Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Grevler ve Bidenomics

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Kovid pandemisi ve Ukrayna’daki çatışmaların ardından alım gücü dünya genelinde ciddi bir düşüş yaşadı. ABD’deki emekçi kesim de bu durumdan azade değil ve son haftalarda Detroit Üçlüsü olarak bilinen üç otomobil fabrikasındaki binlerce işçi ve Hollywood’da grevler yaşanıyor. Ana akım medya, grevlerin “milyarlarca dolar” maliyeti olacağı hesabını yaparken emekçilerin taleplerine dair çok az şey söyleniyor. Open Markets Institute’ten araştırmacı Matt Stoller, Joe Biden yönetiminin ülkedeki ekonomik durumun vahim gidişatı konusunda son derece umursamaz davrandığına dikkat çekiyor.


Grevler ve Bidenomics

Matt Stoller

16 Eylül 2023

Beyaz Saray ‘Bidenomics’i satmaya çalışıyor ama anket üstüne anketler halkın ekonomiden son derece hoşnutsuz olduğunu gösteriyor. Bürokratların görmeyip halkın gördüğü ne?

Bugünkü sayımız Biden’ın “Bidenomics” olarak adlandırılan iktisadi ajandasının tutarsızlığı hakkında. Otomobil endüstrisi ve Hollywood’daki grevlerin yanı sıra anket sonuçlarının da kötü çıkması, Beyaz Saray’ın politika çerçevesiyle ilgili bir şeylerin işe yaramadığını gösteriyor.

İlk olarak, hükümet açısından iyi gidiyor gibi görünen Google davasının kısa bir özetini sunmak istiyorum. Davalar, antitröst konusunda lastiğin yolla buluştuğu yerdir, bu nedenle davanın günlük dramasını ele aldığımız Big Tech on Trial adlı özel bir site kurduk. Davanın şu ana kadarki özeti şöyle. Hükümet, arama motoru devinin rakiplerinin pazara girmesini engellemek için büyük miktarlarda para ödediğini oldukça bariz bir şekilde gösterdi. Buna ek olarak, Google kanıtları örtbas ederken yakalandı ya da benim deyimimle Google, Stringer Bell kuralına uyuyor. Buna ek olarak, Google’ın ayrı bir davasında bir yargıç, arama motoru şirketinin Antitröst Departmanı Başkanı Jonathan Kanter’e yönelik kirli oyun girişimini önyargılı olduğu gerekçesiyle reddetti.

Hükümet için her şey güllük gülistanlık olmadı, Google tüketicilerin Bing alternatifiyle karşılaştıklarında Google’a geçtiklerini göstererek biraz kan kaybetti. Fakat Google’ın tekelci bir yalancı olduğuna dair temel anlatı işe yarıyor ve şirketin bu davayı sadece hükümetin Microsoft’a yardım etmeye çalışması olarak gösterme çabası yankı bulmuyor. Google açısından en büyük kazanç, Yargıç Amit Mehta’nın kamuya açık bir yayınını engellemesi, bu yüzden kamuoyu oluşturulamamıştı. Gelişmeleri Big Tech on Trial adresinden kayıt yaptırarak takip edebilirsiniz.

Grev!

Son birkaç gündür Los Angeles’taydım ve buradaki en büyük iktisadi sorun film stüdyolarına karşı yapılan ve üretimi durduran grevler. Daha genel olarak, haberleri okuduğumda, en büyük hikayelerin hayat pahalılığı ve ardından Birleşik Otomobil İşçilerinin (UAW) üç büyük otomobil şirketine karşı greve gitmesi olduğunu gördüm. Washington Post’ta işçilere neden greve gittiklerini soran güzel bir makale vardı. Çoğu enflasyon ve adalete dikkat çekti. 58 yaşındaki Ford tamircisi Petrun Williams, “Yeterince para kazanamıyoruz. İnsanlar kendi evlerini satın alabilmeli ama şu anda bu mümkün değil,” diyor.

GM, Ford ve Stellantis 75 bin dolarlık kamyonlar üretmek için optimize edilmiş yüksek maliyetlere sahip devasa verimsiz bürokrasiler olduğu ve elektrikli araçlar tamamen farklı bir ürün olduğu için üstesinden gelinmesi zor bir sorun. Fakat “Bidenomics” pek de yardımcı olmuyor.

Esasında Biden’ın Beyaz Saray personeli neler olup bittiğini duyma ya da bunları ele alma kapasitesine sahip görünmüyor. Bu ayın başlarında Biden, Philadelphia’da İşçi Bayramı’nı kutlayan bir konuşma yaptı ve öncesinde “Grev konusunda endişeli değilim,” ve “Grev olacağını sanmıyorum,” dedi ki bu yorumların kıdemli personelinin kendisine yanlış bilgi vermesinin bir sonucu olduğu aşikâr. Bu hayal ürünü yorumlar Detroitli bir Kongre üyesinin Beyaz Saray kıdemli danışmanı Steve Ricchetti’yi arayarak “Aklınızı mı kaçırdınız?” diye bağırmasına yol açtı.

Bu da Washington’da sıkça duyduğum bir soruyu gündeme getiriyor. Halk neden bu kadar mutsuz? Ekonomi, çoğu geleneksel ölçüme göre, çok iyi gidiyormuş gibi görünüyor. Dave Dayen istatistikleri şu şekilde özetledi: İşsizlik düşük, enflasyon düşüyor, tüketici harcamaları artıyor ve bazı üretim alanlarında patlama yaşanıyor. Dayen, “İktisadi büyüme ve ilk yaş istihdamı gibi bazı ölçütler 2008 mali krizi öncesindeki trendlerine geri dönmüş durumda ki bu sadece birkaç yıl önce neredeyse düşünülemez bir senaryoydu,” diye yazdı.

Tutarlı anketlere göre halk, enflasyonun yüksek olduğunu ve daha da kötüye gittiğini ve Biden’ın sorunlarını çözmek adına çok az şey yaptığını düşünüyor. Beyaz Saray’ın bocaladığını ne açıklıyor? Sorunlardan biri, siyasi zümredeki pek çok şahsiyetin halkın öfkeli olmakta haksız olduğuna inanması. Örneğin Paul Krugman, normal insanların ekonominin kötü olduğuna inandığını söyleyen bir köşe yazısı yazdı. Beyaz Saray yetkililerinin CNBC’de periyodik olarak mülakata katıldıklarını görüyorum ve bunu açıkça söylemeseler de ekonominin iyi gittiğini ve enflasyonun düştüğünü düşündükleri ve işlerinin başarılarını satmak olduğu belli.

Beyaz Saray’ın etkili bir şekilde yönetemiyor görünmesinin iki nedeni var. Birincisi, siyasi zümrenin enflasyonu anlamak için kullandığı araçların onları yanıltıyor olması. İkincisi ise Biden’ın yekpare bir politika gündemine değil, birbirine karşı çalışan bir dizi politika gündemine sahip olması. Bu iki faktörün sonucu olarak Biden’ın hikayesi —bakın tüm bu refahı ben sağladım— grevler ve öfke karşısında işe yaramıyor.

