Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Grevler ve Bidenomics

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Kovid pandemisi ve Ukrayna’daki çatışmaların ardından alım gücü dünya genelinde ciddi bir düşüş yaşadı. ABD’deki emekçi kesim de bu durumdan azade değil ve son haftalarda Detroit Üçlüsü olarak bilinen üç otomobil fabrikasındaki binlerce işçi ve Hollywood’da grevler yaşanıyor. Ana akım medya, grevlerin “milyarlarca dolar” maliyeti olacağı hesabını yaparken emekçilerin taleplerine dair çok az şey söyleniyor. Open Markets Institute’ten araştırmacı Matt Stoller, Joe Biden yönetiminin ülkedeki ekonomik durumun vahim gidişatı konusunda son derece umursamaz davrandığına dikkat çekiyor.


Grevler ve Bidenomics

Matt Stoller

16 Eylül 2023

Beyaz Saray ‘Bidenomics’i satmaya çalışıyor ama anket üstüne anketler halkın ekonomiden son derece hoşnutsuz olduğunu gösteriyor. Bürokratların görmeyip halkın gördüğü ne?

Bugünkü sayımız Biden’ın “Bidenomics” olarak adlandırılan iktisadi ajandasının tutarsızlığı hakkında. Otomobil endüstrisi ve Hollywood’daki grevlerin yanı sıra anket sonuçlarının da kötü çıkması, Beyaz Saray’ın politika çerçevesiyle ilgili bir şeylerin işe yaramadığını gösteriyor.

İlk olarak, hükümet açısından iyi gidiyor gibi görünen Google davasının kısa bir özetini sunmak istiyorum. Davalar, antitröst konusunda lastiğin yolla buluştuğu yerdir, bu nedenle davanın günlük dramasını ele aldığımız Big Tech on Trial adlı özel bir site kurduk. Davanın şu ana kadarki özeti şöyle. Hükümet, arama motoru devinin rakiplerinin pazara girmesini engellemek için büyük miktarlarda para ödediğini oldukça bariz bir şekilde gösterdi. Buna ek olarak, Google kanıtları örtbas ederken yakalandı ya da benim deyimimle Google, Stringer Bell kuralına uyuyor. Buna ek olarak, Google’ın ayrı bir davasında bir yargıç, arama motoru şirketinin Antitröst Departmanı Başkanı Jonathan Kanter’e yönelik kirli oyun girişimini önyargılı olduğu gerekçesiyle reddetti.

Hükümet için her şey güllük gülistanlık olmadı, Google tüketicilerin Bing alternatifiyle karşılaştıklarında Google’a geçtiklerini göstererek biraz kan kaybetti. Fakat Google’ın tekelci bir yalancı olduğuna dair temel anlatı işe yarıyor ve şirketin bu davayı sadece hükümetin Microsoft’a yardım etmeye çalışması olarak gösterme çabası yankı bulmuyor. Google açısından en büyük kazanç, Yargıç Amit Mehta’nın kamuya açık bir yayınını engellemesi, bu yüzden kamuoyu oluşturulamamıştı. Gelişmeleri Big Tech on Trial adresinden kayıt yaptırarak takip edebilirsiniz.

Grev!

Son birkaç gündür Los Angeles’taydım ve buradaki en büyük iktisadi sorun film stüdyolarına karşı yapılan ve üretimi durduran grevler. Daha genel olarak, haberleri okuduğumda, en büyük hikayelerin hayat pahalılığı ve ardından Birleşik Otomobil İşçilerinin (UAW) üç büyük otomobil şirketine karşı greve gitmesi olduğunu gördüm. Washington Post’ta işçilere neden greve gittiklerini soran güzel bir makale vardı. Çoğu enflasyon ve adalete dikkat çekti. 58 yaşındaki Ford tamircisi Petrun Williams, “Yeterince para kazanamıyoruz. İnsanlar kendi evlerini satın alabilmeli ama şu anda bu mümkün değil,” diyor.

GM, Ford ve Stellantis 75 bin dolarlık kamyonlar üretmek için optimize edilmiş yüksek maliyetlere sahip devasa verimsiz bürokrasiler olduğu ve elektrikli araçlar tamamen farklı bir ürün olduğu için üstesinden gelinmesi zor bir sorun. Fakat “Bidenomics” pek de yardımcı olmuyor.

Esasında Biden’ın Beyaz Saray personeli neler olup bittiğini duyma ya da bunları ele alma kapasitesine sahip görünmüyor. Bu ayın başlarında Biden, Philadelphia’da İşçi Bayramı’nı kutlayan bir konuşma yaptı ve öncesinde “Grev konusunda endişeli değilim,” ve “Grev olacağını sanmıyorum,” dedi ki bu yorumların kıdemli personelinin kendisine yanlış bilgi vermesinin bir sonucu olduğu aşikâr. Bu hayal ürünü yorumlar Detroitli bir Kongre üyesinin Beyaz Saray kıdemli danışmanı Steve Ricchetti’yi arayarak “Aklınızı mı kaçırdınız?” diye bağırmasına yol açtı.

Bu da Washington’da sıkça duyduğum bir soruyu gündeme getiriyor. Halk neden bu kadar mutsuz? Ekonomi, çoğu geleneksel ölçüme göre, çok iyi gidiyormuş gibi görünüyor. Dave Dayen istatistikleri şu şekilde özetledi: İşsizlik düşük, enflasyon düşüyor, tüketici harcamaları artıyor ve bazı üretim alanlarında patlama yaşanıyor. Dayen, “İktisadi büyüme ve ilk yaş istihdamı gibi bazı ölçütler 2008 mali krizi öncesindeki trendlerine geri dönmüş durumda ki bu sadece birkaç yıl önce neredeyse düşünülemez bir senaryoydu,” diye yazdı.

Tutarlı anketlere göre halk, enflasyonun yüksek olduğunu ve daha da kötüye gittiğini ve Biden’ın sorunlarını çözmek adına çok az şey yaptığını düşünüyor. Beyaz Saray’ın bocaladığını ne açıklıyor? Sorunlardan biri, siyasi zümredeki pek çok şahsiyetin halkın öfkeli olmakta haksız olduğuna inanması. Örneğin Paul Krugman, normal insanların ekonominin kötü olduğuna inandığını söyleyen bir köşe yazısı yazdı. Beyaz Saray yetkililerinin CNBC’de periyodik olarak mülakata katıldıklarını görüyorum ve bunu açıkça söylemeseler de ekonominin iyi gittiğini ve enflasyonun düştüğünü düşündükleri ve işlerinin başarılarını satmak olduğu belli.

Beyaz Saray’ın etkili bir şekilde yönetemiyor görünmesinin iki nedeni var. Birincisi, siyasi zümrenin enflasyonu anlamak için kullandığı araçların onları yanıltıyor olması. İkincisi ise Biden’ın yekpare bir politika gündemine değil, birbirine karşı çalışan bir dizi politika gündemine sahip olması. Bu iki faktörün sonucu olarak Biden’ın hikayesi —bakın tüm bu refahı ben sağladım— grevler ve öfke karşısında işe yaramıyor.

Etiket fiyatı gerçeğe karşı

Beyaz Saray’ın neden bir sorun görmediğiyle başlayalım. Biden’ın üst düzey ekibinin önemli üyelerinin durumu kötü yönettiği doğru ama bu Krugman’ın ve yönetimdeki pek çok iktisatçının da neden bir sorun görmediğini açıklamıyor. Elbette münferit grevlere bakabilirsiniz, fakat bunlar gürültülü hadiselerdir, ekonominin bütününü etkilemez.

Hükümet sıradan insanların ekonomideki deneyimlerini nasıl algılıyor? Ortada bir bilgi karmaşası söz konusu, hangi bilgi önemli, hangisi değil? Başkan bir karar vermeden önce 100 milyon Amerikalıya nasıl olduklarını soramaz. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca bürokratlar bu sorulara, normal insanların deneyimlerine vekil olarak hizmet edecek bir dizi ölçüm icat ederek cevap verdiler.

