Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim saldırısından sonraki bir ay epey debdebeli geçti ve Gazze’de devam eden savaşın hem Filistin hem de İsrail tarafı açısından büyük değişimler getirdiği muhakkak. Nihayetinde Filistin, İkinci İntifada’dakine benzer türden bir viraj aldı ve İsrail, eski statükonun sürdürülemeyeceğinin farkında. İşgal rejimi, şimdi galip gelenin kendi barışını karşıdakine dayatacağı bir alternatiften ötesini göremiyor.


Gazze, Siyonizmin kırılganlığı ve savaşın kaçınılmazlığı

Daniel Lindley

Ebb Magazine

9 Kasım 2023

“Avrupa’nın her yerinde lambalar sönüyor, ömrümüz boyunca onları bir daha yanarken göremeyeceğiz.” — Sir Edward Grey, Avrupa’nın savaşa girmesinin kaçınılmazlığı üzerine, 1914.

İsrail devleti şu anda uçurumun eşiğinde duruyor. Seymour Hersh’ün “Netanyahu’nun işi bitti” başlıklı makalesinde, “Hamas’ı açlıktan öldürmek ya da Gazze’de 100 bin kadar insanı öldürmek” arasında bir seçim yapmak zorunda olduğu ikilem oldukça veciz bir şekilde ifade edildi. Hamas’ı yok edememek Siyonist sömürgeci proje açısından yıkıcı bir mağlubiyet olacaktır zira bu, devletin halkını tüm sömürgeci yerleşimcilerin korktuğu türden şiddetli bir yerli ayaklanmasından koruyamayacağının kabulü anlamına gelecektir. Ancak böyle bir hedefe ulaşmak, bir AB diplomatının deyimiyle “büyük bir etnik temizlik” olmadan muhtemelen imkânsız. Likud’lu Knesset üyesi Ariel Kellner, 7 Ekim’de “tek bir hedefleri olduğunu” açıkladı: “Nekbe! 48’deki Nekbe’yi gölgede bırakacak bir Nekbe. Gazze’de Nekbe ve kalmaya cesaret edecek herkes için Nekbe!”

Açık sözlülüğü aydınlatıcı olsa da onun ve benzer tehditlerin gözden kaçırdığı en ciddi dinamik, Orta Doğu’nun 1948’den bu yana epey değişmiş olması. Filistin direnişi hiç bu kadar hazırlıklı olmamıştı, İsrail’in geniş bölge üzerindeki askeri hakimiyeti azaldı ve baş hamisi ABD düşüşe geçti. Bu da İsrail’in ciddi sonuçlar doğurmadan etnik temizlik yapabileceği günlerin geride kaldığı anlamına geliyor. Bu durum bizi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Arşidük Franz Ferdinand suikastının intikamını almak için Sırbistan’ı işgal etmesi gerektiğine inandığı, fakat bunu yapmanın kaçınılmaz olarak Rusya’nın müttefiki ile dayanışma içinde savaş ilan etmesi anlamına geldiği ve bu noktada Avrupa çapında savaşın kaçınılmaz hale geldiği 1914 Temmuz Krizi ile pek çok benzerlik taşıyan tarihi ana getiriyor.

Batı basını, 7 Ekim’de yaşanan olaylarla ilgili haberlerinde İsrailli sivillerin Filistinli savaşçılar tarafından öldürülmesine odaklanırken bazı İsrailli görgü tanıklarının sivillerin Gazze’ye rehine götürülmesini engellemek amacıyla kendi askerleri tarafından öldürüldüğünü bildirmesi detayları belirsiz hale getirdi. Eğer Hamas liderliği hesaplanmış bir tırmanma stratejisi izlemeye başladıysa, bu durum Hamas’ın siyasi lideri İsmail Heniye’nin 5 yıl önce İsrailli nişancıların 214 Filistinliyi öldürdüğü ve 36 bin 100’den fazlasını yaraladığı Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında Gandi portresi önünde şiddet içermeyen gösterileri desteklediği dönemden belirgin bir şekilde farklı olacaktır.

Batı basınında pek dikkat çekmeyen, ancak 7 Ekim’in muhtemelen en önemli tarafı, İsrail ordusunun Filistinli militanların doğrudan saldırısı karşısında hakikaten şok edici bir şekilde çökmesiydi. Hamas öncülüğünde çeşitli askeri üslere ve karakollara düzenlenen saldırıda yüzlerce İsrail askerinin öldürüldüğünü biliyoruz; sahiden de birkaç İsrail kenti iki gün boyunca Hamas’ın askeri kontrolü altındaydı ki bu daha bir ay öncesine kadar düşünülemeyecek bir senaryoydu. 1948’den bu yana hiçbir Arap askeri gücü İsrail’in orijinal sınırları içindeki toprakları ele geçirip elinde tutamamıştı; bunu İsrail’in düşmanları arasında askerî açıdan en zayıf güçlerden biri olan Hamas’ın başarmış olması bilhassa utanç verici.

İsrail gibi bir yerleşimci devlet için, düşmanlarının askerî açıdan kendisine meydan okumaya cesaret bile edememesi için baskın bir askeri güç imajı yansıtmak mecburi. Dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Moşe Yaalon, bu mantığı 2002 yılında şöyle izah etmişti: “Ben [zaferi] çatışmanın başından itibaren tanımladım: Filistinlilerin terör ve şiddetin bizi yenemeyeceğini, bizi pes ettiremeyeceğini oldukça derin bir şekilde içselleştirmesi. Eğer bu derin içselleştirme çatışmanın sonunda mevcut olmazsa, İsrail’e dönük varoluşsal bir tehdit içeren stratejik bir sorunumuz olacaktır. Eğer bu [ders] Filistinlilerin ve Arapların bilincine kazınmazsa, bizden taleplerinin sonu gelmeyecektir. Askeri gücümüze rağmen bölge bizi daha da zayıf olarak algılayacaktır.”

Hamas savaşçılarının askeri üsleri ele geçirdiği ve yerleşim yerlerinden engellenmeden geçtiği görüntüler İsrail’in caydırıcılık kapasitesine vurulmuş yıkıcı bir darbe, belki de devletin varoluşundaki en büyük darbedir. Onların mantığına göre, buna verilecek tek tatmin edici tepki, genel manada statükoya dönmeden önce sivillere yönelik olağan misillemeler değil, böyle bir saldırının bir daha gerçekleşme ihtimalini ortadan kaldıracak bir şeydir. İsrail Savunma Bakanı, amaçlarının sadece “tüm Hamas görevlilerine ulaşmak olduğunu, onları yok etmeden görevi sonlandıramayacaklarını” ve bunun “Gazze’deki son harekât olduğunu, zira bundan sonra Hamas’ın olmayacağını” resmen ifade etti. Gazze Şeridi’nde Hamas’a sunulan yaygın destek ve İsrail’in Hamas’ın tüm mensupları öldürüldükten sonra Gazze’yi kimin kontrol edeceğine dair herhangi bir planının olmaması göz önüne alındığında, bu hedefler —eğer Gazze’deki Filistinli nüfusu Sina’ya sürerek etnik temizlik yapma niyeti olarak yorumlanmıyorsa— pek pratik görünmüyor. Bu durum, Gazze’deki tüm nüfusun Sina’ya sürülmesini açıkça onaylayan 13 Ekim tarihli İsrail İstihbarat Bakanlığı belgesinin yakın zamanda sızdırılmasıyla daha da pekişti.