Etiket fiyatı gerçeğe karşı

Beyaz Saray’ın neden bir sorun görmediğiyle başlayalım. Biden’ın üst düzey ekibinin önemli üyelerinin durumu kötü yönettiği doğru ama bu Krugman’ın ve yönetimdeki pek çok iktisatçının da neden bir sorun görmediğini açıklamıyor. Elbette münferit grevlere bakabilirsiniz, fakat bunlar gürültülü hadiselerdir, ekonominin bütününü etkilemez.

Hükümet sıradan insanların ekonomideki deneyimlerini nasıl algılıyor? Ortada bir bilgi karmaşası söz konusu, hangi bilgi önemli, hangisi değil? Başkan bir karar vermeden önce 100 milyon Amerikalıya nasıl olduklarını soramaz. Geçtiğimiz yüzyıl boyunca bürokratlar bu sorulara, normal insanların deneyimlerine vekil olarak hizmet edecek bir dizi ölçüm icat ederek cevap verdiler.

Hükümet, 1913 yılından bu yana fiyatları Tüketici Fiyat Endeksi’nin (TÜFE) bir çeşidini kullanarak ölçüyor. Enflasyonda bir değişiklik olduğunda, bu genellikle TÜFE’nin yükseldiği ya da düştüğü anlamına gelir. Enflasyondaki bir değişiklik mutlak fiyat seviyelerinde bir değişiklik değildir. Örneğin enflasyon düşüyorsa, bu fiyatların düştüğü anlamına gelmez, sadece fiyatların artış hızının eskisinden daha az olduğu anlamına gelir.

2021’den bu yana fiyatlar oldukça dramatik bir şekilde yükseldi, TÜFE 2022’de belirli noktalarda yüzde 9’a kadar ulaştıktan sonra geçen ay yüzde 3,7’ye geriledi. Bir kez daha, bu fiyatların düştüğü anlamına gelmiyor, sadece artış oranının düştüğü anlamına geliyor. On dört dolarlık çılgın pahalı sandviç hala çılgın pahalı bir on dört dolar, sadece on yedi dolara çıkmıyor. Geçen ay TÜFE’ye en büyük katkıyı yapanlardan biri, geçtiğimiz yıl yüzde 7,3 oranında artış gösteren konut oldu.

Ancak TÜFE gerçekten insanların fiyat artışlarını nasıl deneyimlediğini gösteriyor mu? Sonuçta, ödediğimiz ücretlerdeki en önemli değişikliklerden biri, ABD Merkez Bankası’nın son birkaç yılda önemli ölçüde artırdığı yüksek faiz oranları. Fed’in eylemleri kredi kartı oranlarını, mortgage oranlarını, otomobil finansmanını ve şirket ve devlet borçlanma maliyetlerini artırdı. Şaşırtıcı bir şekilde, bunların hiçbiri doğrudan enflasyon ölçütlerimize dahil edilmedi. Çalışma İstatistikleri Bürosu, “TÜFE’nin kapsamı, faiz oranlarındaki veya faiz maliyetlerindeki değişiklikleri içermez,” diye yazıyor. Her şeyin girdisi olan paranın fiyatı, bugün enflasyonu nasıl gördüğümüze dahil değil.

Bu çılgınlık.

Arşivlerde 1960’lar ve 1970’lerde Temsilciler Meclisi Bankacılık Komisyonu Başkanı olan Kongre üyesi Wright Patman hakkında bilgi edinirken, o dönemde insanların enflasyonu nasıl anladıklarına faiz oranlarının maliyetini de dahil ettiklerini gördüm. 1960 Demokrat Parti platformu enflasyonu tam da bu şekilde ele almış, yüksek faiz oranlarının “ev, otomobil, buzdolabı ya da televizyon alan her Amerikalıya pahalıya mal olduğunu” ve “başlı başına bir enflasyon faktörü” olduğunu söylemişti.

Bu mantık makuldü. Bir araba ya da ev almak için borçlandığınızda, o arabanın ya da evin maliyeti etiket fiyatı değil, aylık ödemenizdir. Fakat 1980’lerde hükümet, enflasyonu ölçme yöntemini değiştirdi, bu nedenle bugün TÜFE farklı varsayımlar altında çalışıyor. Peki bu değişiklik ne anlama geliyor? Bir Amerikan ailesinin en çok satın aldığı iki şey araba ve evdir ve bu iki kategoride de TÜFE, normal insanlar için kilit faktör olan faiz oranlarının aylık ödemeyi nasıl etkilediğini dikkate almıyor. Bir arabanın etiket fiyatı önemli bir rakamdır ama asıl önemli olan aylık ödemedir.

Bunu akılda tutarak, son on yıldaki otomobil fiyatlarına bir göz atalım.

Yeni otomobil fiyatları 2021’in başından 2022’nin sonuna kadar yükseldi ama fiyat seviyeleri yavaş yavaş düşmeye başlıyor. Peki aylık ödemeler düşüyor mu?

Edmunds’a göre, 2022’nin ikinci çeyreğinde bir otomobilde ortalama aylık ödeme 678 dolar, 2023’ün ikinci çeyreğinde ise 733 dolardı. Dolayısıyla, yeni araç fiyatlandırması nedeniyle TÜFE için hafif bir fiyat düşüşü, ancak insanların gerçekte ödedikleri için yüzde 8’lik bir enflasyon söz konusu. Etiket fiyatları düşüyorsa aylık ödemeler neden artıyor? Çok basit, paranın fiyatı arttı. Yeni bir otomobil için ortalama faiz oranı bu yılın ikinci çeyreğinde yüzde 6,63’e yükseldi. Bu oran 2022’nin ikinci çeyreğinde yüzde 4,60, 2021’in ikinci çeyreğinde ise yüzde 4,17 idi.

Peki ya konut? İşte Daily Shot’tan ortalama bir ev fiyatı için aylık ipotek ödemesi grafiği.

Redfin, tipik ipotek ödemesinin bir yıl öncesine göre yüzde 20 arttığını bildiriyor. Ev sahiplerinin çoğunun 2021’den önce aldıkları ipotekleri olsa da ve bu nedenle daha yüksek fiyatlar ödemiyor olsalar da şu anda aylık ödemelerin son derece yüksek olması, insanların artık taşınamayacağı ve çocuklarının yaşayacak bir yer bulmak için mücadele etmelerini izlemek zorunda kalacakları anlamına geliyor. Ev, Amerikan düzeninin merkezinde yer aldığı için konut fiyatları sosyal bir olgu; dolayısıyla finansal olarak etkilenmemiş olsanız bile, pek çok insanın taşınamadığını, ev satın alamadığını ya da uygun fiyatla kiralayamadığını görmek herkese ekonomik güvensizlik hissi verir. Grevdeki otomobil işçileri tam da bu nedenle konut fiyatlarından bahsetmişti.

TÜFE’de konut için yapılan hesaplama yeni arabalar için yapılandan biraz daha karmaşık, fakat anlaşılması gereken kilit nokta 1983 yılında Reagan yönetiminin faiz maliyetlerini hariç tutmayı seçmesi, bunun yerine ev sahiplerine yaşadıkları evin sahibi olmasalardı kira olarak ne ödeyeceklerini düşündüklerini sorması. Redfin’den bir iktisatçıya göre hükümet, “konut maliyetlerindeki değişiklikleri bilhassa faiz oranları yükseldiğinde hafife alıyor. Bunun nedeni, piyasada sahiden aktif olan bir insanın konut maliyetlerinin çok daha büyük dalgalanmalar yaşaması.”