Hükümet, 1913 yılından bu yana fiyatları Tüketici Fiyat Endeksi’nin (TÜFE) bir çeşidini kullanarak ölçüyor. Enflasyonda bir değişiklik olduğunda, bu genellikle TÜFE’nin yükseldiği ya da düştüğü anlamına gelir. Enflasyondaki bir değişiklik mutlak fiyat seviyelerinde bir değişiklik değildir. Örneğin enflasyon düşüyorsa, bu fiyatların düştüğü anlamına gelmez, sadece fiyatların artış hızının eskisinden daha az olduğu anlamına gelir.

2021’den bu yana fiyatlar oldukça dramatik bir şekilde yükseldi, TÜFE 2022’de belirli noktalarda yüzde 9’a kadar ulaştıktan sonra geçen ay yüzde 3,7’ye geriledi. Bir kez daha, bu fiyatların düştüğü anlamına gelmiyor, sadece artış oranının düştüğü anlamına geliyor. On dört dolarlık çılgın pahalı sandviç hala çılgın pahalı bir on dört dolar, sadece on yedi dolara çıkmıyor. Geçen ay TÜFE’ye en büyük katkıyı yapanlardan biri, geçtiğimiz yıl yüzde 7,3 oranında artış gösteren konut oldu.

Ancak TÜFE gerçekten insanların fiyat artışlarını nasıl deneyimlediğini gösteriyor mu? Sonuçta, ödediğimiz ücretlerdeki en önemli değişikliklerden biri, ABD Merkez Bankası’nın son birkaç yılda önemli ölçüde artırdığı yüksek faiz oranları. Fed’in eylemleri kredi kartı oranlarını, mortgage oranlarını, otomobil finansmanını ve şirket ve devlet borçlanma maliyetlerini artırdı. Şaşırtıcı bir şekilde, bunların hiçbiri doğrudan enflasyon ölçütlerimize dahil edilmedi. Çalışma İstatistikleri Bürosu, “TÜFE’nin kapsamı, faiz oranlarındaki veya faiz maliyetlerindeki değişiklikleri içermez,” diye yazıyor. Her şeyin girdisi olan paranın fiyatı, bugün enflasyonu nasıl gördüğümüze dahil değil.

Bu çılgınlık.

Arşivlerde 1960’lar ve 1970’lerde Temsilciler Meclisi Bankacılık Komisyonu Başkanı olan Kongre üyesi Wright Patman hakkında bilgi edinirken, o dönemde insanların enflasyonu nasıl anladıklarına faiz oranlarının maliyetini de dahil ettiklerini gördüm. 1960 Demokrat Parti platformu enflasyonu tam da bu şekilde ele almış, yüksek faiz oranlarının “ev, otomobil, buzdolabı ya da televizyon alan her Amerikalıya pahalıya mal olduğunu” ve “başlı başına bir enflasyon faktörü” olduğunu söylemişti.

Bu mantık makuldü. Bir araba ya da ev almak için borçlandığınızda, o arabanın ya da evin maliyeti etiket fiyatı değil, aylık ödemenizdir. Fakat 1980’lerde hükümet, enflasyonu ölçme yöntemini değiştirdi, bu nedenle bugün TÜFE farklı varsayımlar altında çalışıyor. Peki bu değişiklik ne anlama geliyor? Bir Amerikan ailesinin en çok satın aldığı iki şey araba ve evdir ve bu iki kategoride de TÜFE, normal insanlar için kilit faktör olan faiz oranlarının aylık ödemeyi nasıl etkilediğini dikkate almıyor. Bir arabanın etiket fiyatı önemli bir rakamdır ama asıl önemli olan aylık ödemedir.

Bunu akılda tutarak, son on yıldaki otomobil fiyatlarına bir göz atalım.

Yeni otomobil fiyatları 2021’in başından 2022’nin sonuna kadar yükseldi ama fiyat seviyeleri yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Peki aylık ödemeler düşüyor mu?

Edmunds’a göre, 2022’nin ikinci çeyreğinde bir otomobilde ortalama aylık ödeme 678 dolar, 2023’ün ikinci çeyreğinde ise 733 dolardı. Dolayısıyla, yeni araç fiyatlandırması nedeniyle TÜFE için hafif bir fiyat düşüşü, ancak insanların gerçekte ödedikleri için yüzde 8’lik bir enflasyon söz konusu. Etiket fiyatları düşüyorsa aylık ödemeler neden artıyor? Çok basit, paranın fiyatı arttı. Yeni bir otomobil için ortalama faiz oranı bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 6,63’e yükseldi. Bu oran 2022’nin ikinci çeyreğinde yüzde 4,60, 2021’in ikinci çeyreğinde ise yüzde 4,17 idi.

Peki ya konut? İşte Daily Shot’tan ortalama bir ev fiyatı için aylık ipotek ödemesi grafiği.

Redfin, tipik ipotek ödemesinin bir yıl öncesine göre yüzde 20 arttığını bildiriyor. Ev sahiplerinin çoğunun 2021’den önce aldıkları ipotekleri olsa da ve bu nedenle daha yüksek fiyatlar ödemiyor olsalar da şu anda aylık ödemelerin son derece yüksek olması, insanların artık taşınamayacağı ve çocuklarının yaşayacak bir yer bulmak için mücadele etmelerini izlemek zorunda kalacakları anlamına geliyor. Ev, Amerikan düzeninin merkezinde yer aldığı için konut fiyatları sosyal bir olgu; dolayısıyla finansal olarak etkilenmemiş olsanız bile, pek çok insanın taşınamadığını, ev satın alamadığını ya da uygun fiyatla kiralayamadığını görmek herkese ekonomik güvensizlik hissi verir. Grevdeki otomobil işçileri tam da bu nedenle konut fiyatlarından bahsetmişti.

TÜFE’de konut için yapılan hesaplama yeni arabalar için yapılandan biraz daha karmaşık, fakat anlaşılması gereken kilit nokta 1983 yılında Reagan yönetiminin faiz maliyetlerini hariç tutmayı seçmesi, bunun yerine ev sahiplerine yaşadıkları evin sahibi olmasalardı kira olarak ne ödeyeceklerini düşündüklerini sorması. Redfin’den bir iktisatçıya göre hükümet, “konut maliyetlerindeki değişiklikleri bilhassa faiz oranları yükseldiğinde hafife alıyor. Bunun nedeni, piyasada sahiden aktif olan bir insanın konut maliyetlerinin çok daha büyük dalgalanmalar yaşaması.”

Bu ölçümün değiştirilmesinin nedeni, enflasyonun gerçekte olduğundan daha düşük görünmesini sağlamaktı. Zaman içinde, sonraki yönetimler bu değişimi sürdürdü. Yönetimde kullanılan semboller hakkında yalan söylemenin kısa vadede siyasi bir faydası olur, belki medyada iyi bir şekilde yer almanızı sağlar ama zaman içinde konut maliyetlerinde TÜFE’nin her zaman güvenilir olmadığı anlamına gelir.

Yani temel olarak, paranın fiyatı, bir şeyler için ödeme yapma deneyimimiz açısından büyük bir meseledir ve karar mercilerinin ekonomiye bakmak için kullandıkları enflasyon ölçütünün dışında tutulur. Karar mercilerinin aklı tam da bu yüzden karışık. Kullandıkları bazı temel araçlar gerçeği yansıtmıyor ve başlangıçta bu araçları siyasi amaçlarla bozan insanlar artık orada değil. Günümüz siyasi zümresi neyi bilmediğini bile bilmiyor.

Bidenomics nedir?

Elbette insanların satın aldığı tek şey konut ve araba değil. Otellerden uçak biletlerine, paketlenmiş tüketici ürünlerinden tohumlara kadar her şey gibi gıda da birkaç yıl öncesine göre çok daha pahalı. Yani, enflasyondan neredeyse hiç etkilenmeyen Visa ve Mastercard, tüccarlara verdikleri swipe ücretlerini artırıyor. Bunların hiçbiri sır değil, gıda TÜFE’si enflasyonun düşüyor olabileceğini gösteriyor, ancak fiyatlar hala yüksek. Peki Joe Biden ve Kongre’deki Demokratlar bu konuda ne yapıyor? Beyaz Saray yetkilileri planlarını “Bidenomics” olarak adlandırıyor.

