephe gibi bir “kâbus senaryosuna” tehlikeli bir şekilde açık bırakacakları endişesine sevk etmesi oldu.

İsrail cephesinden uzakta Gazze krizi, ABD ordusunun Direniş Ekseni’ne bağlı grupların bölgedeki saldırılarına maruz kalmasıyla genişliyor. ABD’nin Irak’taki El Esad Hava Üssü ve Suriye’nin güneyindeki El Tanf garnizonu insansız hava araçları tarafından hedef alınırken Donanma destroyeri USS Carney 19 Ekim’de Ensarullah tarafından ateşlenen üç kara saldırısı seyir füzesini ve birkaç insansız hava aracını düşürdü ve ayın ilerleyen günlerinde de saldırılar devam etti. 24 Ekim itibariyle ABD’li yetkililer, üslerine dönük saldırı dalgası esnasında en az 24 ABD askerinin yaralandığını ve bir sözleşmelinin de kalp krizi geçirerek öldüğünü açıkladı. Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırına dönük saldırılarına benzer şekilde, ABD’den herhangi bir misilleme gelmemesi dikkat çekiciydi; ABD Suriye’ye yönelik hava saldırılarını ancak 27 Ekim’de gecikmeli olarak başlattı. Basında görece az yer bulması bile ABD’nin misilleme yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalıştığını gösteriyor. Eğer ABD’nin bölgeye iki uçak gemisi göndermesinin nedeni Hamas’ın müttefiklerini İsrail’in planlarını bozmaktan caydırmaksa, bu işe yaramış gibi görünmüyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın İran’a, Amerikalıların saldırıya uğraması halinde ABD’nin “kararlı bir şekilde karşılık vereceği” yönünde “şimdiye kadarki en sert uyarıyı” yaptığı, fakat saldırıların böyle bir karşılık verilmeden hızla devam ettiği acınası sahneye tanık olduk. Bu yazının kaleme aldığı sırada, Yemen’deki Ensarullah hükümetinin İsrail’e yönelik bir balistik füze saldırısının sorumluluğunu üstlenmesi ve “İsrail saldırganlığı durana kadar” bu tür saldırılara devam edeceği uyarısında bulunması en son tırmanış oldu.

ABD’nin bölgedeki konumunun kırılganlığı

Bunun önemi, ABD’nin İsrail’e Gazze’ye kara harekâtını ertelemesi konusunda baskı yaptığı, zira ABD’nin bölgedeki askeri ve donanma varlığını artırmasıyla birlikte bölge genelinde ordusuna dönük saldırıların kaçınılmaz olarak artmasına hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyduğu bildirildi.

ABD’nin şu anda Orta Doğu’da bölgesel bir savaş için son derece zayıf bir konumda olduğu neredeyse herkes tarafından biliniyor. Rusya-Ukrayna savaşı işleri karmaşık hale getirene kadar ABD dış politikasının ana odağı yükselen Çin’i kontrol altına almak için Hint-Pasifik bölgesinde askeri kabiliyetlerini geliştirmekti. Barack Obama’nın dış politikası “Asya’ya Yöneliş” ve Orta Doğu’da uzun vadeli savaşlara kuşkuyla yaklaşması ile tanımlanır hale geldi. Trump ve Biden yönetimlerinin Güney Çin Denizi ve etrafındaki ABD askeri üslerini genişletmesi ve Çin’i caydırmak amacıyla Britanya ve Avustralya ile yeni bir savunma paktı olan “AUKUS’u” kurmasıyla bu durum devam etti.

Ancak bu yeni odaklanma Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Temmuz ayında ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı James Hecker, ABD silah stoklarının “tehlikeli bir şekilde azaldığı” uyarısında bulundu. ABD, Rusya ile savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’ya 41,3 milyar dolar askeri yardımda bulundu ve bunun büyük bir kısmı yeni üretim yerine mevcut mühimmat stoklarının transferi şeklinde gerçekleşti. Hatta ocak ayında ABD’nin Ukrayna’ya bir milyondan fazla 155 milimetrelik mermi sağlama taahhüdünde bulunduğu ve bunun kayda değer bir kısmının İsrail ve Güney Kore’deki stoklardan alındığı kamuoyuna duyurulmuştu. Savunma sanayii ve Pentagon, Ukrayna’ya silah göndermek ve ABD raflarını dolu tutmak için çabalarken Pentagon da şu anda “ABD stoklarını taramak ve İsrail’e ikmal yapmak için mühimmat aramakla” görevlendirilmiş durumda. Axios CEO’su ve kurucu ortaklarının ortak köşe yazısı genel tabloyu şöyle özetliyor: “Daha önce özel hayatlarında aynı anda bu kadar çok denizaşırı çatışmadan endişe duyan hiç bu kadar çok sayıda üst düzey hükümet yetkilisiyle konuşmamıştık. ABD’li yetkililer, bu krizlerin bir araya gelmesinin destansı bir kaygı ve tarihsel bir tehlike yarattığını söylüyorlar.”

Amerikan halkının savaş yorgunluğundan ne ölçüde mustarip olduğu göz önüne alındığında —Joe Biden’ın bile Afganistan gibi “sonsuza kadar sürecek savaşların” sona erdirilmesini seçim kampanyasının bir parçası haline getirdiği noktada— bir başka uzun vadeli Orta Doğu macerası herhangi bir ABD Başkanının seçmenlerine sunmak isteyeceği son şey. 11 Eylül sonrası savaşların en azından ABD’nin doğrudan saldırıya uğramış olması gibi bir avantajı vardı. İsrail’in devredilemez etnik temizlik yapma hakkını savunmak adına yapılacak bir savaşın bu kadar destek görmesi pek mümkün değil.

ABD, şu anda bölgesel bir savaşa özellikle hazırlıksız olsa da İran ve müttefikleri için bunun tam tersi söylenebilir. Filistin dışında Orta Doğu şu anda yıllardır olmadığı kadar huzurlu. Bu yılın başlarında İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin Çin’in arabuluculuğunda yeniden tesis edilmesi kritik bir hadiseydi. Bu, özellikle Irak ve Suriye’deki çeşitli vekalet savaşlarının fiilen sona ermesiyle aynı zamana denk geldi. Beşar Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesi, Suriye iç savaşının sona erdiğinin ve Esad’ın konumunun tartışılmaz olduğunun bir işaretiydi. Suudilerin Yemen’e dönük saldırıları da yatışmış olsa da ABD anlamlı bir çözümü engellemeye çalışmayı sürdürdü.

