Bizi Takip Edin

DÜNYA BASINI

Hamas’ı IŞİD ve El Kaide ile bir tutanların hataları

Yayınlanma

Çevirmenin notu: 7 Ekim’deki Aksa Tufanı saldırısının ardından başta Başbakan Binyamin Netanyahu olmak üzere İsrailli yetkililer, Hamas ve silahlı kolunun uygulamalarını IŞİD ve El Kaide ile bir tutmakta gecikmedi. Fakat Selefi cihatçı örgütleri Hamas’tan ayıran ciddi nüanslar söz konusu. Hatta Hamas ve silahlı kolunun IŞİD tarafından yıllar önce “tekfir edildiği” hesaba katılırsa, bu iddianın altı epey boş görünüyor. Stanford Üniversitesi Hoover Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan araştırmacı Cole Bunzel’in değerlendirmesi.


Gazze ve küresel cihat: Hamas-İsrail savaşının IŞİD ve El Kaide’yi canlandırması neden mümkün değil

Cole Bunzel

Foreign Affairs

2 Kasım 2023

Hamas’ın 7 Ekim’deki ölümcül saldırısının ardından İsrail, örgütü IŞİD ile karşılaştırmakta gecikmedi. İsrail hükümetinin resmi hesabı, eskiden Twitter olarak bilinen X’te, “Aynı taktikler, farklı isimler. Dünya IŞİD’i yendi. Biz de Hamas’ı yeneceğiz,” dedi. Bu hissiyat anlaşılabilirdi: Hamas’ın aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu yaklaşık 1400 İsrailliyi katlederken sergilediği ve çoğu videoya kaydedilen tarifsiz vahşet, IŞİD’in zirve dönemindeki vahşetini ve kana susamışlığını anımsatıyordu. Saldırıdan sonraki günlerde Hamas, IŞİD’in en karanlık günlerini hatırlatırcasına rehinelerin infazını yayımlamakla tehdit etti.

7 Ekim’den bu yana, Hamas’ın saldırısı ve İsrail ordusunun Gazze Şeridi’nde verdiği karşılığın, küresel cihatçı hareketin yıllar süren düşüşünün ardından yeniden canlanması açısından bir fırsat penceresi oluşturabileceğine dair endişeler söz konusu. Cihatçı örgütler ve destekçileri Yahudi ve Batılı hedeflere yönelik terör saldırıları için çok sayıda çağrı yayımladı ve şu ana kadar Avrupa’da en az bir saldırının sorumluluğu IŞİD adına üstlenildi. İsrail’in Gazze’de binlerce Filistinli Müslümanın hayatına mal olan uzun süreli bir harekâtı IŞİD gibi grupların istismar etmeye çalıştığı öfke duygularını daha da derinleştirebilir.

Yine de Hamas ve küresel cihatçı örgütlerin ideolojik olarak derin bir anlaşmazlık içinde olduklarını kabul etmek önemli. Nitekim IŞİD ilk günlerinde Hamas’ı bir dizi algılanan ihlalinden dolayı tekfir ya da aforoz ettiğini ilan etti. Ayrıca 7 Ekim saldırısını övmekten de özenle kaçındı. IŞİD’in küresel cihatçılıkta üstünlük için rakibi olan El Kaide ise saldırıyı kutladı ve savaşı genişletme çağrısında bulundu ama Hamas’ı ideolojik farklılıkları nedeniyle suçlayan bir mazisi de var. Sahadaki durum kayda değer ölçülerde değişebilir. Çatışma ne kadar uzun ve kanlı olursa, Müslümanlar arasındaki öfkeyi o kadar körükler ve İslam’ın küfür güçleriyle karşı karşıya geldiği cihatçı dünya görüşüne itibar kazandırır. Fakat ideolojik farklılıklar, cihatçıların bu dönemi hareketlerini yeniden canlandırmak için değerlendirebilme imkanlarını sınırlayacaktır.

Haddinden fazla politik

Küresel cihatçıların temel meşguliyeti, Orta Doğu’nun “mürted” yöneticilerine ve onların destekçilerine karşı savaşmak. Bugün Suudi Arabistan’da Muhammed bin Selman, Mısır’da Abdülfettah el-Sisi ve Suriye’de Beşar Esad rejimleri başlıca hedefler arasında yer alıyor. IŞİD veya El Kaide’ye bağlı gruplar Filistin topraklarında hiçbir zaman özellikle aktif olmadılar, ancak Filistin meselesi cihatçı söylemde önemli bir yer tutuyor. El Kaide’nin bir sloganı “Geliyoruz ey Aksa” şeklinde ve Müslümanların İslam’ın üçüncü en kutsal mekânı olarak gördükleri ve ibadet eden Müslümanlarla İsrail güvenlik güçleri arasında sık sık çatışmaların yaşandığı Kudüs’teki camiye atıfta bulunuyor. Usame bin Ladin’in 11 Eylül saldırıları öncesinde kaydettiği meşhur yemininde ABD’ye hitaben şöyle diyordu: “Zahmetsizce gökleri yükselten yüce Allah’a ant olsun ki, Filistin’de yaşayan bizler için güvenlik gerçek oluncaya ve tüm kafir orduları Muhammed’in topraklarını terk edinceye kadar ne Amerika ne de Amerika’da yaşayanlar güvende olacaktır.”