Bölgesel gericiler ve Direniş Ekseni kırmızı çizgiler belirledi

İsrailli politikacıların asıl maksadın bu olduğunu ağızlarından kaçırmış olmaları, bölgedeki kilit aktörlerin İsrail’in bunu yapma niyetine çoktan ikna olmuş olmalarından ve etnik temizliğin kırmızı çizgi olduğu konusunda ortak bir tepki vermiş olmalarından daha az önemli. Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah el-Sisi, “Filistinlileri Sina’ya yerleştirmenin Mısır’ı İsrail’e karşı savaşa sürüklemek anlamına geldiğini” ifade etti. Mısır anayasası, Cumhurbaşkanı’nın parlamento onayı olmadan savaş ilan etmesine izin vermiyor ama Arap İşleri Komitesi Müsteşarı Eymen Muhsab, CNN’e yaptığı açıklamada Mısır parlamentosunun, “Sisi ve Mısır ordusuna savaş açmak da dahil olmak üzere ülkesinin ulusal güvenliğini koruma konusunda gereken tüm tedbirleri alma yetkisi vermeyi kabul ettiğini” doğruladı. Ürdün Dışişleri Bakanı Eymen Sefadi de “Filistinlileri anayurtlarından tehcir etmeye dönük her türlü girişimin savaş ilanı olduğunu” ifade etti. Bu beyanlar, söz konusu liderlerin savaşa en ufak bir heves duydukları şeklinde yorumlanmamalı, aksine durumun ciddiyetinin bir işareti olarak görülmeli; İsrail’in en uysal komşuları bile onun karşı koymadan bir etnik temizlik yapmasına izin veriyormuş gibi görünmeyi düşünmeyecektir. Daha alaycı gözlemciler (doğru bir şekilde) bu açıklamaların Filistin davasına ilkeli bir destekten ziyade içeriden devrilme korkusuyla ilgili olduğundan şüphelenseler de bu durum pratikte çok az fark yaratacaktır.

Fakat İsrail’in baş düşmanları elbette Mısır ve Ürdün devletleri değil. Bilakis İran, Suriye, Hizbullah, Hamas, Yemen Ensarullah’ı ve Halk Seferberlik Kuvvetleri gibi Iraklı milislerden oluşan ve “Direniş Ekseni” olarak bilinen koalisyon. İran Dışişleri Bakanı Hüseyin Emi Abdullahiyan’ın 7 Ekim’den bu yana son derece yoğun olduğu ve neredeyse her gün Lübnan, Suriye, Irak ve Katar’ı ziyaret ederek müttefikleriyle bir araya geldiği görülüyor; bu, kriz dönemleri dışında bir dışişleri bakanı için nadiren görülen yoğun bir program. Direniş Ekseni’nin tüm varlık sebebinin İsrail ve ABD’nin bölgedeki varlığına karşı çıkmak olduğu düşünüldüğünde Gazze krizi ciddi bir ortak tepki verilmeden geçiştirilebilecek bir mesele değil. Bu tutum ve bu toplantıların ardından yapılan açıklamalar, İran’ın savaşın ilk aşamalarındaki rolünün, müttefikleriyle koordinasyon içinde, kuzey cephesinin açılması tehdidiyle İsrail’i Gazze’de sert adımlar atmaktan caydırmaya dönük planı harekete geçirmek ve nihayetinde İsrail’in birincil destekçisi olarak ABD’yi sorumlu tuttukları için bölgedeki ABD çıkarlarına koordineli bir saldırı düzenlemek olduğunu gösterdi.

Hizbullah, Lübnan sınırındaki İsrail mevzilerine saldırmaya başladı ve 3 Kasım itibariyle 120 İsrail askerini öldürdüğünü ya da yaraladığını iddia ederken 60 savaşçısını da çatışmalarda kaybetti. İsrail ayrıca artan çatışmalar nedeniyle sınır bölgesindeki 42 köyü ve Kiryat Şimona kasabasını tahliye etti. Hizbullah’ın bugüne kadar gerçekleştirdiği eylemler, İsrail ordusuna zayiat verdirmeye yönelik ciddi bir girişimden ziyade taciz operasyonları. Yine de İsrail ordusuna sınırın ötesinden bu kadar küstahça saldırması ve İsrail vatandaşlarını tahliyeye zorlaması, İsrail’den ateşle karşılık vermek dışında neredeyse hiçbir karşılık görmemesi daha önce düşünülemezdi. En önemli etki ise İsrail’e Hizbullah’ın sınırda olduğunu ve savaşmaktan korkmadığını hatırlatarak İsraillileri, ordularının büyük bir kısmını Gazze’ye göndermeleri halinde kuzey sınırlarını Hizbullah tarafından açılacak ikinci bir cephe gibi bir “kâbus senaryosuna” tehlikeli bir şekilde açık bırakacakları endişesine sevk etmesi oldu.

İsrail cephesinden uzakta Gazze krizi, ABD ordusunun Direniş Ekseni’ne bağlı grupların bölgedeki saldırılarına maruz kalmasıyla genişliyor. ABD’nin Irak’taki El Esad Hava Üssü ve Suriye’nin güneyindeki El Tanf garnizonu insansız hava araçları tarafından hedef alınırken Donanma destroyeri USS Carney 19 Ekim’de Ensarullah tarafından ateşlenen üç kara saldırısı seyir füzesini ve birkaç insansız hava aracını düşürdü ve ayın ilerleyen günlerinde de saldırılar devam etti. 24 Ekim itibariyle ABD’li yetkililer, üslerine dönük saldırı dalgası esnasında en az 24 ABD askerinin yaralandığını ve bir sözleşmelinin de kalp krizi geçirerek öldüğünü açıkladı. Hizbullah’ın İsrail’in kuzey sınırına dönük saldırılarına benzer şekilde, ABD’den herhangi bir misilleme gelmemesi dikkat çekiciydi; ABD Suriye’ye yönelik hava saldırılarını ancak 27 Ekim’de gecikmeli olarak başlattı. Basında görece az yer bulması bile ABD’nin misilleme yapmak zorunda kalmaktan kaçınmaya çalıştığını gösteriyor. Eğer ABD’nin bölgeye iki uçak gemisi göndermesinin nedeni Hamas’ın müttefiklerini İsrail’in planlarını bozmaktan caydırmaksa, bu işe yaramış gibi görünmüyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’ın İran’a, Amerikalıların saldırıya uğraması halinde ABD’nin “kararlı bir şekilde karşılık vereceği” yönünde “şimdiye kadarki en sert uyarıyı” yaptığı, fakat saldırıların böyle bir karşılık verilmeden hızla devam ettiği acınası sahneye tanık olduk. Bu yazının kaleme aldığı sırada, Yemen’deki Ensarullah hükümetinin İsrail’e yönelik bir balistik füze saldırısının sorumluluğunu üstlenmesi ve “İsrail saldırganlığı durana kadar” bu tür saldırılara devam edeceği uyarısında bulunması en son tırmanış oldu.

ABD’nin bölgedeki konumunun kırılganlığı

Bunun önemi, ABD’nin İsrail’e Gazze’ye kara harekâtını ertelemesi konusunda baskı yaptığı, zira ABD’nin bölgedeki askeri ve donanma varlığını artırmasıyla birlikte bölge genelinde ordusuna dönük saldırıların kaçınılmaz olarak artmasına hazırlanmak için daha fazla zamana ihtiyaç duyduğu bildirildi.

ABD’nin şu anda Orta Doğu’da bölgesel bir savaş için son derece zayıf bir konumda olduğu neredeyse herkes tarafından biliniyor. Rusya-Ukrayna savaşı işleri karmaşık hale getirene kadar ABD dış politikasının ana odağı yükselen Çin’i kontrol altına almak için Hint-Pasifik bölgesinde askeri kabiliyetlerini geliştirmekti. Barack Obama’nın dış politikası “Asya’ya Yöneliş” ve Orta Doğu’da uzun vadeli savaşlara kuşkuyla yaklaşması ile tanımlanır hale geldi. Trump ve Biden yönetimlerinin Güney Çin Denizi ve etrafındaki ABD askeri üslerini genişletmesi ve Çin’i caydırmak amacıyla Britanya ve Avustralya ile yeni bir savunma paktı olan “AUKUS’u” kurmasıyla bu durum devam etti.