Bu ölçümün değiştirilmesinin nedeni, enflasyonun gerçekte olduğundan daha düşük görünmesini sağlamaktı. Zaman içinde, sonraki yönetimler bu değişimi sürdürdü. Yönetimde kullanılan semboller hakkında yalan söylemenin kısa vadede siyasi bir faydası olur, belki medyada iyi bir şekilde yer almanızı sağlar ama zaman içinde konut maliyetlerinde TÜFE’nin her zaman güvenilir olmadığı anlamına gelir.

Yani temel olarak, paranın fiyatı, bir şeyler için ödeme yapma deneyimimiz açısından büyük bir meseledir ve karar mercilerinin ekonomiye bakmak için kullandıkları enflasyon ölçütünün dışında tutulur. Karar mercilerinin aklı tam da bu yüzden karışık. Kullandıkları bazı temel araçlar gerçeği yansıtmıyor ve başlangıçta bu araçları siyasi amaçlarla bozan insanlar artık orada değil. Günümüz siyasi zümresi neyi bilmediğini bile bilmiyor.

Bidenomics nedir?

Elbette insanların satın aldığı tek şey konut ve araba değil. Otellerden uçak biletlerine, paketlenmiş tüketici ürünlerinden tohumlara kadar her şey gibi gıda da birkaç yıl öncesine göre çok daha pahalı. Yani, enflasyondan neredeyse hiç etkilenmeyen Visa ve Mastercard, tüccarlara verdikleri swipe ücretlerini artırıyor. Bunların hiçbiri sır değil, gıda TÜFE’si enflasyonun düşüyor olabileceğini gösteriyor, ancak fiyatlar hala yüksek. Peki Joe Biden ve Kongre’deki Demokratlar bu konuda ne yapıyor? Beyaz Saray yetkilileri planlarını “Bidenomics” olarak adlandırıyor.

Bidenomics’i açıklamanın en iyi yolu, Biden’ın kısa bir süre önce D.C. bölge mahkemesine atadığı ve iki akıllı kilit üreticisine karşı dava açtıklarında Antitröst Departmanına düşmanca davranan Ana Reyes adlı yargıcı dinlemekten geçiyor. Reyes, geçtiğimiz ay Amerikan Barolar Birliğinin bir paneline katılarak antitröst uygulamasının güçlendirilmesi fikrine saldırmış ve özellikle de işgücüyle ilgili iddialar konusundaki şüpheciliğine odaklanmıştı. Savunma avukatlarından oluşan dinleyicilere, dinlediği antitröst davası sırasında, “1 Nisan Şakası” demeden önce üç dakika boyunca kilit tanıklarını görevden alıyormuş gibi yaparak hükümet avukatlarına “şaka” yaptığını söyleyerek övünmüştü. Daha sonra neşeyle “Hayatımda hiç şaşkın bir sessizlik görmemiştim,” demişti.

Biden tarafından atanan bir şirket avukatı zorbanın, Biden yetkilileri tarafından açılan bir antitröst davasının selasını okuması, Bidenomics’in harika bir örneği, zira bu yönetimin politikasının tutarsızlığını gösteriyor. Federal Ticaret Komisyonu Başkanı Lina Khan’ın büyük bir hayranıyım ama bir başka Biden yargıcı —Jacqueline Corley— Khan’ın anlaşmaya itiraz etmesinin ardından Microsoft Activision’ı satın aldığında tüm zamanların en büyük büyük teknoloji birleşmesine imkân tanıdı.

Bu yargıçlar enflasyon açısından önemli. Biden yargı için Corley ve Reyes yerine gerçek popülistleri seçmiş olsaydı, Beyaz Saray’ın yönetme kabiliyeti epey farklı görünecek ve Amerikan müesses nizamı, baskı korkusu nedeniyle fiyatlandırma davranışlarını değiştirecekti. 2022’nin başlarında, şirketlerin fiyatları yükseltmek için gayri resmi olarak nasıl işbirliği yaptıklarına saldırmak için antitröstü kullanma konusunda bir ilgi telaşı söz konusuydu. Fakat agresif bir hukuki teori, piyasa gücünü ciddiye almaya istekli yargıçlara ihtiyaç duyar ve Biden, bunun yerine kendi yönetimini engelleyen şahsiyetleri seçti. Mesele sadece yargıçlar değil. Yönetimdeki gruplar —bu durumda Beyaz Saray İktisadi Danışmanlar Konseyi— şirket kârı-enflasyon ilişkisine açıkça karşı çıktı.

Antitröst konusunda fazlaca kafa patlatıyorum ama tutarsızlık çoğu politika alanında (ve Kongre’deki Demokratlarda) sistemsel. Emek yanlısı yönetim, Hollywood’da güçlü stüdyolara karşı yapılan grevleri desteklediğini belirtti, ardından birkaç ay sonra Beyaz Saray İç Politika Konseyi eski başkanı Susan Rice, Netflix’in yönetim kuruluna yeniden katıldı. Elektrikli araçların Amerika’da üretilmesine yönelik her girişimde Hazine Bakanı Janet Yellen, bu araçların yurt dışında üretilmesi konusunda yoğun çaba sarf ediyor.

Normalde, politika anlaşmazlıklarına Başkan ve ekibi karar verirdi. Ancak Joe Biden bir ertelemeci ve seçim yapmaktan hoşlanmıyor. Ayrıca çok yaşlı. Ekibine gelince, Biden’ın eski özel kalem müdürü Ron Klain, politika hedefleri açısından agresifken yeni özel kalem müdürü Jeff Zients tamamen sürece odaklanmış, durmaksızın neşeli eski bir yönetim danışmanı. Tim Wu ve Brian Deese gibi diğer önemli isimler de ayrıldı. Klain’in gidişiyle birlikte, tepede dar görüşlü bir gruplaşma ve vizyon sunma ya da politikaların uygulanmasına dikkat etme konusunda yetersizlik söz konusu. Konut fiyatlarına dikkat edilmesi gerektiğini söyleseniz bile, bu konuda bir şey yapabilecek ya da yapacak kimse yok.

Bu da bizi grevlere geri götürüyor. Biden yönetiminin işçilere yardım etmek için atacağı adımlarla UAW’nin işçi eylemini önlemesi gerekirdi ama Beyaz Saray’ın herhangi bir tutarlılığı yok. Biden emek yanlısı şeyler söylerken ve CEO’lara çok fazla ödeme yapıldığını kabul ederken, bir de şu var:

“Bazı Demokratlar ve çalışma yetkilileri arasında da Biden’ın ekibinin açmazı yanlış hesapladığı ve işçilerin hayal kırıklığı ya da endişelerinin ciddiyetini anlamadığı yönünde bir his söz konusu. Bu hafta Biden yönetiminin otomobil tedarikçilerine yardım sağlamayı düşündüğü haberi bile, grevi baltalayabileceğini düşünen ve bunu şirketler için her zaman bütçe bulunduğunun ama işçiler için bulunmadığının kanıtı olarak gören sendika dünyasındaki bazılarını kızdırdı.”