Hamas 1987 yılında Müslüman Kardeşler’in Filistin kanadı olarak kuruldu; bu, cihatçıların İslamlaşmaya dönük tedrici yaklaşımı ve mevcut siyasi sistemler içinde faaliyet göstermeye istekli olması nedeniyle kınadıkları bir siyasi teşkilatlanma. Bu tür farklılıklara rağmen, cihatçı liderlerin Yahudi devletine karşı silahlı direnişi nedeniyle Hamas’ı methettikleri bir dönem oldu. Bin Ladin’in kendisi de Aralık 2001’de bunu yapmıştı: “Bizim mücadelemiz Hamas gibi Filistin’deki kardeşlerimizin mücadelesinden farklı değil. Biz Filistin’de ve başka yerlerde ezilenlerin zulmünü hafifletmek için savaşıyoruz.”

Yine de 2006 yılında Hamas, Filistin Yasama Konseyi seçimlerine katıldı ve kazandı, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün baskın fraksiyonu olan El Fetih ile bir birlik hükümeti kurdu. El Kaide liderliği kınama yağmuru yaşadı. Bin Ladin Hamas’ı demokrasinin çok tanrıcı fıtratı konusunda uyararak “çok tanrıcı meclislere katılmanın yasak olduğunun” altını çizdi. 2007 yılında yaptığı konuşmada, Hamas liderliğinin Filistin Yönetimi’ni kucaklayarak ve böylece İsrail’in var olma hakkını tanıyan “anlaşmaları” kabul ederek (Oslo anlaşmalarına atıfta bulunarak) “dinlerini terk ettiklerini” söyleyecek kadar ileri gitti. İlerleyen yıllarda El Kaide, Hamas’ı Gazze’de İslam hukukunu uygulamadığı, İran’daki Şii İran rejimiyle yakın ilişkiler kurduğu ve Gazze’deki Cund Ensarullah ve Ceyş’ül Ümme gibi yerli cihatçı gruplara zulmettiği için de eleştirecekti (Filistin İslami Cihad’ı, Gazze ve Batı Şeria’da faaliyet gösteren bir diğer paramiliter örgüt. El Kaide ya da IŞİD ile hiçbir bağı yok ve İran’a Hamas’tan bile daha yakın).

Fakat El Kaide, Hamas’ın siyasi kolu ile silahlı kanadı Kassam Tugayları’nı birbirinden ayırma politikasını benimseyerek Hamas’ı tamamen gözden çıkarmamaya özen gösterdi. Ancak bazı hatalar da oldu. 2009 yılında Mustafa Ebu el-Yezid adlı üst düzey bir El Kaide komutanı, El Cezire’ye “Biz ve Hamas aynı düşünceyi ve aynı metodolojiyi paylaşıyoruz,” deme hatasını yaptı. Önde gelen bir cihatçı ideolog tarafından kamuoyu önünde azarlandıktan sonra komutan yanlış konuştuğunu kabul etti. El Kaide’nin Hamas’a yaklaşımının, Hamas’ı sayısız hata işleyen siyasi bir örgüt olarak görmek ve Hamas bayrağı altında savaşan dürüst mücahitleri birbirinden ayırmak olduğunu açıkladı.

Ancak cihatçı hareket içindeki daha sert düşünenler açısından Hamas’a dönük bu uzlaşmacı yaklaşım işe yaramadı. Örneğin, Ürdünlü etkili bir ideolog ve genelde El Kaide destekçisi olan Ebu Muhammed el-Makdisi, Hamas’ın siyasi kuruluşu ile silahlı kanadı arasında ayrım yapılabileceği fikrini reddetti. İsrail ile Hamas arasında 2021 yazında çatışmalar başladığında, Hamas’ın savaşta ölenlerinin şehit olduğu iddiasına açıkça karşı çıktı ve internette “Demokrasi yolunda, şeriatı uygulamaktan kaçınan ve demokrasiyi seçen bir örgütü desteklemek için öldürülen kişi şehit değil, cesettir,” diye yazdı. El Kaide o dönemde Gazze’deki “mücahitleri” selamlayan ve Hamas’ın öldürülen savaşçıları için başsağlığı dileyen bir açıklama yayımladığında Makdisi, El Kaide’nin yolunu kaybedip kaybetmediğini sorguladı. El Kaide’nin Hamas’ı, İran ve Suriye’de Esad’la aynı safta yer alıp demokratik süreçlere katılırken nasıl övebileceğini sordu.

Kaybedilmiş dava

IŞİD, bütünüyle mürted bir örgüt olarak gördüğü Hamas’a karşı daha da az tolerans gösteriyor. IŞİD’e göre Hamas, sadece desteklenmeyi hak etmeyen değil, düpedüz tekfir edilmesi de gereken bir örgüt; bu yaklaşım, IŞİD’in Selefiliğin dışlayıcı doktrinel ilkelerine daha fanatik bir şekilde bağlılığını ve dini “şirk” kokan her şeyden arındırma vurgusunu yansıtıyor.