Bunun manası, artık bu iç savaşlarda savaşarak geçimini sağlayamayan çok sayıda milisin var olduğu. Bir yandan bu tecrübeli profesyonel asker fazlası, İran ve müttefiklerine bu insanları ABD ve İsrail’e karşı savaşmak üzere kullanma fırsatı sunuyor. Öte yandan, ABD ve İsrail’e karşı doğrudan direniş düzenlemeye daha az hevesli olan Arap yöneticilerin artık aktif olarak bunu engellemeye çalışma konusunda daha az teşvikleri olduğu anlamına da geliyor, zira bu savaşçıların evlerine dönüp potansiyel sorun çıkaran insanlar olmaktansa savaşacakları bir sınır ötesi savaşa sahip olmaları kendi çıkarlarına daha uygun. Arap rejimleri, Sovyet-Afgan Savaşı’nın sona ermesinin ardından binlerce Arap mücahidin ülkelerine döndüğünü ve onları meşgul edecek başka bir şey kalmayınca da iç savaşların ve kanlı isyanların başladığını hatırlıyordur. Iraklı “meşhur militan” Ebu Azrail’in Lübnan-İsrail sınırında kendi videolarını yayımladığını ve Irak Halk Seferberlik Kuvvetleri milislerinin Lübnan’a girmeye başladığına şahit olduk. Bu hareketler muhtemelen daha çok İsrail’i etnik temizlikten caydırmaya dönük olsa bile, bu birlikler bir kez fiziksel olarak harekete geçirildiğinde ve belli bir “savaş ateşi” yakalandığında, örneğin İran böyle bir şeye kalkışsa bile onları geri tutmak zor olabilir.

İnsanlar Filistin’in Orta Doğu’da ne kadar duygusal bir mesele olduğunu ve Direniş Ekseni açısından Filistin’in merkeziliğini asla unutmamalı. Filistinliler, Arap dünyası üzerinde dayanışma bağları kurmak için 75 yıllık bir mücadele avantajına sahipti; savaşmadan ikinci bir Nekbe yaşamalarına izin vermek Direniş Ekseni’nin meşruiyetine felaket bir darbe olacaktır. Eksen grupları arasında —yani bazı Iraklı gruplar arasında— şu anda nasıl hareket edileceği konusunda ihtilaflar olduğunu iddia eden haberlerin olduğu yerlerde bile en açıklayıcı olan şey, hala “İsrail Gazze’yi karadan işgal etme tehdidini gerçekleştirmedikçe müdahale etmeyeceğiz ve o zaman Hamas’ın değil [Lübnan] Hizbullah’ın emrinde olacağız,” gibi açıklamalar yapmış olmaları.

İsrail’in Gazze’ye yönelik bir kara harekatının savaştan başka bir anlama gelebileceğini kimse söylemiyor.

Savaşın kaçınılmazlığı

Gazze krizinin bölgesel bir savaşa yol açmasını engellemekle meşgul olanlar, İranlıların koalisyonlarını koordine etmekle meşgul olduğu ve kumda bu çizgilerin çizildiği bir ortamda, Batı’nın bölgede ciddi bir diplomasiyi tamamen terk etmiş gibi görünmesinden endişe duymalı. Bu kısmen ABD’nin artık Arap başkentlerinde hoş karşılanmamasından kaynaklanıyor. 15 Ekim’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve aşağılandığı ziyarette Anthony Blinken, Muhammed bin Selman’ın o akşam düzenlenecek bir toplantı için kendisini tüm gece beklettiği, ertesi sabaha kadar da gelmediği, bunun üzerine Blinken’a İsrail’in Gazze’ye saldırmayı durdurması konusunda bir dizi talepte bulunduğu ve oradan ayrıldığı bildirildi. Joe Biden Orta Doğu turu için geldiğinde durum daha da kötüleşti ve İsrail’in El Ehli hastanesini bombalamasının ardından Filistin, Mısır ve Ürdün hükümetlerinin kendisiyle yapacakları görüşmeleri aniden iptal etmeleri nedeniyle İsrail hükümeti dışında kimseyle görüşmedi. ABD Başkanı’nın tek bir Arap liderin bile kendisini ağırlamak istemediği bir Orta Doğu ziyareti oldukça tarihi bir gelişme. Blinken’ın bölgeye yaptığı ikinci diplomatik tur, hükümeti açısından iyimser olma konusunda pek bir neden sunmadı.

Böyle bir durumda ABD’nin sorumlu müttefiklerinin devreye girip arabuluculuk yapmaları beklenirdi ama elbette bu yaşanmıyor. Bunun yerine, Gazze’de binlerce sivili öldüren, onları yiyecek, su, yakıt ve elektrikten mahrum bırakan ve tüm bölgeyi ateşe verme tehdidiyle daha da ölümcül bir kara işgali başlatmayı düşünen İsrail’i ziyaret eden ve onunla dayanışma sözü veren AB liderlerinin mide bulandırıcı sahnelerine de maruz kaldık.

Ülkeler kendilerini ya bölgesel bir savaşı ya da küçük düşürücü bir geri çekilmeyi garantileyecek gibi görünen bir hareket tarzına sıkıştırdıklarında, bundan çıkmanın tek gerçekçi yolu diplomasidir. Batılı ve Orta Doğulu tarafların en üst düzeyde iletişimi tamamen kesmiş gibi görünmesi, gerilimi azaltmanın ana yolu da kapandığından, bu krizin nasıl ilerleyeceği konusunda iyiye işaret değil.

Bu kesinlikle bir tür erteleme ihtimalini ortadan kaldırmıyor. İsrail’in Gazze’de etnik bir temizliğe girişmemesi için pek çok geçerli nedeni var. İsrail tanklarının Gazze’de manevra yapmaya başlamasından bu yana görüldüğü üzere, direniş ordularının alışık olduğu her şeyden daha şiddetli olacak, Savunma Bakanı Yoav Gallant, kara harekâtının aylar sürebileceği konusunda şimdiden uyarıda bulundu ve İsrail savaş makinesi, çatışmalar Gazze ile sınırlı kalsa bile —ki muhtemelen kalmayacak— uzun savaşlar için inşa edilmedi. Olası bir senaryo da İsrail’in zevahiri kurtarmak için topyekûn bir kara harekâtı ilan etmesi ki bu da gerçekte 2014’teki Koruyucu Hat’a benzer bir başka harekât anlamına geliyor; savaşmak için bir Hamas taburu seçiyorlar, bazı tünelleri yok ediyorlar, İsrail’e dönüyorlar ve zafer ilan ediyorlar. Bu muhtemelen Netanyahu’yu siyasi olarak mahvedecektir ve Siyonist projenin salahiyeti için bunu göze alıp almayacağını kestirmek zor.