Bu, kayda değer başarıların olmadığı anlamına gelmiyor. Biden’ın sanayi politikası hamlesi, yarı iletken üretimi, elektrikli araçlar ve bataryaların yanı sıra genel olarak yeni fabrikalara yapılan yatırımlardaki artışlarla sahici. Rekabet politikası yaklaşımı da yeni birleşme kurallarının yanı sıra ilaç, birleşme, rekabet etmeme yasağı ve Google davasındaki baskılarla sahici.

Bazı düzenleyici kurumlardan rutin olarak iyi kararlar çıkıyor. Örneğin geçen gün Çalışma Bakanlığı, 4 milyon işçinin daha fazla mesai ücreti almasını sağlayacak bir kural önerdi. Bu arada, Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu özel sermayeye dönük baskıya başladı.

İdeolojik olarak zenginliği ve kuvveti yukarı doğru itmeye odaklanan Obama yönetiminin aksine, Biden yönetiminde bunun tersini yapmaya çalışan birkaç popülist var. Ancak istatistiklerin karar mercilerini yanıltmak için sulandırıldığı enflasyonist bir ortamda bu yeterince iyi değil.

Biden’ın ulusa sesleniş konuşmasına ne oldu?

Şubat ayında Biden, ABD’de bir şeyler üretmeye, gereksiz ücretlerin peşine düşmeye ve kurumsal gücü ele almaya odaklanan bir ulusa sesleniş konuşması yapmıştı. Daha sonra kamuoyu yoklamaları geçici olarak yükseldi. O zamandan bu yana Beyaz Saray’dan Biden’ın o konuşmada söylediklerine dair herhangi bir mesaj gelmedi; sanki Zients ve Beyaz Saray’ın geri kalanı Biden’ın popülist bir argüman ortaya koymasından hicap duymuş gibiydi.

Bunun yerine, çeşitli yetkililer televizyona çıkıp “şu grafiklere bakın!” diyor. Enflasyonun düşmesi, ekonomik büyümenin artması ve işsizliğin düşük olmasıyla övünmek istiyorlar. Fakat gerçek konut ve ulaşım maliyetlerinin giderek karşılanamaz hale geldiğini ve arttığını kabul etmeden, bu en hafif tabirle tuhaf görünüyor. Dahası, ortada gerçek bir politika rejimi yok, yalnızca kendi tercih ettikleri görüşe göre mümkün olduğunca çok şey yapmaya çalışan birbirinden kopuk bir dizi grup var. Biden’ın insanların hayatlarını gerçekte nasıl etkilediği çoğunlukla belirsiz ve gerçekten örgütlü tek işçi grupları işlerin yolunda gitmediğini gösteriyor.

Ekonomi harika değil ve öyleymiş gibi davranmaya çalışmanın da bir anlamı yok. Bununla birlikte Biden, yönetimini kurtarabilir. Başarıları var ve ulusa sesleniş konuşması yankı uyandırmıştı. İlk döneminin, fabrikaları yeniden şekillendirerek, tam istihdamı geri getirerek ve tedarik zinciri sorunlarını çözerek Amerika’nın Kovid’den kurtulmasını sağlamakla ilgili olduğunu iddia edebilir. Beyaz Saray’ın fiyat sınırlaması getirmesine kızan çeşitli ilaç firmaları gibi kendisine dava açan tüm büyük şirketlerle övünebilir. Ardından ikinci döneminde konut maliyetlerini düşürmeye odaklanacağı sözünü verebilir. Böyle bir hikâye işe yarar mı? Bilemiyorum. Belki şu anki söylem işe yarar, 2022 ara seçimlerinde Biden, beklentilerin üzerinde bir performans göstermişti. Ama en azından “Biraz grafik yiyin!”den daha iyisi olabilir.

DÜNYA BASINI

Trump 2.0’da ABD-Körfez ilişkileri nasıl şekillenecek?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağınız makale, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Körfez ülkelerinin artan stratejik bağımsızlığını ve ABD ile ticari ilişkilerindeki pragmatik yaklaşımını ele alıyor. 2016’ya kıyasla daha özerk bir konumda olan Körfez, Trump’ın değer temelli olmayan, ticari odaklı politikasına daha yakın. Makalede Körfez ülkelerinin ABD ile bölgesel politikaları şekillendirme konusunda daha fazla etkiye sahip olduğu, özellikle İran ve İsrail meselelerinde daha fazla söz sahibi oldukları savunuluyor. Trump’ın bölgesel politikasının, en yüksek teklifi veren ülkelere avantaj sağlayacak şekilde şekillenebileceği öngörülüyor:

***

Trump’ın Orta Doğu politikası neden en yüksek teklifi verene gidecek?

Andreas Krieg

Donald Trump geri döndü. Ancak Avrupa’nın aksine, Körfez ülkeleri pek endişeli değil. Trump’ın 2016’da ilk başkanlık dönemini kazandığı zamana kıyasla, Körfez Arap devletleri şimdi çok daha güçlü ve stratejik olarak kendi kendine yeten bir konumda: ABD’ye daha az bağımlılar ve çok kutuplu dünya düzeninin diğer parçalarıyla daha fazla bağlantı içindeler.

Aynı zamanda, Körfez bölgesi, Amerikan bölgesel politikası açısından daha vazgeçilmez hale geldi ve bu durum Körfez başkentlerine önemli bir nüfuz sağladı. Amerika’nın bölgedeki duruşu, Arap ortaklarıyla çalışmaya büyük ölçüde bağlı ve bu ortaklar artık 2016’ya göre daha fazla etkinliğe, özerkliğe ve kendi ulusal çıkarlarını korumak için gerekeni yapma konusunda daha fazla özgüvene sahipler. Körfez’deki “üç büyükler” -Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Katar- kendilerini Rusya-Ukrayna çatışmasında kilit muhataplar olarak konumlandırdılar ve 2025’te ABD’nin Doğu Avrupa’daki yıpratma savaşını finanse etmek yerine diplomatik bir çözüm yolu aramasının daha olası olduğunu düşünüyorlar.

Trump, Körfez’de bölgeye dair net bir vizyonu olmayan bir lider olarak görülüyor. Onun bölge politikası, Washington’daki en güçlü iki dış politika lobisi tarafından belirlenecek: bir yanda İsrail yanlısı lobiler, diğer yanda Körfez lobileri. Asıl önemli soru, Körfez lobi ağlarının Filistin, İran ve ‘Direniş Ekseni’ gibi kilit bölgesel konularda ortak bir duruş sergileyebilip sergileyemeyecekleri.

Ancak net olan bir şey var: Körfez İşbirliği Konseyi (KİK), 2016’ya göre çok daha fazla birlik içinde. Bölgesel entegrasyon, Körfez Arap devletleri arasındaki iş birliğini ve karşılıklı bağımlılığı derinleştirdi. Hem KİK içindeki anlaşmazlıkları hem de İran-Körfez farklılıklarını aşma konusunda pragmatizm hâkim geldi. Sonuç olarak, Trump’ın miras projelerinden biri olan ve esasen İran’a karşı konumlandırılmış Orta Doğu Güvenlik İttifakı’nın (MESA) temeli geçen yıl içinde aşındı.