IŞİD yıllar boyunca Hamas’ı rutin olarak kınadı. IŞİD’in Arapça haftalık bülteni en-Neba’da 2016 yılında çıkan başyazıda “mürted Hamas hareketi demokrasinin çok tanrıcılığını” uyguladığı ve şeriat hukukunu uygulamadığı için azarlandı. Makalede, “Kudüs’ü Yahudilerin elinden geri almak amacıyla cihat etmek, oradaki putperest yöneticilerin egemenliğini ortadan kaldırmak ve dini orada tamamen tesis etmek yolunda olmadıkça caiz değildir,” deniyordu. IŞİD’in bakış açısına göre, İslami bir devlet kurmanın Hamas’ın amacı olmadığı aşikâr. Filistinli örgüt İsrail’i yenmeyi başarsa bile, bu sadece bir putperest yönetim sisteminin yerine başka bir sistemin geçmesi anlamına gelecektir.

Başyazı ayrıca hem stratejik hem de teolojik önceliğin komşu Arap ülkelerindeki rejimlerle savaşmak olması gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Yahudi devletinin koruyucuları ve destekçileri oldukları için onlarla savaşmak İsrail’le savaşmaktan daha öncelikli. Dahası, bu yöneticiler İslam’dan “dönenler” olarak kabul ediliyor ve IŞİD için dinleri İslam’ın güya terk edilmesinden daha az saldırgan olan Yahudiler gibi “orijinal kafirler” olarak görülmüyor.

Bir zamanlar Irak’taki El Kaide’nin lideri olan Ebu Musab el-Zerkavi de dahil olmak üzere IŞİD’in öncülerinden bazıları, Kudüs’ün fethinin —yani İsrail devletinin yok edilmesinin— cihadın gelecekteki bir aşamasına ait olduğu fikrini geliştirdi. Bir konferansında Zerkavi, Orta Çağ’ın büyük Müslüman savaşçısı Selahaddin’in 1187’de Kudüs’ü Haçlılardan geri almadan önce Mısır’daki Fatımi İmparatorluğu’nu yıkması gibi, bugün Kudüs’e ulaşmak için önce Hıristiyan ve Yahudilerle işbirliği yapan “mürtedlerle” savaşmak gerektiğini öne sürdü.

Hakikaten de IŞİD’in medya aygıtı, Filistin topraklarında cihadın önceliğini vurgulamaktan kaçınmış ve hatta bunu yapmayacağını kabul etmişti. Örneğin en-Neba’daki başyazıda, bazı İslamcı grupların aksine IŞİD’in Filistin davasını “abartmadığı” belirtiliyordu. On yıllar boyunca fırsatçı siyasi aktörlerin bunu “Müslümanların birincil meselesi” haline getirdiğini ve bazılarının bunu bir “put” olarak gördüğünü öne sürdüler. IŞİD bunun yanlış olduğunu, cihadın önceliği açısından hiçbir toprağın diğerinden üstün tutulmaması gerektiğini savundu. Beş yıl sonra, en-Neba’daki bir başka başyazıda “hilafetin askerlerinin Filistin meselesini abartmadıkları ve Müslümanların meseleleri arasında bir istisna haline getirmedikleri” yinelendi. Filistin meselesi, IŞİD açısından önemli olsa da dikkatleri başka yerlerdeki önemli savaş alanlarından başka yöne çekecek bir mesele değildi.

IŞİD’in İsrail ve Filistin topraklarındaki faaliyetleri, El Kaide’de olduğu gibi, asgari düzeyde olmakla birlikte yok değil. 2022 yılının başlarında IŞİD, halifeliğe biat etmiş bir İsrailli Arap tarafından İsrail’in güneyinde gerçekleştirilen bir bıçaklama ve araçla çarpma saldırısının sorumluluğunu üstlenmişti.

Sessiz övgü

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde El Kaide, 7 Ekim saldırısını alkışladı ve bunu “Siyonist-Haçlı” ittifakına karşı küresel bir cihat çerçevesinde değerlendirdi. El Kaide’nin Hindistan, Kuzey Afrika, Sahel, Somali, Suriye ve Yemen’deki bölgesel kollarının her biri Filistinli “mücahitleri” tebrik eden açıklamalar yayımladı. Bazıları özellikle Kassam Tugayları’nın adını verdi ama hiçbiri El Kaide’nin resmi politikasına uygun olarak Hamas’ı alkışlamadı.