Bidenomics’i açıklamanın en iyi yolu, Biden’ın kısa bir süre önce D.C. bölge mahkemesine atadığı ve iki akıllı kilit üreticisine karşı dava açtıklarında Antitröst Departmanına düşmanca davranan Ana Reyes adlı yargıcı dinlemekten geçiyor. Reyes, geçtiğimiz ay Amerikan Barolar Birliğinin bir paneline katılarak antitröst uygulamasının güçlendirilmesi fikrine saldırmış ve özellikle de işgücüyle ilgili iddialar konusundaki şüpheciliğine odaklanmıştı. Savunma avukatlarından oluşan dinleyicilere, dinlediği antitröst davası sırasında, “1 Nisan Şakası” demeden önce üç dakika boyunca kilit tanıklarını görevden alıyormuş gibi yaparak hükümet avukatlarına “şaka” yaptığını söyleyerek övünmüştü. Daha sonra neşeyle “Hayatımda hiç şaşkın bir sessizlik görmemiştim,” demişti.

Biden tarafından atanan bir şirket avukatı zorbanın, Biden yetkilileri tarafından açılan bir antitröst davasının selasını okuması, Bidenomics’in harika bir örneği, zira bu yönetimin politikasının tutarsızlığını gösteriyor. Federal Ticaret Komisyonu Başkanı Lina Khan’ın büyük bir hayranıyım ama bir başka Biden yargıcı —Jacqueline Corley— Khan’ın anlaşmaya itiraz etmesinin ardından Microsoft Activision’ı satın aldığında tüm zamanların en büyük büyük teknoloji birleşmesine imkân tanıdı.

Bu yargıçlar enflasyon açısından önemli. Biden yargı için Corley ve Reyes yerine gerçek popülistleri seçmiş olsaydı, Beyaz Saray’ın yönetme kabiliyeti epey farklı görünecek ve Amerikan müesses nizamı, baskı korkusu nedeniyle fiyatlandırma davranışlarını değiştirecekti. 2022’nin başlarında, şirketlerin fiyatları yükseltmek için gayri resmi olarak nasıl işbirliği yaptıklarına saldırmak için antitröstü kullanma konusunda bir ilgi telaşı söz konusuydu. Fakat agresif bir hukuki teori, piyasa gücünü ciddiye almaya istekli yargıçlara ihtiyaç duyar ve Biden, bunun yerine kendi yönetimini engelleyen şahsiyetleri seçti. Mesele sadece yargıçlar değil. Yönetimdeki gruplar —bu durumda Beyaz Saray İktisadi Danışmanlar Konseyi— şirket kârı-enflasyon ilişkisine açıkça karşı çıktı.

Antitröst konusunda fazlaca kafa patlatıyorum ama tutarsızlık çoğu politika alanında (ve Kongre’deki Demokratlarda) sistemsel. Emek yanlısı yönetim, Hollywood’da güçlü stüdyolara karşı yapılan grevleri desteklediğini belirtti, ardından birkaç ay sonra Beyaz Saray İç Politika Konseyi eski başkanı Susan Rice, Netflix’in yönetim kuruluna yeniden katıldı. Elektrikli araçların Amerika’da üretilmesine yönelik her girişimde Hazine Bakanı Janet Yellen, bu araçların yurt dışında üretilmesi konusunda yoğun çaba sarf ediyor.

Normalde, politika anlaşmazlıklarına Başkan ve ekibi karar verirdi. Ancak Joe Biden bir ertelemeci ve seçim yapmaktan hoşlanmıyor. Ayrıca çok yaşlı. Ekibine gelince, Biden’ın eski özel kalem müdürü Ron Klain, politika hedefleri açısından agresifken yeni özel kalem müdürü Jeff Zients tamamen sürece odaklanmış, durmaksızın neşeli eski bir yönetim danışmanı. Tim Wu ve Brian Deese gibi diğer önemli isimler de ayrıldı. Klain’in gidişiyle birlikte, tepede dar görüşlü bir gruplaşma ve vizyon sunma ya da politikaların uygulanmasına dikkat etme konusunda yetersizlik söz konusu. Konut fiyatlarına dikkat edilmesi gerektiğini söyleseniz bile, bu konuda bir şey yapabilecek ya da yapacak kimse yok.

Bu da bizi grevlere geri götürüyor. Biden yönetiminin işçilere yardım etmek için atacağı adımlarla UAW’nin işçi eylemini önlemesi gerekirdi ama Beyaz Saray’ın herhangi bir tutarlılığı yok. Biden emek yanlısı şeyler söylerken ve CEO’lara çok fazla ödeme yapıldığını kabul ederken, bir de şu var:

“Bazı Demokratlar ve çalışma yetkilileri arasında da Biden’ın ekibinin açmazı yanlış hesapladığı ve işçilerin hayal kırıklığı ya da endişelerinin ciddiyetini anlamadığı yönünde bir his söz konusu. Bu hafta Biden yönetiminin otomobil tedarikçilerine yardım sağlamayı düşündüğü haberi bile, grevi baltalayabileceğini düşünen ve bunu şirketler için her zaman bütçe bulunduğunun ama işçiler için bulunmadığının kanıtı olarak gören sendika dünyasındaki bazılarını kızdırdı.”

Bu, kayda değer başarıların olmadığı anlamına gelmiyor. Biden’ın sanayi politikası hamlesi, yarı iletken üretimi, elektrikli araçlar ve bataryaların yanı sıra genel olarak yeni fabrikalara yapılan yatırımlardaki artışlarla sahici. Rekabet politikası yaklaşımı da yeni birleşme kurallarının yanı sıra ilaç, birleşme, rekabet etmeme yasağı ve Google davasındaki baskılarla sahici.

Bazı düzenleyici kurumlardan rutin olarak iyi kararlar çıkıyor. Örneğin geçen gün Çalışma Bakanlığı, 4 milyon işçinin daha fazla mesai ücreti almasını sağlayacak bir kural önerdi. Bu arada, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu özel sermayeye dönük baskıya başladı.

İdeolojik olarak zenginliği ve kuvveti yukarı doğru itmeye odaklanan Obama yönetiminin aksine, Biden yönetiminde bunun tersini yapmaya çalışan birkaç popülist var. Ancak istatistiklerin karar mercilerini yanıltmak için sulandırıldığı enflasyonist bir ortamda bu yeterince iyi değil.

Biden’ın ulusa sesleniş konuşmasına ne oldu?

Şubat ayında Biden, ABD’de bir şeyler üretmeye, gereksiz ücretlerin peşine düşmeye ve kurumsal gücü ele almaya odaklanan bir ulusa sesleniş konuşması yapmıştı. Daha sonra kamuoyu yoklamaları geçici olarak yükseldi. O zamandan bu yana Beyaz Saray’dan Biden’ın o konuşmada söylediklerine dair herhangi bir mesaj gelmedi; sanki Zients ve Beyaz Saray’ın geri kalanı Biden’ın popülist bir argüman ortaya koymasından hicap duymuş gibiydi.

Bunun yerine, çeşitli yetkililer televizyona çıkıp “şu grafiklere bakın!” diyor. Enflasyonun düşmesi, ekonomik büyümenin artması ve işsizliğin düşük olmasıyla övünmek istiyorlar. Fakat gerçek konut ve ulaşım maliyetlerinin giderek karşılanamaz hale geldiğini ve arttığını kabul etmeden, bu en hafif tabirle tuhaf görünüyor. Dahası, ortada gerçek bir politika rejimi yok, yalnızca kendi tercih ettikleri görüşe göre mümkün olduğunca çok şey yapmaya çalışan birbirinden kopuk bir dizi grup var. Biden’ın insanların hayatlarını gerçekte nasıl etkilediği çoğunlukla belirsiz ve gerçekten örgütlü tek işçi grupları işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor.