Bu arada, Joe Biden yönetiminin Körfez’deki pek çok kişinin “kontrolden çıkan” İsrail’in intikam politikası olarak nitelendirdiği politikaya verdiği açık destek, Washington’un Arapların güvenlik endişelerini görmezden gelirken İsrail’i korumaya istekli ve muktedir görünen çifte standardını gözler önüne serdi. Bu da ABD’den bir dereceye kadar stratejik ayrılmaya yol açtı; şaşırtıcı bir şekilde tüm yumurtalarını Amerikan sepetinde tutan Katar’a kıyasla BAE gibi ülkelerde daha fazla.

BAE’nin konumlanması

Trump’ın dönüşü Körfez’in hiçbir yerinde Emirlikler’de olduğu kadar memnuniyetle karşılanmadı. Abu Dabi’nin sıfır toplamlı zihniyeti ve ticari devletçilik yoluyla uyguladığı “silah haline getirilen karşılıklı bağımlılık” politikası, Trump’ın ticari yaklaşımıyla tam bir uyum içinde. Başkan Şeyh Muhammed bin Zayid en-Nehyan (MbZ) ve kardeşleri, Trump’ın ilk döneminin en büyük dış politika başarılarından birini –İbrahim Anlaşmaları’nı– nasıl elde ettiklerini unutmayacağından emin olabilir.

İleriye dönük olarak, Abu Dabi’de Trump’ın dış politikaya daha az değer temelli koşullar getireceği beklentisi var. BAE, Washington’daki en güçlü lobilere sahip ülkelerden biri olmaya devam ediyor ve Libya, Sudan ve Yemen konusundaki kararlı duruşunu, Trump’ın çevre politikasını yerel ortaklara devretme anlayışıyla uyumlu olarak sunabilecek. Dahası, Abu Dabi Libya Ulusal Ordusu, Yemen’deki Güney Geçiş Konseyi ve Sudan’daki Hızlı Destek Güçleri gibi geniş vekil ağları aracılığıyla kendisini daha izolasyonist bir ABD başkanı için vazgeçilmez bir aracı olarak sunabilir.

Aynı zamanda, İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı daha sert bir duruş bekleyen Abu Dabi, İran ve onun liderliğindeki “Direniş Ekseni”ne karşı ABD’nin bir çevreleme ve zayıflatma politikası uygulamasını sessizce savunuyor. Bununla birlikte, BAE İran’a karşı Körfez’deki en şahin politikayı savunsa da bölgesel bir askeri tırmanışın ön saflarında yer almak istemiyor.

Trump’ın Moskova’ya karşı daha yumuşak bir politika izlemesi Abu Dabi’nin Rusya’nın yaptırımlardan kaçınma ağlarındaki merkez rolü için iyi olsa da Trump’ın Çin’e karşı sert tutumu, Çin veri merkezleri, yapay zekâ ve teknoloji şirketlerine yüksek oranda bağımlı olan BAE ekonomisi için bazı sorunlar yaratabilir. Bu noktada BAE’nin doğuya yönelişini yumuşatması gerekebilir.

Katar için durum

Katar için ikinci Trump dönemi, Washington’da çok daha güçlü bir konuma sahipken başlıyor. Doha’nın Bahreyn, Mısır, Suudi Arabistan ve BAE tarafından ablukaya alındığı 2017-21 Körfez krizinden bu yana Katar, ABD’deki Cumhuriyetçi Parti içinde kapsamlı ilişkiler kurdu ve Trump’ın 2017’de iktidara ilk geldiği döneme kıyasla siyasi olarak çok daha az izole durumda. Zengin ülkede bazıları Trump’ın öngörülemezliği ve istikrarsız kararları konusunda endişeliyken diğerleri onu etki altına alınabilecek, etkileşimsel bir lider olarak selamlıyor.

2024’ün Katar’ı kurumsal olarak ABD ile daha sıkı bağlara sahip. NATO üyesi olmayan önemli bir müttefik olarak Katar; Afganistan, Gazze, İran ve Venezuela’daki arabuluculuk çabaları sayesinde Washington’da ayrıcalıklar kazandı. Katar, karmaşık çatışmaları çözme yeteneğiyle ABD’de iki partinin de övgüsünü kazanan, güvenilir bir diplomatik muhatap haline geldi. Bölgedeki en önemli Amerikan askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar, Pentagon’a tamamen vazgeçmeyi göze alamayacağı çok önemli bir platform sağlıyor.

Bununla birlikte, Doha’da Trump çevresindeki İsrail yanlısı seslerin, Katar’ın Filistinli Hamas hareketiyle arabulucu ilişkisini sorun haline getirebileceği konusunda endişeler var. Emirlik, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bir yılı aşkın süredir sabote ettiği Gazze’de akan kanı durduracak bir anlaşmayı sağlayabileceğini göstermek zorunda. Doha’daki umut, Trump’ın anlaşmacı zihniyetinin, aşırı sağcı İsrail hükümetine diplomatik bir çözüme bağlı kalması için daha fazla baskı yapabilmesini sağlayabileceği yönünde. Bu bağlamda, Trump’ın Biden’dan farklı olarak, “ayakların baş olduğu” bir durumda görülmek istemeyeceğini düşünen bazı muhataplar da bulunuyor.

Suudi Arabistan’ın algıları

Suudi Arabistan’da Trump ile birlikte ABD’nin bölgesel hegemon rolüne geri dönebileceği ve Krallığın birlikte hareket edebileceği stratejik bir yön sağlayabileceği beklentisi büyük. Trump’ın basit ve ikili dünya görüşü, Suudi Arabistan’ın sadece kesinlik sağladığı için bile daha kolay başa çıkabileceği bir yaklaşım.

Diğer Körfez Arap ülkeleri gibi Suudi Arabistan da değerlerden daha bağımsız, ticari bir ilişki modeli umuyor; ABD Başkanı’nın, Krallığa bölgedeki ulusal çıkarlarını uygun gördüğü şekilde ilerletmesi için hareket alanı sağlamasını arzuluyor. 2016’ya kıyasla daha gelişmiş bir yatırım ekosistemine sahip olan Riyad, Trump’ı yatıştırmak için ABD’ye stratejik yatırım yapmaya daha hazır. Trump’ın ilk döneminde yaşanan “Kaşıkçı meselesine” dair Washington’daki kolektif hafıza kaybı da bu durumu kolaylaştırıyor. Washington’da birçok kişi, Suudi Arabistan’ın göz ardı edilemeyecek kadar büyük bir küresel enerji oyuncusu olduğunun farkında.

Ancak Riyad’da Trump 2.0’ın bölge için net ve sağlam bir vizyon sunabileceğine dair bir beklenti de yok. Trump’ın 2019’da Abkayk ve Hureys’teki Suudi petrol tesislerine yönelik İran’ın sorumlu olduğu düşünülen saldırıların intikamının alınmasındaki başarısızlığı unutulmadı. Benzer şekilde, yeni ABD yönetiminin İran’a karşı daha şahin bir yaklaşım sergilemesi de bu kez Riyad’da olumlu karşılanmayacak. Krallıkta hiç kimse Trump’ın İran ile savaşını son Suudi askeri ve petrol tesisine kadar sürdürmesini istemiyor.