15 Ekim’de El Kaide’nin üst düzey liderliği tarafından yapılan resmî açıklamada operasyon kutlandı ve savaşa yardım için kitlesel seferberlik çağrısında bulunuldu. Amaçlanan seferberlik, İsrail sınırları boyunca yeni cepheler açmayı ve “haçlıları” ve İsraillileri mümkün olan her yerde hedef almak üzere Ürdün’den ve başka yerlerden Gazze’ye savaşçı kaçırmayı içeriyordu. Bildiride Müslümanlara özellikle Birleşik Emirlikler’de Abu Dabi ve Dubai’de, Fas’ta Marakeş ve Rabat’ta, Suudi Arabistan’da Cidde ve Riyad’da ve Bahreyn’de Manama’da (2020’de İbrahim Anlaşmaları çerçevesinde İsrail ile ilişkilerini normalleştiren ya da Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi normalleştirmeyi uman ülkeler) “sokaklardaki Siyonistleri hedef almaları” çağrısında bulunuluyordu. Açıklamada, 8 Ekim’de iki İsrailli turisti ve Mısırlı tur rehberini vurarak öldüren Mısırlı bir adama atıfta bulunularak “İskenderiye kahramanından” bahsedildi.

IŞİD, saldırıya ancak 19 Ekim’de en-Neba’nın o haftaki sayısında yer alan başyazıda açıkça değindi. O zaman bile yazıda 7 Ekim saldırısından özellikle bahsedilmiyor ve Hamas, “İran ekseninin bayrağı altında” savaşmanın aptallığına dikkat çekilerek kınanıyordu. Başyazıda, “Yahudilerin küçük devletine” son verme konusunda “pratik bir plan” öneriliyordu. Böyle bir çaba sadece Filistin topraklarında savaşmayı değil, aynı zamanda başta ABD ve Avrupa’daki Yahudi toplulukları olmak üzere tüm dünyadaki “Yahudi varlığını” hedef almayı da içerecekti. Yahudi devletini ortadan kaldırmak aynı zamanda Batı’ya ve İsrail’in varlığını destekleyen “mürted Arap ordularına ve hükümetlerine” saldırmayı da gerektirecekti. Gazze ve Batı Şeria’daki savaşçılara gelince, başyazı onları altında savaştıkları “bayrağı arındırmaya”, yani IŞİD’in savunduğu İslam versiyonunu benimsemeye ve ancak bundan sonra cihat yoluna girmeye çağırıyor.

El Kaide gibi IŞİD de savaşı hemen herkesi —küresel olarak Yahudileri, Batı’yı ve Arap devletlerini— hedef alacak şekilde genişletmek istiyor. Fakat El Kaide’den farklı olarak IŞİD, sahadaki Filistinli militanlara destek vermedi, bunun yerine kendilerini reforme etmeleri gerektiğini öne sürdü. IŞİD “Filistin’deki Müslüman halka” sempati duyduğunu ifade etse de Filistinlilerin doğru yolda olduğuna dair bir güven yansıtmadı.

Yerel kalmak

El Kaide ve IŞİD gibi küresel cihatçı örgütler Filistin davasına çok az kaynak ayırdılar ve Gazze ya da Batı Şeria’da sahada çok az varlık gösteriyorlar. Hamas’ın Filistinli İslamcı militan sahnesi üzerindeki tekele yakın konumu, El Kaide ya da IŞİD’in İsrail’in Gazze’yi karadan işgaline karşı herhangi bir direnişte önemli bir rol oynamasını muhtemelen engelliyor. Buradaki savaşa katılmaya hevesli cihatçı aktörler, tecrit edilmiş şeride erişimde muhtemelen aşılmaz engellerle karşılaşacaktır.

Yabancı savaşçılar İsrail’de ya da Gazze’de savaşa katılmasa bile bu cihatçı şiddetin başka yerlerde alevlenmeyeceği anlamına gelmez. El Kaide ve IŞİD’in İslam dünyasının yanı sıra Avrupa ve ABD’de de destekçileri var ve bunlardan bazıları terör eylemleri gerçekleştirme çağrılarına pekâlâ yanıt verebilir. Çok daha geniş bir destek ağına sahip olan IŞİD söz konusu olduğunda tehdit daha büyük. 13 Ekim’de IŞİD’e biat etmiş bir Çeçen göçmen, Fransa’da bir öğretmeni bıçakla öldürmüştü. Ve 16 Ekim’de Tunuslu bir göçmen Belçika’da bir futbol maçının dışında iki İsveç vatandaşını vurarak öldürmüş ve nedenini İsveç’teki Kuran yakma olaylarının ve Chicago’da altı yaşındaki Filistinli-Amerikalı bir çocuğun öldürülmesinin intikamını almak olarak açıklamıştı. IŞİD’in medya kanadı ise Tunuslu saldırganın örgütün Irak ve Suriye’de IŞİD’e karşı savaşan ülkelerin vatandaşlarına saldırma çağrılarına yanıt verdiğini iddia etmiş, İsrail’den ya da Filistin davasından söz edilmemişti.

Gazze’deki savaş Batı’daki bireysel cihat sempatizanlarını daha fazla şiddet eylemi gerçekleştirmeleri için kışkırtabilir. İsrail-Hamas savaşının daha geniş çaplı cihatçı harekete enerji vermesi daha az olası. IŞİD’in lider kadrosu Suriye’de hala saldırı altında ya da hapiste ve örgütün Suriye ve Irak’taki saldırılarının hızı önemli ölçüde yavaşlamış durumda. Bugün IŞİD’in ana varlığı Orta Doğu’da değil Sahra altı Afrika ve Afganistan’da. El Kaide de Yemen’de oldukça aktif bir kolu olmasına rağmen bölgedeki eski dayanaklarında çok az varlık gösteriyor ve Washington’a göre Afganistan’daki yeni Taliban yönetiminden faydalanmakta zorlanıyor.