Ekonomi harika değil ve öyleymiş gibi davranmaya çalışmanın da bir anlamı yok. Bununla birlikte Biden, yönetimini kurtarabilir. Başarıları var ve ulusa sesleniş konuşması yankı uyandırmıştı. İlk döneminin, fabrikaları yeniden şekillendirerek, tam istihdamı geri getirerek ve tedarik zinciri sorunlarını çözerek Amerika’nın Kovid’den kurtulmasını sağlamakla ilgili olduğunu iddia edebilir. Beyaz Saray’ın fiyat sınırlaması getirmesine kızan çeşitli ilaç firmaları gibi kendisine dava açan tüm büyük şirketlerle övünebilir. Ardından ikinci döneminde konut maliyetlerini düşürmeye odaklanacağı sözünü verebilir. Böyle bir hikâye işe yarar mı? Bilemiyorum. Belki şu anki söylem işe yarar, 2022 ara seçimlerinde Biden, beklentilerin üzerinde bir performans göstermişti. Ama en azından “Biraz grafik yiyin!”den daha iyisi olabilir.

DÜNYA BASINI

WSJ: İsrail ve Türkiye karşı karşıya

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Suriye’de Esad yönetiminin devrilmesinden en çok faydalanan iki ülke olan Türkiye ve İsrail’in nasıl karşı karşıya geldiğini ele alıyor. Makale bu durumun iki ülke için ne anlama geldiğine ve bundan sonra ne olabileceğine dair uzman görüşlerine yer veriyor:

***

İsrail ve Türkiye karşı karşıya: Orta Doğu’da şiddetlenen güç mücadelesi

Suriye rejiminin çöküşü İran’ın ‘direniş eksenini’ yok etti ve Türkiye destekli İslamcıları İsrail’in kapısına getirdi.

Yaroslav Trofimov

Türkiye ve İsrail, Suriye rejiminin çöküşünden stratejik olarak en fazla fayda sağlayan iki ülke oldu. Bu durum, İran’ın Orta Doğu’daki etkisinin dramatik bir şekilde azalmasının bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Ancak geçen yıl Gazze’deki savaşın başlamasından bu yana zaten zehirli olan ilişkileri kopma noktasına gelen bu iki Amerikan müttefiki, şimdi Suriye ve ötesinde kendi aralarında bir çarpışma rotasına girmiş durumda. Bu rekabetin yönetilmesi, muhtemelen Trump yönetiminin öncelikleri arasında yer alacak ve Avrupa ile Orta Doğu’daki Amerika’nın ittifak ağı üzerindeki baskıyı artıracaktır.

Ortadoğu Enstitüsü Türkiye Programı Direktörü Gönül Tol, “Türk yetkililer, yeni Suriye’nin başarılı olmasını istiyor, böylece Türkiye buna sahip çıkabilir; ancak İsraillilerin her şeyi mahvedebileceğini düşünüyorlar” diyor.

İsrail ve Türkiye arasındaki düşmanlık, İsrail, İran ve İran’ın vekilleri arasındaki uzun ve kanlı çatışmayla kıyaslanamaz. Tahran’ın dini liderleri, Yahudi devletini haritadan silmeyi hedefliyor ve bu yıl iki ülke arasında doğrudan füze saldırıları yaşandı. Bu, İsrail ile İran destekli Hizbullah arasında onlarca yıldır süregelen mücadelenin bir tırmanışıydı.

Bu ay İran liderliğindeki ve İran’dan Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Hizbullah’a kadar uzanan “direniş ekseninin” dağılması, İsrail için anında ve önemli bir güvenlik avantajı sağladı.

Ancak İsrailli yetkililer, özellikle Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistinli hareket Hamas gibi İsrail’in ezeli düşmanlarına verdiği açık destek göz önüne alındığında, Türkiye liderliğindeki Sünni İslamcılardan oluşan yeni bir eksenin zaman içinde aynı derecede ciddi bir tehlikeye dönüşebileceğinden endişe duyduklarını söylediler.

Yeni Suriye’nin fiili lideri, Ebu Muhammed El-Colani takma adıyla bilinen Ahmet El-Şara, çatışmayla ilgilenmediğini ve ülkeyi yeniden inşa etmeye odaklanmak istediğini söylese de kendisi ve Şam’daki diğer birçok üst düzey şahsiyet, her ikisi de Amerikan tarafından terörist olarak tanımlanan El Kaide ve İslam Devleti’nde kilit rollere sahipti. ABD, takım elbise giymeyi tercih eden ve bu hafta Şam’da Avrupalı diplomatlarla görüşen Colani’nin başına hala 10 milyon dolar ödül koymuş durumda.

Beşar Esad’ın devrilmesinden sonra Suriye’de düzen şekillenirken, Türkiye Şam’da açık ara baskın güç olarak ortaya çıktı. Bu durum Erdoğan’ı, eski Osmanlı topraklarından Libya ve Somali’ye kadar uzanan bir nüfuz alanı hedefine ulaşmaya her zamankinden daha fazla yaklaştırıyor. Bu, Filistin davasının en güçlü savunucusu olarak İran’la rekabet etmeyi de içeren bir yaklaşım.

İsrail parlamentosunun dışişleri ve savunma komitesi başkanı Yuli Edelstein bir röportajında “Türkiye ile ilişkiler kesinlikle kötü bir noktada, ancak her zaman daha da kötüleşme potansiyeli var” dedi: “Bu aşamada birbirimizi tehdit ediyor değiliz, ancak Suriye söz konusu olduğunda, Türkiye’den ilham alan ve silahlandırılan vekillerle çatışmalara dönüşebilir.”

Başkan seçilen Donald Trump pazartesi günü Mar-a-Lago’da yaptığı konuşmada Esad’ın devrilmesini Türkiye’nin Suriye’yi “dostça olmayan bir şekilde ele geçirmesi” olarak tanımladı. Erdoğan iki gün sonra Türkiye’nin Orta Doğu’da lider bir güç olması yönündeki kendi vizyonunu vurguladı. Erdoğan, “Bölgemizde ve özellikle Suriye’de yaşanan her olay bize Türkiye’nin Türkiye’den daha büyük olduğunu hatırlatıyor. Türk milleti kaderinden kaçamaz” dedi.

Türkiye ile yakın müttefik olan Katar dışında, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Ürdün gibi bölgedeki diğer Amerikan ortaklarının Türkiye’nin yeni hakimiyeti konusunda endişeleri var. Bu ülkelerdeki yetkililer Şam’dan yayılan siyasal İslam’ın yeniden canlanmasının kendi ülkelerinin güvenliğine zarar vermesinden korkuyor.

1949’da İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olan Türkiye, İsrail güçlerinin burada on binlerce Filistinliyi öldürmesinin ardından Başbakan Binyamin Netanyahu’yu “Gazze kasabı” olarak eleştirip İsrail’e ekonomik yaptırımlar uygulasa da Tel Aviv’de hala bir büyükelçilik bulunduruyor.

Tel Aviv Üniversitesi Çağdaş Orta Doğu Tarihi Kürsüsü Başkanı Eyal Zisser, “İki ülke arasında hala iletişim kanalları var ve Türkiye hala ABD’nin müttefiki, dolayısıyla aralarındaki sorunlar aşılabilir” dedi. Zisser, Türkiye’nin hakimiyetindeki bir Suriye’nin İsrail için İran’ın hakimiyetindeki bir Suriye’den çok daha iyi olacağına şüphe olmadığını da sözlerine ekledi.

Zisser, “Türkiye İsrail’in yok edilmesini arzulamıyor, nükleer silah geliştirmiyor, Hizbullah’a etkileyici bir füze cephaneliği sağlamıyor ve Suriye’ye on binlerce milis göndermiyor” dedi.