Ancak bu yeni odaklanma Rusya-Ukrayna savaşı nedeniyle sekteye uğradı. Temmuz ayında ABD’nin Avrupa’daki Hava Kuvvetleri Komutanı James Hecker, ABD silah stoklarının “tehlikeli bir şekilde azaldığı” uyarısında bulundu. ABD, Rusya ile savaşın başlamasından bu yana Ukrayna’ya 41,3 milyar dolar askeri yardımda bulundu ve bunun büyük bir kısmı yeni üretim yerine mevcut mühimmat stoklarının transferi şeklinde gerçekleşti. Hatta ocak ayında ABD’nin Ukrayna’ya bir milyondan fazla 155 milimetrelik mermi sağlama taahhüdünde bulunduğu ve bunun kayda değer bir kısmının İsrail ve Güney Kore’deki stoklardan alındığı kamuoyuna duyurulmuştu. Savunma sanayii ve Pentagon, Ukrayna’ya silah göndermek ve ABD raflarını dolu tutmak için çabalarken Pentagon da şu anda “ABD stoklarını taramak ve İsrail’e ikmal yapmak için mühimmat aramakla” görevlendirilmiş durumda. Axios CEO’su ve kurucu ortaklarının ortak köşe yazısı genel tabloyu şöyle özetliyor: “Daha önce özel hayatlarında aynı anda bu kadar çok denizaşırı çatışmadan endişe duyan hiç bu kadar çok sayıda üst düzey hükümet yetkilisiyle konuşmamıştık. ABD’li yetkililer, bu krizlerin bir araya gelmesinin destansı bir kaygı ve tarihsel bir tehlike yarattığını söylüyorlar.”

Amerikan halkının savaş yorgunluğundan ne ölçüde mustarip olduğu göz önüne alındığında —Joe Biden’ın bile Afganistan gibi “sonsuza kadar sürecek savaşların” sona erdirilmesini seçim kampanyasının bir parçası haline getirdiği noktada— bir başka uzun vadeli Orta Doğu macerası herhangi bir ABD Başkanının seçmenlerine sunmak isteyeceği son şey. 11 Eylül sonrası savaşların en azından ABD’nin doğrudan saldırıya uğramış olması gibi bir avantajı vardı. İsrail’in devredilemez etnik temizlik yapma hakkını savunmak adına yapılacak bir savaşın bu kadar destek görmesi pek mümkün değil.

ABD, şu anda bölgesel bir savaşa özellikle hazırlıksız olsa da İran ve müttefikleri için bunun tam tersi söylenebilir. Filistin dışında Orta Doğu şu anda yıllardır olmadığı kadar huzurlu. Bu yılın başlarında İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin Çin’in arabuluculuğunda yeniden tesis edilmesi kritik bir hadiseydi. Bu, özellikle Irak ve Suriye’deki çeşitli vekalet savaşlarının fiilen sona ermesiyle aynı zamana denk geldi. Beşar Esad’ın Arap Birliği’ne yeniden kabul edilmesi, Suriye iç savaşının sona erdiğinin ve Esad’ın konumunun tartışılmaz olduğunun bir işaretiydi. Suudilerin Yemen’e dönük saldırıları da yatışmış olsa da ABD anlamlı bir çözümü engellemeye çalışmayı sürdürdü.

Bunun manası, artık bu iç savaşlarda savaşarak geçimini sağlayamayan çok sayıda milisin var olduğu. Bir yandan bu tecrübeli profesyonel asker fazlası, İran ve müttefiklerine bu insanları ABD ve İsrail’e karşı savaşmak üzere kullanma fırsatı sunuyor. Öte yandan, ABD ve İsrail’e karşı doğrudan direniş düzenlemeye daha az hevesli olan Arap yöneticilerin artık aktif olarak bunu engellemeye çalışma konusunda daha az teşvikleri olduğu anlamına da geliyor, zira bu savaşçıların evlerine dönüp potansiyel sorun çıkaran insanlar olmaktansa savaşacakları bir sınır ötesi savaşa sahip olmaları kendi çıkarlarına daha uygun. Arap rejimleri, Sovyet-Afgan Savaşı’nın sona ermesinin ardından binlerce Arap mücahidin ülkelerine döndüğünü ve onları meşgul edecek başka bir şey kalmayınca da iç savaşların ve kanlı isyanların başladığını hatırlıyordur. Iraklı “meşhur militan” Ebu Azrail’in Lübnan-İsrail sınırında kendi videolarını yayımladığını ve Irak Halk Seferberlik Kuvvetleri milislerinin Lübnan’a girmeye başladığına şahit olduk. Bu hareketler muhtemelen daha çok İsrail’i etnik temizlikten caydırmaya dönük olsa bile, bu birlikler bir kez fiziksel olarak harekete geçirildiğinde ve belli bir “savaş ateşi” yakalandığında, örneğin İran böyle bir şeye kalkışsa bile onları geri tutmak zor olabilir.

İnsanlar Filistin’in Orta Doğu’da ne kadar duygusal bir mesele olduğunu ve Direniş Ekseni açısından Filistin’in merkeziliğini asla unutmamalı. Filistinliler, Arap dünyası üzerinde dayanışma bağları kurmak için 75 yıllık bir mücadele avantajına sahipti; savaşmadan ikinci bir Nekbe yaşamalarına izin vermek Direniş Ekseni’nin meşruiyetine felaket bir darbe olacaktır. Eksen grupları arasında —yani bazı Iraklı gruplar arasında— şu anda nasıl hareket edileceği konusunda ihtilaflar olduğunu iddia eden haberlerin olduğu yerlerde bile en açıklayıcı olan şey, hala “İsrail Gazze’yi karadan işgal etme tehdidini gerçekleştirmedikçe müdahale etmeyeceğiz ve o zaman Hamas’ın değil [Lübnan] Hizbullah’ın emrinde olacağız,” gibi açıklamalar yapmış olmaları.

İsrail’in Gazze’ye yönelik bir kara harekatının savaştan başka bir anlama gelebileceğini kimse söylemiyor.

Savaşın kaçınılmazlığı

Gazze krizinin bölgesel bir savaşa yol açmasını engellemekle meşgul olanlar, İranlıların koalisyonlarını koordine etmekle meşgul olduğu ve kumda bu çizgilerin çizildiği bir ortamda, Batı’nın bölgede ciddi bir diplomasiyi tamamen terk etmiş gibi görünmesinden endişe duymalı. Bu kısmen ABD’nin artık Arap başkentlerinde hoş karşılanmamasından kaynaklanıyor. 15 Ekim’de Suudi Arabistan’a yaptığı ve aşağılandığı ziyarette Anthony Blinken, Muhammed bin Selman’ın o akşam düzenlenecek bir toplantı için kendisini tüm gece beklettiği, ertesi sabaha kadar da gelmediği, bunun üzerine Blinken’a İsrail’in Gazze’ye saldırmayı durdurması konusunda bir dizi talepte bulunduğu ve oradan ayrıldığı bildirildi. Joe Biden Orta Doğu turu için geldiğinde durum daha da kötüleşti ve İsrail’in El Ehli hastanesini bombalamasının ardından Filistin, Mısır ve Ürdün hükümetlerinin kendisiyle yapacakları görüşmeleri aniden iptal etmeleri nedeniyle İsrail hükümeti dışında kimseyle görüşmedi. ABD Başkanı’nın tek bir Arap liderin bile kendisini ağırlamak istemediği bir Orta Doğu ziyareti oldukça tarihi bir gelişme. Blinken’ın bölgeye yaptığı ikinci diplomatik tur, hükümeti açısından iyimser olma konusunda pek bir neden sunmadı.

Böyle bir durumda ABD’nin sorumlu müttefiklerinin devreye girip arabuluculuk yapmaları beklenirdi ama elbette bu yaşanmıyor. Bunun yerine, Gazze’de binlerce sivili öldüren, onları yiyecek, su, yakıt ve elektrikten mahrum bırakan ve tüm bölgeyi ateşe verme tehdidiyle daha da ölümcül bir kara işgali başlatmayı düşünen İsrail’i ziyaret eden ve onunla dayanışma sözü veren AB liderlerinin mide bulandırıcı sahnelerine de maruz kaldık.

Ülkeler kendilerini ya bölgesel bir savaşı ya da küçük düşürücü bir geri çekilmeyi garantileyecek gibi görünen bir hareket tarzına sıkıştırdıklarında, bundan çıkmanın tek gerçekçi yolu diplomasidir. Batılı ve Orta Doğulu tarafların en üst düzeyde iletişimi tamamen kesmiş gibi görünmesi, gerilimi azaltmanın ana yolu da kapandığından, bu krizin nasıl ilerleyeceği konusunda iyiye işaret değil.