El Kaide, İsrail ve Hamas arasındaki yeni bir savaştan kazançlı çıkmaya hevesli olabilir ama son on yıldır uluslararası teröre ilham verme konusunda IŞİD’den daha az yetenekli oldu. IŞİD açısından sorun, Filistin davasını hiçbir zaman rakibi El Kaide kadar hararetle benimsememiş olması ve İsrail’e karşı savaşan başlıca Filistinli örgüt olan Hamas’a destek vermeyecek olması. Her ne kadar IŞİD Yahudi hedeflere karşı terör görmekten mutlu olsa da Filistin topraklarında yalnızca “saf” cihadı, yani kendi ideolojisine bağlı olanların cihadını destekliyor. El Kaide ya da IŞİD bir şekilde Filistin sahnesinde bir yer edinmediği sürece Gazze’deki krizin her iki örgütün de talihini yeniden canlandıracağını düşünmek zor.

DÜNYA BASINI

Ekrem İmamoğlu’na gözaltı dünya medyasının gündeminde

Yayınlanma

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun sabah saatlerinde “kent uzlaşısı ile teröre destek” ve “yolsuzluk” iddiaları ile gözaltına alınmasının yankıları sürüyor.

Batı medyasında İmamoğlu’nun gözaltısı, genel olarak olası Cumhurbaşkanlığı seçimleri ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibine yönelik bir hamle olarak görülüyor.

Örneğin Financial Times, “Türk polisi Erdoğan’ın başlıca siyasi rakibini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Devlet medyası İmamoğlu’nun çarşamba günü gözaltına alınmasının terörle bağlantılı olduğu iddiasıyla yürütülen bir soruşturmanın parçası olduğunu belirtirken, muhalefet bu hamleyi bir ‘darbe girişimi’ olarak nitelendirdi ve tutuklama Türk para biriminin ve piyasalarının düşmesine neden oldu,” dedi.

Yatırım yönetimi zinciri T Rowe Price analisti Tomasz Wieladek FT’ye verdiği demeçte, gözaltıyı “herkes için bir uyandırma çağrısı” olarak nitelendirdi.

Wieladek, Türkiye Merkez Bankası’nın TL’yi savunmak için ‘sınırlı bir ateş gücüne sahip olduğunu’ öne sürerek, “Varlıklar muhtemelen daha fazla satılmaya devam edecek,” dedi.

Bloomberg, sabahtan öğle saatlerine kadar Türk bankalarının TL’ye destek için 8 milyar dolar sattığını yazmıştı.

Piyasalarda sabah saatlerinden itibaren yaşanan çalkantılara dikkat çeken Bloomberg, bir başka haberinde ise, “Türkiye piyasaları çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın en önemli rakibinin gözaltına alınmasının ardından, siyasi kargaşanın son dönemdeki yatırımcı dostu ekonomi politikalarını baltalama riski taşıdığı endişesiyle sarsıldı,” dedi.

Haberde görüşlerine yer verilen Londra’daki Monex Europe’un makro araştırma müdürü Nick Rees, “Bu sistem için biraz şok oldu. Piyasalar giderek daha kayıtsız hale gelmişti ve şimdi bu büyü bozuldu, tüccarlar Türkiye’nin siyasi risk primlerini yeniden fiyatlandırırken dramatik sonuçlar ortaya çıktı,” diye konuştu.

Coex Partners’tan Henrik Gullberg, hamlenin büyüklüğünün “şaşırtıcı” olduğunu, fakat siyasi baskı haberlerinin daha az şaşırtıcı olduğunu söyledi ve “Pratikte, bunun piyasaya duyarlı ekonomik politikalar açısından pek bir şey değiştireceğinden emin değilim,” dedi.

Haberde, Borsa İstanbul 100 Endeksi’nin de açılışta yaklaşık %7 düştüğü, 10 yıllık devlet tahvillerinin getirisinin ise 139 baz puan artarak %29,58’e yükseldiği belirtildi.

Alman Der Spiegel, “Türk yetkililer en önemli Erdoğan muhalifini gözaltına aldı” başlıklı haberinde, “Türk makamları İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na yönelik baskıcı önlemlerini genişletiyor,” denildi.

Haberde İmamoğlu’nun, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ile birlikte Erdoğan’ın en güçlü rakibi olarak görüldüğüne dikkat çekiyor.

DW Türkçe’nin aktardığına göreİmamoğlu’nun gözaltına alınması Alman siyasetinde de geniş yankı buldu. Gelişme, “Erdoğan’ın baş rakibini devre dışı bırakma girişimi” diye değerlendirildi, ciddi sonuçlar doğurabileceği uyarısı yapıldı.

SPD Eş Genel Başkanı Lars Klingbeil da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını ‘Türkiye’deki demokrasiye ağır saldırı” sözleriyle sert bir şekilde eleştirdi.