Riyad’da bazıları, Trump’ın yeni bir “Yüzyılın Anlaşması” ile cezbedilebileceğini hayal ediyor ki bu, Suudi Arabistan’ın ABD ile kapsamlı bir savunma anlaşması yapmasını öngören bir anlaşma olurdu. Ancak Trump’ın anlaşmalara duyduğu ilgisine rağmen, Kongre’nin Krallığı memnun edecek kadar kapsamlı bir anlaşmayı onaylaması pek olası görünmüyor özellikle de Riyad’ın giderek mesihçi bir çizgiye kayan İsrail ile ilişkilerini normalleştirmesi neredeyse imkansızken.

Sonuç olarak, KİK, otokratik eğilimler sergileyen bir ABD başkanıyla çalışmak konusunda oldukça rahat hissediyor. Körfez’in rant ekonomilerinin çoğu aile şirketleri gibi yönetildiği için, siyaseti ticaretle harmanlayan bir lider olan Trump, bölgede yadırganmıyor. Trump’ın askeri tehditlerle desteklenen merkantilist devlet anlayışı, Körfez’in iyi anladığı bir şey. Sonunda, bazıları Trump’ın bölgesel politikasının en yüksek teklifi verene gideceği sonucuna varabilir.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Yeşiller’in “denazifikasyonu” mümkün mü?

Yayınlanma

Çevirmenin notu: Aşağıda çevirisini verdiğimiz makale, 1990’lı yıllar boyunca İrlanda Yeşiller Partisi’nin aktif bir üyesi olan, uzun yıllardır ise Avrupa’daki yeşil hareketin ve onun siyasal partilerinin titiz bir gözlemcisi olarak yazılar kaleme alan David Cronin’e ait.

Cronin, politik ekolojinin kökenleri üzerine katıldığı tartışma gruplarında Nazilerin yeşil hareketin erken bir temsilcisi olarak benimsendiği yönünde ilginç bir aktarımla başlıyor yazısına. Devamında ise Almanya Dışişleri Bakanı olan Yeşiller üyesi Annalena Baerbock üzerinden Alman Yeşiller’inin, Nazi geçmişin bir kefareti olarak İsrail’in Gazze’de yürüttüğü soykırım saldırılarına nasıl arka çıktığına dair birtakım güncel hatırlatmalar yapıyor.

Aslında Cronin’in gözlem ve aktarımları, Alman Yeşiller’inin Nazilerle olan tarihsel ve ideolojik yakınlığı üzerine yazılıp çizilenlerin güncelle bağını kuran etraflı bir toparlama gibi. Zira on yılı aşkın süredir pek çok akademik ve gazetecilik araştırması Nazi figürlerinin yeşil hareket ve yeşil partinin kuruluşu, gelişimi ve bugünündeki kilit rolünü ortaya koymaya çalışıyor.


Alman Yeşiller’i denazifiye edilmeli

David Cronin
Electronic Intifada
26 Ekim 2024
Çev. Leman Meral Ünal

1990’lı yıllarda İrlanda Yeşiller Partisi’ne katıldıktan kısa bir süre sonra, politik ekolojinin kökenleri üzerine bazı tartışmalara katıldım.

Bu tartışmalara pek katkım oldu mu hatırlamıyorum, aslında sadece oturdum ve benden daha zeki ve daha bilgili olan aktivistleri dinledim.

Bu aktivistlerden biri, doğaya güçlü bir bağlılık ifade eden sabık bir siyasi örgütlenmeden bahsetti: Evet, Naziler sık sık kan ve topraktan bahsederdi.

O vakitler Nazilerin uluslararası yeşil hareketi herhangi bir şekilde etkilemiş olabileceğine inanmak istemiyordum. Televizyonda gördüğüm Alman Yeşillerin hemen hepsi “savaşma, seviş” felsefesini benimsemiş gibi görünüyorlardı.

Bugün ise Yeşiller’in Annalena Baerbock’u, Berlin hükümetinde dışişleri bakanı. Ülkesinin geçmişinden ders çıkarmaktan dem vursa da genelde bunun tam tersini yapıyor.

Baerbock Holokost’u “dünyanın gördüğü en kötü suç” olarak tanımlıyor. Bunun kefaretini ödemek için ise Gazze’de, dünyanın bu yüzyılın başından bu yana gördüğü en büyük suç olan bir başka soykırıma göz yumuyor.

Almanya, geçtiğimiz üç ay içerisinde İsrail’e 100 milyon dolardan fazla askeri teçhizat ihraç edildiğini onaylayan yeni veriler yayımladı.

Söz konusu veriler, Baerbock ve Yeşiller şürekasının İsrail’e yönelik yeni silah sevkiyatlarını onaylamayı reddettikleri yönündeki haberlerle açıkça çelişiyor. Yeşillerin, Alman silahlarının soykırım için kullanılmayacağına dair yazılı bir garanti talep ettikleri söyleniyordu.

Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un İsrail’e silah sevkiyatının devam etmesinde ısrarcı olması bu noktada epey dikkat çekici – hem de Baerbock’tan herhangi bir tepki gelmeden (en azından kamuoyunun önünde).

Baerbock’un silah sevkiyatına ilişkin belgelere bir “soykırım maddesi” ekletmek istediği yönündeki iddialara şüpheyle yaklaşmak için çeşitli nedenlerimiz var.

Almanya aslında soykırım suçlamasına karşı İsrail’i koruyor.

Güney Afrika, İsrail’in Soykırım Sözleşmesi’ni ihlal ettiği iddiasıyla Uluslararası Adalet Divanı’na gittiğinde, Almanya alelacele İsrail’in tarafında olacağını duyurmuştu. Baerbock ise ocak ayında yaptığı açıklamada, İsrail’in Gazze’de yürüttüğü ve “meşru müdafaa” olarak tanımladığı savaşın, “soykırım amacı” taşıdığına dair herhangi bir işaret görmediğini savunmuştu.

Tarihin istismarı

Baerbock geçtiğimiz Haziran ayında Almanya’nın eski sömürgeleri hakkında bir konuşma yaptı.

Ülkesinin 1900’lerin başında Güney Batı Afrika’da (bugün Namibya) “Herero ve Nama halklarına uygulanan soykırımda” “tarihsel sorumluluğu” olduğunu çok kesin bir dille ifade etti.

Baerbock, Almanya’nın şu anda bir soykırıma arka çıktığını kabul etmeden geçmişle nasıl yüzleşilmesi gerektiğinin yanıtlarını arıyor.

İsrail’in 2019-2023 yılları arası ithal ettiği tüm büyük silahların yaklaşık yüzde 30’u Almanya’dan gelmişti. Bu dönemde İsrail’e daha fazla silah sağlayan diğer tek hariç güç ise ABD’ydi.

[Gazze’ye dönük] soykırım başladığında Baerbock haftalarca ateşkes çağrısı yapmayı reddetmişti.

Kasım 2023’te Deutsche Welle’ye verdiği bir röportajda, “Alman sorumluluğumuza bağlıyız” diyecekti.

“Bu, Almanya’nın Nazi diktatörlüğü altında yok etmeye çalıştığı Yahudi erkek ve kadınlara güvenli bir ülke sağlamak demek. (…) İşte o ülke İsrail devletidir ve tam da bu nedenle İsrail’in güvenliği Almanya için bir devlet meselesidir.”

Holokost’u bu şekilde anmak, anabilmek tarihi açıkça istismar etmektir.

Naziler Yahudileri Untermensch¹ [alt insan] olarak görmüş ve ari ırk hedefi uğruna onları yok etmeye çalışmıştı.