Bu kesinlikle bir tür erteleme ihtimalini ortadan kaldırmıyor. İsrail’in Gazze’de etnik bir temizliğe girişmemesi için pek çok geçerli nedeni var. İsrail tanklarının Gazze’de manevra yapmaya başlamasından bu yana görüldüğü üzere, direniş ordularının alışık olduğu her şeyden daha şiddetli olacak, Savunma Bakanı Yoav Gallant, kara harekâtının aylar sürebileceği konusunda şimdiden uyarıda bulundu ve İsrail savaş makinesi, çatışmalar Gazze ile sınırlı kalsa bile —ki muhtemelen kalmayacak— uzun savaşlar için inşa edilmedi. Olası bir senaryo da İsrail’in zevahiri kurtarmak için topyekûn bir kara harekâtı ilan etmesi ki bu da gerçekte 2014’teki Koruyucu Hat’a benzer bir başka harekât anlamına geliyor; savaşmak için bir Hamas taburu seçiyorlar, bazı tünelleri yok ediyorlar, İsrail’e dönüyorlar ve zafer ilan ediyorlar. Bu muhtemelen Netanyahu’yu siyasi olarak mahvedecektir ve Siyonist projenin salahiyeti için bunu göze alıp almayacağını kestirmek zor.

Bir başka potansiyel faktör de topyekûn bir kara saldırısı başlatma konusundaki tüm bu tereddüt ve gecikme boyunca Gazze’nin hala ağır bir şekilde bombalanması ve kuşatma altında tutulması. Çok geçmeden çok sayıda Filistinli susuzluktan ve hastalıktan ölmeye başlayacaktır. Şu anki gidişatlarını “Leningrad yaklaşımı” olarak nitelendiren ismini vermek istemeyen İsrailli yetkili, kuşatmanın süresiz olarak devam etmesinin doğuracağı sonuçların kesinlikle farkında. Bu nedenle, Direniş Ekseni üzerindeki daha doğrudan müdahale baskısı çok güçlü hale gelmeden önce topyekûn bir kara işgaline bile gerek kalmayabilir. Fakat bu olursa ve İsrail etnik temizliğe başlarsa, Orta Doğu’nun lambaları uzun süre yanmayabilir.

DÜNYA BASINI

Pezeşkiyan’ın hedefi sandığa gitmeyenler, silahı ise “korku”

Yayınlanma

İran’da 14. dönem Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin ikinci turuna kalan adayların seçim kampanya süreci yeniden başladı.

İran devlet televizyonuna göre, 5 Temmuz’da yapılacak cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turu için yarışacak reformistlerin adayı Mesud Pezeşkiyan ile muhafazakarların adayı Said Celili’nin kampanya süreci 3 Temmuz’da sona erecek.

Aşağıda çevirisini okuyacağınız analiz adayların birbirlerine yönelik suçlamalarına ve seçim kampanyalarında kullandıkları argümanlara odaklanıyor:

***

İran’da reformcuların cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için sosyal yardım ve korku faktörüne güveniyor

Amwaj.media

Reformist Mesud Pezeşkiyan ve muhafazakâr Said Celili, 28 Haziran’daki cumhurbaşkanlığı seçiminde hiçbir aday oyların çoğunluğunu alamadığı için ikinci turda karşı karşıya gelecek.

Pezeşkiyan’ın kampanyası şimdi ilk turu boykot eden seçmenlerle iletişim kurmaya ve katılımı artırmak için olası muhafazakâr yönetimin tehlikelerini vurgulamaya hazırlanıyor. Celili’nin ekibi ise reformist rakibini plansız olarak göstermeye çalışıyor.

Sonuçlar: 28 Haziran seçimleri, muhafazakâr eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin geçen ay bir helikopter kazasında hayatını kaybetmesiyle tetiklendi. İran anayasasına göre erken seçimlerin 50 gün içinde yapılması gerekiyor.

Milletvekili Pezeşkiyan ve eski nükleer baş müzakereci Celili, İran’da 28 Haziran’da yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunda yeterli oyu alamadıkları için 5 Temmuz’da karşı karşıya gelecekler.

-Pezeşkiyan 10,5 milyon (yüzde 42,5) oy alırken, Celili 9,5 milyon (yüzde 38,6) oy aldı.

-Başlangıçta seçimin favorisi olarak görülen muhafazakâr Meclis Başkanı Muhammed Bakır Kalibaf ise 3.4 milyondan az (yüzde 13.8) oy alarak üçüncü oldu.

-Muhafazakâr eski adalet bakanı Mustafa Purmuhammedi ise kullanılan oyların yüzde 1’inden azını alarak (yaklaşık 200.000) sonuncu oldu.

Katılım oranı: Kamuoyu yoklamaları, 2021 seçimlerinde seçmen katılımının bir önceki rekor düşük seviye olan yüzde 48,8’den daha yüksek olacağını öngörmesine rağmen, seçime katılım sadece yüzde 39,9 oldu.

Rekor düşük katılım oranı, 2020’de başlayan ulusal seçimlere düşük katılım eğilimini tersine çeviremedi. Seçmen ilgisizliği ve reform yanlısı adayların neredeyse tamamının seçime katılımının engellenmesi bu eğilimi tetikledi.

-Muhafazakârların parlamentoyu ılımlılardan ve Reformistlerden geri aldığı 2020 yasama seçimlerinde oy kullanma hakkına sahip seçmenlerin yüzde 42’sinden biraz fazlası oy kullandı.

-Reisi’nin genel olarak “tek atlı yarış” olarak görülen seçimi kazandığı 2021 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde seçmenlerin yüzde 48,8’i oy kullandı ki bu o zamana kadar bir cumhurbaşkanlığı oylaması için en düşük katılım oranıydı.

-Bu yıl mart ayında yapılan parlamento seçimlerinin ilk turunda da seçmenlerin yaklaşık %41’i oy kullanmıştı.

Yankıları: Pezeşkiyan için kampanya yürüten eski Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif (2013-21) katılımın düşük olmasını halkın “yönetim şeklimizden memnun olmamasına” bağladı ve geçmişteki eksiklikler için özür diledi.

-Siyaset sosyoloğu Mehran Solati, 30 Haziran’da reform yanlısı Hammihan gazetesine verdiği demeçte, özellikle etnik azınlıkların çoğunlukta olduğu sınır illerindeki düşük katılımın, ülkenin seçimler konusunda “derinleşen öfke ve artan bir hayal kırıklığı” ile karşı karşıya olduğunu gösterdiğini söyledi.

Muhafazakâr Kayhan gazetesi ise katılımın düşük olmasından ılımlı Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani (2013-21) hükümetinin ekonomik performansını sorumlu tuttu.

-Kayhan, ekonominin durumu nedeniyle halkın hayal kırıklığına uğradığını ve Ruhani’nin halefi, son cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin (2021-24) Ruhani’nin kendisine bıraktığı ekonomiyi düzeltmek için yeterli zamanı olmadığını iddia etti.

-Muhafazakâr gazete 28 Mayıs’ta Reisi’nin çabaları sayesinde seçime katılımın “gözle görülür şekilde yüksek” olacağını öngörmüştü.

Pezeşkiyan’ın ekibi, 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde kampanya çalışmalarına başlarken, ilk turda sandığa gitmeyenlere ulaşmaya çalışıyor.

-Zarif, Reformcu kampa bağlı kampanyacılara yaptığı bir konuşmada, halkın “yalan bombardımanına” tutulduğu için “doğrudan insanlarla konuşmalarını” önerdi. Pezeşkiyan için kampanya yürütenler 30 Haziran’da Tahran’ın farklı bölgelerinde bir araya gelerek sıradan İranlıların sorularını yanıtladılar.

Pezeşkiyan 30 Haziran’da, 5 Temmuz’daki zaferinin mecazi bir tren kazasını önlemek için gerekli olduğunu ima ederek dikkatleri üzerine çekti.

-Reformist aday, bir çiftçinin, rayları tıkayan kayalara çarpmadan önce gelen trenin sürücüsünü durdurmak için kıyafetlerini ateşe verdiği bilinen bir grafiği paylaştı. “Fedakâr çiftçi” hikayesi -1961 yılının bir Kasım gecesi yaşanan Rizali Khajavi’nin gerçek eylemlerini konu alıyor- İran ilkokullarında vatanseverlik ve görev bilinci örneği olarak öğretiliyor.