Klingbeil, “Türk hükümeti böylece artık adil seçimler ve bağımsız bir hukuk devleti istemediğini göstermiş oluyor. Atılan adımlar orantısızdır, güven ve inandırıcılığı yok etmektedir. Bunun tüm ülke açısından dramatik sonuçları olacaktır,” ifadelerini kullandı.

Alman Federal Meclisi Dış İlişkiler Komisyonu üyesi ve Alman-Türk Parlamenterler Grubu Başkanı Max Lucks da İmamoğlu’nun gözaltına alınmasını Cumhurbaşkanlığı seçimleri ışığında adil seçim ve adil rekabete yönelik bir saldırı diye nitelendirdi.

İngiliz The Times ise, “Erdoğan seçim rakiplerine baskı yaparken İstanbul Belediye Başkanı gözaltına alındı” başlıklı haberinde, “Türk liderin başkanlık için en büyük tehdidi olarak görülen Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından şehir genelinde protestolar yasaklandı,” ifadeleri kullanıldı.

Tokyo merkezli Nikkei Asia’daki haberde de Türk yetkililerin “Erdoğan’ın ana rakibini” gözaltına aldığı ileri sürülürken, muhalefetin bu hamleyi “darbe” olarak nitelendirdiğine dikkat çekildi.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Netanyahu’nun asıl hedefi

Yayınlanma

İsrail’in Gazze savaşına yeniden başlaması, Netanyahu’nun asıl amacını ortaya çıkarıyor: Sonsuz savaş yoluyla siyasi hayatta kalma

Amos Harel / Haaretz

İsrail’in Gazze operasyonuna yeniden başlaması, rehine görüşmelerindeki çıkmazı aşma ve Hamas’ı yenilgiye uğratma çabası olarak sunuluyor. Ancak Netanyahu’nun asıl amacı, acil siyasi hedeflere ulaşmak: Ben-Gvir’i hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonunu sağlamlaştırmak.

Bunu başka türlü açıklamak mümkün değil: İsrail, iki ay önce imzaladığı ateşkes anlaşmasının tüm şartlarını yerine getirmek istemediği için, ABD onayıyla, kasıtlı olarak ateşkesi ihlal etti.

Hamas, bir terör örgütü ve savaş, 7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlediği sürpriz saldırıyla tamamen onun inisiyatifi ve sorumluluğunda başladı. Ancak son rehinelerin serbest bırakılma süreçlerinde Hamas’ın rehinelere ve ailelerine yönelik psikolojik istismarı, örgütün anlaşmayı büyük ölçüde ihlal ettiği şeklinde yorumlanamaz.

İsrail hükümeti, son haftalarda orduyu Gazze Şeridi’nden özellikle Gazze-Mısır sınırındaki Philadelphia Koridoru’ndan çekmeyerek anlaşmayı ihlal etti.

İsrail, ABD oluruyla Gazze’de katliama yeniden başladı

Hamas, Amerikalılar rehinelerin serbest bırakılması konusunda yeni bir müzakere süreci yürütüyor diye İsrail’in bu ihlaline göz yummadı. Bu da müzakerelerin tıkanmasına yol açtı. Buna karşılık İsrail, salı sabahı erken saatlerde yeniden saldırıya geçti.

Hamas’ın açıklamalarına göre, Gazze’de düzenlenen bir dizi hava saldırısında 320’den fazla Filistinli öldürüldü; bunlar arasında Hamas’ın üst düzey yetkilileri ve örgütün hükümet birimlerinde çalışan isimler de vardı.

Son iki ayda serbest bırakılan bazı rehinelerin ifadelerinden açıkça ortaya çıkan bir gerçek var: Hamas, rehineleri sürekli olarak farklı yerlere taşıdı.

İsrail güvenlik birimlerinin, rehinelerin nerede olduğu konusunda gerçek zamanlı ve kesin istihbarata sahip olmadığı anlaşılıyor. Bu da hava saldırıları ve kara operasyonları sırasında rehinelerin zarar görmeyeceğinden emin olmayı imkânsız hale getiriyor.

İsrail’in Gazze saldırısından bir gün önce, ABD ve Birleşik Krallık, Yemen’deki Husilere karşı yeni ve büyük çaplı bir saldırı başlattı.

ABD Başkanı Donald Trump, Husilere şimdiye kadar görülmemiş bir sertlikle saldırı düzenleyeceği tehdidinde bulundu. Ancak özellikle dikkat çeken, İran’a yönelik doğrudan tehdidiydi. Trump, Husiler tarafından Amerikalılara yönelik herhangi bir saldırıyı, Tahran’daki rejimin gerçekleştirdiği bir eylem olarak değerlendireceğini söyledi.

Bu tehdit, ABD’nin İran’ı nükleer programını durdurmaya yönelik müzakerelere geri döndürme çabasının bir parçası olsa da aynı zamanda iki ülke arasındaki askeri gerilimi artırıyor.

Gazze’deki ateşkesten bu yana Husiler, İsrail’e roket ve insansız hava aracı saldırılarını durdurmuştu. Ancak şimdi, Hamas’la dayanışma adına İsrail’in merkezi bölgelerini yeniden vurma girişimlerinde bulunmaları muhtemel görünüyor.