İsrail ise Filistinlileri “insansı hayvanlar”² olarak görüyor ve onlara karşı amansız bir imha savaşı yürütüyor. Baerbock’un bağlılığını ifade ettiği, nükleer silahlarla donatılmış “güvenli ülke” (İsrail) Binyamin Netanyahu’nun başbakan olarak kalabilmesi ve aşırı sağcı koalisyon ortaklarının etno-dinsel üstünlük ferasetini sürdürebilmesi için dünya barışını açıkça tehlikeye atıyor.

Açık ki, yeşil hareketin artık denazifiye gerekiyor.

Şayet Annalena Baerbock ve Alman Yeşilleri İsrail’in suçlarını desteklemeye devam edecekse Avrupa’daki kardeş yeşil partiler tarafından bir an önce tecrit edilmeleri gerekiyor.

Mevzu soykırım ise görüş ayrılığına yer yoktur: Yeşiller soykırımın ya yanındadır ya da karşısında.


¹ Naziler tarafından “Doğu’dan gelen kitleler” olarak adlandırılan ve “Aryan” olmayan halk ve toplulukları imleyen terim. Yahudiler’in yanı sıra Romanlar ve Slavlar da bu tanım altına sokulmuştu. (ç.n)
² İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Aksa Tufanı sonrası Gazze Şeridi’nin tamamen kuşatılması ve bölgeye hiçbir şekilde elektrik, yiyecek ve yakıt sağlanmaması talimatını verirken, “İnsansı hayvanlarla savaşıyoruz ve buna göre hareket ediyoruz” ifadelerini kullanmıştı. (ç.n)

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Foreign Policy: Netanyahu Trump’ı destekliyor, ancak pişman olabilir

Yayınlanma

David E. Rosenberg, Foreign Policy
31 Ekim 2024

İkinci bir Trump yönetimi İsrail’e daha az sempati duyabilir.

Amerika Birleşik Devletleri’nde 5 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri öncesinde yapılan anketler Başkan Yardımcısı Kamala Harris ile eski Başkan Donald Trump’ın başa baş gittiğini gösteriyor. Ancak oylama İsraillilerle sınırlı olsaydı, Trump açılış konuşmasını yazmaya başlayabilirdi. İsrail Trump’ın ülkesi ve Trump’ın bir numaralı destekçisi de başbakanı Benjamin Netanyahu. Ancak Trump’ın sicili, değişken kişiliği ve seçim kampanyası sırasında İsrail hakkında yaptığı açıklamalar bu coşkuyu haklı çıkaracak pek bir şey sunmuyor.

İsrail’in son bir yıldır sürdürdüğü savaş, onu 1973 Yom Kippur Savaşı’ndan bu yana hiç olmadığı kadar ABD’ye bağımlı hale getirdi. Kim olursa olsun İsrail’in bir sonraki ABD başkanının tam desteğine ihtiyacı var. Ancak Netanyahu bir adaya soğuk bakmaya ve tüm kozlarını politik içgüdüleri çoğunlukla İsrail’in çıkarlarına ters düşen başka bir adaya vermeye istekli görünüyor.

Netanyahu her zaman Demokratlardan çok Cumhuriyetçilerle kendini evinde hissetmiştir. 2012 seçimlerinde, görevdeki Barack Obama yerine Senatör Mitt Romney’i tercih ettiğini açıkladı. Romney o yıl temmuz ayındaki bir ziyaretinde devlet başkanı muamelesi gördü ve Netanyahu (sözde kendisinin haberi olmadan) bir Obama saldırı reklamında yer aldı. Netanyahu sonraki iki seçimde geri adım attı ama bu sefer yine favorileri oynuyor.

Her şey bir tür uzlaşmayla başladı. Trump, Netanyahu’nun 2020’deki seçim zaferinden dolayı Başkan Joe Biden’ı tebrik etmesine kızdı. Sonraki dört yıl boyunca iki adam konuşmadı. Geçtiğimiz nisan ayında Time ‘a verdiği bir röportajda Trump, Hamas’ın 7 Ekim 2023’te İsrail’e saldırmasını sağlayan başarısızlıklardan Netanyahu’yu sorumlu tuttu. Bu, güvenlik başarısızlığı konusunda herhangi bir sorumluluk kabul etmeyi reddeden İsrailli bir lider için sert bir eleştiriydi.

Netanyahu geçtiğimiz temmuz ayında Mar-a-Lago’ya yaptığı bir ziyarette buzları eritmişti. O tarihten bu yana ikilinin birkaç kez telefonla görüştüğü bildirildi. İki adam birbirleri hakkında gerçekten ne düşünüyor olursa olsun, her ikisi de dost ve müttefik olarak görülmeyi siyasi açıdan faydalı buluyor.

İsrailliler Trump’a verdikleri destekle Batı demokrasileri arasında öne çıkıyor. İsrailli yayın kuruluşu Channel 12 tarafından kısa süre önce yapılan bir ankete göre İsraillilerin yüzde 66’sı Trump’ı tercih ederken Harris’i tercih edenlerin oranı yüzde 17’de kaldı (yüzde 17’si ise görüş belirtmedi). Karşılaştırmak gerekirse, Gallup International tarafından 43 ülkede (İsrail hariç) yapılan bir ankete katılanların yüzde 54’ü Harris’i tercih ederken, bu oran Trump’a verilen desteğin iki katından fazla. Trump’ı en çok destekleyen iki ülke olan Sırbistan ve Macaristan’da bile Trump, ankete katılanların sırasıyla yüzde 49 ve 59’undan fazlası tarafından tercih edilmedi.

Ortalama bir İsraillinin Trump’ı tercih etmesinin nedeni muhtemelen Harris’in tanınmayan biri olması. Biden’ın Gazze’deki savaş boyunca gösterdiği muazzam yardıma duydukları minnettarlığın çok azı ya da hiçbiri başkan yardımcısına aktarılmadı.

Ancak Trump’ın popülaritesi büyük ölçüde, ABD büyükelçiliğini Kudüs’e taşıdığı, Golan Tepeleri üzerinde İsrail egemenliğini tanıdığı, İran nükleer anlaşmasından çekildiği ve İsrail ile bir grup Arap ülkesi arasındaki ilişkileri normalleştiren İbrahim Anlaşmalarını düzenlediği ilk görev döneminden kaynaklanıyor. Trump’ın aynı zamanda bir Filistin devletini öngören bir barış planı önerdiği ve Netanyahu’nun Batı Şeria’nın bir kısmını ilhak etme planlarını boşa çıkardığı gerçeği unutulmuş gibi görünüyor.

İsrailliler bu olumlu jestleri Trump’ın İsrail’e olan sevgisinin bir göstergesi olarak görme eğiliminde. Ancak kayıtlar bunu pek de doğrulamıyor. Trump başkanlığı döneminde İsrail’e sadece bir ziyaret gerçekleştirdi. Buna karşılık Biden, 7 Ekim 2023’teki saldırıdan günler sonra güçlü ve kişisel bir destek gösterisiyle Gazze’deki savaşın ilk günleri de dahil olmak üzere iki kez İsrail’e gitti. 2016 kampanyasının başlarında Trump, İsrail yanlısı konuşma noktalarını yanlış anladı ve bir CNN röportajcısına İsrail-Filistin çatışmasıyla ilgili olarak “mümkünse tarafsız olmak istediğini” söyledi. Gafını fark ettikten sonra hemen kendini düzeltti ama bunun güçlü bir kişisel dürtüyü yansıttığını varsaymak yanlış olmaz.