-İran’ı trene ve 28 Haziran seçimlerini boykot eden seçmenleri de yolcularına benzeten Pezeşkiyan, ülkenin “İran’ın geleceği tehlikede olduğu için” yolcuları uyarmak amacıyla “fedakâr çiftçi” gibi insanlara ihtiyaç duyduğunu söyledi.

-Pezeşkiyan’ın paylaşımına tepki olarak Khajavi’nin oğullarından biri internette bir video yayınlayarak kendisinin ve ailesinin Celili’ye oy vereceğini söyledi.

Reformcu adayın destekçileri de muhafazakâr bir cumhurbaşkanının iktidara gelmesinin kötü sonuçlar doğurabileceği korkusundan faydalanarak destek toplamaya çalışıyor.

-Eski Bilgi ve İletişim Teknolojileri Bakanı (2017-21) ve Pezeşkiyan’ın kampanyasının destekçisi olan Muhammad Cevad Azar Cahromi 29 Haziran’da olası bir Celili yönetimini Taliban tarafından yönetilen bir hükümete benzetti.

-Siyasi yorumcu Muhammed Ali Ahangaran 29 Haziran’da Pezeşkiyan’a oy vermenin işleri “mutlaka” daha iyi hale getirmeyeceğini, ancak “seçimi boykot etmenin ya da Celili’ye oy vermenin kesinlikle felaket getireceğini” yazdı.

Bu arada Celili’nin destekçileri 69 yaşındaki Pezeşkiyan’ın sağlığını ve cumhurbaşkanı olmak için gereken özelliklere sahip olup olmadığını sorguladı.

-Muhafazakâr milletvekili ve Celili’nin destekçisi Hamid Rasaee 30 Haziran’da “söylentilere” dayanarak Pezeşkiyan’ın hastalığı nedeniyle Celili ile televizyonda yapılacak bir tartışmaya katılmayacağını söyledi ve Pezeşkiyan’ın dört yıl boyunca ülkeyi yönetecek kadar sağlıklı olup olmadığını sordu. Pezeşkiyan’ın tartışmadan çekildiğine dair resmi bir açıklama yapılmadı.

-Muhafazakâr bir milletvekili ve eski bir televizyon sunucusu olan Emirhüseyin Sabeti, Pezeşkiyan’ı ülkenin sorunlarını ele alacak bir “planı olmamakla” suçladı. Sabeti ayrıca reformist adayın yarışı kazanması halinde benzin fiyatlarının sekiz kattan fazla artacağını iddia etti.

Adaylar: Eğitimli bir kalp cerrahı olan Pezeşkiyan, Batı ile ilişki kurma ve temel sosyal ve kültürel özgürlükleri güvence altına almak için mücadele etme mottosuyla yarışıyor.

– Tecrübeli milletvekili, yolsuzlukla mücadele etme sözü verdi ve İran’ı yıllardır kara listesinde tutan hükümetler arası kara para aklama karşıtı bir kuruluş olan Mali Eylem Görev Gücü (FATF) ile işbirliğinden yana konuştu.

-Pezeşkiyan, Dini Lider Ayetullah Ali Hamaney tarafından belirlenen politikalardan övgüyle bahsetti. Bu nokta, İslam Cumhuriyeti’ni eleştirenler tarafından Pezeşkiyan ve muhafazakâr rakibi Celili’nin birbirinden farkı olmadığı iddia etmek için sıklıkla referans gösteriliyor.

Celili aşırı muhafazakârlar arasında popüler ve Reisi yönetimindeki pek çok kişinin desteğine sahip.

-Muhafazakâr Celili 2007-2013 yılları arasında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi (YGK) sekreteri olarak görev yaptı ve bu dönemde Batı ile nükleer müzakereleri de yürüttü. Müzakereler hiçbir yere varmadı.

-Batı ile ilişkilerin geliştirilmesine karşı olan ve 2015 nükleer anlaşmasına da şiddetle karşı çıkan Celili şu anda Hamaney’in YGK’deki kişisel temsilcisi olarak görev yapıyor.

Öngörü: İki cumhurbaşkanı adayı 5 Temmuz’da yapılacak ikinci tur öncesinde televizyonda yayınlanacak iki münazarada karşı karşıya gelecek.

-Celili, Kalibaf’ın oylarının kendi lehine döneceğini umuyor ancak meclis başkanının destekçilerinin Celili’nin davasına ne kadar bağlı olduğu konusunda soru işaretleri var. Şimdiden, en azından bazı oyların Pezeşkiyan’a gideceğine dair işaretler söz konusu

-İkinci turu kazanmak için Pezeşkiyan’ın katılımı artırmak için elinden gelen her şeyi yapması gerekiyor. Kampanyası, kısmen kullanılmayan her oyun Celili’ye oy vermek anlamına geldiğini savunarak ilk turu boykot edenleri kazanmaya odaklanacak.

-Sosyal medyadaki söylem, Reformist adayın Celili gibi muhafazakâr birinin cumhurbaşkanı olmasından endişe duyan seçmenlerden fayda sağlayacağını gösteriyor. Ancak bu korku faktörünün seçmen ilgisizliğini yenmeye yetip yetmeyeceğini zaman gösterecek.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Sergey Glazyev ile mülakat: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yayınlanma

Yazar

Çevirmenin notu: Ukrayna’daki savaşın Rusya’nın ya da Rus sermayesinin Batı’dan büyük ölçüde kopuşunu beraberinde getirdiği doğru. Fakat bu kopuşun niteliklerine dair tartışılacak çok fazla noktanın olduğu da doğru. Bu kopuş henüz nihai aşamasına ulaşabilmiş değil. Ve Rusya’nın sermayedarları ve politikacıları, 90’lardan kalma köhnemiş fikir ve anlayış biçimlerini terk etmiş değiller, Glazyev bu konuda haklı.


Glazyev: Devasa sermaye kaçışı devam ediyor

Yuriy Pronko

Tsargrad

29 Haziran 2024

Rusya, Avrupa’dan ithalatı Çin ve Hindistan’dan gelen mallarla tamamen ikame edebilir mi? Neden hala Boeing’lerle uçuyoruz? 1998’deki temerrüt bize nasıl fayda sağladı? 300 milyar doları kaybetmemek için ne yapmamız gerekiyor? Rusya Bilimler Akademisi’nden Sergey Glazyev anlattı.

Yeni Volga modelinin halka tanıtımı sırasında pek de duygusal olmayan Başbakan Mihail Mişustin yetkililere şunu sormuştu: Direksiyonunuz Çin üretimi mi? Ve otomobil markasının neden hem Rusça olmayıp hem Kiril alfabesiyle yazıldığını anlamıyorum. Gerçekten ithal ikamesi mi yapıyoruz yoksa Çin, Batı’nın yerini mi aldı?

Bu duruma göre değişiyor. Çin bugün her şeyi üretiyor. Hindistan da öyle. Ve bu iki dev ile ticaretteki büyüme şaşırtıcı: Yaptırımlara rağmen yıllık yüzde 25 ila 30. Avrupa’dan yapılan ithalatı tamamen Çin ve Hindistan’dan yapılan ithalatla ikame edebiliriz. Bu arada, Çin ile ticaret AB ile ticaretten daha iyi değil, aksine daha kötü bir yapıya sahip.

Hammadde payı AB’ye kıyasla daha büyük, nihai ürün payı ise daha küçük. AB’nin hammadde sağlayan uzantısı olduğumuzdan daha büyük ölçüde Çin’in hammadde sağlayan uzantısı haline geliyoruz. Bu eğilimin üstesinden gelmek için nihai ürün üretimini ve iş birliğini artıracak kredilere ihtiyacımız var. Çin ile birlikte katma değerli zincirlerin oluşturulmasını teşvik etmeliyiz. Farklı sektörlerde durum oldukça farklı. Otomotiv sektöründe, uzun yıllar süren endüstriyel montajın ardından, Batı’dan ithal edilen bileşenleri Doğu’dan gelenlerle ikame etmemiz gerekiyor.