Netanyahu’nun dikkat dağıtma hamlesi

Bu arada Netanyahu, İsrail iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in başkanı Ronen Bar’ı görevden alma çabalarına devam ediyor. Netanyahu, pazar akşamı Bar ile kısa bir görevden alma konuşması yaptığında, her ikisi de İsrail’in Hamas’a karşı savaşı yeniden başlatma kararının an meselesi olduğunu biliyordu. Bar, Netanyahu’nun pazartesi akşamı Gazze’ye hava saldırıları öncesinde düzenlediği dar kapsamlı istişarelere de katıldı.

Bu ancak Netanyahu’nun yönetiminde yaşanabilecek bir durum: Eğer Şin-Bet başkanına güvenmiyorsa, neden onu en gizli toplantılara dâhil etmeye devam ediyor?

Netanyahu’nun kovacağını açıkladığı Şin-Bet Direktörü’ne Başsavcı kalkanı

Netanyahu’nun üç danışmanı hakkında Katar’dan fon aldıkları iddiasıyla süren soruşturma göz önünde bulundurulduğunda, Bar hakkında herhangi bir adım atmaktan kaçınması gerekirdi. Özellikle de Şin-Bet’in 7 Ekim’deki güvenlik zaaflarına ilişkin iç soruşturmasının, Netanyahu’ya yönelik ağır suçlamalar içerdiği düşünüldüğünde…

Raporda, Şin-Bet’in Netanyahu’yu, Katar’dan gelen paraların bir kısmının doğrudan terör faaliyetlerinde kullanıldığı konusunda uyardığı belirtiliyor. Şu noktada, hükümetin Bar’ı görevden alma sürecini savaş devam ederken bile hızlandırmaya çalışması tamamen ihtimal dışı değil.

İsrail’in Gazze’de başlattığı operasyon, müzakerelerdeki çıkmazı aşmak için gerekli bir adım olarak ve aynı zamanda Netanyahu’nun Hamas’ı yok etme sözünü yerine getirdiği iddiasıyla meşrulaştırılacaktır. Ancak bu iki hedefin zaman çizelgeleri örtüşmüyor: Hamas yok edilmeden önce rehineler ölebilir tabi eğer Hamas yenilgiye uğratılabilirse…

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Ancak her şeyden önce bu operasyon, Başbakan’ın kamuoyuna açıkça dile getirmeyeceği bir dizi acil siyasi hedefe hizmet ediyor: Itamar Ben-Gvir ve aşırı sağcı Otzma Yehudit partisini hükümete geri getirmek, bütçeyi geçirmek ve koalisyonu sağlamlaştırmak.

Bu kez, Netanyahu’nun siyasi hayatta kalması gerçekten Gazze’deki baskıyı sürdürmesine bağlı ve aynı zamanda Bar’ın görevden alınması planına karşı düzenlenen protestolara medyanın ilgisini azaltma girişimine de…

Netanyahu’nun asıl hedefi giderek netleşiyor: Otoriter bir rejime doğru kademeli bir kayış ve bu rejimin devamını çok cepheli bir savaşı sürekli kılarak sağlama çabası.

Netanyahu, Bar’ı görevden alma girişimiyle ilgili yayımladığı videoda bile “yedi cephede savaş”tan bahsetti. Peki ya rehineler? Netanyahu’nun perspektifinden bakıldığında, iktidarı elinde tutmasına katkıda bulunduklarını bilerek tünellerde ölebilirler.

Okumaya Devam Et

DÜNYA BASINI

Şin-Bet Direktörü, “Qatargate” skandalı yüzünden mi kovuldu?

Yayınlanma

Yazar

Aşağıda çevirisini okuyacağız makale, İsrail’in en çok okunan sol eğilimli gazetelerinden Haaretz’de yayınlandı. Makale Netanyahu’nun Şin-Bet Direktörü Ronen Bar’ı neden görevden almak istediğine dair yetkililerden gelen açıklamaların dışında başka bir kritik noktaya dikkat çekiyor.

***

Netanyahu’nun Şin-Bet direktörünü çirkin ve sarsıcı şekilde görevden almasının perde arkası

Netanyahu, İsrail’in kırılgan demokrasisinin az sayıdaki kalan bekçilerinden birini Trump tarzı bir yaklaşımla sadakati her şeyin üstüne koyarak saf dışı bırakmaya çalışıyor. Ancak, şu anda bu kararı almasının başka bir sebebi daha var.

Yossi Melman

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun, iç güvenlik teşkilatı Şin-Bet’in Direktörü Ronen Bar’ı görevden alma kararı eşi benzeri görülmemiş bir gelişme. İsrail’in 77 yıllık tarihinde, ülkenin iç istihbarat teşkilatının hiçbir başkanı daha önce görevden alınmadı.

Bugüne kadar yalnızca iki Şin-Bet direktörü, güvenlik krizleri nedeniyle başbakan ile yaşadıkları gerginlikler sonucu istifa etti: İlki 1963 yılında, İsser Harel’in Başbakan David Ben-Gurion’a istifasını sunmasıyla, ikincisi ise 1986 yılında, Avraham Shalom’un Başbakan Şimon Peres döneminde istifasıyla gerçekleşti.