2012’de büyükelçilik kapatılana kadar Türkiye’nin Şam Büyükelçisi olarak görev yapan siyasi analist Ömer Önhon, Suriye’de yakın bir Türkiye-İsrail çatışmasından bahsetmenin çok endişe verici olduğu görüşünde. Büyükelçilik geçen günlerde yeniden açıldı.

Önhon, “Türkiye’nin karşı olduğu Netanyahu hükümetinin politikaları ve eğer bu politikalar değişirse ilişkiler tarih boyunca olduğu gibi yeniden normale dönebilir” dedi.

Türkiye’nin dış ve savunma politikaları uzun süredir peş peşe gelen Amerikan yönetimlerini rahatsız etti; bu yönetimler, Erdoğan’ın Rusya ile askeri ve nükleer enerji işbirliğine ve dönemin ABD yetkililerinin o dönemde “İslam Devleti’ne gizli Türk yardımı” olarak tanımladıkları duruma karşı çıkmışlardı. Washington’da İsrail, Ukrayna ve Tayvan’ı destekleyen bir düşünce kuruluşu olan Demokrasileri Savunma Vakfı İcra Direktörü Jonathan Schanzer, “Türkiye uzunca bir süredir Batı ittifakı içinde haydut bir devlet gibiydi” dedi.

Suriye’de şu anda devam eden tek şiddet olayı, Suriye Ulusal Ordusu olarak bilinen Türkiye destekli milislerin, ülkenin kuzeydoğusunda yer alan ve birçok ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Suriye Kürt bölgesine yönelik saldırısı. Bu savaşçıların bir kısmı Türkiye’nin güneydoğusundan gelen ve hem Ankara’nın hem de Washington’un terörist olarak gördüğü Kürdistan İşçi Partisi’ne (PKK) mensup etnik Kürtlerden oluşuyor.

Washington’un Suriyeli Kürt silahlı gruplara verdiği destek uzun zamandır Türkiye’nin en büyük şikâyetlerinden biriydi. Türkiye’nin iktidar partisi AKP’nin milletvekillerinden Mehmet Şahin, “Șu anda olan şey, bir NATO ülkesinin başka bir NATO ülkesine karşı faaliyet gösteren bir terör örgütüne destek vermesidir” diyerek Trump’ın bu desteği kesmesini umduğunu söyledi.

Bir diğer Türk milletvekili, Kürt yanlısı DEM partisinden Berdan Öztürk, Washington’un son on yılda İslam Devleti’ne karşı birlikte dökülen kan nedeniyle Suriyeli Kürtlere karşı bir yükümlülüğü olduğunu söyledi. Öztürk, “Türkiye şu anda her türlü temel insan hakkını ihlal ediyor. Eğer Kürt halkına ihanet ederlerse kimse ABD ile müttefik olmaz. Bir ortağınız varsa bu çok değerlidir ve bunu güçlendirmeniz gerekir.”

Ankara’yı öfkelendiren açıklamalarda bulunan İsrail Dışişleri Bakanı Gideon Saar, bu hafta Kürtlerin, Türkiye ve İran tarafından aynı şekilde baskı gördüğünü belirterek, İsrail’in Kürtleri “doğal müttefikleri” olarak değerlendirmesi ve Kürtlerle ve diğer Orta Doğulu azınlıklarla ilişkilerini güçlendirmesi gerektiğini söyledi.

Kürt meseleleri konusunda uzun yıllara dayanan deneyime sahip eski bir Türk diplomat olan Aydın Selcen’e göre, bu tür açıklamalara rağmen İsrail’in Türkiye ve vekillerine karşı Suriyeli Kürt savaşçıları maddi olarak desteklemesi pek olası değil: “İsrail, Suriye’de Türkiye’ye sorun çıkarmaya çalışırsa aklını kaçırmış demektir” dedi.

Selcen, “Son gelişmelerde kazanan Ankara, kaybeden ise İsrail oldu. İsrail ve Türkiye arasında açık bir çatışma olasılığını mümkün görmüyorum. Bu hiç mantıklı değil” ifadelerini kullandı.

Suriye’de 2.000 kadar asker konuşlandıran ABD’nin aksine İsrail’in Suriye’nin Kürt bölgelerinde açık bir varlığı bulunmuyor. Amerika Ulusal Güvenlik için Yahudi Enstitüsü’nde araştırmacı olan Netanyahu’nun eski ulusal güvenlik danışmanı emekli Tümgeneral Yaakov Amidror, “Kürtlerle uzun süredir ilişkilerimiz var; bu bizim tarihimizin, onların tarihinin bir parçası. Ancak İsrail, Kürtleri destekleme konusunda Amerikan rolünü üstlenmeyecek” dedi.

Türkiye son günlerde defalarca İsrail’in Suriye’nin Golan Tepeleri çevresindeki işgal bölgesinden askerlerini çekmesini talep etti ve İsrail’i Esad rejiminin düşmesinden sonraki geçişi sabote etmeye çalışmakla suçladı. Mehmet Şahin, “İsrail, mevcut boşluktan faydalanarak işgal politikalarına devam etmek istiyor. Bu ne Suriye ne de bölge için iyi bir şey” dedi.

Netanyahu’nun en azından 2025 yılı boyunca süreceğini söylediği Suriye’nin güneyindeki toprakları işgalinin yanı sıra, İsrail son iki hafta boyunca Esad rejiminin askeri altyapısından geriye ne kaldıysa acımasızca bombaladı. Bu saldırılar Suriye’nin yeni yöneticilerini hava savunma, donanma, hava kuvvetleri veya uzun menzilli füzelerden mahrum bıraktı.

Ankara’nın askerlerini çekme talebine yanıt veren İsrail Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin Suriye’de işgal konusunu gündeme getirecek son ülke olması gerektiğini çünkü Türk askerlerinin 2016’dan beri bu ülkede faaliyet gösterdiğini, “cihatçı güçleri” desteklediğini ve ülkenin büyük bir bölümünde Türk para birimini, bankacılık ve posta hizmetlerini yaygınlaştırdığını söyledi.

Colani’nin örgütü Heyet-i Tahrir el-Şam, ABD tarafından terörist grup olarak listelenmeye devam ediyor. İsyancı komutan ılımlı bir imaj çizmeye çalışıyor. Defalarca azınlıkların haklarını savundu ve yeni Suriye’nin İsrail ile yeni bir çatışma başlatmak yerine yaklaşık 14 yıllık iç savaşın yarattığı yıkımın ardından yeniden inşa etmekle ilgilendiğini söyledi.

Ancak bu güvenceler İsrail yönetimindeki pek çok kişiyi ikna etmedi. Ne de olsa Colani, 7 Ekim 2023’te Hamas tarafından İsrail’e düzenlenen saldırıyı desteklemişti. Colani takma adı, İsrail’in 1967’de Suriye’den ele geçirdiği ve o zamandan beri ilhak ettiği Golan Tepeleri’ndeki ailesinin kökenine atıfta bulunuyor.

Atlantik Konseyi’nde kıdemli araştırmacı olarak görev yapan ve birçok İsrail başbakanına danışmanlık yapan Shalom Lipner, “HTŞ’nin Türkiye’nin himayesi altında Şam’da kontrolü sağlaması, İsrail’in kuzeydoğu sınırında düşman İslamcılarla karşılaşma ihtimalini artırıyor. Eğer Kürtler geri püskürtülürse bu durum daha da karanlık bir hal alabilir ve IŞİD’in yeniden canlanmasına yol açabilir” dedi. Lipner’a göre “İsrail derin bir savunma pozisyonunda.”

Netanyahu döneminde kabinede çeşitli üst düzey görevlerde bulunmuş ve İsrail parlamentosunun başkanlığını yapmış olan İsrailli Milletvekili Edelstein, Suriye’den gelebilecek potansiyel tehditlerin, ülkenin yeni yöneticilerinin zayıflığı göz önüne alındığında, acil olmadığını söylüyor. Ancak orta vadede Suriye’nin güneyindeki İslamcı grupların İsrailli toplulukları tehlikeye atabileceğini, uzun vadede ise Türk silahları ve desteğiyle yeniden inşa edilen Suriye ordusunun Esad’ın ordusunun 20. yüzyılın son on yıllarında yarattığı türden bir konvansiyonel tehlikeyi yeniden yaratabileceğini söyledi.