Hayali başarılar

Ancak bu gerçek bir ithal ikamesi midir?

Yetkililerimiz Kaluga oblastında Volkswagen’in üretimini kurduklarıyla övünürken —zira her şey robotlara dayanıyordu— 300 istihdam yaratmıştı. Peki Avtovaz’da kaç kişinin işine son verildi? Nerede tam bir iş birliği zincirimiz var?

Ürettiğimiz nihai ürünlerle, neredeyse tüm teknolojik zincir boyunca ilgilenmemiz gerekiyor. İthal bileşenlerden makine yapımında elde ettiğimiz başarıların hayali başarılar olduğunun farkına varmamız gerekiyor. Rusya ve Avrasya Ekonomi Birliği (AEB) içinde yer alan yerli katma değer zincirlerimize dayalı daha derin ithal ikamesi fırsatlarını zorluyoruz.

Devlete ait bir şirket olmasına rağmen Aeroflot neden tamamen Rusya üretimi Tu-214 uçağı almaya ikna edilemiyor? Ya da Tamamen Rusya üretimi İl-76 satın almaya? Üç yerine iki pilotu olması gerektiği, motorunun daha az ekonomik olabileceği hakkındaki tüm iddialar saçmalık. Kendi üretimimiz uçaklara; Tu-204, 14, Tu-334, İl-96, İl-112’ye geçmemiz gerekiyor. An-70 ve An-124, Ukrayna ekipmanına sahip olmasına rağmen An-124 bile üretilebilir. Bunların hepsini kendimiz yapabiliriz.

Batı’nın servis vermediği ve motorları arızalanan Boeing’ler ise kaldırılmıyor.

Tu-214’lerimizi satın alma yükümlülüklerini yerine getirmek yerine, bir şeyler icat etmeye başladılar. Batı ile karşı karşıya geldiğimiz bir durumda, şirketleri hesaba almayıp büyük kararlar almalıyız. Kendi uçaklarımıza geçelim. Onları işletmek daha pahalı olabilir, bakımlarını yapmak daha zor olabilir.

Batı tarafından ambargo geldiğinde ve bize uçak parçaları vermeyi kestiklerinde, havacılık idaremizin kafası karıştı. Zira hem bakım hem de satın alma her şeyi yurt dışına yaptırıyorlardı. Nereden ne alacaklarını bile bilmiyorlardı. Batı ekipmanları üzerinde asalak bir yaşam sürüyorlardı ve bu da yönetimimizin tamamen gevşemesine yol açtı. İthal ekipman satın almakla değil, ülke içinde üretimi organize etmekle meşgul olunmalı.

Bu insanlar bir şeyleri değiştirebilecek kapasitede mi?

Yönetici pozisyonlarına sadece bir cepten diğerine nasıl para aktarılacağını bilen ne üzerine ihtisas yaptığı belli olmayan yöneticileri değil, mühendisleri terfi ettirmeliyiz. Yerli üretimin çıkarları, ikinci el bir Amerikan motoru nasıl alınır, Afrika üzerinden nasıl ithal edilire odaklanan konjonktürün çıkarlarından daha yüksek olmalı. Artık uzun vadeli stratejik kararlar alma zamanı. Yerli teknolojik tabana dönme zamanı.

Buna yönelik bir potansiyel olduğunu düşünüyor musunuz?

Potansiyel var. Bu da 2021 yılında yılda en az yüzde 5 oranında büyümemizi sağlıyor. Son iki yılın dinamikleri, sektörün üretim fırsatlarındaki artışa kolayca yanıt verdiğini gösteriyor.

1998 yılında Primakov-Geraşçenko’nun politikası sayesinde, eylül ayından itibaren temerrütten sonra, ithal ikamesi temelinde sanayi üretiminde patlayıcı bir büyüme yaşandı. Daha sonra ithalatın fiyatı hızla yükseldi ve Merkez Bankası enflasyon oranının altında bir oranda kredi verdi. Model mükemmel bir şekilde işledi. Sanayi her ay yüzde 2 oranında büyüdü. Dokuz aylık çalışma sonunda sanayi üretimindeki büyüme yüzde 20 oldu. Belki bugün böyle bir büyüme yok. Ama üretimde yüzde 10’a kadar büyümeyi sürdürebiliriz.

Dünyadaki en yüksek emek sömürüsü

Ve bunun için beyinlerimiz var mı?

Hem beynimiz hem de insanımız var. Ve sanayi bölgelerimizin bu deneyimi, hükümet yerli ürünlere olan talebi artırmaya başlar başlamaz, sanayinin hemen karşılık verdiğini gösteriyor. Belki işgücü piyasasında lokal açıklar var. Ancak bununla ciddi bir şekilde ilgilenmemiz gerekiyor. Uzmanlar, teknik uzmanlar, mühendislik personeli yetiştirmemiz gerekiyor. Ve ücret artışları kaçınılmaz. Ücretlerin GSYİH’deki payının diğer ülkelere kıyasla bir buçuk kat daha düşük olduğunu unutmayalım.

Üretimi ücretlere böldüğümüzde, işçilerimizin her bir ruble ücret başına Avrupa ya da ABD’ye kıyasla üç kat daha fazla üretim yaptığı ortaya çıkıyor. Dünyadaki en yüksek emek sömürüsüne sahibiz. İnsanlar “oh be ücretler artmaya başladı” derken, 1990’ların başında ücretlerin kat kat düştüğünü unutuyorlar. Ve daha fazla da artmadı.

Ücret artışlarının altına girmek zorundasınız. Bu normal bir olgudur. Bu, işgücü verimliliğindeki büyümeyi geriletiyor. Fakat bunun olmaması için otomasyona, robotlaşmaya yatırım yapmamız gerekiyor. Eğer yeterli sayıda işçimiz yoksa, istihdam edilen bin kişi başına düşen robot sayısı bakımından neden dünyada son sıralardayız?

Batı’nın hırsızlığına karşı uyarı

2014’ten bu yana Rusya’nın döviz rezervlerinin çalınabileceği konusunda uyarıda bulunan birkaç uzmandan biri, hatta tekiydiniz. Kenara itildiniz; “orada yasalar var, kimse hiçbir şeye dokunmayacak,” denmişti.

Düşmana döviz rezervlerimizle operasyon yapma fırsatı vermiş olmamız beni çok üzüyor. Ukrayna Silahlı Kuvvetleri bu rezervler karşılığında finanse ediliyor. Batı, rezervlerimize siyasi düzeyde el koymaya hazır. Ancak finansörler hala direniyor ve palyatif çözümler arıyor. Fakat bunun onlar için siyasi olarak çözülmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız.

Bu devasa meblağı kayıp mı ettik?

Batı’da iktidarda olanlar bize karşı savaş üzerine bahse girdiler, bu yüzden intihar eğilimlerini değiştiremezler. Bunun iyi bir şey getirmediği hakikatini göze alıyorlar. Avrupa’da giderek büyüyen bir ekonomik ve sosyal felaket görüyoruz. Avrupa rekabet gücünü hızla kaybediyor ama kilit pozisyonlarda Amerikan kuklaları oturuyor. Bir Rusya düşmanı daha NATO Genel Sekreteri seçildi. Bekleyeceğiz, belki birkaç yıl içinde Avrupa ülkelerinde yeniden seçim dalgası başlayacak. Belki Fransa bir ay içinde hükümetini değiştirecek.

Ancak von der Leyen’e Avrupa Komisyonu başkanı olarak beş yıl daha görev süresi tanındı.

Belki de ABD’de kaos öyle bir seviyeye ulaşacak ki, Rusya’ya karşı savaşın durumlarını daha da kötüleştirdiğini fark edecekler. Bu tamamen öznel bir durum. Paramız bize verilmiyor. Onu geri alıp alamayacağımız, bizden kendileri için olumlu şeyler isteyecekleri zaman göreceli bir siyasi soru.

Şu anda bizi yok etmeye çalışıyorlar. Ve cevabın asla kendilerine gelmeyeceğini düşündükleri sürece, yüzsüzce ve dizginlenemez bir şekilde davranıyorlar.

Batı toplumu buna daha ne kadar tahammül edecek?