Netanyahu, pazar akşamı yaptığı açıklamada Bar’ı görevden alma kararını güvenini kaybettiği için aldığını söyledi. Bu karar bekleniyordu; Netanyahu bunu aylar önce yapmak istiyordu, ancak yine de haber muhalefette ve politikalarına karşı çıkan halk arasında büyük bir şok ve öfke ile karşılandı.

Netanyahu, Bar’a karşı her zamanki yöntemlerini kullanarak harekete geçti: sızıntılar, çirkin imalar ve ona bağlı medya organları aracılığıyla karalama kampanyaları. Netanyahu ve ekibi, üç buçuk yıldır görevde olan Bar’ı, “zayıf bir yetkili” olmakla suçladı ve İsrail’in Hamas ile müzakere ekibinin bir parçası olmasına rağmen “gerçek anlamda müzakere yapmayı bilmemekle” itham etti. Son olarak, Bar’ın Netanyahu’ya “şantaj yaparak tam kapsamlı bir tehdit ve baskı kampanyası yürüttüğü” yönünde asılsız bir iddia ortaya atıldı.

Ancak, Başbakan’ın ani kararının ardında daha derin bir sebep yatıyor gibi. Bu sebep, Netanyahu’nun üzerindeki ağır baskıyı ve bunun karar alma sürecini nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.

Birkaç hafta önce Bar, İsrail polisi ile birlikte Netanyahu’nun iki sözcüsü ve eski bir stratejik danışmanı hakkında soruşturma başlatma kararı aldı. Bu isimlerin, Hamas gibi “terör örgütlerini” destekleyen Katar ile savaş sırasında dahi şüpheli mali işlemler gerçekleştirdiği iddia ediliyordu. “Qatargate” adı verilen bu skandalın, vatana ihanet sınırına varan suçlamalarla sonuçlanabilecek bir potansiyeli var.

Netanyahu’nun, iç istihbarat teşkilatının kendisine yakın isimleri soruşturduğu bir dönemde Bar’ı görevden almaya kalkması, açıkça bir çıkar çatışması yaratıyor. Bu durum, görevden almanın asıl amacının soruşturmayı engellemek olabileceği yönünde şüpheleri artırıyor.

Şin-Bet, Mossad ve Askeri İstihbarat ile birlikte İsrail’in üç istihbarat teşkilatından biri ve öncelikli görevi terörle mücadele etmek, casusluk ve ihanet eylemlerini ortaya çıkarmak. Ancak Şin-Bet’in Batı demokrasileri içinde benzersiz bir misyonu daha var: Yasalar gereği, ülkenin demokratik kurumlarını korumaktan da sorumlu.

Netanyahu ve hükümetinin şimdi “yargı darbesi” adı verilen rejim değişikliği planlarını yeniden devreye soktuğu bir dönemde İsrail demokrasisini korumakla da sorumlu olan Şin-Bet başkanının görevden alınması otoriter bir yönetimin ya da denge ve denetleme mekanizmalarından yoksun zayıflamış bir demokrasinin önünü açabilir.

Netanyahu görevden alma işlemini gerçekleştirme konusunda parlamento, kamuoyu ve yasal engellerle karşı karşıya. Ancak Bar’ın yakın zamanda görevden ayrılması halinde asıl kritik soru, onun yerine kimin atanacağı.

Eğer Netanyahu itidalli davranır ve Bar’ın iki yardımcısından birini seçerse ki Şin-Bet yetkililerinin tam isimleri kamuya açıklanamadığı için sadece “M” olarak bilinen yardımcısı önde gelen adaylardan biri, bu durumda Netanyahu bu atamayı en az zararla atlatabilir.

Şin-Bet’te istihbarat subayı olarak başlayan kariyerinde, Şin-Bet’in başkan yardımcılığına terfi etmeden önce Kudüs ve Batı Şeria bölümünün başına kadar yükselmiş, Arapça bilen deneyimli bir operasyon görevlisi. Profesyonelliğiyle tanınıyor ve Netanyahu’ya değil, devlete ve yasaya sadık biri olarak görülüyor.

Ancak, Netanyahu dışarıdan, kendisine sadakatiyle bilinen eski bir Şin-Bet yetkilisini atarsa, bu, Netanyahu’nun İsrail’in kırılgan demokrasisinin bir bekçisini daha ortadan kaldırmayı başardığını ve aynı şekilde kişisel sadakati her şeyin üstünde tutan ABD Başkanı Donald Trump’ın izinden gittiğini gösterecektir.

7 Ekim’de Hamas’ın düzenlediği saldırıdan bu yana, Netanyahu Savunma Bakanı’nı görevden aldı, İsrail Genelkurmay Başkanı, Askeri İstihbarat Şefi ve kıdemli IDF komutanları istifa etti. Ancak hâlâ sorumluluğu kabul etmeyen ve hesap vermeyi reddeden tek kişi Başbakan Netanyahu.

Okumaya Devam Et

Çok Okunanlar

English