Edelstein, Suriye’nin yeni liderlerinden gelen iyi niyet açıklamalarının, Hamas’ın 7 Ekim saldırısından önce İsrail’i yanlış bir güvenlik hissine sürükleyen açıklamaları kadar itibar görmesi gerektiğini söyledi.

Edelstein, “Sadece İsrail değil hepimiz Suriye’deki yeni rejimi normalmiş gibi göstermeye çalışırken çok dikkatli olmalıyız. Biz Suriye’de vekiller yaratma işinde değiliz, biz sınırlarımızı koruma derdindeyiz. Ancak sınırlarımıza yakın olan toplulukların birçoğu Suriye’deki azınlık topluluklarıdır ve İslamcı milisler tarafından istila edilmediklerinden ve bu yerlerin gelecekte İsrail’e yönelik saldırı için askeri bir üsse dönüşmediğinden emin olmalıyız” diye konuştu.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Esad’dan sonra sırada İran mı var?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, jeoekonomi ve askeri tarih üzerine çalışmalarıyla tanınan Edward Luttwak’a ait. Bir dönem ABD Başkanı Reagan’ın “Üçüncü Dünya Ülkeleri” danışmanlığını da yapan Luttwak, Türkiye’de özellikle “hükümet darbeleri” üzerine yaptığı bir çalışmasıyla biliniyor: Darbe: Pratik Bir El Kitabı¹. Bu kitabında, darbelerin “gerekli istek, araç ve gereci olan herkes” tarafından gerçekleştirilebileceğini çarpıcı bir vecizlikle tasvir eden ve “önemli olanın kuralları bilmek” olduğunu vurgulayan Luttwak, şimdi benzer bir mantığı İran’a uyarlıyor gibi görünüyor.

Luttwak, İran’ın bölgesel etkisinin “çöküşünü” Filistin savaşı ve Suriye’deki gelişmeler üzerinden ele alırken, askeri kapasitesinin tamamen bir “mit”ten ibaret olduğunu ve İran’ın bir sonraki “çöküş adayı” olabileceğini iddia ediyor. İsrail’in Hizbullah’a dönük saldırılarını bu çöküşün başlangıcı olarak çerçevelerken, İran’da yaklaşması muhtemel iç karışıklıkların adeta müjdesini veriyor. Luttwak’ın bu “sıradaki hedef” imalı satırları, objektif bir yazarın tespitleri ya da cılız bir temennisi olmanın ötesinde, ucu rejim değişikliğine dahi uzanabilecek, genelde direniş eksenini, özelde ise İran’ı etkisizleştirmeye dönük Amerikan siyasal stratejisinin açık edilmesi olarak okunmalı belki de.


Sırada Tahran mı var?

İran’ın güç miti paramparça oldu

Edward Luttwak
Unherd
10 Aralık 2024
Çev. Leman Meral Ünal

Şam düştü – bunun Suriye’yle olduğu kadar İran’la da yakından ilgisi var. Tahran, Esad diktatörlüğünü, dünyanın en büyük devlet dışı ordusu olan Lübnan’daki Hizbullah milisleri aracılığıyla uzun yıllar iktidarda tuttu. Fakat İsrail, Eylül sonundan bu yana gerçekleştirdiği bir dizi saldırıyla Hasan Nasrallah’ın örgütünü deyim yerindeyse yerle bir etti. İran’ın buna yanıtı İsrail’e karşı balistik füzeler fırlatmak oldu; İsrail ise bu saldırıları Arrow [anti-balistik] savunma füzeleri ile başarılı şekilde imha etti.

26 Ekim’de, yani İsrail Hava Kuvvetleri’nin İran’da 20’den fazla hedefi imha ettiği gün, İran’ın hava savunmasının neredeyse var olmadığı ortaya çıktı. Kendi başkentinde dahi savunmasız durumda kalan Ayetullah rejimi hiç olmadığı kadar zayıflamıştı. Ve şimdi, Esad diktatörlüğünü saran devrimci rüzgâr belki de Tahran’a kadar esecek ve İranlılar köktendinci efendilerinden nihayet kurtulacak.

İran’ın bir bölgesel güç olduğu efsanesi ironik şekilde bizzat ABD tarafından yaygınlaştırıldı. Barack Obama, Ocak 2009’da, yani ilk döneminin hemen başında, İran’a karşı bir savaşa çekilmekten büyük bir endişe duyuyordu. Irak’ın işgali emrini verdiğinde Bush’un başına gelenleri aklının bir yerinde hep tutan Obama’nın göreve geldiğinde ilk yaptığı işlerden biri, Amerika’nın geçmişte Şah’a verdiği destek için özür dilemek olacaktı. Bu, geçmişe dair gösterilen bir pişmanlığın ötesinde yeni bir kural ortaya koymak demekti: İran herkese saldırabilir fakat kimse İran’a saldıramaz. İşte bu kural, Ekim 2024’e kadar sürdü.

İran’a ait bir insansız hava aracının Ürdün’de üç Amerikan askerini öldürdüğü bu ocak ayına kadar ABD’nin İran’a karşı herhangi bir misillemesi olmamıştı. Aynısı İsrail için de geçerliydi. İran 13 Nisan’da İsrail’e karşı 170 insansız hava aracı, 30 seyir füzesi ve 120 balistik füze fırlattı. ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı ve eski bir Obama yetkilisi olan Jake Sullivan, İsrail’in herhangi bir karşı saldırısını önlemek için büyük bir çaba sarf etti; hatta İsrail’in misilleme yapması halinde ABD askeri yardımını kaybedebileceği şeklinde üstü kapalı tehdit dahi etti. Bu olay, şaşkın bir Pentagon yetkilisi tarafından, Sullivan’ın acaba Tahran’da yaşayan bir akrabası mı var diye bile sorgulatacaktı.

ABD’nin türlü baskılarına rağmen yine de İsrail’in Hizbullah’ı nihai olarak ezmesi engellenemedi. Her şey 27 Eylül’de Hasan Nasrallah’ın üst düzey komuta kademesiyle birlikte öldürülmesiyle başladı. Birkaç gün sonra İran’ın yanıtı sert oldu: Her biri bir yakıt tankeri büyüklüğünde 190’dan fazla balistik füze ateşlendi. Öyle ki İsrail’in Arrow önleme sistemi olmasaydı binlerce kişinin ölümüne neden olabilirdi.

Sullivan bir kez daha İsrail’in misillemesini durdurmaya çalıştı fakat bu kez başarısız oldu. 25 Ekim’de İsrail, İran’ın zayıflığının boyutlarını açıkça ortaya seren hava saldırılarını başlattı. İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) uçakları, Tahran’a yalnızca 19 mil [30 kilometre] uzaklıktaki çok gizli Parchin üssündeki önemli bir füze üretim tesisinin de aralarında olduğu kritik İran hedeflerine saldırdı. Bu, stratejik üstünlük görüntüsünün ardında İran mitinin bir yanılsamadan ibaret olduğunu gözler önüne sermekteydi. Ülkenin elinde kalan tek şey artık Devrim Muhafızlarıydı.

Geldiğimiz noktada, İran’ın kalan gücünü test etmek, Suriye’deki rejim karşıtı gruplardan Heyet Tahrir eş-Şam’ın (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye düştü. Colani hedef olarak, tarihsel olarak Suriye’nin en önemli kentlerinden biri olan ve nüfus bakımından başkent Şam’ın ardından ikinci sırada yer alan Halep’i seçti.