Batı toplumu Rusya ile dost olmak ve ilişkileri yeniden tesis etmek isteyen siyasetçileri iktidara getirdiğinde bu soru gündeme gelecektir. Zira yaptıkları şey, finans terminolojisinde temerrüt olarak adlandırılır. Batı temerrüde düşmüş durumda, ülkeler kredibil değil. Sadece bize değil, bir dizi başka ülkeye olan borçlarını ödeyemiyorlar.

Onlara iflas etmiş muamelesi yapmalıyız. Ve tüm bu kredi notlarımız Batılı ülkelere karşı temerrüde düşürülmeli. Ahlaki açıdan bakıldığında Batı’nın yaptığı şey soygundur. Finansal açıdan bakıldığında temerrüttür. Siyasi açıdan ise bu onların stratejik hatasıdır.

Rusya’nın bu formülasyondaki durumu değerlendirmeye hazır olup olmadığından şüpheliyim. Maliye Bakanlığı’nın eylemlerine bakıyorum, Merkez Bankası’‘nın söylemlerini işitiyorum. Perde arkasında bile böyle bir şey söylenmiyor. Aynı simalar, Sergei Yuriyeviç, kameraların, sıkı sıkıya kapalı kapılar ardında konuştuğunuz simalar, size “hayır, böyle olmayacak, [bu varlıklar] hiçbir yere gitmedi,” dediler mi?

Bir hatayı kabul etmek cesaret ve nitelik gerektirir. Ne yazık ki Merkez Bankası hem dünyanın hem de bilimin uzun zaman önce terk ettiği ilkel modellere göre yön alan niteliksiz insanlar tarafından yönetiliyor.

Ancak bunun bedeli 300 milyar dolar.

Merkez Bankası şu an bile IMF’nin tavsiyelerine körü körüne bağlı. IMF tarafından kendilerine dolar ve avro dışında rezervlerinizi koyabileceğiniz başka bir varlık olmadığı, zira bu para birimlerinin likit olduğu ve iyi bir faiz oranına sahip olduğu söylendi. Onlar da Washington’dan gelen tavsiyelere uydular.

Her şeyden önce döviz rezervlerine el konulacağı konusunda defalarca uyarıda bulundum, 2014’te bu aşikardı. Gözlerimizin önünde İran’ın, Afganistan’ın, Venezuela’nın rezervlerine el konuldu. Venezuela’nın sadece döviz rezervlerine el koymakla kalmadılar, varlıkları muhalefete aktardılar.

Fakat Rusya’nın sözde muhalefetine 300 milyar verecek halleri yok.

SWIFT ile ilişkimizin kesileceğini 12 yıldan uzun bir süre önce ilk söyleyen bendim. Sonra Merkez Bankası başkanı bana dedi ki: “Merkez Bankası’na atom bombası atılması gibi bir riski göze alamayız”. Ben de “Yaparlar, atom bombasının bununla ne alakası var?” dedim. İran dışarıya kapatıldı ve biz de kapatılacağız.

Şükür ki Devlet Başkanı’nın bankalar arası bir finansal haberleşme sistemi zamanında oluşturuldu. Bu sistem, Devlet Başkanı zamanında talimat verdiği için var. Kendi başlarına ne SPFS’yi ne de Mir kartı asla yapamazlardı. Biz en azından bilişim ve teknik altyapıda, ödeme ve finans sisteminde kendimizi hazırladık.

Rezervleri elden çıkarmış olmamızın stratejik bir hata olduğunu düşünüyorum. Bundan kolayca kaçınılabilirdi. Nereye yatırım yapacağımızı bile düşünmeyebilirdik, yalnızca kendi ürettiğimiz altını satın alabilirdik. Altın ihraç etmeye devam ediyoruz. Farklı para birimlerinde oldukça büyük bir döviz kazancımız var ve bu kazançları altın biriktirmek ve rubleye dönüştürmek için kullanabilirdik. İhracatçılara ruble verip gelirlerini altına çevirebilirdik…

Son olarak, bu parayla altın satın alın. Pek çok ihtimal var, bu yüzden ellerimizi havaya kaldırmamız gerekiyor. Ve hataların tekrarlanmamasını ummalıyız.

Batı basını da neredeyse her gün çıkan makalelerle Merkez Bankası yönetimini övüyor.

Bu yüzden övülüyorlar, zira oradan gelen talimatlarla hareket ediyorlar. Ve ekonomimizin gelişmesini yasaklayarak hareket etmeye devam ediyorlar. Yatırımları engelliyorlar ve dövizi ülke dışına itiyorlar. Orada herhangi bir para birimini doğrudan kote etmelerini sağlamak zor. Yuanın kote edilmesi iyi bir şey. Ama rupi henüz kote edilmedi. Rupi neden kote edilmiyor?

Başbakan Modi’nin Moskova’ya yapacağı ziyaretten sonra belki durum değişir?

Rupinin neden kote edilmediği hiç de açık değil. Çok büyük bir döviz akışı var. İhracatçıların satacak hiçbir yeri yok. Aslında para otoriteleri, aşırı ısınma ve aşırı döviz arzı hakkında her türlü peri masalını uydurarak ekonomimizin kalkınmasını engellemeye devam ediyor.

Dolar ve avro cinsinden değil ama diğer para birimleri cinsinden devasa bir sermaye kaçışı devam ediyor. Ve yıllardır içinde sallanıp durduğumuz kısır döngüyü iktisadi refah döngüsüne dönüştürecek yatırımlardan feci şekilde yoksunuz. Bunun için ucuz kredilere, üretken yatırımları finanse edecek, ülkenin stratejik planları, Devlet Başkanı’nın açıkladığı öncelikler doğrultusunda hedefli kredilere ihtiyacımız var. Hem bilim ve teknoloji politikası hem de kalkınma hızı açısından bu önemli.

Milli ölçütlerimiz siyasi olarak formüle edildi.

Ancak bu talimatlar için para yok. Sadece bütçe var. Ve bütçe iktisadi politikanın ana aracı değildir. Bütçenin başka pek çok görevi vardır. İktisadi politikanın ana aracı kredidir, bütçe değil. Stratejik planların ve ülke liderliği tarafından belirlenen siyasi hedeflerin ana uygulayıcıları bankalar olmalıdır. Bankalar, ekonominin hızla kalkınacağı yönlerde kredi vermelidir, bu yönler görülebilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Avrupa’nın depremi: Popülist bir geri tepme

Yayınlanma

Avrupa’nın depremi

Štefan Auer
Prospect
15 Haziran 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Deprem epey uzun zamandır bekleniyordu. Geniş ölçekte tahmin de ediliyordu. Fakat yaşananlar yine de pek çok kişiyi şaşırttı. Avrupa entegrasyonuna şüpheyle yaklaşan siyasi güçlerin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde elde ettiği olağanüstü başarı kıtayı önemli ölçüde değiştireceğe benziyor. AB’nin en üst düzey görevleri için kaotik bir müzakere ve at pazarlığı dönemine girilirken, Avrupa’nın on yıl sonra nerede olacağını tahmin etmek, on gün içinde nasıl bir şekil alacağını tahmin etmekten belki de çok daha kolay görünüyor.

Ayrı kimliklere sahip halklar Avrupa siyaset sahnesine çıkma tehdidinde bulundukça daimî bir birliğin fikri dahi ortadan kalkıyor. “Halklar” ifadesini kasti olarak çoğul olarak kullanıyorum zira birçok Avrupa yanlısı akademisyen ve yorumcunun kabul etmeyi reddettiği bir gerçeği en baştan söylemek istiyorum: Avrupa, ulus devlete benzer bir siyasal yapı teşkil etmiyor. Bunun yerine, 27 ayrı demosu olan 27 üye devletten oluşuyor. Bu durum, Oxfordlu akademisyen Kalypso Nicolaidis tarafından savunulan öncü bir kavram olan “demoikrasi”den farklı bir anlama geliyor. Nicolaidis Avrupa’yı “hem devletler hem de yurttaşlar olarak anlaşılan, birlikte yöneten ama tek olmayan bir halklar birliği” olarak görmek istiyor. Ancak böyle bir Avrupa, nihai otorite sorununu göz ardı ettiği için özellikle kriz zamanlarında işleyemez hale geliyor. Böylesi bir siyasal yapıda egemen kim olacaktır? İstisnaya kim karar verecektir? Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron bu sorulara yanıt olarak gerçek anlamda egemen bir Avrupa’nın yaratılmasını savunuyor. İşte tam da bunun için Macron ve Alman mevkidaşı Şansölye Olaf Scholz mayıs ayında “Avrupa’mız ölümlüdür” ve “Bu zorluğun üstesinden gelmeliyiz” diye yazmışlardı.