Bir başka potansiyel faktör de topyekûn bir kara saldırısı başlatma konusundaki tüm bu tereddüt ve gecikme boyunca Gazze’nin hala ağır bir şekilde bombalanması ve kuşatma altında tutulması. Çok geçmeden çok sayıda Filistinli susuzluktan ve hastalıktan ölmeye başlayacaktır. Şu anki gidişatlarını “Leningrad yaklaşımı” olarak nitelendiren ismini vermek istemeyen İsrailli yetkili, kuşatmanın süresiz olarak devam etmesinin doğuracağı sonuçların kesinlikle farkında. Bu nedenle, Direniş Ekseni üzerindeki daha doğrudan müdahale baskısı çok güçlü hale gelmeden önce topyekûn bir kara işgaline bile gerek kalmayabilir. Fakat bu olursa ve İsrail etnik temizliğe başlarsa, Orta Doğu’nun lambaları uzun süre yanmayabilir.

DÜNYA BASINI

FT: Suudi Arabistan Trump’ın İsrail politikalarını dengeleyebilir

Yayınlanma

Trump-selman

Financial Times’tan Andrew England’ın kaleme aldığı bu makale, Donald Trump’ın ikinci başkanlık dönemine dair bölgesel beklentileri ve endişeleri ele alıyor. Trump’ın İsrail yanlısı politikalarını dengelemede Suudi Arabistan’ın kilit rol oynayabileceği değerlendiriliyor. Makaleye göre Trump’la yakın ilişkisi ile bilinen Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın diplomatik manevraları, Filistin meselesinin çözümünde merkezi rol oynayabilir. Riyad, Filistin devletine giden bir plan olmadan İsrail ile normalleşmenin mümkün olmayacağını açıkça deklare etmesine rağmen İsrail’in bu çözüme giden yolu kapamış olması ise Trump’ın önündeki en büyük engel…

***

Orta Doğu, Trump’ı dizginlemesi için Suudi Arabistan’a güveniyor

Andrew England

Trump’ın aşırı İsrail yanlısı bir gündem izleyeceğinden korkan Arap ülkeleri, Donald Trump ile ilişkisini ve bölgedeki siyasi ağırlığını kullanarak Suudi Arabistan’ın, Trump’ın Ortadoğu politikalarını dengelemesini umuyor.

Trump’ın kilit pozisyonlara bir dizi ateşli İsrail yanlısı ve İran karşıtı şahin aday atamasının ardından Arap yetkililer yeni yönetimin İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’yı ilhak etme, Gazze’yi işgal etme ya da Tahran’la gerilimi tırmandırma hamlelerini onaylayabileceğinden endişe ediyor.

Ancak yetkililer, Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın Trump ile olan ilişkisini, başkanın finansal anlaşmalara olan ilgisini ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesine yol açacak “büyük pazarlık” yapma arzusunu kullanarak, yeni yönetimin bölgedeki politikalarını yumuşatabileceğini umuyor.

Bir Arap diplomat, “Bölgedeki kilit aktör, Trump’la bilinen ilişkileri nedeniyle Suudi Arabistan, dolayısıyla ABD’nin yapmaya karar verebileceği herhangi bir bölgesel eylemin kilit noktası olacak” dedi.

Bir başka Arap yetkili de Prens Muhammed’in Trump’ın İsrail’in Gazze’de Hamas’a karşı yürüttüğü savaşı sona erdirmeye yönelik politikalarını ve daha geniş anlamda Filistin meselesini etkilemede “kilit” rol oynayacağını ve İsrail’le normalleşme potansiyelini bir koz olarak kullanacağını söyledi.

Yetkili, “Suudi Arabistan, Trump’ın Gazze ve Filistin’le nasıl başa çıkacağını büyük ölçüde etkileyebilir. Bölgedeki pek çok ülke bundan sonra ne olacağı konusunda endişeli” dedi.

Trump’ın ilk başkanlık döneminde, Suudi Arabistan onun “alışveriş odaklı” yönetim tarzını ve bölgesel rakibi İran’a karşı yürüttüğü “maksimum baskı” kampanyasını destekledi. Suudi ajanların 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı öldürmesinin ardından diğer Batılı liderler Krallığın fiili liderine soğuk davranırken Trump, Prens Muhammed’in yanında durdu.

Trump, İsrail-Filistin çatışmasını çözmek için “nihai anlaşmayı” yapacağını da iddia etmişti. Ancak damadı Jared Kushner tarafından yürütülen bu planlar başarısız oldu. Filistinliler ve Arap devletleri, önerilerin İsrail lehine fazlasıyla taraflı olduğunu düşündü. Trump ayrıca Filistin’e yardımı kesti, Washington’daki diplomatik misyonlarını kapattı, ABD Büyükelçiliği’ni statüsü tartışmalı olan Kudüs’e taşıdı ve işgal altındaki Golan Tepeleri üzerindeki İsrail egemenliğini tanıdı. Öte yandan, Trump, BAE ve üç Arap ülkesinin İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği “İbrahim Anlaşmaları”na da aracılık etti.

Trump geçen ay bir Suudi televizyon kanalı olan El Arabiya’ya verdiği demeçte başkanlığı döneminde ABD ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin büyük harflerle “MÜKEMMEL” olduğunu söyledi.

“Kral’a büyük saygı duyuyorum, Muhammed’e de büyük saygı duyuyorum; gerçekten harika bir iş çıkarıyor, o tam bir vizyoner” dedi.

ABD Başkanı Joe Biden göreve geldikten sonra Riyad, Trump ile bağlarını sürdürdü. Veliaht Prens Muhammed’in başkanlık ettiği Suudi Arabistan Kamu Yatırım Fonu (PIF), Kushner’in kurduğu özel sermaye fonuna 2 milyar dolar yatırım yaptı.

PIF’in yöneticisi Yasir al-Rumayyan, hafta sonu New York’ta düzenlenen bir UFC dövüşünde Trump ile ön sırada oturdu. Ayrıca, Trump’a ait golf sahaları, PIF’in en dikkat çeken spor girişimlerinden biri olan LIV Golf etkinliklerine ev sahipliği yaptı.

Ancak Prens Muhammed, Biden’ın göreve gelmesinden bu yana Suudi Arabistan’ın bölgesel politikalarını yeniden ayarladı. Riyad, 2023 yılında İran ile diplomatik ilişkileri yeniden kurdu özellikle Hamas’ın 7 Ekim 2023 saldırısının bölgede bir dizi çatışmayı tetiklemesinin ardından sürdürdüğü yumuşama politikası izlemeye devam etti.