Colani’nin hafif kamyonlar ve ciplerden müteşekkil savaşçıları iyi eğitimli birkaç yüz asker tarafından durdurulabilirdi aslında. Fakat ne Hizbullah ne de İran Devrim Muhafızları karşılık verebildi. Hizbullah’ın artık sınırı aşıp Suriye’deki isyancılarla savaşabilecek büyük birlikleri yok. Devrim Muhafızları ise Esad’a destek için askerlerini sivil uçaklarla Şam Havalimanına taşımaya çalışıyordu. Ne var ki İsrail, İran birliklerinin sınırına bu kadar yaklaşmasına izin vermeyeceğinin işaretlerini açıkça verdi; İran’ın artık inandırıcı bir karşı tehdidi kalmamıştı.

Aslında İran, hemen hemen tüm hızlı müdahale seçeneklerinden yoksundu: Esad’ın çökmekte olan güçlerinin elinde “güvenli” addedilebilecek bir havaalanı yoktu. İran, Irak üzerinden karayoluyla Suriye’ye asker sokma riskini de göze alamazdı. On binlerce silahlı adamıyla kendi Şii milisleri bile Kürt kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’den güvenli şekilde geçişlerini sağlayamazdı.

Şimdi İran halkı, on yıllardır yoksulluk içinde yaşamalarının asıl sebebinin Devrim Muhafızları ve onların milisleri için yapılan devasa harcamalar olduğunu fark ediyor. Peki, tüm bunlar ne için? Tüm bu ihtişamlı karargâhlar ve pahalı balistik füzeler, savunmasız Araplar dışında kimseye karşı kullanılmıyor; İsrail ise zaten Arrow ile bu türden tehditleri bertaraf ediyor. Hizbullah’a gelince, bırakın İran’ın bölgedeki diğer müttefiklerini, kendilerini bile savunamayacakları artık son derece açık. Belki de bu kez, halk, İran’ın kentlerinde, rejime karşı sokaklara dökülecek ve nihayet diktatörlüğü sarsacak.

Şayet bu gerçekleşirse, İran’ın uzun zamandır unutulmuş, modern silahlardan mahrum bırakılmış ve Devrim Muhafızları’nın arkasında ikinci planda kalmış düzenli silahlı kuvvetleri de harekete geçebilir. Kaldı ki rejimin kaderini dahi belirleyebilir, elbette 350,000 askerin kayda değer bir kısmının harekete geçmesi durumunda. İranlı subay ve askerlerin Devrim Muhafızları’na kıyasla diktatörlüğü desteklemeye daha az meyilli olup olmadıklarını kimse bilemez, ancak İran’da kısa bir süre önce sertlik yanlısı adayın kesin yenilgiye uğradığı bir seçim yapıldığı hatırlanmalı. Üstelik İran’ın karacılarının, denizcilerinin ve havacılarının kendilerini modern uçaklardan, kara silahlarından ya da savaş gemilerinden yoksun bırakan rejimi fanatikçe desteklediklerine dair de pek bir veri yok elde.

Uzun zamandır içerideki yoğun baskıyı dışarıda saldırganlıkla harmanlayan İran diktatörlüğünün yıkılması Orta Doğu’nun sorunlarını bir gecede çözmeyecektir. Fakat pek çok İranlıyı özgürleştireceği ve İran’ın Irak’tan Yemen’e katil Şii milislere verdiği desteği nihayet sona erdireceği kesin. Kısacası Suriye, belki de sadece bir başlangıçtır.


¹ Edward Luttwak, Coup D’Etat: A Practical Handbook, (Londra: The Penguin Press, 1969). (ç.n.)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Suriye’de Esad’ın devrilmesi Çin’i nasıl etkileyecek?

Yayınlanma

Suriye’de Beşar Esad yönetiminin düşüşü Çin’in Orta Doğu politikasını nasıl etkileyecek? Al Jazeera’da Sarah Shamim imzasıyla yayınlanan analizi sizler için çevirdik.

***

11 Aralık 2024
Aljazeera, Sarah Shamim

Çin, BMGK vetoları, yatırımlar ve yardımlar yoluyla Esad’ın yanında sessizce yer aldı ancak İran ya da Rusya gibi savaşa doğrudan müdahil olmadı.

Çin geçen yıl eylül ayında 19. Asya Oyunları’na ev sahipliği yaparken Devlet Başkanı Xi Jinping, Suriye lideri Beşar Esad’ı doğudaki Hangzhou kentinde göl kenarındaki pitoresk bir konukevinde ağırladı.

Xi ve Esad görüşmeden çıktıklarında Çin ve Suriye arasında “stratejik ortaklık” adı verilen bir anlaşma imzalanmıştı.

Bir yıldan biraz fazla bir süre sonra, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) liderliğindeki muhalif isyancı grupların pazar günü Suriye’nin başkenti Şam’ı ele geçirerek Rusya’ya kaçan Esad’ı devirmesinin ardından bu ortaklık paramparça oldu.

O zamandan bu yana Çin, Suriye’deki hızlı değişimlere verdiği tepkide temkinli davrandı. Pazartesi günü Çin Dışişleri Bakanlığı, Suriye’de istikrarın yeniden tesis edilmesi için bir an önce “siyasi bir çözüm” bulunması gerektiğini söyledi.

Ancak analistler, bu ihtiyatlılığın Çin’in Suriye ile ilişkilerine daha geniş bir çerçevede nasıl yaklaştığını da gösterdiğini, Esad’ın aniden devrilmesinin dünyanın ikinci büyük ekonomisini tam da Orta Doğu’daki ayak izini giderek genişletmeye çalıştığı bir dönemde etkilediğini söylüyor.

Peki Çin’in Suriye ile ilişkisi neydi ve Şam’daki yeni liderlikle nasıl değişecek?

Çin’in Esad ile ilişkisi nasıldı?

Çin, Esad rejiminin çöküşünden bu yana Suriye’nin gelecekteki yönü konusunda taraf tutma konusunda resmi olarak çekingen davranıyor.

Çin Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mao Ning pazartesi günü düzenlediği olağan basın toplantısında “Suriye’nin geleceğine ve kaderine Suriye halkı karar vermeli ve ilgili tüm tarafların en kısa sürede istikrar ve düzeni yeniden tesis edecek siyasi bir çözüm bulmasını umuyoruz” dedi.

Ancak Çin, İran ve Rusya’nın aksine Suriye savaşına doğrudan askeri müdahalede bulunmamış olsa da Esad’ın görevde olduğu dönemde Şam ve Pekin arasındaki ilişkiler oldukça samimiydi.

Ve giderek daha da ısınıyordu.

Suriye liderinin Hangzhou ziyareti, neredeyse yirmi yıl sonra ülkeye yaptığı ilk resmi ziyaretti. Bu ziyaret sırasında Çin, Suriye liderinin dünyanın pek çok ülkesi tarafından dışlandığı bir dönemde, on yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın ardından Suriye’nin yeniden inşası için Esad’a yardım sözü verdi.

Çin devlet medyasına göre Xi, Esad’a “İstikrarsızlık ve belirsizliklerle dolu uluslararası bir durumla karşı karşıya olan Çin, Suriye ile birlikte çalışmaya, birbirini sıkı bir şekilde desteklemeye, dostane işbirliğini teşvik etmeye ve uluslararası adalet ve hakkaniyeti ortaklaşa savunmaya devam etmeye isteklidir” dedi.

Xi, iki ülke arasındaki ilişkilerin “uluslararası değişimlerin testine dayandığını” da sözlerine ekledi.

Esad’a diplomatik kalkan

Çin, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto yetkisini kullanarak Esad’ı eleştiren karar tasarılarını 10 kez bloke etti. Bu sayı, BMGK’da Suriye savaşıyla ilgili önerilen 30 karar tasarısından sadece biri.

Örneğin Temmuz 2020’de Rusya ve Çin, Türkiye’den Suriye’ye yardım sevkiyatının genişletilmesini öngören bir karar tasarısını veto etti. Bu ülkeler veto gerekçelerini Suriye’nin egemenliğini ihlal ettiği ve yardımların Suriye makamları tarafından dağıtılması gerektiği şeklinde açıkladı. Geri kalan 13 üye kararın geçmesi yönünde oy kullandı.