Mevcut kampanyasında Trump, Gazze’deki Hamas, Lübnan’daki Hizbullah ve İran gibi İsrail’in karşı karşıya olduğu en acil sorunlarla ilgili olarak karışık ve çoğu zaman belirsiz bir duruş sergiledi.

İsrail-Hamas savaşının ilk birkaç ayında Trump, “savaşınızı bitirme” ve “hızlı bir şekilde halletme” ihtiyacından bahsetti. Eylül ayında Harris ile yaptığı münazarada, “Bunu hızlı bir şekilde halledeceğim” dedi. Son zamanlarda ise savaş çabalarını biraz daha destekleme yönünde hareket ederek Netanyahu’ya bir telefon görüşmesinde “Ne yapman gerekiyorsa yap” dedi. Ancak Trump, Netanyahu’nun İsrail’in hedefi olduğunu söylediği “topyekûn zafer ”den hiç bahsetmedi.

Trump’ın danışmanlarının, Trump’ın Biden’ın yaklaşımını izleyerek İsrail’e ateşkes ve rehine anlaşmasını kabul etmesi için baskı yapmasının oldukça olası olduğunu söyledikleri aktarıldı. Trump, İbrahim Anlaşması başarısını İsrail ve Suudi Arabistan arasında bir anlaşmayla taçlandırmaya hevesli göründüğünden, Netanyahu kendisini, Filistin devletine doğru ilerleme için Suudi taleplerini karşılamak üzere bir Trump yönetiminin baskısı altında bulabilir.

İran konusunda Trump kamuoyu önünde sert bir tavır takındı ancak Netanyahu’nun istediği kadar sert değil. Trump Tahran’a yönelik “azami baskı” kampanyasını hızlandırmaktan söz etti ancak bununla savaşı değil daha ağır ekonomik yaptırımları kastediyor. Bir danışmanı geçtiğimiz günlerde Financial Times’a verdiği demeçte “Genel olarak savaşa karşı büyük bir isteksizliği var” dedi.

Bu da Trump’ın İsrail’in çıkarlarıyla pek uyuşmayan daha geniş dünya görüşüne işaret ediyor. Trump müttefiklerine şüpheyle yaklaşıyor, özellikle de savunma konusunda kendi payına düşeni yapmayanlara. Çok taraflılığı kesinlikle sevmiyor. Tüm bu alanlarda İsrail bir Trump yönetiminde savunmasız olacaktır.

Geçmişte İsrail, Trump’ın takdir ettiği türden bir müttefik olarak görülebilirdi. Evet, ABD’den milyarlarca dolar yardım alıyordu ve bunun bedelini zor ödüyordu ama en azından İsrail hiçbir zaman Amerikan askerlerinin kendisini savunmasını istemedi. Güçlü ve etkili ordusu da çoğu zaman ABD’nin çıkarlarına hizmet etti.

Hamas ile savaş ve buna paralel olarak Hizbullah ve İran ile yaşanan çatışmalar bu dinamiği değiştirdi. Brown Üniversitesi Watson Uluslararası ve Kamu İşleri Enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmaya göre, ABD 30 Eylül itibariyle İsrail’e doğrudan askeri yardım ve bölgedeki ilgili ABD operasyonları için en az 22.7 milyar dolar harcadı. O tarihten bu yana, İsrail ve İran arasındaki kısasa kısas saldırılar nedeniyle Washington’un daha fazla yardımda bulunmasıyla bu rakam daha da arttı.

Paranın ötesinde, ABD çeşitli zamanlarda bölgeye ilave uçak gemileri, savaş uçakları ve askerler gönderdi. Bu ayın başlarında İsrail’e bir Terminal Yüksek İrtifa Alan Savunması (THAAD) balistik füze savunma sistemi ve İsrail’in hava savunmasındaki açıkları kapatmak üzere bu sistemi kullanacak 100 personel gönderdi. ABD ayrıca İsrail’e başka hiçbir ülkeden temin edilemeyecek ya da kendi ülkesinde üretilemeyecek büyük miktarlarda silah tedarik etmektedir. Çok taraflılık adına Biden, İran füze saldırıları düzenlediğinde İsrail’e yardım etmek üzere iki kez Batılı ve Arap güçlerden oluşan bir koalisyon kurdu.

Çatışmalar eninde sonunda sona erecek, ancak İsrail’in ABD’ye olan bağımlılığı öngörülebilir bir gelecek için yüksek kalmaya devam edecek gibi görünüyor. İsrailli planlamacılar önümüzdeki yıllarda savunma harcamalarını önemli ölçüde arttırmak zorunda kalacaklarını, özellikle de ekonomik büyüme yavaşlarsa bu harcamaları karşılamakta zorlanabileceklerini varsayıyorlar.

Trump’ın savunucuları İsrail’in özel bir durum olduğunu söyleyecektir. Diğer müttefiklerinin aksine, ABD’de Evanjelik Hıristiyanlar ve pek çok Yahudi arasında kendi içinden yetişmiş bir seçmen kitlesi var. Cumhuriyetçi Parti’de İsrail’e destek olmazsa olmaz bir unsurdur. Ama bu yeterli olacak mı?

Trump gelecek hafta kazanırsa bir daha seçmenlerin karşısına çıkmak zorunda kalmayacak ve istediğini yapabilecek. Netanyahu ile şimdilik barışmış olabilirler çünkü siyasi olarak birbirlerine ihtiyaçları var ama Trump affedici bir tip değil ve meydan okumayı hafife almıyor. Eğer ikili İran, Filistin politikası ya da Suudi Arabistan’la normalleşme koşulları konusunda çatışırsa bu dostluk kolayca bozulabilir.

Trump’ın dış politika ekibinde İsrail’i seven ama İsrail taraf olsa bile ABD’yi Orta Doğu’nun sonsuza dek sürecek savaşlarına bulaştırmak istemeyen çok sayıda “Önce Amerika” destekçisi olması muhtemel. Danışmanları arasında daha aktivist bir ABD dış politikasını savunanlar Çin’e odaklanmış durumda. Biden yönetimi gibi onlar da İran’ı ikincil görüyor ve bu tehdide kaynak ayırmak istemiyorlar.

Netanyahu muhtemelen Trump’a içgüdüsel destek veren sıradan İsraillilerden daha hesapçı ve pragmatik. Başbakan, Trump’ı küstürmeyi göze alamayacağını ve Harris kazanırsa Biden gibi davranıp her türlü husumete rağmen İsrail’i desteklemeye devam edeceğini düşünüyor olabilir.

Kim kazanırsa kazansın, İsrail-ABD ilişkilerinin önümüzdeki dört yılı muhtemelen Biden’ın başkanlığı döneminden daha çalkantılı geçecek. Biden İsrail’in gerçek bir dostuydu ve bir kriz anında büyük bir siyasi bedel pahasına İsrail’e yardım etmek için uzun bir yol kat etmeye hazırdı. Beyaz Saray’ın bir sonraki sahibinin -ister Trump ister Harris olsun- aynı şeyi yapması pek olası değil.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English