Biden yönetiminin, Suudi Arabistan ile ABD arasında bir savunma anlaşmasını içeren üçlü bir anlaşma kapsamında İsrail ile ilişkilerin normalleşmesini hedefleyen planı, savaş nedeniyle sekteye uğrasa da ABD, Suudi Arabistan’ı krize yönelik herhangi bir bölgesel çözümde kritik bir aktör olarak görmeye devam ediyor.

Ancak Riyad, Filistinlilerin ölü sayısı arttıkça İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun aşırı sağcı hükümetine yönelik eleştirilerini sertleştirdi.

Ekim ayında Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Prens Faysal bin Ferhan, Riyad’da düzenlenen bir basın toplantısında, İsrail ile normalleşmenin, “Filistin devletine dair bir çözüm bulunana kadar gündemde olmadığını” söyledi.

Prens Muhammed de geçen hafta Riyad’da düzenlenen Arap ve İslam zirvesinde İsrail’i Gazze’de “soykırım” yapmakla suçlarken, Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşı ve İran’a yönelik saldırılarını kınadı.

Diplomatlar ve analistler, Veliaht Prens Muhammed’in konuşmasını, Müslüman dünyasının İsrail’in askeri saldırılarını kınamada ve bir Filistin devleti kurulmasına destek verme konusunda birleştiği mesajı olarak yorumladı. Salı günü Riyad, “İsrail’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurmaya yönelik aşırılık yanlısı açıklamalarını” da kınadı.

Trump seçim kampanyası sırasında Orta Doğu’ya barış getirme ve savaşı sona erdirme sözü vermişti. Ancak İsrail Büyükelçisi olarak seçtiği Mike Huckabee ve Orta Doğu temsilcisi olarak atadığı emlak kralı Steven Witkoff da dahil adaylarının çoğu ateşli birer İsrail yanlısı.

Trump, buna rağmen İbrahim Anlaşmaları’nı genişletmek istediğini belirterek Al-Arabiya’ya şunları söyledi: “Çerçeve zaten hazır, tek yapılması gereken bunu yeniden devreye sokmak ve bu çok hızlı gerçekleşebilir. Eğer kazanırsam bu kesinlikle bir öncelik olacak… sadece Ortadoğu’da barışı sağlamak… Bu olacak” dedi.

İbrahim Anlaşmaları’nın genişletilmesinde Suudi Arabistan kilit bir rol oynayabilir. Ancak Arap yetkililer, Trump’ın bunu ancak Netanyahu’ya, Filistin devleti kurulmasına yönelik tavizler vermesi için baskı yaparak başarabileceğine inanıyor. Bu, İsrail Başbakanı’nın şiddetle karşı çıktığı bir mesele.

Bir diğer Arap diplomat ise, “Trump’ın şu anda Ortadoğu’da Suudi Arabistan’dan daha çok ihtiyaç duyduğu başka bir aktör yok. Trump, kendisine sunulmuş hazır anlaşmalardan kredi almayı seven biri. Eğer Muhammed bin Selman ona bir anlaşma sunarsa, bu bir olasılık olabilir, hatta tek olasılık olabilir” yorumunda bulundu.

Arap yetkililer de Gazze’deki yıkımın neden olduğu öfkenin, Filistin davasını yeniden bölgesel gündemin en üst sırasına taşıması nedeniyle Trump’ın Filistinlileri göz ardı etmesinin daha zor olacağını umuyor. Liderler çatışmanın kendi halklarının bazı kesimlerini, özellikle de Prens Muhammed’in ana seçmen kitlesi olan gençleri radikalleştirmesinden endişe ediyor.

İlk Arap diplomat “Trump’ın Gazze’deki savaşı sona erdirmesi gerekecek ve bunu yapmak için de ertesi günü ele alması gerekiyor” dedi: “Filistin meselesine odaklanmadan bölgesel çözüm işe yaramaz. Suudi Arabistan açıkça belirtti ki, bir Filistin devleti kurulmadıkça normalleşme bir seçenek değil.”

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat: Rusya’dan hangi karşılık beklenebilir?

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya topraklarına yönelik uzun menzilli füzelerin kullanılmasına izin verme kararı, Rusya’nın olası tepkilerini gündeme taşıdı. İsviçre Genelkurmay Başkanlığı’ndan emekli yarbay ve siyasi ve askeri strateji analisti Ralph Bosshard, Rusya’nın tepkisinin genelde ihtiyatlı ve kademeli olacağını, ancak uluslararası sulardaki veya üçüncü ülkelerdeki İngiliz ve Fransız hedeflerinin vurulabileceğini belirtiyor. Buna karşın, NATO’nun 5. Maddesi’ni devreye sokacak bir saldırının pek olası olmadığı ifade eden Bosshard, Ukrayna’nın Batı’dan aldığı silahlarla elde edebileceği askeri başarıların sınırlı kalacağını, çünkü Rusya’nın buna yönelik hazırlık yaptığını söylüyor. Ayrıca, Rusya’nın komuta merkezlerini sık sık yer değiştirdiğini ve geniş lojistik ağını koruma kapasitesine sahip olduğunu vurgulayan uzman, Batı’nın uzun menzilli silahlarının, savaşın seyrini kökten değiştirme potansiyelinin olmadığını, asıl belirleyicinin Rusya ve Çin liderlerinin kararları olduğunu ifade ediyor. Bosshard’a göre, Biden’ın bu kararını görev süresinin sonunda alması, Trump yönetimini zora sokma ve kendi dönemini daha güçlü bir şekilde kapatma çabası olarak yorumlanabilir. Moskova’nın şu ana kadar temkinli hareket ettiğini belirten Bosshard, Kremlin’in Batı’ya temkinli mesajlar verdiğini ve bu gerilimin medya üzerinden yönetildiğini dile getiriyor.


Rusya’dan nasıl bir askeri karşılık bekleyebiliriz? İsviçreli askeri uzman Bosshard ile mülakat

Éva Péli, NachDenkSeiten

Görev süresi sona ermekte olan ABD Başkanı Joe Biden, ABD’nin uzun menzilli füzelerinin Rusya topraklarındaki hedeflere karşı kullanılmasına izin verdi. Bu kapsamda, daha önce uygulanan kısıtlamalar kaldırıldı ve Beyaz Saray da bunu resmî olarak teyit etti. İsviçreli askerî uzman Ralph Bosshard, bu kararın muhtemel sonuçlarını NachDenkSeiten’a değerlendirdi.

Éva Péli: Joe Biden’ın bu açıklaması askerî açıdan nasıl değerlendirilmeli? Rusya’dan beklenen askerî tepki nedir ve bu tepki kimlere (ABD, İngiltere, Fransa ya da Ukrayna) yönelebilir?