Çin’in BM Büyükelçisi Zhang Jun, Suriye’ye yönelik tek taraflı yaptırımları ülkedeki insani durumu daha da kötüleştirmekle suçladı. Söz konusu yaptırımlar Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından uygulanıyor.

Eylül 2019’da Rusya ve Çin, Suriye’de isyancıların güçlü olduğu İdlib’de ateşkes çağrısında bulunan bir karar tasarısını veto etti.

Al Jazeera’nin Diplomasi Editörü James Bays o zaman şöyle demişti: “Bence Çinliler birkaç kez yaptıkları gibi dayanışma için Ruslarla birlikte hareket ettiler ama bu karara asıl itiraz eden Rusya’ydı.”

Esad’ın Suriye’sinde Çin parası

Ancak Çin, Suriye’de Rusya’nın yardımcısı olmaktan çok daha fazlasını yaptı. Son on yılda Çin, Esad hükümetine verdiği desteğin bir göstergesi olarak Suriye’ye yaptığı mali yardımı artırdı.

Aralık 2016’da Suriye hükümeti Halep şehrini geri alarak isyancılara karşı bir zafer kazandı. Kıbrıs merkezli bağımsız risk ve kalkınma danışmanlık şirketi Operasyonel Analiz ve Araştırma Merkezi’ne (COAR) göre bu durum Çin’in yardım stratejisinde bir dönüm noktası oldu.

COAR raporlarına göre Çin’in Suriye’ye yaptığı yardım 2016’da yaklaşık 500.000 dolardan 2017’de 54 milyon dolara çıkarak 100 kat arttı. Ekim 2018’de Çin, Suriye’nin en büyük limanı olan Lazkiye’ye 800 elektrik jeneratörü bağışladı.

Pekin ayrıca Suriye petrol ve doğalgazına toplamda yaklaşık 3 milyar doları bulan büyük ve uzun vadeli yatırımlar yaptı.

2008 yılında Çin’in petrokimya şirketi Sinopec International Petroleum Exploration and Production Corporation, Kanada’nın Calgary merkezli Tanganyika Oil şirketini yaklaşık 2 milyar dolar değerinde bir anlaşmayla satın aldı. Tanganyika’nın Suriye ile bir üretim paylaşım anlaşması vardı ve Suriye’deki iki sahada işletme hisseleri bulunuyordu.

2009 yılında Çin’in devlete ait çok uluslu şirketi Sinochem, Suriye’de faaliyet gösteren İngiliz petrol ve gaz arama şirketi Emerald Energy’yi 878 milyon dolara satın aldı.

Ve 2010 yılında Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) Shell’in Suriye biriminin yüzde 35 hissesini almak için Shell ile bir anlaşma imzaladı.

Berlin merkezli The Syria Report’a göre, bu yılın başlarında Suriye Elektrik Bakanı Ghassan Al-Zamel, Suriye’nin batı şehri Humus yakınlarında büyük bir fotovoltaik tesis inşa etmek üzere Çinli bir şirketle 38,2 milyon avroluk (yaklaşık 40 milyon dolar) bir sözleşme imzalandığını doğruladı.

Suriye de 2022 yılında Xi’nin Asya’yı Afrika, Avrupa ve Latin Amerika’ya bağlayan karayolları, limanlar ve demiryollarından oluşan Kuşak ve Yol İnisiyatifi’ne (BRI) katıldı.

KYG’ye katılmasından bu yana Suriye’deki yatırımlar yavaş ilerledi ve ABD’nin ikincil yaptırım tehdidiyle karşı karşıya kalan Çin, son yıllarda Suriye’deki bazı projelerinden çekildi.

Yine de Ekonomik Karmaşıklık Gözlemevi’ne göre Çin, Türkiye ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ardından Suriye’nin en büyük üçüncü ithalat kaynağı. 2022 yılında Çin’in Suriye’ye ihracatı kumaş, demir ve lastik tekerlekler başta olmak üzere 424 milyon dolar olarak gerçekleşti. Suriye’nin Çin’e ihracatı ise sabun, zeytinyağı ve diğer bitkisel ürünlerle kıyaslandığında yok denecek kadar az.

Suriye’deki durum Çin’i nasıl etkileyecek?

Londra merkezli düşünce kuruluşu Chatham House’un Asya Pasifik Programı kıdemli araştırma görevlisi William Matthews Al Jazeera’ye yaptığı açıklamada, “Esad’ın düşüşü Çin için diplomatik bir ortağın kaybı anlamına geliyor” dedi.

Matthews, “Çin’in bölgedeki genel yaklaşımı pragmatik bir angajman olmuştur” diye ekledi.

Matthews, HTŞ’nin “Çin ile yakın bir ortak olarak çalışmak istemeyeceğini, ancak Çin’in büyük olasılıkla işbirliği fırsatları da dahil olmak üzere yeni hükümetle ilişkilerini sürdürmeye çalışacağını” söyledi.

Matthews, Çin’in Afganistan’da Taliban ile olan angajmanının potansiyel bir karşılaştırma sağlayabileceğini ancak bunu kesin olarak söylemek için henüz çok erken olduğunu belirtti.

Bu yıl 30 Ocak’ta Xi’nin hükümeti, grubun 2021’de iktidarı ele geçirmesinden bu yana bir Taliban diplomatını resmen tanıyan ilk hükümet oldu. Hiçbir ülke Taliban liderliğindeki hükümeti resmen tanımazken, Pekin eski bir Taliban sözcüsü olan Bilal Karimi’yi Çin’in resmi elçisi olarak tanıdı. 2023 yılında birçok Çinli şirket Taliban hükümetiyle iş anlaşmaları imzaladı.

Uluslararası ve bağımsız bir Çin stratejisti olan Andrew Leung, “Çin’in Taliban’la iyi ilişkiler içinde olmaya devam etmesi” gerçeğinin, “HTŞ’nin Çin için kritik bir sorun teşkil etme ihtimalinin düşük olduğunu” gösterdiğini söyledi. Hong Kong’da birçok üst düzey hükümet görevinde bulunmuş olan Leung sözlerine şunları da ekledi: “Gerçekten de Çin’in altyapı inşa etme kapasitesi savaşın yıkıma uğrattığı Orta Doğu’da rağbet görecektir.”

Ancak Çin’in bu yatırım talebine nasıl karşılık vereceği belirsiz.

Matthews, “Çin’in son yıllarda denizaşırı yatırımlar konusunda daha temkinli bir yaklaşım benimsediği göz önüne alındığında, Çin’in Suriye’de yeni yatırımlar yapması mümkün olsa da, bunlar muhtemelen istikrarsızlık riski ve daha uzun vadeli etki için potansiyel fırsatlara karşı kalibre edilecektir” dedi.

Esad’ın düşüşünün Çin için bir zorluk teşkil ettiğini çünkü “Çin’in Orta Doğu bölgesinde ekonomik ve kalkınma ortağı olarak ve giderek artan bir şekilde teknoloji ve savunma gibi alanlarda artan çıkarları olduğunu” sözlerine ekledi.

Mart 2023’te Çin, Suudi Arabistan ve İran arasında diplomatik bir yumuşamaya aracılık etti. Yıllardır süregelen gerginliğin ve 2016 yılında iki ülke arasındaki ilişkilerin resmen kesilmesinin ardından bu anlaşma sürpriz oldu.

Bu yılın temmuz ayında Pekin, rakip Filistinli gruplar Hamas ve El Fetih’in yanı sıra 12 küçük Filistinli grubu ağırladı. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından gruplar, İsrail’in Gazze’deki savaşı sona erdikten sonra Filistinlilerin Gazze üzerindeki kontrolünü sürdürmeyi amaçlayan bir “ulusal birlik” anlaşması imzaladı.

Matthews’a göre, “Çin için en önemli gerileme, Esad’ın devrilmesinin, çatışmanın komşu ülkelere yayılması da dahil olmak üzere bölgesel istikrar açısından yarattığı risktir”.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English