Ne var ki bu zorluğun üstesinden gelemediler ve bana kalırsa Avrupa’nın geleceğini şekillendirecek bir konumda da olmayacaklar. Scholz’un iktidardaki Sosyal Demokrat Partisi (SDP) oyların yalnızca yüzde 14’ünü alarak aşırı sağcı ve Avrupa şüphecisi Almanya için Alternatif’in (AfD) ardından üçüncü sırada yer aldı. Fransa’da da Macron’un Rönesans partisi sadece yüzde 15 oy alabildi ki bu oran Marine Le Pen’in Ulusal Birlik (RN) partisinin yarısından daha az bir oy almış olduğu anlamına geliyor. Ancak pek çok açıdan, bu Avrupa seçimleri değil, 27 (ayrı) ulusal seçim demek. Hukukçu Alberto Allemano’nun da ifade ettiği gibi, bu seçimlerde “insanların ulusal adaylar çıkaran, ulusal gündemler sunan ulusal partilere oy verdiğini gördük.”

Allemano teşhislerinde haklı olsa da reçetelerinde yanılıyor. Zira halen Avrupa’nın daha da Avrupalılaştırılması çağrısında bulunuyor. “Seçimleri gerçekten Avrupa düzeyinde yaparsanız, bir Avrupa demosu yaratacak ve bu da bir Avrupa demokrasisinin doğmasına yol açacaktır. Mükemmel olmayacak, tartışmalar devam edecek, ancak insanlar seslerini duyuracak ve Avrupa giderek daha demokratik hale gelecek”, argüman bu şekilde ilerliyor. Oysa bunlar bir işe yaramaz. Avrupa’da demokrasiyi kurtarmak için, siyasal yapılar daha fazla Avrupalılaştırılmamalı, tersine ulusallaştırılmalıdır. Zaten bu durmak bilmeyen Avrupalılaşma süreci bizi şimdi bulunduğumuz yere getirdi: Yalnızca liberalizme karşı değil, demokrasiyi mümkün ve sürdürülebilir kılan temel ilke ve değerlere karşı popülist bir geri tepme.

Önümüzdeki yıllarda bu seçimler Avrupa için önemli bir dönüm noktasını teşkil edecek ve AB’nin kendini uluslarüstü, yarı egemen bir federasyona dönüştürme hedeflerinin sonunu işaret edecek gibi görünüyor. Gittiğimiz Avrupa, sadece Brexit referandumundan önce David Cameron’ın talep ettiğine değil, aynı zamanda mevcut Avrupa Birliği’nin oluşturulmasına karşı çıkan Margaret Thatcher’ın savunduğuna da çok daha yakın olacak. Cameron hem AB dışından hem de içinden gelen göçün daha fazla kontrol edilmesini istemişti, Thatcher ise bilindiği üzere ulus devletler Avrupa’sı için mücadele etmişti. Kendisinin 1988’de Bruges’deki [Avrupa Birliği’ne binlerce bürokrat yetiştirmiş olan] Avrupa Koleji’nde yaptığı bir konuşmada ifade ettiği gibi, “Avrupa, birbirini daha iyi anlayan, birbirini daha çok takdir eden, birlikte daha çok şey yapan fakat ortak Avrupa çabamız kadar ulusal kimliğimizi de yücelten bir milletler ailesi olsun”.

Thatcher’ın mesajı bugün Birlik genelinde -memnuniyetsizliklerini ana akım uzlaşıya karşı çıkan sağ ya da sol partilere oy vererek ifade eden- seçmenler arasında yankı bulacaktır. Bu, seçmenlerin tek tek üye ülkelerdeki kaygıları arasındaki büyük farklılıkları küçümsemek anlamına gelmiyor. Ama Avrupa her zaman farklı halklar için farklı anlamlar ifade etmiştir, ki bu kurucu altı ülke olan Belçika, Fransa, Batı Almanya, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda için dahi geçerlidir. Sadece Fransa ve Almanya arasındaki farklılıkları düşünün. Fransız elitleri Avrupa projesini Fransa’yı büyütmek için bir araç olarak görürken, birçok Alman için Avrupa’nın amacı İkinci Dünya Savaşı esnasında barbarlığa sürüklenen uluslarının itibarını yeniden kurabilmekti. Tam da bu doğrultuda Almanya, gücünü gizleyebilmek amacıyla Avrupa’yı kullandı.

Fransa’daki seçim sonrası gelişmeler, eğer ihtiyacımız varsa, iç politikanın ne denli merkezi olduğunu bize yeniden hatırlatıyor. Sayısız iç soruna rağmen Macron epey yakın bir zamana kadar Avrupa’nın lideri olarak görülüyordu. Partisinin Avrupa Parlamentosu oylamasındaki kötü performansının ardından erken seçim çağrısında bulunması, onun sonunu hızlandıracaktır. Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’i Fransa Ulusal Meclisi’nde salt çoğunluğu elde etmesi de ya da buna yaklaşması durumunda, Macron’un sosyal tabanı büyük ölçüde eriyecektir. Bu da demek oluyor ki artık Fransa ve -daha önemlisi- Avrupa açısından güvenilir bir lider olarak görülmeyecektir.

Buna karşılık, İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’nin İtalya’nın Kardeşleri partisi (Fratelli d’Italia – FdI) ulusal oylardaki en büyük payı (yüzde 29) topladı. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’ndaki parti grubunun toplam büyüklüğüne (ana akım merkez sağ parti, bir merkez sol parti ve Macron’un Renew Europe partisinden sonra dördüncü sırada yer almasına) rağmen Meloni’nin demokratik itibarını ve demokratik referanslarını daha da güçlendirdi. Böylece Avrupa yenilenecek fakat Meloni ve takipçilerinin bir süredir savunduğu doğrultuda. Yani, Avrupa’yı egemen kılmak yerine, üye devletler ulusal egemenliklerini Avrupa’dan geri kazanmaya çalışacaklar. Hem kolektif olarak hem de tek tek ulus devletler olarak, göç üzerinde daha fazla kontrol sağlamanın yanı sıra ulusal ekonomileri üzerinde (bir miktar) kontrol sağlamak için bastıracaklar.

Brüksel ve diğer Avrupa başkentlerinde Donald Trump’ın olası yeniden iktidarının hayaleti dolaşıyor. Ukrayna’daki durum ise vahametini koruyor. Rusya’nın ülkeyi yok etme konusundaki arzusu azalmış görünmüyor. Ancak yetkilerin bir kısmının kurucu üye devletlere geri verildiği bir Avrupa, Ukrayna için her zaman kötü haber demek değil. Bir bütün olarak AB, zor durumdaki bu ülkeye sürekli bol kepçeden söz verip ama vaat ettiğinin çok altında verdi. Ukrayna’nın kararlı destekçileri genellikle üye devletler ve AB dışındaki ülkeler, yani ABD ve İngiltere olmuştur. Dolayısıyla önümüzdeki süreçte de bu ülkelerin rolü hem NATO içinde hem de NATO’nun dışında daha da önemli hale gelecektir.

Peki ya egemen Avrupa? Hatırlayın, dünyada kendi çıkarlarını önceleyecek ve savunacak bir Avrupa? Bağımsız, özerk, dirençli, ABD ve Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden bağımsız bir Avrupa? İşte o Avrupa zaten hiçbir zaman gerçekleşmemiş bir gelecek düşüydü. Gücünü ve güvenilirliğini yeniden kazanmak için Avrupa’nın kendi vatandaşlarına karşı daha duyarlı olması gerekiyor. Bunun da ulus-devletler düzeyinde başarılması, oluşmakta olan uluslarüstü bir yönetimden çok daha olasıdır.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English