Ralph Bosshard: Ruslar, Ukrayna topraklarındaki hedeflere dönük saldırıların yanı sıra, uluslararası sularda, denizaşırı varlıklarda ya da üçüncü ülkelerde bulunan İngiliz ve Fransız askerî hedeflerini vurma alternatifine de sahip. Fakat üçüncü ülkelerdeki operasyonlar büyük ihtimalle bazı kısıtlamalarla karşılaşacaktır. Şu ana kadar çatışan taraflar birbirlerinin uydularını hedef almaktan kaçındılar, zira bu durum Pandora’nın kutusunu açabilir. Uydu hedefleme şu an için bir tabu gibi görünüyor. Bu konuda silahlanma kontrolü müzakereleri için fırsatlar bile olduğunu düşünüyorum.

Batı tarafından Ukrayna’ya şu ana kadar sağlanan kısa ve orta menzilli silahlarla Ukrayna, mevcut en acil askerî sorunlarını çözmeyi deneyebilir.

Bu sorunlardan biri, Rusya’nın FAB adı verilen ağır uçak bombalarının, iyi inşa edilmiş saha tahkimatlarını imha etmek için kullanılması. 2014-2022 yılları arasında inşa edilen ve betonla güçlendirilmiş bu tahkimatlar artık Ruslar tarafından her yerde aşılmış durumda. Şimdi ise Ukrayna birlikleri, özellikle yerleşim yerlerinde bu tahkimatları savunarak pozisyonlarını korumaya çalışıyor. FAB bombaları yönlendirme modülleriyle donatılmış olup yaklaşık 70 kilometre uzaklıktan bırakılabiliyor. Ruslar bu bombaları artık oldukça hassas bir şekilde kullanıyor. Bu bombaların taşıyıcıları, taktik bombardıman uçaklarıdır ve bu uçaklar 170-200 kilometre derinlikteki hava üslerinden operasyon düzenler. Eğer bu hava üsleri, Batı menşeli uzun menzilli silahların menziline girerse, Ruslar daha gerideki üslerden operasyon yapmaya başlayacaktır. Moskova’daki Genelkurmay Akademisi’ndeki eğitimim sırasında Su-24 tipi cephe bombardıman uçaklarını hesaba katarak planlama yapıyorduk. Bugün kullanılan Su-34 uçaklarının menzilinin Su-24’lerden çok daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Geriye çekilerek operasyon düzenlemek Ruslar açısından sorunsuz olacaktır.

Rusya’nın lojistik destek hatlarını ve cepheye asker taşınmasını kesintiye uğratmak, yalnızca belirli hedef kategorilerine karşı yoğun ve sistematik saldırılarla mümkün. Bunlar, mesela mühimmat veya yakıt depoları gibi tesisler ya da demir yolu ağı olabilir. Ruslar, lojistik tesislerini geniş bir alana yayabilir ve Donbass’taki sıkı demir yolu ağından faydalanabilir. Ayrıca bu ağ, ek demir yolu hatlarıyla daha da güçlendirilebilir. Bu görev, Rusya ordusunda bulunan demir yolu birliklerine ait. Ukraynalıların bu ağı kesintiye uğratması için ciddi bir çaba göstermesi ve çok sayıda füze kullanması gerekecektir. Fakat Ukrayna’nın savaş uçakları ve roketatarlarıyla cepheye ne kadar yaklaşabileceği belli değil.

Bununla beraber yer hedeflerine yönelik saldırılar da karmaşık bir hedefleme süreci gerektirir. Ruslar, geçerli operasyon prosedürlerine göre, komuta merkezlerini günlük olarak değiştirir. Son zamanlarda Rusya’nın komuta merkezlerinin imha edildiğine dair neredeyse hiç haber duymadım.

Temel olarak Rusya ordusunun operasyon prosedürleri, düşman tarafından kısa ve orta menzilli silahların kullanılmasını öngörüyor. Ruslar bu tür bir duruma hazırlanmış durumda ve eğitimlerini buna göre aldılar. Dolayısıyla, Batı tarafından tedarik edilen kısa ve orta menzilli silahlarla Rusya Silahlı Kuvvetlerine baskı uygulanması ancak geçici bir etki yaratacaktır.

İlave olarak, Ukraynalılar, askerlerin moralini artırmak amacıyla sembolik açıdan önemli hedeflere saldırabilirler. Ancak bu tür saldırıların kalıcı bir askerî etkisi olmayacaktır. Bunun aksine, yalnızca askerî hedeflere yönelik saldırıların Ukraynalıların moraline etkisi sınırlı kalacaktır.

Bütün bu süreçte hedeflerin kontrolü Batı’nın –özellikle de ABD’nin– elinde. Ukraynalılar, saldırıların gerçekleşmesi için gerekli olan seyrüsefer, iletişim ve istihbarat araçlarına doğrudan erişime sahip görünmüyor. Özellikle en yeni sistemler için üretici firmalardan teknik destek alınması gerektiği de anlaşılıyor. Bu araçların kullanımıyla Biden, Rusya’nın ilerleyişini yavaşlatabilir ve muhtemel bir çöküşü –en azından Trump’ın göreve başlamasına kadar– erteleyebilir. “Benim gözetimimde olmadı,” anlayışı burada geçerli gibi görünüyor.

Bu kararlar ışığında müzakereli çözüm şansı nasıl değerlendirilebilir?

Bu kararların müzakereli çözüm şansını ciddi ölçüde etkileyeceğini düşünmüyorum. Ukrayna’daki savaşın nasıl ve ne zaman sona ereceğini Batı’nın silah sevkiyatları belirlemeyecek. Batı’nın “mucize silahları” olarak lanse edilen sistemler, Şubat 2022’den bu yana savaşın gidişatında kayda değer bir değişiklik yaratamadı. Daha önce belirttiğim üzere ATACMS, Storm Shadows ve diğer benzeri sistemler de bu savaşın kaderini kökten değiştiremeyecek. Bu savaş, Şi Cinping ve Vladimir Putin’in “tamam yeter” dedikleri zaman sona erecek. Genel manada, Rusya veya Çin ile Batı adına bir savaşa girmeye hazır olan herkesin uyarıyı almış olması gerektiğini düşünüyorum.

Eylül ayında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Batı’nın uzun menzilli silahlarını Rusya’ya karşı kullanmasının, NATO ülkelerinin Ukrayna’daki çatışmaya doğrudan katılımı anlamına geleceğini söylemiş ve şu uyarıda bulunmuştu: “Eğer savaşı Ukrayna topraklarından Doğu’ya taşırlarsa, savaş orada sona ermeyecek; zira savaş Batı’yı da içine alacak.”

NATO’nun, Putin’in öngördüğü bu muhtemel tepkiye nasıl hazırlanacağı büyük bir soru işareti. Şu anda Fransızlar ve İngilizler açısından, Bab el-Mandeb Boğazı ya da İran kıyıları civarındaki sularda savaş gemilerini konuşlandırmaktan bir süreliğine kaçınmak daha uygun olabilir. Hatta diğer deniz bölgelerinden de uzak durmaları gerekebilir. Bunun yanı sıra, Batı Avrupa’daki deniz tabanında bulunan tesislere karşı dikkatli olunması gerektiğini özellikle vurgulamak isterim.

Almanya’nın kendi topraklarına dönük bir saldırı beklentisi içinde olmadığını, sivil savunma alanında neredeyse hiçbir tedbir alınmamış olmasından anlayabiliriz. Halka, evlerinin bodrumlarını temizlemeleri ve kendilerine bol şans dilemeleri yönünde tavsiyeler dışında, Almanya Savunma Bakanı Boris Pistorius’un (SPD) elle tutulur bir hazırlık sunmadığı aşikâr. Oysa, bir ülkeye ve halkına zarar vermek için artık çok daha farklı araçlar mevcut.

Uzun zamandır Almanya Şansölyesi Olaf Scholz’un daha akıllı bir strateji izlediğini düşünüyorum. Kendisi, gereksiz yere ve erken bir dönemde risk alarak öne çıkmaktan kaçınıyor. Ancak ne yazık ki etrafında zayıf bir hükûmet ekibi var. Geçtiğimiz yıl Federal Meclis’te eleştirdiğim Ulusal Güvenlik Stratejisi, son derece zayıf bir metindi. Ama o zaman bile CDU/CSU muhalefetinin sunacak daha fazla aklı yoktu.

ABD Başkanı Joe Biden, daha önce bu tür füzelerin Rusya’daki hedeflere karşı kullanılmasına izin vermeyeceğini belirtmişti, zira bunun üçüncü dünya savaşına yol açabileceğinden endişe duyuyordu. Fakat görev süresinin sonlarına yaklaşırken, Biden’ın artık böyle bir senaryodan korkmadığı anlaşılıyor. Peki, bu süreçte ne değişti?

Biden’ın bu kararı, Trump ekibi ile Putin yönetimi arasında halihazırda yapılmış olması muhtemel anlaşmayı bozmayı amaçlıyor. Bu stratejiyle, Putin’in öyle bir tepki vermesi hedefleniyor ki, bu tepki Trump’a savaşın devam etmesinden başka bir seçenek bırakmasın. Şu anki durumda Ruslar, Amerikan tesislerine veya birliklerine saldırmaktan kaçınıyor; böyle bir adımın Trump yönetimiyle ilişkileri doğrudan etkileyebileceğini biliyorlar.

Fransa ve İngiltere’nin bu denkleme dahil edilmesi, savaşın Trump’ın göreve gelmesinden sonra da devam etmesini garanti altına alma stratejisinin bir parçası. Biden, bu noktada Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olma heveslerini ustaca kullanıyor. Ancak hem Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron hem de İngiltere Başbakanı Keir Starmer, Rusya’nın muhtemel misilleme hamlelerinin, Trump’ın göreve başlamasından sonra özellikle onları hedef alacağının farkında. Bu nedenle, durum ciddileştiğinde İngiltere ve Fransa’nın, deyim yerindeyse, “görünmezlik moduna geçeceğini” düşünüyorum.

Rusya’nın mevcut stratejisinde NATO’nun 5. Madde’sini (bir üyeye yapılan saldırının tüm NATO üyelerine yapılmış sayılmasını öngören madde) devreye sokacak bir durumdan kaçınması önemli. Bu nedenle Rusya, NATO topraklarında herhangi bir hedefe saldırmayacaktır. Bunun yerine, İngiltere ve Fransa’nın ana vatanı dışındaki tesislere saldırılar düzenleyerek, bu ülkelerin güçlerini koruyamayacaklarını göstermeye çalışabilir. Nitekim, Rusya’nın birkaç gün önce Ukrayna’daki hedeflere dönük kombine füze ve drone saldırılarını yeniden başlatması, Moskova’nın misilleme yeteneğini açıkça ortaya koyuyor. Üstelik bu saldırılar, iyi korunan hedeflere karşı dahi başarılı bir şekilde yapılabiliyor. Bu da Rusya’nın mevcut gelişmeleri önceden öngördüğünü ve buna hazırlıklı olduğunu gösteriyor.

Açık konuşmak gerekirse, ABD’nin Rusya’ya, belirli saldırılardan önce uygun kanallar aracılığıyla uyarılarda bulunması bile beni şaşırtmaz. Bu tür bir iletişim, savaşı daha büyük bir tırmanıştan koruma amaçlı bir tedbir olabilir.

Genel olarak Kremlin’in her zamanki gibi, temkinli ve ihtiyatlı bir şekilde tepki vereceğini düşünüyorum. Ancak Putin’in basında zaman zaman “nükleer tehdit” kartını oynaması, Biden’ı başarısız bir lider gibi gösterme stratejisinin bir parçası. Bu durum, Biden’ın sırf egosu uğruna, görev süresinin son anlarında bir nükleer savaşı riske atmış bir başkan olarak algılanmasına neden olabilir. Öte yandan Trump, bu retoriği kullanarak kendisini barışın ve gerilimi düşürmenin mimarı olarak sunabilir. Bu da Trump’ın söylemsel bir üstünlük elde etmesine yol açabilir. Lütfen, benden Biden’ın liderlik becerilerine övgüler dizmemi beklemeyin. Bu bağlamda, onun kararlarının stratejik etkisi tartışmaya aşikâr.

Ukrayna Devlet Başkanı Vladimir Zelenskiy’in, ABD Başkanı Joe Biden’ın uzun menzilli füzelerle ilgili kararını medyada duyurmasından rahatsız olduğu iddiaları basında geniş yankı buldu. Uzmanlar, bu açıklamayı ABD yönetiminin Rusya’yı saldırılardan önce bilgilendirerek bir tırmanışı önleme çabası olarak yorumluyor. Peki, bu durum nasıl değerlendirilmeli?

Burada Zelenskiy için “isteğe göre bir menü” hazırlanmadığını açıkça görebiliyoruz. Ukrayna’nın lideri, kendisine sunulan yardımı olduğu gibi kabul etmek zorunda. “Büyük aktörler” sahnede kararları alırken, Ukrayna ancak bu oyunun bir parçası olabilir. Biden, bir yandan gerilimi artıracak bir açıklama yaparken, diğer yandan tansiyonu düşürme çabası içinde görünüyor. Kararını kamuoyuna duyurarak, esasen Rusya’ya dolaylı bir uyarı göndermiş ve onları bir nebze rahatlatmış oldu. Biden, bu saldırıların Zelenskiy’in istediği gibi sürpriz bir şekilde gerçekleştirilmesine izin verebilirdi; fakat bu, şu anki stratejiyle uyuşmuyor.

Bu durum, günümüz savaşlarının “medya savaşı” karakterini bir kez daha gözler önüne seriyor. Batı, medya hakimiyetinin her savaşta üstünlük sağlayacağını varsayıyor. Bu anlayış büyük ölçüde, ABD’nin Vietnam Savaşı’ndan kalma travmasına dayanıyor. Ancak bu medya savaşı içinde, Ukrayna lideri Zelenskiy’in stratejik kararlarının Rusya’nın lehine olabilecek etkiler doğurabileceği bir gerçek. Örneğin, Çernigov oblastına (Ukrayna ordusunun Kuzey Harekât Komutanlığı’nın önemli bir merkezi) asker kaydırılması, mevcut durumu Zelenskiy açısından daha da kötüleştirebilir.

Bu aşamada Ukrayna’nın, moral artırıcı bir başarıya ihtiyacı var. Bunun için Rusya’ya birkaç füze saldırısı gerçekleşebilir ve bu saldırılar daha sonra stratejik zaferler olarak lanse edilebilir. Ancak bu hamlelerin kalıcı bir askerî etkisi olup olmayacağı belli değil. Öte yandan, Trump ve Kuzey Kore güçleri hakkındaki spekülasyonlarla bir “ihanet hikayesi” hazırlığının şimdiden yapılmış olması dikkat çekici.

Biden’ın kararını basın yoluyla duyurması, aslında planın en kritik parçalarından biriydi. Bu ilan, Biden’ın başkanlık dönemi boyunca elde ettiği zayıf başarı karnesini toparlama çabasının bir parçası. Kabil’deki kaotik çekilme sonrası yaşanan utanç verici süreç, Biden’ın hanesine yazılmıştı. Buna rağmen, 2021’in aralık ayında Rusya’nın sunduğu güvenlik garantileri teklifini küçümseyip reddetme cesaretini göstermişti. Şubat 2022’den itibaren ise, ABD’nin Kiev’deki müttefikinin darbeler almasına seyirci kalmak zorunda kaldı. Şimdi, kalan iki aylık görev süresinde, bu tabloyu tersine çevirmek ve daha iyi bir izlenim bırakmak için çabalıyor.

Fakat Biden’ın, dünyayı bir nükleer savaşa sürükleme gibi bir niyet taşımadığı bariz. Bu, Biden’ın planlarının bir parçası değil. Bilakis, mevcut hamleleri hem içeride hem de uluslararası arenada itibarını artırmaya yönelik bir girişim olarak okunmalı.

Biden’ın uluslararası sahnedeki zayıflığı, yakın zamanda Peru’daki zirvede daha da belirgin hale geldi. Aile fotoğrafında Biden’ın arka ve dış köşelere yerleştirilmesi, sembolik olarak onun düşen önemini gözler önüne serdi. Üstelik, Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in, Trump ile iyi bir şekilde çalışabileceğini söylemesi, Biden’a dolaylı bir mesaj göndererek onunla artık çalışmak istemediğini ima etmişti. Bu durum, Biden’ın uluslararası alandaki pozisyonunu daha da zayıflattı.

Biden, görev süresinin kalan iki ayında daha fazla aşağılanmak istemiyorsa, şimdi hızlı ve etkili hamleler yapmak zorunda. Kendi döneminin, özellikle Jimmy Carter’ın başkanlığının son dönemine benzeyen bir şekilde sona ermesini istemediği belli.

Biden’ın ABD’nin uzun menzilli silahları için genişletilmiş hedeflerine ilişkin kararını hangi biçimde aldığına dair bilginiz var mı? Bu bir başkanlık kararnamesi, resmi bir hükümet kararı ya da yalnızca Kiev’e (ve kiminle) yapılan bir telefon görüşmesi şeklinde mi? Ve bugüne kadar silahların menzil sınırlaması nasıl sağlandı, yalnızca teknik bir yöntemle mi yoksa bir emirle mi?

Bu tür detayları elbette yalnızca doğrudan taraf olanlar bilir. Ancak kararın uygulanmasının üçlü bir işbirliğiyle gerçekleştirilmesi muhtemel. Amerikan, İngiliz ve Fransız askerleri saldırıları muhtemelen birlikte planlayacak. NATO kurumlarının bu süreçte pek bir etkisinin olacağını düşünmüyorum. Zira tecrübelere göre, büyük devletler stratejik varlıklarını paylaşmayı tercih etmez; bu, genelde herkesin kendi önceliğine göre hareket ettiği bir alan. Bu kapsamda özel harekât birlikleri, stratejik silahlar, uydu ve istihbarat bilgileri gibi yalnızca hükümet düzeyinde erişilebilen araçlar yer alır. Dolayısıyla, bu tür bir işbirliğinin halihazırda kurulmuş olması pek muhtemel değil. Belki bu süreç sıfırdan oluşturulmak zorunda kalabilir.

Şimdi bir hedefleme süreci başlatılması gerekiyor. Bu süreç, durum değerlendirmesinden hedef seçimine ve etkinlik analizine kadar uzanıyor. Bunun içinde istihbarat toplama, iletişim ve navigasyon uyduları yer alıyor. Bu uyduların bazıları muhtemelen doğru yörüngeye henüz yerleştirilmiş değil. Hazırlık çalışmalarına elektronik harp alanındaki tedbirler de dâhil. Geçtiğimiz ay Rusya’nın birkaç şehrinde bizzat şahit oldum ki, Ruslar GPS sinyallerini engelliyor ve hatta zaman zaman yanıltıcı sinyaller yayıyor. Yani, GPS cihazları yanlış konumlar tespit ediyor. Bu sapmaların 15 kilometreye kadar ulaştığını gözlemlemiştim.

Tüm bu süreç, devlet başkanlarının ya da başbakanların –Biden, Starmer ve Macron’un– silahlı kuvvetlerin başkomutanı sıfatıyla verdiği bir planlama talimatını gerektiriyor. Ön hazırlıkların, yani muhtemel planların ne kadar ilerlemiş olduğuna bağlı olarak, oldukça uzun sürebilecek bir planlama sürecinin başlatılması gerekebilir. Hangi hedeflere saldırılacağı konusunda Ukraynalılar belki önerilerde bulunabilir ama son söz büyük ihtimalle Amerikalılar, İngilizler ve Fransızlara ait olacaktır.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Gideon Levy: Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı

Yayınlanma

Aşağıda çevirisini okuyacağınız İsrail’in en köklü gazetelerinden Haaretz’de yayınlanan köşe yazısında İsrail’in Gazze’deki katliamları karşısında İsrail toplumunun etik ve ahlaki olarak nasıl dönüştüğü/dönüştürüldüğü anlatılıyor:

***

Siyonistlerin yeni ideali: Gazze Savaşı’ndan utanmayan bir İsrailli nesil

Gideon Levy

“Teachers for Change” (Değişim İçin Öğretmenler) adlı bir kuruluşun CEO’su ve eğitimci olan Yair Weigler, yedek kuvvetlerdeki uzun süreli görevinden yeni döndü.

“Gazze Şeridi’ndeki çeşitli mahallelerde ve mülteci kamplarında faaliyet gösterdik, biraz da plajlarında vakit geçirdik, ardından Lübnan’da göreve devam ettik… Aramızda yerleşimciler, Tel Avivliler, 2005’te [Gazze Şeridi’ndeki] Katif Bloğu’ndan tahliye edilenler vardı; silah arkadaşlarıydık, eğitimciler ve yüksek teknoloji çalışanlarıydık… tek bir tank bölüğüydük” dedi şiirsel bir dille, sanki ordudan sonra yurtdışında bir geziye çıkıp dönen genç bir adam gibi, ziyaret ettiği yerleri övüyordu. Ah, Şucaiye, ah, ne birlik ama. Ne ordu ne halk.

Eski Başbakan Naftali Bennett, eğitimcinin sözlerini paylaşmakta gecikmedi: “İsrail’de bir aslanlar kuşağı doğdu. Hiç şüphem yok ki bu çocuklar, savaşçılar ve yedekler, sivil hayata daha idealist, daha merhametli insanlar olarak dönecekler ve önümüzdeki 50 yıl boyunca bu ülkeyi yeniden inşa edecek insanlar onlar olacak. Umut var!”

Eğer Bennett’ın küçük örme kipasıyla sergilediği aşırı duygusallığı bir kenara bırakırsak bile, şaşkın ve çaresiz gözlerimizin önünde cereyan eden kaostan dehşete düşmemek elde değil. Yedi yirmi dört. Etnik temizlik ve toplu katliam artık birer ideal; savaş suçları ise daha değer odaklı ve “iyi” siviller yaratıyor. Bennett’ın anlayışında umudun anlamı işte bu.

İnanmakta güçlük çekiyor insan. İsrail’de bir öğretmenin yedek görevindeki son derece sorunlu deneyimlerini böyle ifade ettiğini, ılımlı sağ kanadın liderlerinden alternatif için umut olan birinin ise bu şekilde tepki verdiğini okuyoruz. 2024 İsrail’inde, ordunun Gazze ve Lübnan’da yaptıklarıyla ilgili bir özeleştiri işareti görmek şöyle dursun artık suçlar ve vahşet birer ideal düzeyine yükseltiliyor. Vatandaşlık derslerinde artık, on binlerce kadın ve çocuğun katledilmesinin nasıl bir “değer” haline geldiği tartışılacak. İşte bir toprak parçasını yok edip İsraillileri daha iyi vatandaşlar haline getirmenin yolu budur. Soykırım, bir eğitim atölyesi olarak sunuluyor.

Suçluluk duygusu, bir hesaplaşma veya etik sorgulamalar bekleyen herkes tam tersini buluyor. Yaptıklarından dolayı travma yaşayan, bitmek bilmeyen kâbuslar gören, işlediği vahşetler yüzünden uykusunda çığlık atan bir nesil bekleyenler, ulusal gururla karşılaşıyor. Siyonist ideal artık Gazze’de süren savaş. Uluslararası mahkemelerde tanımlanmayı bekleyen korkunç bir suç, tüm dünyanın haklı olarak dehşetle izlediği bir savaş, şimdi bir “değer” olarak yüceltiliyor. Burada bir aslanlar kuşağı doğdu.

Bu aslanlar kuşağı, bir an bile yaptıklarıyla yüzleşmeye cesaret edemeyecek kadar korkak. Bastırma ve inkârı anlamak mümkün. Sonuçta bunlar olmadan, böylesine anlamsız ve dizginsiz bir savaş sürdürülemezdi. Ancak İsrail bunu daha akıl almaz bir noktaya taşıdı.

Böylesine korkunç savaş suçları işlenirken hiç bu kadar gurur duyulmamıştı. Subaylar kameraların önünde Gazze’deki yıkıntılar arasında göğsünü kabartarak yürüyor. Etrafında, tüm bu yıkımın anlamını sorarak mesleğinin itibarını kurtaracak tek bir muhabir bile yok. Bunun amacı neydi, yasal dayanağı neydi, ahlaki boyutu neydi? Bize böyle bir yıkımı gerçekleştirme yetkisini veren neydi? Toprak yolda, koltuk değnekleriyle, tekerlekli sandalyelerde, açlıktan bitap düşmüş eşeklerin çektiği arabalarla gidip gelen, TV muhabiri Ohad Hamo’nun soracağı herhangi bir soruya bir damla su karşılığında yanıt vermeye hazır insanların oluşturduğu konvoylar var ve bu, Hamo’nun mesleki gururunu destekleyen bir gazetecilik başarısı olarak adlandırılıyor.

Rus televizyonunun Ukrayna’dan böylesi utanç verici bir görüntüyü yayınlamaya cesaret edebileceği şüpheli. Belki orada utanç buna engel olabiliyor. Burada ise utanma hissi yok. Ne Hamo, ne Kanal 12, ne medya, ne Weigler ne de Bennett’in söylediklerinde…

Mesele sadece İsrail’in utanma duygusunu kaybetmiş olması değil. Yaptıklarıyla gurur duyuyor. İsrailliler savaşı sadece gerekli bir kötülük olarak görmüyor, bizi bununla yaşamaya mahkûm eden bir durum olarak değerlendirmiyor. Şimdi savaş, bir değer modeli – pedagojik bir şiir olarak sunuluyor. Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki sürgün ve güneyindeki katliam birer ulusal miras olarak tanıtılıyor, yakında fotoğraf albümleri ve müzelerle birlikte gelecek. Bunu telafi etmek çok daha zor olacak.

Bennett, vicdanı ve pusulası olmayan bu aslanlar kuşağının önümüzdeki 50 yıl boyunca ülkeyi inşa edeceğini vaat ediyor. Hayal edin. Bekleyip göreceğiz.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English